ÇEVRE KİRLENMESİ; Alm. Umweltverschmutzung
(f), Fr. Pollution environmentale (f),
İng. Environmental pollution. Canlı ve cansız varlıklar
üzerinde zararlı tesirler bırakacak şekilde
çevre şartlarında (fizikî, kimyevî ve biyolojik)
meydana gelen değişikliklerin genel adı.
Çevre kirlenmesi, unsurlarının bir kısmı açısından
dünyâ kurulduğundan bu tarafa mevcuttur.
Ancak tabiatın yaratılışındaki var olan denge
sebebiyle çevre kendi kendisini temizlemektedir.
Fakat son asırda tabiî dengeyi kirlenme oranı bakınımdan menfi yönde bozan ve tabiî temizleme
araçlarının kapasitesini aşan veya yok eden yoğun
gelişmeler neticesinde, çevre kirlenmesi problemi
olanca ağırlığıyla dünyâ çapında kendini hissettirmektedir.
Çevre, canlının içinde bulunduğu, tesir ettiği
ve müteessir olduğu bir vasat olup, biyolojik ve fizikokimyâsal
durumu ile canlıda müsbet veya
menfî değişikliklere sebep olur. Canlıların yaşayabilmesi
için, genetik (irsî) yapı ve bundan mütevellid
kâbiliyetleri ile çevre şartlarının uygun
bir düzen içerisinde bulunması gerekmektedir.
Her canlı için belli çevre şartlan söz konusudur. En
uygun (optimum) yaşama şartlarının dışına doğru
çıkıldıkça, yâni sınırlara (ekstrem şartlar) yaklaştıkça
canlıda bir takım fizyolojik değişmeler beklenebilir.
Bu sınırlar dışına çıkılırsa canlı artık
yaşayamaz.
Belli bir besin ortamı içerisinde yaşayan mikroorganizmalar,
bu ortamı fizyolojik faâliyetleri sırasında
çıkardıkları artık maddelerle kirletince,
çevrenin kimyâsal terkibinin değişerek yeni çevre
şartları hâsıl olur. Neticede bu ortam onlar için
zararlı ve yaşanılamayacak bir hal alır. Dünyamız
sınırlı bir ortam olmasına rağmen, canlıların
hayâtî faaliyetleri îcâbı meydana gelen zararlı
maddeleri çok karışık analiz yâhut sentez hâdiseleriyle
tekrar eski hallerine çevirecektir güce
hassas bir dengeye sâhiptir. Bu aslına dönüş süresi
zararlı maddelerin terkibine göre değişir. Zararlı
maddelerin aynı hal üzere kalması uzun sürerse, zararı
da o nisbette te’sirli olur. İnsanoğlu hayâtî faaliyetleri
îcâbı çevresinin kimyâsal terkibinde değişikliklere
ve uzun süre bozulmadan kalabilen
zehirli maddelerin birikmesine sebeb olmuştur.
Çevreyi kirletici elemanlar: Yanma ürünleri;
insan dışkısı; teneffüs edilmiş hava; tozlar, patojen
(hastalık yapan) mikroplar; buharlar; gazlar;
endüstriyel solventler (çözücüler), ekstrem (aşırı
yüksek veya düşük) sıcaklıklar; zirâî gübreler,
infrared (kızıl altı, ötesi), ultraviolet (mor ötesi) ve
hattâ görünen ışık; iyonlaşan radyasyonlar; radyoizotoplar;
gürültü; aşırı yüksek frekanslı ses ve
bâzı mikrodalgalı elektromanyetik radyasyonlar sayılabilir.
Böyle biyolojik, kimyevî veya fizikî maddelerin
sâdece mevcûd olmaları, mutlaka kirletici
olmalarını îcâb ettirmez. Kirlenmeyi tam târif etmek
için bunların zaman, mekân miktarı (konsantrasyon
ve şiddet) ve zararlı tesir bakımından
değerlendirilmeleri lâzımdır. Kirleticiler sağlığa zarara,
sıkıntı doğurmaya, ekonomik veya estetik
zarara, kısa veya uzun bir zaman zarfında veya sonra
sebeb olabilirler. Kapalı yerlerde mevcûdiyetine
müsâde edilen kirletici konsantrasyonu, umûmiyetle
insan sıhhati düşünülerek tesbit edilir.Bir organizma veya ekolojik cemiyetin etrafındaki
karmaşık fizikî, kimyevî ve biyolojik faktörler,
çevre içinde yer almaktadırlar. Bu faktörler,
birçok canlı türlerinin biri veya birçoğuna tek taraflı
veya karşılıklı olarak tesir ederek, onların
teşekkül, gelişme ve yaşamasında rol oynar. Bir
çevre elemanı, bir canlı türü için kirleticiyken,
aynı eleman diğer bir tür için arzu edilen bir besleyici
durumunda olabilir. Bu yüzden kirlenme ve
bulaşmanın târifi ekseriya zor olur. İnsan veya
herhangi bir diğer organizmanın yaşaması sonucu
atılan ve teşekkül eden, ortaya çıkan metabolik
ifrâzât, diğer organizmalarca ekolojiyi dengelemek
üzere kullanılmadıkça, çevre kirlenmesine yol
açar. Ayrıca, enerjiyi ve maddeyi kullanılabilir
ürünlere dönüştürmede (tahvil etmede) insan ekseriyâ
verimsiz, israfçı ve düşüncesiz davranmaktadır.
Böylece sanâyi kaynaklı kirleticilerin
çevreye yayılmasına sebeb olmaktadır. Bundan
dolayı çevre kirlenmesinin günümüzdeki problemleri,
insaıi nüfûsunun hızla çoğalması ve genişleyen
teknolojiden kaynaklanmaktadır.
Su ve kıyı kirlenmesi: Suların kullanılış maksadının
elverişsiz hâle gelmesine su kirlenmesi
denir. Bu durumdaki sular içmek için kullanılmaz.
Kullanma ve sulama sularında da başka mahzurlar
ortaya çıkar. Irmak, göl ve denizlerde ise balıklar
ölür, diğer canlılar tür ve sayı olarak azalır.
Hava da kirlenmeye başlar. Turistik, dinlenme,
yüzme ve seyirlik değeri kaybolur. İçindeki malzemeyi
çürütücü olur. Ulaşım imkânlarını azaltır.
Yüzeylerinde köpük teşekkül eder. Tatlı suların
renk, koku ve tatları değişir. Su yosunları önce
çoğalır. Sonra ölerek, kirlenmeyi arttırır.
Meskenlerden dışarıya atılan sıvı artıklar, endüstri
tesislerinden çıkan sıvı (sıcak su,zehirli su,
asitli su, bazik su, yıkama suyu, deterjanlar, organik
artıklar) ve katı artıklar (çöp, moloz gibi), derelerden
ve yamaçlardan gelen erozyon malzemeleri,
mâdenî artıklar (eski eşyâ, âlet makina
vs.) ve zirâat alanlarından gelen gübre ve ilaç artıkları
vs. gibi hususlar, kirlenmenin başlıca sebepleridir.
Japonya’da civalı artıkların denize akması ve
buradan yakalanan balıkların yenilmesi neticesinde
pekçok insan ölmüştür. Sağ kalanlarda felç,
sağırlık, körlük, ağrılar ve delilik meydana gelmiş,
gebe kadınlar anormal çocuklar doğurmuştur. Dünyânın
birçok ülkesinde çinko fabrikası artıklarıyle
sulanan çeltikleri yiyen kimselerde kalsiyum
noksanlığından meydana gelen kemik erimesi
hastalığı meydana gelmiş ve gelmektedir.
Bugün Avrupa’da ve Amerika’da pekçok nehir
âdetâ zehir akıtmakta, içme suyu kanallarına sızarak
onları da zehirlemektedir.
1990 sonlarında Irak’ın Kuveyt’i işgali sonrasında
ateşe verilen petrol kuyularından Ortadoğu
ve Asya kıtasının önemli bir bölümünde çevreyi
deniz, hava ve toprak olmak üzere üç cepheden kirletti.
Uzmanlara göre denize pompalanan 11 milyon
varil petrol, denizin içindeki canlılar bakımından
dünyânın en zengin bölgesi olan Basra
Körfezini ölü deniz hâline getirdi. 1992 yılının
sonunda tamamen söndürülmüş olan Petrol kuyularından
çıkan yarım milyon ton petrol duman
olarak atmosfere karıştı. Bu duman komşu ülkelere
yayılıp asit yağmuruna dönüşerek, daha uzun yıllar
tarımda verimliliği azaltan duman içinde bulunan
on bin tondan fazla is, kükürt, çeşitli zehirli
gazlar, karbondioksit ve büyük miktarda kanser
yapıcı hidrokarbonlar çevreye yayıldı. Yine 80 kuyudan
fışkıran binlerce ton ham petrol Kuveyt
çöllerinde kirli bir nehir gibi aktı.
Son yıllarda artan nüfus baskısı, gelişen turizm,
plânsız yerleşim ve endüstrinin meydana
getirdiği kirlilik, yanlış arâzi plânlaması, kıyıları
da belirli bir düzeyde etkileyen asrın meseleleri olmuştur.
Burada cehâletin de payını unutmamalıdır.
Türkiye’de plânsız ve düzensiz bir kıyı kullanımının
ortaya çıkardığı bir panorama vardır. Bakıldığında
göze çirkin görünen bir yapılaşma,
kaybolan tabiî güzellik yerine, renksiz beton yığınları
veya şekilsiz binâlar ve kulübeler görülmektedir.
Tabii bunlarla berâber gelen yoğun kullanma
sonucu kanalizasyon, çöpler ve tahrip edilen
kıyı bitki örtüsü de bu zincirin halkalarını teşkil
etmektedir.
Diğer taraftan endüstrinin kıyı ekolojisinde
yaptığı değişiklik, kirlenmeden doğan tahribat,
kıyıda yaşayan canlıların sonu olmaktadır.
İzmit, İzmir Körfezleri, Haliç, kirlenmiş bir
Marmara Denizi ve her geçen yıl tabiî olarak kendini
temizleyebileceği miktârın üstünde kirletilmekte
olan diğer kıyılarımız da suda çözülmüşoksijenin azaldığı ve koli basillerinin yaşadığı değişik
bir ortam teşekkül ettirmektedir. Bilhassa
Haliç (Bkz. Haliç) ve İzmit Körfezi, ülkemiz deniz
kıyılarında su ve kıyı kirlenmesinin çok yüksek
seviyelere ulaştığı iki yerdir.
Hava kirlenmesi: Bu kirlenme yakıt kullanılmasından,
artan sanâyileşmeden ve şehirlerde
aşırı derecede nüfus şişmesinden kaynaklanır. Kirletici
maddeler gaz, sıvı damlacıkları (zerrecikler)
veya bunların karışımı şeklinde olur. Bu maddeler;
ya doğrudan bir kaynaktan çıkıp yayılır veya atmosferde
yayılan maddelerin kendi aralarında veya
atmosferik bileşenlerle ve fotokimyâsal bir faaliyet
mevcud olup olmaması şartı altında reaksiyona
girerek ortaya çıkar. Esas kirleticiler; 100
mikrondan daha büyük çaptaki kaba tânecikler,
kükürt bileşikleri, organik bileşikler, azot bileşikleri,
oksijen bileşikleri, halojen bileşikleri ve
radyoaktif bileşiklerdir.
İnce aerosiller içinde karbon zerreleri, metalik
tozlar, silikatlar, florürler, reçineler, katranlar
(kurumlar), çiçek tozları, mantarlar, katıoksitler,
nitratlar, sülfatlar, klorürler, aromatik bileşikler
vs. ihtivâ eder. Bunlar zerrecikler olarak ışığı dağıtırlar.
Böylfce katalizörümsü rol oynayarak absorbe
edilmi$ kirleticiler arasında en çok ince bir
şekilde bölünmüş durumlarından faydalanarak reaksiyonların
meydana gelmesini sağlarlar. Yine
bunlar elektrostatik yük taşıyıcıları olarak diğer
zerrelerin ve gazların kondansasyonuna ve bir araya
gelmelerine sebeb olurlar. Yine bunların bâzıları
kimyâsal türden olmaları sebebiyle bitkilere ve
hayvanlara çok toksik (zehirli) ve korroziv (aşındırıcı)
bir etki yaparlar. Radyoaktif oldukları ölçüde
normal radyasyon dozajını arttırır. Kanser
veya mutasyon (hücrelerdeki değişme) doğuran
faktörler olurlar. Sırf bir toz olarak elbiseleri, binâlan
ve bedeni kirletirler. 100 mikrondan daha büyük
çaplı taneciklerde, benzer problemler ortaya
koymakla berâber kendileri yer çekim kuvveti tesiriyle
havada kolay ayrıldıklarından dolayı bu
problemler daha az olarak meydana gelir. Bunların
boyutlarının büyük olması insan ve hayvan
akciğerlerine önemli miktarlarda girmelerini önler.
Mamafih bunların kirletici tesiri daha belirgindir.
Çünkü çıktıkları kaynağın etrâfında hemen
yığılırlar. Kükürt bileşiklerinden olan kükürt
oksitler ile hidrojen sülfürün tahriş edici özellikleri
vardır. Atmosfere verilen organik bileşikler
içinde hidrokarbonlar ve bunların yanma ürünleri
ile halojenli türevleri bulunur. Bunlar buhar hâlinde
oldukları gibi bâzan damlacık veya zerreler
şeklinde de yayılır. Bu hidrokarbonların, bilhassa
olinükleer aromatik türleri memeli deney hayvanlarında
kansere yol açtığı görülmüştür. Atmosfere
yayılan azot bileşikleri, daha çok azotoksitler ve amonyak şeklindedir. Azot oksidler
yüksek dereceli yanmalarda ve diğer sınâî işlemlerde
ortaya çıkar. Azot oksitlerin düşük konsantrasyonlarda
bile tahriş edici özelliği yanında hava
kirleticisi olarak esas ehemmiyet arz ettiği durum,
bunların atmosferdeki fotokimyâsal reaksiyona
katılmasıdır.
Endüstriyel kirleticiler: Fabrika ve binâ bacalarından,
araba egzozlarından çıkan gazlar, insan,
hayvan ve bitkilere zararlı olmaktadır. Bilhassa
sanâyileşmiş ülkeleri ilgilendiren bu hal,
atmosferik hareketler sebebiyle geri kalmış ülkeleri
de alâkadar eder.
Her insan günde 14.000 İt hava kullanmaktadır.
O hâlde insanın hava ile alacağı çok düşük nisbette
zehirler, kısa zamanda öldürücü doza yaklaşabilir.
Zehirlerin vücutta birikme süreleriyle alınan
ve atılan zehirlerin farkı insanlar için mühimdir.
Eğer zehirin vücuttan atılışı yavaşsa ve vücutta
birikmesi görülüyorsa zehirlenme kısa zamanda
kedini gösterir.
Havaya karışan bu maddeler kesif yâhut şeffaf
bir sis bulutu hâlinde şehirlerin üzerini kapatır. Isı
tersliği denilen hâdiselerin vukûunda tesirleri çok
daha fazla olur. Genellikle toprağa yakın hava daha
sıcaktır. Dolayısıyla zehirli gazların büyük bir
kısmı bu sıcak hava kitlesiyle berâber taşınır. Isı tersliği
(inversyon) hâlinde, yâni yere yakın havanın soğuk,
onun üstündeki hava tabakasının sıcak olması
sebebiyle kirli hava şehrin üzerini kapatır.
1948’de ABD’de Donora şehri vâdisinde çinko,
demir ve öteki fabrikalardan çıkan ısı tersliği sebebiyle
sıkışmış ve nüfûsun % 43’ü olan 5910 kişinin
hastalanmasına sebeb olmuş, neticede solunum
ve kalp hastalıklarından 20 kişi ölmüştür. 1952 yılında
Londra’da da böyle öldürücü bir olay meydana
gelmiştir. Dört gün devâm eden zehirli sisler
şehirde görüşü sıfıra indirmiş ve dördüncü günün
sonunda doktor ve hemşirelerden başka sokakta
kimse kalmamış, zâtürre, bronşit ve kalp hastalıkları
başgöstermiştir. Neticede 4000 kişi ölmüştür. Bu
târihte Londra sisi, normale nazaran 10 misli kükürt
dioksit ve 20 misli toz ihtivâ ediyordu.
Otomobil egzozlarından çıkan zehirli sisler güneşi
kapatır. Her bin otomobil günde 3000 kg karbondioksit,
200-400 kg hidrokarbon buharı, 50-
150 kg azot oksitleri neşreder. Bu gazların laboratuvar
hayvanlarında kanser yaptığı görülmüştür.
Havayı kirleten bu gazlar ayrı ayrı incelenirse,
sebeb oldukları ârızalar şöyle sıralanabilir:
Kükürt dioksit (S02): Bu gazın sebeb olduğu
kirliliğin anlaşılması 19. yüzyılda başlar. Bugün için
daha fazla önemi hâizdir. Kömür, mineral yağlar %
0,5-2,5, bâzan % 5’e kadar kükürt dioksit ihtivâ
ederler. Demir endüstrisi, petrol ve yağ rafinerilerinin
bulunduğu yerlerde bu gaz geniş sâhalan kaplar.Havadaki su ile birleşince, sülfirik asid teşekkül
eder. Bu asit ciğerlerin, mâdenlerin, mermerlerin
tahrib olmasına sebeb olur. Atina ve Roma’daki târihî
yapıların bunun için geçen asra nazaran daha fazla karardığı
ve yıprandığı anlaşılmıştır.
İnsanlarda bâzı hastalıklara sebeb olur. Petrol
rafinerilerinden çıkan S02 Yokkaichi astımı denilen
müzmin bronşite sebeb olmaktadır. Bâzı bitkiler
10 milyonda 2 kısım S02’ye 6 saat mâruz
kalınca zarar görürler. Yonca, arpa, yulaf, turp,
marul ve çam ağaçları en hassas bitkiler arasındadır.
Simptomları karekteristik olup, damarlar
yeşil olduğu hâlde damar aralarında nekrotik sararmalar
görülür.
Bununla berâber S02nin karaleke hastalığının
salgın yapısını önlediği müşâhede edilmiştir. İkinci
Dünyâ Harbi sırasında Amsterdam’da bütün
fabrikalar durdurulmuştu.
Hidrojen florür (HF): Tipik bir sanâyi gazı
olan HF, çelik, alüminyum, süperfosfat fabrikalarından
çıkar. S02ile berâber bulunursa, daha tehlikeli
olur. Hele en hassas bitki Glayöl olup, konsantrasyon
olarak milyarlarda bir kısım mikdârdan
bile zarar görür. Diğer hassas bitkiler lâle, frezya, bâzı
çam türleri, asma, şeftali ve kayısıdır. Yapraklarda
SCrden farklı simptomlar gösterir. Daha ziyade
yaprak kenarında sararmalar görülür. Soğanlı bitkilerin
soğan verimini azaltır. Son zamanlarda
HF’ün bitki dokusunda absorbe edildiği, flor bileşiklerine
çevrildiği, bâzı enzim sistemlerini bloke ettiği,
sitrik asit çemberini etkilediği ve böylece metabolizma
faâliyetlerini bozduğu anlaşılmıştır.
İsviçre’de ilgi çekici bir durum görülmüştür.
Normal NPK (azot, fosfor ve potasyum) karışımına
bir miktar bor ilâve edilerek gübreleme yapıldığında,
bağlar HF’den fazla zarar görmüşlerdir. Bâzı
çam türlerinin de çok uzak mesâfelerden zarar
gördüğü tesbit edilmiştir. Avrupa ve ABD’de yapılan
denemeler HF’ün böcek hastalıkları üzerinde
müsbet etkileri görüldüğü hâlde, atmosferde, HF bulunan
bölgelerde kolonilerin azaldığı görülmüştür.
Yine HF ile bulaşık bölgelerde çamlarda gal
yapan galafildi’nin zararı artmış ve ağaç başına ortalama
500-2000 gal tesbit edilmiştir.
Karbon monoksit (CO): Petrolün yanmasıyla
açığa çıkar. Egzozlardan bol miktarda CO
neşrolunur. Şiddetli bir solunum zehiridir. Teneffüs
edilirse insanları öldürür. Kanda % 5 karboxyhemoglobin
teşekkül ettiği zaman simptomları
hissedilir.Hidrokarbon buharları: Petrol ürünü olup,
araba egzozlarından çıkar. En önemlileri etilen ve
peroxyacidnitrat (kıcasa PAN)’dır. Etilen direkt
olarak bitki hayâtına zarar verir. Çok düşük konsantrasyonla
normal büyüme hormonu olarak rol
oynar. Fazla miktarda ise tomurcuklanmayı önler
ve yapraklan döker. PAN fotokimyâsal oksidant bir
madde olup, insanlara etkisi başlangıçta fark edilmez.
Bir saat sonra güneş ışığında fotokimyâsal reaksiyonu
ile tanınır. Göz ve mukozalara tesir eder.
Bitkilerde oldukça karakteristik simptomları müşâhade
edilmiştir. Bâzı çayır bitkilerinde yaprağı
dipte, ortada ve içte olmak üzere enlemesine bölen
nekrotik lekeler hâsıl eder.
PAN’ın hücre duvarı formasyonunda önemli
bir enzim olan enolaz’ı inaktive ettiği bilinmektedir.
Bâzı bitkilerin yaprak altı yüzünde gümüşümsü
tahribât yapar.
Azot oksitleri: Arabalardan, doymamış hidrokarbon
kullanan fabrikalardan, kaçan gazlardan
meydana gelir. Fotokimyâsal bir oksidanttır.
Pan’ın terkibine girer. Trafiğin yoğun olduğu
yerlerde daha fazladır. Yüksek dozda S02 simptomlarına
benzer simptomlar gösterir. Yapılan
denemeler de milyarda 250 kısım N02 ile fümiğe
edilen (tütsülenen) domateslerin erken kartlaştığı
ve mahsülün % 22 nisbetinde düştüğü görülmüştür.Ozon (0 3): Doğrudan doğruya veya dolaylı
olarak arabalardan meydana gelir. Oksidant bir
maddedir. Tütün, ozona çok hassastır. Reaksiyonu
palizat hücrelerinde ve yaprağın üst yüzündedir.
Bitki hastalıkları ve zararlan üzerine ilgi çekici rolü
görülmüştür. Bâzı bitki hastalıklarının gelişmesine
engel olur. Bâzı hâllerde virüs ile hastalandırılmış
bitkiler ozona karşı daha az hassâsiyet
göstermiştir. Tütün mozayik virüsü ile enfekte
edilmiş tütünlerde temiz havadakilere nazaran
ozon tütsülenmesine tâbi tutulanlar % 21 nisbetinde
daha fazla hastalanmışlardır. Böylece ozonun
virüs aktivitesini arttırdığı görülmüştür. Ozon bâzı
hastalık ve haşerelere değişik cevaplar vermiştir.
Çeşitli arazlarını kısaca anlatmaya çalıştığımız
sanâyi kirleticiler sanâyi inkişâflarına paralel olarak
gittikçe insan sağlığını tehdit etmektedir.
Ülkemizde hava kirliliğinin en tipik örneği
Ankara’da görülmüş, ancak son yıllarda kaliteli
yakıt ve “doğal gaz” kullanılmasıyla şehir kirliliği
nisbeten azaltılmıştır. Nefes almada güçlük çekilen
Ankara’nın kirli havası her geçen yıl daha da
tehlikeli boyutlara ulaşmaktaydı. Bu durum,
1930’lardan îtibâren devâm edegelmiştir. Ankara
sanâyi şehri olmadığından havanın kirlenmesinin
sebebi bacalardan çıkan duman parçacıkları toz ile
motorlu taşıtların egzoz gazlarıdır. Bu kirliliklerin
şehir atmosferine dağılmasında şehrin kurulduğu
bölgenin coğrafik, topoğrafik ve meteorolojik
özelliklerinin ve şehrin plan ve inşaat özelliklerinin
de payı büyüktür. Dünyânın en kirli şehirleri
arasında yer alan Ankara’nın havasında 11 Ocak
1982 günü, kükürt dioksit ortalaması 752,4 mikrogram/
m3e, duman ortalaması ise 186 mikrogram/
m3e ulaşmıştı. 5 Ocak 1981 günü Ankara havasındaki
kükürt dioksit derişimi 1060,9 mikrogram/
m3, 18 Ocak 1980 günü ise 1334,5 mikrogram/
m3 olmuştur.
Ayrıca Bursa, Adana, Konya, İzmir gibi sanâyinin
geliştiği illerimizde de hava kirliliği artmaktadır.
Toprak kirlenmesi: Toprak insanların en
önemli tabiî kaynaklarından biridir. Zamânımızda
çevrenin kirlenme sebebiyle toprak da tehlikeye
mâruz kalmakta ve zararlı hâle getirilmektedir.
Toprağın bu kirlenmesi tarımda koruma için kullanılan
ilâçlardan, gübrelerden, sanâyi artıklarından,
radyoaktif izotoplardan ve beton, asfalt, kalay,
demir, kurşun, alüminyum, polietilen gibi kirleticilerden,
petrol ve diğer katı ve sıvı artıklarından
ileri gelmektedir.
Zirâî mücâdele ilâçları tatbik edildikten sonra
uzun süre bozulmadan kalabilmektedir. Yapılan
araştırmalara göre bu süre 3 ay ile 5 yıl arasına değişmektedir.
Tatbik sahasından rüzgâr erozyonu sebebiyle bitki parçacıkları, tohum sporları ve tozlarla,
toprak ve bitki buharları ile, sulardan dalga
serpintileri ile bulutlara taşman pestisitler her tarafa
yayılmakta, rüzgâr, sis, yağmur ve karla tekrar
toprak veya sulara karışmaktadır. Farklı kaynaklara
göre pestisitlerin % 10 ilâ % 70’inin tatbik
sahası dışına taşmadığı bildirilmektedir.
Radyoaktif kirleticiler: Enerji üreten atom
reaktörlerinden çıkan artık, kazâ sonucu veya
izotop artıkları ile radyoaktif maddelerin kendilerinden
doğan bir kirliliktir. Radyum, uranyum
gibi bâzı elementlerin fizik ve fizyolojik etkiye
sâhib ışınlar neşretmelerine radyoaktivite denir.
Radyoaktif maddelerin atom çekirdeklerini parçalaması
sonucu o madde yok olur ve korkunç bir
enerji hâsıl olur. Bundan istifâde ile atom bombası
yapılmıştır. Atom bombası patlatıldığında kısa sürede
çok yüksek ısı, ışın ve sadme etkileri meydâna
gelir. Bu sebeple atom bombası patlatılan
yerdeki katı cisimler de gaz haline geçer ve havaya
karışan bu maddeler patlayıcı maddenin yanısıra
radyoaktif maddenin artıklarını taşır. Meydana
gelen radyoaktif bulutlar birkaç yüz kilometreye
kadar yayılarak yere düşer.
Radyoaktif maddeler neşrettikleri şualarla
(bilhassa gamma ışınları) canlı hücre, dolayısıyle
dokulara etki ederek bir takım arazların ortaya
çıkmasına sebep olurlar. Akyuvarlar tahrib olmakta,
alyuvarlar üreyememekte, dokular tahrib
olarak kanser meydana gelmektedir. Radyoaktif tesire
mâruz kalmış ana ve babaların çocuklarında
çeşitli anormallikler ortaya çıkar. Hâlen Japonya’da
atom bombasının etkilerinin silinememiş
olması ve zararlarının irsiyete intikal etmesi, bu tesirin
korkunçluğunu ortaya koyar. *Biyolojik kirleticiler:
Mikroorganizmalar (mikroplar, bakteriler),
insan, hayvan ve bitkilerden hastalık yapan canlıların
(patojen) bir kısmı, devamlı olarak çevrede
müsâit şartlar bulursa faaliyetini arttırır. Bu şartlar
ortadan kalkarsa faaliyeti yavaşlar veya durur.
Kendisi için müsâit ortama bulaşırsa salgınlar
meydâna gelir. Salgın esnâsında, çevreartık o tesirle kirlenmiştir. Mikropların azalması,
yâni hayâtını devâm ettiremeyecek seviyeye
düşmesi veya koruyucu tedbirlerin alınmasıyla
veya bâzı şartlarda bağışıklığın hâsıl olmasıyla
salgınlar da ortadan kalkar. Neticede fazla çoğalan
hastalık mikrobu azalır ve tekrar denge
sağlanmış olur.
Avrupa’da 1840 yılında patateslerde görülen
mantar hastalığı sebebiyle birçok kimse Amerika’ya
göç etmek zorunda kalmıştır. 1850’de Fransa’ya
giren ve bağlarda korkunç zararlar yapan
Filoksera uzun seneler her yıl ortalama bir milyon
Frank zarara sebeb olmuştur. 1843’de Kırım’da
başlayan veba salgını Avrupa’ya sıçramış ve 8 yıl
devam ederek 25 milyon insanın ölümüne sebep olmuştur.
Hastalığın çıktığı yerde mümkün olan koruyucu
tedbirlere ve karantina uygulamasına geçilse
bile bâzı şartlarda insanoğlu âciz kalmaktadır.
Nitekim bâzı mantar sporları atmosfer hareketleriyle
12.000 kilometreye kadar yayılabilmektedir.
Dolayısıyle salgınlara karşı dikkatli ve devamlı
tedbirlerin alınması lâzımdır. Aksi halde
korkunç neticelerle karşılaşmak mümkündür. Son
yıllarda çevre kirlenmesi mevzûunda yapılan neşriyatlarla
kamuoyu (efkâr-ı umûmiye) aydınlatılmıştır.
Bilim adamları dünyânın aya giden bir
uzay gemisinden alınmış resimlerine işâret ederek,
bütün insanların arz küresi (yerküresi) adındaki
uzay gemisine binmiş astronotlar olduğunu
hatırlatmıştır. Bu gemiye eskiden beri oldukça çok
iyi dengelenmiş bir hayâtî destek sistemi ihsân
edilmiştir. Bu sistem öyle büyüktür ki, milyonlarca
insanın ihtiyâcını karşılamaktadır. Bu dengenin
ne kadar süreceği ve ne derecede insana
faydalı olacağı, muazzam teknolojik, politik ve
dînî çok yönlü meseleler arz eden bir sorudur. Sanâyileşme,
insan kültürlerinin bütün üyeleri için
yeterli bir hayat seviyesi geliştirmek bakımından
lâzım olmasına rağmen, madde ve enerjiyi verimli
bir tarzda kullanmak ve bu hedefe artık madde hâsıl
etmeden varmak, gittikçe artan güçlüklerdendir.
Artık madde üretilmesi de kirlenmenin
kaynağını teşkil eder.
Kültürel gelişme ve sanâyileşme, insanlar ile
yâni nüfusla doğru orantılıdır. İnsan nüfusundaki
artma doğuştan ziyâde ölüm hızındaki değişimle ilgilidir.
Çevre kirlenmesi ile mücâdele: 1947’de Los
Angales’te endüstriyel kirleticilere karşı sert tedbirler
alındı. Evlerde dahi çöp yakılması yasaklandı.
Çünkü hergün 500 ton kirletici çıkmaktaydı. Bu tedbirlere rağmen sâdece sis beyazlaşmış,
fakat zehirlerde pek az bir eksilme olmuştur.
O günden beri sanâyi bölgelerinde uygulanan
bâzı tedbirler kesin netîce vermemiştir. Bu gün
dahî endüstriyel kirleticiler üzerinde yapılan çalışmalar
kesin netîce vermekten uzaktır. Meselâ
ABD’de 1961’den îtibâren araba egzozlarından çıkan
gazı tekrar yakmak üzere uyguladıkları sistemlerde
bile kesin netîceye ulaşamadıkları görülmektedir.
Fakat topyekün ve milletlerarası kânunlarla
zararı asgarî seviyede tutmak mümkündür.
1763 yılında ilk defâ bir zirâî ilaç, tütün tozundan
elde edilen bir eriyik, yaprak bitlerine karşı
kullanılmıştır. Bu târihten îtibâren zehirsiz bitkisel
zirâî mücâdele ilâçları kullanılırken, 1865’te
ilk sentetik ilâç olarak Paris yeşili (bakır aset arsenit)
piyasaya çıkmıştır. 1932 yılından îtibâren de
ilk sentetik organik insektisitler uygulama sahasına
girdi. Böylece zirâî ilâçlar sanâyii, görülmemiş
bir ilerleme kaydetti.
Birinci Dünyâ Savaşından sonra kuvvet şuruplarına
konan radyumun yorgunluğu ve artridi
bertaraf ettiği reklâm edilmişti. Radyum ayrıca
ışıklı boya îmâlinde de kullanılmıştı. Bu boyayı saat
kadranına süren işçilerden bir kısmı radyum
zehirlenmesinden öldü. Geriye kalan 40 kişi kemik
kanserine yakalandı ve 30 yıl içinde öldüler. Radyum’u
keşfeden Madam Curie de aynı maddenin
radyoaktif etkisi sebebiyle öldü. Bugün radyoaktivitenin
zararları kesinlikle bilinmesine rağmen,
atom bombası denemeleri aralıksız devâm etmektedir.
Hemen hemen dünyânın bütün devletleri
bu silahı elde etme çabasındadır. Radyoaktif maddelerin
yayılmasını önlemek için ABD ve Rusya
arasında yapılan görüşmeler olumlu sonuçlar vermiş
ise de bu anlaşmaya imzâ koyan Fransa ve Komünist
Çin yâhut bu silâha sâhip diğer ülkelerin
atom bombası patlatmaması gereklidir. Ve bugün
insanoğlu atom enerjisini kendini tahrib etmek
için değil, kendine hizmet ettirmek için kullanmak
zorundadır.
Bundan bir asır önce sarı humma salgınında
hastaya kusturucular, müshiller verilmekte, hastanın
kanı alınmaktaydı. Bugünkü bilgiler altında
bu tedâvi değil cinâyet olur. İnsanoğlu her ne kadar
bugünkü seviyeye ulaşmış ise de yine sebebi
bilinmeyen sayısız hastalıklar vardır. O halde çevre,
bilinmeyen sayısız düşmanlarla doludur. Bâzı
devletlerin elinde bulunan biyolojik silahlar tehlikeyi
daha da artırmaktadır. Ne var ki, aynı silâhın
bir müddet sonra kendilerine de çevrileceğinden
korkan bu silâha sâhip devletler, kullanmaktan
çekinmektedirler.
Bugün eradikasyon tarama ve yok etme (mücâdele)
çalışmalarının, koruyucu tedâvinin başarıları
her ne kadar büyük ise de, devamlı ve dikkatli
çalışma ve araştırmalar gerekmektedir. Bugün
Türkiye’de etraftaki temiz suları kirletmemesi için
pis suları toplayan ve uzaklaştıran kanalizasyonun
bile bir mesele teşkil etmesi düşündürücüdür. Mühim
olan kanalizasyonda toplanalı pis suların nereye
ve nasıl verileceğidir ve bunlar çevre kirlenmesinin
en büyük meselesidir.
İnsanların yaptığı düşük seviyeli radyasyon,
röntgen ışınlarından, radyoaktif malzemelerden
ve televizyonun da içinde yer aldığı elektrikli âletlerden
çevreye yayılır. 1960’da nükleer denemelerin
atmosferde, uzayda ve su altında yapılması
milletlerarası bir anlaşmayla yasaklanmıştır. Yüksek
dereceli sıvı nükleer artıklar, katı hâle getirilmekte
ve böylece hacimleri 1/10’a indirilerek denizaltında
muhâfaza içinde biriktirilmektedir.
Görülüyor ki, çevre kirlenmesinin önüne tamâmen
geçmek mümkün değildir. Fakat mevcût
imkânlarla hassâsiyetle ele alınırsa zararları ehemmiyetsiz
seviyelere indirilebilir. Nitekim yapılan
çalışmalardan kesin olmamakla berâber tatmin
edici sonuçlar almak mümkün olmaktadır. Nitekim
son zamanlarda genetik usullerle petrol artıklarını
yiyen bakteri ırklarının üretilebilmesi ve eritilebilmesi
sevindiricidir. Ancak milletlerarası tedbirlerin
istisnâsız uygulanması şarttır. Meselâ egzoz
gazlarını yakma sistemi olan bir araba, egzoz
gazlarını doğrudan doğruya dışarıya veren aynı
arabadan daha pahalı ve masraflı olmaktadır. Baca
gazlarını ve kanalizasyona verilen maddeleri
tasfiye edecek (arıtacak) ve temizleyecek bir fabrikanın
masrafı bu işleri yapmayan diğer bir fabrikadan
daha yüksektir. Daha az ilâç kullanan yahut
ilaçsız mücadele yapan bir memleketin zirâi
ürünleri rekâbetten mahrûmdur. Atom bombasına
sâhib olmıyan ülkeler kendilerini emniyette hissedemezler.
Salgınlara karşı uygulanacak koruyucu
tedbirler fazla masrafı gerektirir. Bütün bu
mahzurların bertaraf edilmesi milletlerin samîmî
işbirliği ile gerçekleşir. Ne yazık ki, bunu ümid etmek
mümkün değildir. Doktorun vereceği antibiyotiklerin
yan tesirleri var diye doktora gitmemek
mi lâzım? Tarlasında hastalık ve haşere olan
çevre kirlenecek, kuşlar ölecek diye ilâç kullanmıyacak
mı? Parası olan fazla kâr getiren sanâyi
kuruluşlarına sanâyinin havayı kirlettiği gerekçesiyle
yatırım yapmasın mı? Yoksa imkânı olanlar
araba almasınlar mı? Artık insanoğlu geriye
dönmeyi, antibiyotiksiz, pestidsiz, sanâyisiz ve
otomobilsiz bir hayâtı istemiyor. Fakat teknik adına,
insanlığı tahrîb eden çevre kirlenmesine de
tahammül edemiyor.
Bu birbirinin zıddı iki şeyi insanlığın refah
ve saâdeti istikâmetinde birleştirmek lâzımdır.
Müsbet ilimlerdeki ilerlemelere hızla devâm edil-mesi ve şimdiye kadar çevre kirlenmesi bakımından
ortaya çıkan mahzurların iyi niyetle bertaraf
edilmesiyle bu gâyeye ulaşmak mümkündür. Bunun
için evvelâ medeniyetin ne olduğunu iyice
kavramak lâzımdır. İnsanlığa saâdet yolunu gösteren
atalarımız, medeniyeti, ”tâmir-i bilâd, terfihi
ibâd” olarak, yâni ülkeleri mâmur kılmak ve
îmâr etmek, medeniyet imkânları ile teçhiz etmek
(donatmak), inanları ruh, düşünce ve beden bakımından
rahat yaşatmak olarak târif etmiş ve bunu
gâye edinerek dünyâda huzur ve sükûnu tesis etmiş,
mâmur ve müreffeh şehirlerle dolu büyük
devletler ve medeniyetler kurmuşlardır. Medeniyet
böyle anlaşılmadıkça milletlerarası samimî işbirliğini
ümid etmek hayâldan öteye geçmez.
Bir zamanlar şehirlere akın eden insanoğlu,
bugün şehirlerden kaçıp, mümkün olan her fırsatta
şehirlerin boğucu havasından kurtulup köylere,
sâkin yerlere gitmek istemektedir. Bunun sebebi şehirlerin
maddî yönden olduğu kadar mânevî yönden
kirlendiğini göstermektedir. Bugün insanların
his organları pis şeyleri idrâk etmekte; gözleri
iğrenç manzaraları seyretmekte, kulakları kötü
sözleri işitmekte, burunları fenâ kokuları duymakta,
dilleri zehir tatmakta ve zehir söylemektedir.
Bu sebeple beyinler kirlenmekte ve kalpler
kararmaktadır.
Çevre kirliliği ile mücâdelenin iki ana noktası
mevcuttur. Bunlar; bozulmamışı bozulmaktan
koruma (dış etkileri ortadan kaldırma) ve bozulmuşu
düzeltmedir. Bunun için kirleticiler daha
kaynaklarında iken yayılmadan tamâmen veya
kısmen tutulur. Meselâ; hava kirlenmesinde gaz çıkış
yerlerine, çeşitli filtreler takılır. Kanalizasyon
suları arıtma tesislerinde çökeltme, havalandırma,
süzme, nötrleştirme, dezenfeksiyon gibi işlemlerden
sonra tabiata terkedilir. Denizlerde kıyılarda,
nehir deltalarında çeşitli tedbirler alınır.
Gemilerin artıklarını rastgele boşaltmalarına, sâhil
şeridine kanalizasyon ve çöp birikintilerinin verilmesine
ve nehirlerin erozyon toprağı ile yatağını
doldurmalarına mâni olunur.
Umûmiyetle gürültü “istenmeyen bir ses” olarak
târif edilir. Halbuki günümüzde gürültüyü
“insan sağlığına zararlı bir ses” diye târif etmek daha
doğrudur. Çok fazla gürültü, işitme duyusunun
kaybolmasından yüksek tansiyona kadar çeşitli
şekillerde insan sağlığına zarar verebiliyor ama,
gürültü ile geçen kamyonların sesini, dışarda top
oynayan çocukların sesini, elektronik beton delicinin
kulak tırmalayıcrgürültüsünü, sonuna kadar
açılan teybin ve radyonun bağırtılarını duymamazlıktan
gelmek mümkün değildir.
O hâlde görültüyle birlikte yaşamaya alışıp
sağlığa en az zarar verecek şekilde indirecek tedbirleri
almalıdır. Hiç beklenilmeyen çok yüksek bir
ses duyulduğu zaman kan damarlarında hormonlar
dolaşır, kalp daha hızlı çarpar, eller buz gibi
olur, ağız kurur, mîde yerinden oynamış gibi olur.
Bu şiddetli tepkinin sonucu, sinir sistemi, kalp ve
diğer organlarda belli bir gerginlik ortaya çıkar. Bu
gerginliğin devamlı ve sık görülmesinin sonuçları,
gürültülü fabrikalarda çalışan işçilerde işitme duyusunun
kaybolması, kalp hastalıkları, yüksek
tansiyon, ülser gibi çeşitli mîde hastalıkları, sinir
hastalıkları gibi sağlık meseleleri, sessiz yerlerde
çalışan işçilere nisbetle daha çok görülür.
Gürültüyü önlemek için türbo jet tipi uçak
motorları türbo fan şekline dönüştürülüp, fanların
da gürültüsü azaltılmaya çalışılmaktadır. Aletler ve
makinalar gürültüsüz tipe dönüştürülmekte veya
gürültüyü yutacak malzeme kullanılarak âlet ve binâlar
izole edilmektedir. Otoyollarda gürültüyü
tutucu duvarlar inşâ edilmektedir. Kulaklarda köpüklü
plastik veya balmumu katılmış pamuk tıkaçlar
kullanılmaktadır.
ÇEVRE KİRLENMESİ
04
Kas