Genel

DAVİD HUME

DAVİD HUME

DAVİD HUME
Newton’ı izleyen Hume, deneyin, araştırmayı hem doğruladığı, hem yanlışlarını düzelttiği, hem de sınırladığı bir insan bilimi kurmaya çalıştı. Bu Iskoçyah filozofa göre, bizim bildiğimiz varlıkların kendileri değil, bu varlıklara ilişkin olan bilgilerdir. Tümüyle deneye bağlı anlama yetisi (anlık) dışında, herşey bilgimizin dışında kalır. Doğacılık (natüralizm) ve kuşkuculukla apaçık bağlantıları olan bu deneycilik, metafiziğe köklü bir biçimde karşı çıkmasıyla dikkate çeker.
DaviiHume. Ramsey’in bir portresinden XVIII. yy’da yapılan gravür.
BAŞLICA ESERLER
«însan Doğası Üzerine Bir inceleme»

(A Treatise of Human Nature)

«Ahlakî ve Siyasî Denemeler» (Essays Moral and Political) insamn Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma (An Enquiry Conceming Human Understanding)

«Ahlakın İlkeleri Üzerine Bir Soruşturma» (An Enquiry Conceming the Principles of Morals)

«Ingiltere Tarihi» (The Hıstory of England)

Din Üstüne (Dialogues Conceming Natural Religion)
1740
1741-

1743

1748
1751
1762
1779
Anlık
dolaylı

tutkular
doğrudan

tutkular
ide

bağlantılarının

bulunması
belirli
belirli bir
aşk
mekân – zaman bağıntıları özdeşlik
gurur

tevazu
haz hazza nefret

dayanmayan tutkular (açlık)
1711’de Edinburgh’da doğan ve üç yaşında babasını kaybeden Hume, rahip olan amcasının sert denetimi altında, annesi tarafından yetiştirildi. 1734’te, Fransa’ya gitti ve orada pek az başarı kazanan «İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme»yi yazdı. 1746’dan 175Q’ye kadar, kıta Avrupası’nda görevli bir diplomatın yanında katip olarak bulundu ve İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma adlı eseriyle ün kazandı. Edinburgh ve Glasgow üniversiteleri felsefe hocalığına aday oldu, ama bu adaylığı geri çevrilince E-dinburgh avukadar birliği kütüphanecisi olarak çalışmaya başladı. 1763’ten 1766’ya kadar İngiltere büyükelçiliği katibi olarak yeniden gittiği Fransa’da Paris salonları ve ansiklopedistler tarafından çok iyi karşılandı. 1767’de Londra’da bakan yardımcılığına a-tandı; 1769’âa. doğduğu kente gitti ve orada 1776’da öldü.

AKLIN SINIRLARI

Hume’un bütün girişimi, Din Üstüne adlı eserinde apaçık görüldüğü gibi, akim ilkesinin eleştirilmesi olarak görünmektedir. Hume, şeylerde bir düzen olduğunu kabul ettiği halde, bu düzeni anlığa dayanarak açıklamaya çalışmanın beyhude olduğunu ileri sürer. Bütün dinî sistemlerin yani kozmogonilerin incelenmesi, dünyanın nedeni olan şeyin akla dayanan bir tasarı olduğunu varsaymanın gereksiz olduğunu göstermektedir. Her şey, düzenin nedeni olabilir («Düzenli bir sistem niçin, beyinden olduğu kadar karından da türetilenlesin?») ve akıl bu düzeni açıklamaya kalktığında keyfilik içine düşmekten kaçmamaz.

Hume, aklın kendisinin de bir dünya olgusu olduğunu ve dolayısıyla aklı, «içgüdü veya bitkiler kadar az tanıdığımızı» vurgular. Bununla birlikte, aklın temelini değil ama mekanizmasını kavrayabilir ve doğal sınırları içinde kullanımım düzenleyebiliriz. Bu titiz düzenleme mutlaka gereklidir; çünkü, zihin düzensizlik yaratır ve oraya her zaman dönmeye eğilimlidir. Akıl, tekdüzeli hale getirilmiş hayalgücünden başka şey değildir.

Zihin, doğal olarak bir ideden (fikirden) ötekine rasdantısal bir şekilde geçer ve hiçbir idenin bir başka ideyle teke tek ve sürekli bir yakınlığı yoktur. İdeler, hayalgücüne kuralını kabul ettiren çağrışım ilkesi’ne göre bir araya gelir ve zihin, benzerlik, bitişiklik ve nedenselliğe dayanan kolay geçişlerle bir ideden ötekine yönelir.

Dolayısıyla, sürekli bir çatışma, hezeyanla hayalgücünü düzenli bir yeti durumuna sokan ilkeleri karşı karşıya getirir. Hayal-gücünün en ince ve en korkunç hilesi, kendisini boyunduruk altına alan ilkeleri bile kendi hizmetinde kullanmasıdır. Bu ilkeler
nesne

bağlantılarının

bulunması
İnsan doğası
nedensellik
Duygular
nedensel bağlantıya bağlantılar göre sonuç çıkarma
arasında özellikle, en aşırı boş inançları ileri sürmek için 1 cünün kullandığı nedenselliği sayabiliriz. Hume buna fıı pinti, kurgu) adını verir ve bu işlemin, insan doğasının ili doğru olmayan kullanımının sonucu olduğunu söyler.

İnanç ve nedensellik

Bilmek, her zaman bir aşma hareketini içerir. Örneğiı senatoda öldürüldü» gibi önermeler ileri sürdüğümüzde diğimiz bir şeye inanırız. Aynı şekilde, «Güneş, yarın d dediğimizde, mantıksal açıdan deneyi aşan bir şeye inan

İlkeler arasında sadece nedensellik, olacak bir şeyi kavı rini ve önceden kestirilebilecek bir etki veya olası bir nec ni kavramamız olanağını sağlar. İlke olarak nedensellik bir bağıntı kurmakla kalmaz, benzer olayların yinelenmı yanan çıkarsama’mn da kaynağım oluşturur. Bir A-B bağı neğin alev ile sıcaklık arasındaki bağıntı gibi) birçok kez lendikten sonra, A’dan hareket edilerek B’nin gerçekleşı nucuna ve bunların ters yönlü bağıntısına ulaşılır. Çıkars ney zemini üzerinde bir şeyi beklemek demektir.

Ne var ki, deney kendi kendisini bir başına aşamaz. A; deney içinde yinelenip durması, olayları birbirinden 1 halde bırakır. Bu durumda, çıkarsamaya anlığın giriştiği v selliği varsayan işlemlerin anlığın işlemleri olduğu; yani nenin, geçmişte olduğu gibi, gelecekte de bir başka nesn lı olacağı düşüncesini (nedenselliği), bu işlemlerin temel ği varsayılabilir. Oysa Hume, şeylerde herhangi bir de yol açmayan yinelenmenin, zihni belirleyip değiştirdiğin rerek, bu varsayımı reddeder. Hume’a göre zihin, bir fe yeniden ortaya çıkmasına alışmıştır ve A gerçekleştiğinde ortaya çıkacağını öngörür veya B gerçekleşmiş ve verilmiş bulunduğunu varsayar. Demek ki, zihnin alışkanlıklar ed

‘M

; ieney ile alışkanlık, insan doğasının iki ilkesidir. r_r karşılıklı bağdan yani nedensellikten söz edildiği za-ı£ece sabit bir karşılıklı ilişki verilmiş olduğu halde, öz-peşinden gitmekten başka şey yapılmaz. Çünkü =-‘3aki nedensellik şeylerde değil, zihindedir ve zihinde :tsı olarak bulunur. Yani özne, doğadaki değişikliği du-. duyumların izlenimleri dediği işlenmemiş verilerin öte-izlenim kendini göstermektedir. Yani burada, alış-. enerek deneyin gösterdiği yinelenmelerin yeniden or-ıklannı varsayarak işe kanşan şey, düşünüm izlenimi’dır. nematikte sonucun ilkeden çıkarıldığı gibi nedenden -naz ve nedensellikte, etkiye, var olan bir şey diye bakı-r.rjnun olumsuzlanması, çelişkiyi içermez. Mesela, bir rr aleve mutlaka eşlik etmediğini düşünebiliriz.

_-un varlığına inanıldığında, canlı bir izlenimden, ortada bir şeyin fikrine geçilir; yani, izlenimin canlılığı, çağ-gereği, fikre iletilmiş olur. Oysa, edinilen alışkanlı-_ ve sabit bir yinelenmeye dayanıp dayanmadığını sor-

– zaman hakkımız vardır. Nitekim hayalgücü, özellikle

– etkisinde, sahte yinelenmelere kapılmaktadır ve bu du-. = ‘{anlık düşünüm olmadan edinilmektedir. Yanılgıya düşmenin hiçbir çaresi yoktur, ama yine de, yanılgı smırlan-

■ Dolayısıyla, alışkanlığa bağlı yinelenmelerin, gerçek yi-

bu yinelenmelerin sıklıklarına dayanarak ortaya ko-t ’ıesabı’yla doğrulanmasına özen göstermek gerekir.

ŞÜNCE VE PRATİK

_ ^ienimlerin, zihnin gerçekleştirdiği işlemlerin temeli zs. karşın, fikirler (ideler) her zaman tekildir ve izlenim-:i kopyalarından başka şey değildirler. Zihnin bu en son ığelere ayrıştırılması, zihni, her düşünceden önce yer şıksız varlık olgusuyla yüzyüze bırakır. i~iışı saf bir bulunuş olan izlenim, fikirden önce gelir ve -jl düşünülebilir olanın berisinde yer alır, izlenim zihne i: sunar, ama her bütünselliği ve sürekliliği bir yapıntıya Hume’a göre, dünyanın birliği, varsayılan bir birliktir ve ■-iği de kavranmaz bir şeydir. Bununla birlikte, dünyanın .İA konusunda duyduğumuz pratik kesinlik, izlenimlerin .ijşmıklığına rağmen bir Ben olduğumuz konusundaki kadar sağlam ve sarsılmazdır. Bizim buna inanmamızın eriğin işlemlerinin taşıdıkları anlamı pratikte bulmaları ve yaşamda bize yardımcı olmalarıdır.

Ocular

—lerde bulunmak için, insanoğlunun hazzı arayan ve acı-33 bir tutkuya gereksinimi vardır. Doğrudan tutkular var-:el bir e ve bakmak kişiye tat verir ve bu durumda zihin haz-=lmiştir. Ama bu evin sahibiysem, bundan gurur duyarım rîrklı düşünüm izlenimi beni, Ben fikrine yöneltir (bundan /-ramlarda ise başka biri fikrine yönelirim) ve bu bir dolay-_iur. Bu durumda akıl, hiçbir zaman işin içine karışmaz, halindeki akıl, yararlıyı, elverişli araçları ayırt etmekten
başka bir rol oynamaz ve istenen etkiyi yaratabilecek nedeni seçer. Gerçekten de, amaçlan saptayanlar ve istenilen etkileri belirleyenler tutkulardır. Dolayısıyla tutkuların doğası, aklın doğasından kökçe farklıdır ve bundan dolayı, eylemin araçları akıl tarafından birbirleriyle kolayca karşılaştırılabildikleri halde, eylemin amaçları hiç kuşkusuz birbirleriyle karşılaştırılmayan şeylerdir.

Ahlak ve estetik

Tutkular gibi ahlak da, gücü yetersiz olan akla dayanmaz. Bununla birlikte, tutkuların yarattığı özel ve sınırlı bağlılıkların ötesine geçerek ahlakın temellendirilmesini sağlayan şeyin, akıl olduğu düşünülebilir. Aslında, tutkunun ilkelerine karşı tepki gösteren hayalgücüdür ve böylece gerektiğinde, hazzı da acıyı da kendi hakları olan alanın dışında etkili kılar.

Bilgide, bilinenden bilinmeye adım adım ilerleyen çıkarsamalar yaptığımız halde, duygulanma yetisi nesneye, bir bütünmüş gibi tepki gösterir. Mesela güzellik, nesnenin şu veya bu parçasında değildir ve zihin üzerinde bir bütün tarafından yaratılmış yeni bir etkidir. Şeylere duygularımızı yayan ve yükleyen ve böylece «yeni bir yaratış ortaya çıkaran» beğeni’dir.

Dolayısıyla başlangıçta parçalı olan tutkular, zamanla gittikçe genişleyen bütünselliklere yayılabilir. Parçalar doğada olduğu halde, bütünselliğin, özellikle yapaylık’la yaratılması demektir.

Adalet

Gerçek mucitler, insanoğlunun amaçlarının «dolaylı» araçlarını yaratan yasa koyuculardır. Yapay bir erdem olan adalet, gerekli bir şeydir; çünkü, iyi yüreklilik doğal olarak evrensel değildir ve maddi servederin, gerektiği kadar bol olmadıklan için belli bir biçimde dağıtılmaları da zorunludur. Dolayısıyla, keyfi gibi gözükseler de, «benim» ile «senin»i birbirinden ayıran kuralların ortaya konması toplumsal açıdan yararlıdır. Hükümetin görevi, genel menfaate, kendisinde olmayan canlılığı kazandırmaktır.

Aklın tanımladığı genel kurallar, en iyi kullanımlarım hukukta ve özellikle mülkiyetin düzenlenmesinde bulurlar. Ne var ki kurallar, özel menfaate bağlı ama adaletin savunduğu genel menfaate karşıt olan faydayla saptanamazlar. Toplumsal uzlaşma yine de doğaya dayanır; yani yapaylığı benimsememiz, onu onaylayan bir tutkunun varlığını gerekli kılar. Haz söz konusu olmadan yaptığımız hiçbir şey yoktur; bilgi edinmek bile hazza dayanır. Dolayısıyla akıl, «görkemli ve kavranmaz bir içgüdüdür» ve Hume akla karşı pratiği (düşünsel, ahlakî sanatsal, dinî pratik) yüceltir.

Hume’un savunduğu ılımlı şüphecilik, dünyadan yüz çevirmek değildir; tam tersine deneyin sınırsız zenginlik taşıyan alanından yararlanmaya yönelen bir düşünsel tavırdır. Hume, boş inançlarla, yani aklın suç ortaklığıyla yaşama karşı çıkan ve yaşamı felç eden inançlarla savaşmaya yönelir. Akıl, metafizikten ve doğal dinden türemiş yapıntıları, akılcı yoldan haklı çıkarma iddiası güder. Kant’ın deyişiyle Hume’un «dogmatik uykusundan uyandırdığı» akılcılığın bunalımı da işte böyle başlamıştır. □
Aklın ışığı, «görkemli ve kavranılmaz bir içgüdünün»işleyişi.
Sallık, boşinanç ve bağnazlık.

Hogarth’ın bu gravürü (1762), Hume’un din konusunda yüzyılıyla paylaştığı eleştirel bakışı çok iyi dile getiriyor.
AYRICA BAKINIZ

– isaa ahlak

– HH bilgi

• KM estetik

– ib.an.slI felsefe

– [F..ÂNSLI hukuk

– iMjisu Kant (İmmanuel)

– iuhsu siyaset

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir