BİR ZAMANLAR HERKES OSMANLI’YA HAYRANDI
Hiç Avrupa şehirlerinden birine gittiniz mi? Yahut şöyle soralım: Avrupa görmüş biriyle oturup konuştuğunuz oldu mu hiç? Veya Amerika’ya gidip gelmiş birinden bir şeyler duym uşluğunuz var mıdır? Türkiye ile o memleketleri mukayese ederiz hep değil mi? Yurtdışına giden dostlarınız nasıl anlatmışlardır kim bilir öve öve o yerleri. Şehirlerin düzen ve intizamı, tertemiz sokaklar, muntazam yollar, saygılı insanlar, curcunasız ve tıkır tıkır işleyen bir hayat; hep bunlardan dem vurulur. Adamlar küçük şehirlere varıncaya kadar metro, tramvay sistemi kurmuşlar, köylere varıncaya kadar yollara asfalt döşe- mişlerdir. Şehirlerin her tarafında parklar, bahçeler, göller bulunmaktadır. Trafik diye bir problem zaten yoktur. Hâlbuki bizde öyle midir, deriz hep. O seviyelere gelmek için bizim daha çook mesafeler katetmemiz gerekmektedir.
Yıl 1554… Osmanlı tahtında Kanunî Sultan Süleyman bulunmakta. Osmanlı Devleti’nin en kudretli ve ihtişamlı olduğu yıllar. Avusturya İmparatorluğu’nun elçisi Ogier de Busbecg Osmanlı başşehri İstanbul’a gelir.
Onun elçiliği 1562 yılına kadar tam 8 yıl sürecektir. Busbecg, Avrupa’nın o zamanki en güçlü devletlerinden birinin elçisidir. Fakat dünyanın en kudretli devleti OsmanlI’nın topraklarını, İstanbul’u, ecdadımızı gördükten sonra öyle hayran kalmıştır ki Berlin’i, Newyork’u, Paris’i, Viyana’yı görenlerin bizlere anlattıklarına benzer hikayeleri, bir dostuna yazdığı mektuplarla bütün Avrupa’ya anlatmıştır.”
Asalete Değil Liyakate Bakıyorlar
“Sultanın elini öptükten sonra geri geri çekilerek duvara sırtımızı verdik. (…) Huzurda iken büyük bir kalabalık dikkatimi çekti. Birçok vilayetin beylerbeyleri sultana hediyeleriyle gelmişlerdi. Bunlardan başka sultanın bütün maiyeti orada idi. Hassa süvarileri, sipahiler, gurebalar, ulufeciler… Ayrıca yeniçeriler de vardı.
“Bu kalabalık mecliste herkes şahsî kabiliyeti, ehliyet ve liyakati sayesinde bulundukları mevkilere getirilmişlerdir. Filancanın soyundan geldiği için hiç kimseye diğerlerinden üstün bir rütbe verilmez. Herkes memuriyet derecesine göre saygı ve itibar görür. Bu sebeple, merasimlerde önde bulunmak, diğerinin yerine göz dikmek gibi kavgalar yoktur. Görev ve memuriyetler herkesin liyakat, seciye ve kabiliyetine göre bizzat sultan tarafından verilir. Bunu yaparken ne o şahsın zenginliğine, ne nüfuz ve şöhretine, ne rica ve dosduklara aldınş etmez. Böylece her işe, o işin ehli adamlar tayin olunur. Şahsî kabiliyeti sayesinde herkes en yüksek mevkilere kadar gelebilme şansına sahiptir. Çobanlıktan gelmiş olsalar dahi, geçmişteki durumlarından dolayı bir eksiklik duymadıkları gibi ebeveynlerine ne kadar az borçlu olurlarsa bununla o kadar çok iftihar ederler.
“Türklerin elbiseleri topuk kemiklerine kadar uzundur. Bu şekilde giyinmeleri onları daha iri yarı ve daha uzun boylu gösteriyor. Bizimkiler ise öyle kısa ve dardır ki vücudun bütün hatlarını olduğu gibi meydana çıkarıyor.”
“Türkler üstün meziyetlerin, kabiliyetlerin doğuştan geldiğine ve bir miras olarak ecdattan kaldığına inanmazlar. Bunun, başta Allah vergisi kısmen de çalışma ve gayretin mükâfatı olduğunu kabul ederler. Nasıl ki bir evlat mutlaka babasına benzemezse, güzel sanatlara, matematik ve geometriye ait kabiliyet irsi değilse;
üstün vasıfların, sedyenin de babadan oğula geçmeyip Cenâb-ı Hakk tarafından bahşedildiği kanaatinde – dirler. Bu düşüncelerin neticesi olarak Türklerde şan ve şöhret, yüksek idari mevkiler, liyakat ve maharetin mükâfatıdır. Tembel ve pısırık olanlar, kötü niyetliler için yükselme yolları kapalıdır; bunlar kenarda köşede önemsiz kişiler olarak kalırlar. Türklerin giriştikleri her işte başarı kazanmalarının, üstün bir ırk haline gelmelerinin ve gün geçtikçe devletin hudutlarını biraz daha genişletmelerinin sebebi bu olsa gerek.
“Bizdeki uygulama ise büsbütün değişiktir. Ehliyet ve liyakatin bizde yeri yoktur. Her yerde, her işte asalet, yani mevki ve rütbe verilecek şahsın kimin neslinden geldiği hususu aranır. Bu konuda söylenecek çok şey var ama şimdilik bu kadar yeter.
Sadeliğin İhtişamı
“Şimdi tekrar başları sarıklı bu büyük kalabalığı seyredelim. Bembeyaz ipekli kumaşlara bürünmüşler. Bir renk ve parıltı cümbüşü. Altın, gümüş, ipek ve saten parıltısı her tarafta gözlerimizi alıyor. Bu manzarayı kelimelerle anlatmak çok zor. Bugüne kadar böyle güzel bir manzara görmediğimi itiraf etmek isterim. Bu kadar zengin ve göz alıcı görünüş içine dahi bir sadelik ve tutumluluk dikkati çekiyordu. En yüksek mevkileri işgal edenlerle derece derece alt kademelerdeki memuriyetlerin sahipleri hemen aynı biçimde elbiseler giymekteydi. Oysa bizde öyle midir?
“Hesapsız para harcanır bir elbise için ve birkaç günde deforme olur. Onlarınsa en güzel ipekli yahut saten elbiseleri, işlemeli olduğu halde sadece bir duka altınına mal olur. “Giyiniş tarzımızdaki bu farklılık onlarda nasıl hayret uyandırıyorsa bizde de öyle şaşkınlık meydana getiriyor. Türklerin elbiseleri topuk kemiklerine kadar uzundur. Bu şekilde giyinmeleri onlan daha iri yan ve daha uzun boylu gösteriyor. Bizimkiler ise öyle kısa ve dardır ki vücudun bütün hatlarını olduğu gibi meydana çıkarıyor. Bu da adamın boyunu kısa, adeta bir cüce gibi gösteriyor.”
“Türk askerleri zafere alışmış, zor şartlara dayanma kabiliyetine sahip, intizam ve disipline riayet eden, uyanık ve kanaat ehlidirler. Bizimkilerde ise genel bir fakirliğe karşılık özel israf, yıpranmış kuvvet, maneviyat bozukluğu, tahammül yokluğu ve idmansızlık var.”
Sessizlik ve İntizam
“Bu büyük kalabalıkta dikkati çeken bir başka şey de sessizlik ve intizamdır. Ne bir ses, ne bir uğultu… Hâlbuki bizde herhangi bir toplantıda uğultu eksik olmaz.
“Türkler en küçük işlerini bile düzenli bir şekilde görürler. Biz ise bırakın bunları, en önemli işlerimizde dahi ihmal gösteririz.”
Türk Askerî Sistemi
“Bizim askerî sistemimizle Türk sistemini karşılaştırınca geleceğin bize neler hazırladığını düşünüp korkudan titriyorum. Karşılaşan iki ordudan biri galip gelecek ki bu herhalde Türk ordusu olacak- diğeri ise mahvolacaktır. Çünkü Türk ordusu sırtını kuvvetli bir imparatorluğun geniş kaynaklarına dayamış; zinde, tecrübeli, sarsılmamış bir kuvvet. Askerleri zafere alışmış, zor şartlara dayanma kabiliyetine sahip, intizam ve disipline riayet eden, uyanık ve kanaat ehlidirler. Bizimkilerde ise genel bir fakirliğe karşılık özel israf, yıpranmış kuvvet, maneviyat bozukluğu, tahammül yokluğu ve idmansızlık var. Serkeş askerler, aza kanaat etmeyen subaylar. Disiplin kavramıyla alay ederiz. Başıboşluk, sarhoşluk, serkeşlik, zevke düşkünlük bizde alabildiğine ،,ardır. Daha kötüsü yenilgiye alışmış bıılun- mamızdır. Bu durumda neticenin ne olacağı gün gibi aşikârdır. (…) Bu büyük tehlikeye karşı ne kadar gevşek ve hazırlıksız olduğum uzu düşündükçe içim ürperiyor.”
Türk Karargâhı
Busbecg’in sefere çıkan Osmanlı ordusunun Üsküdar’daki karargâhını gezdikten sonraki inribalan ise şöğle:
Hiklerden askerlerin kendi karargâhları dışına çıkmamaları ، dikkatimi çeken ilk şey oldu. Bizim karargâhtaki durumu bilenler buna kolay kolay inanmazlar. Her tarafta derin bir sessizlik vardı. Ne bir kavga, ne tartışma, ne de sarhoşluktan ileri gelen yüksek sesler. Herhangi bir kaba davranış, şiddet ve zorbalık katiyen yoktu. Ayrıca her yer tertemizdi. Ortalıkta bir tek çöp ve pislik görünmüyordu. “Çirkin görünüşlü yahut fena kokulu herhangi bir şeye rastlamadım. Böyle şeyleri ya çok uzağa götürüp döküyorlar, yahut da derin bir çukur kazıp gömüyorlar. Yakılacak şeyleri yakıyorlar. İçki, kumar ve aşırı eğlence düşkünlüğüne hiçbir yerde rastlamazsınız. Zira Türkler kâğıt ve zar oyunlarını bilmezler. Oysa bizim askerlerimizde bunlar ne kadar yaygındır.”