Dev plâtformlar dünya denizlerindeki petrol ve doğal gaz arama çalışmalarına ve üretimlerine yeni boyutlar getiriyor.
Bir kaç hafta önce Norveç kıyısıyla Shetland adaları arasında, 61 derece kuzey ve 2 derece batıda dev bir plâtform yükseldi.
Kuzey denizinin 145 m. derinliğinden başlayıp deniz düzeyinin 30 m. üzerine çıkan
4 büyük beton kolon, futbol sahası büyüklüğünde ve gökdelen boyutlarında bir dev yapıyı taşıyor. Beton ayakların başlangıcından çelik kulenin tepe noktasına kadar olan yükseklik ise 271 m. yi buluyor.
Norveçli yazar Alfred Hause’ye “Dünyanın sekizinci Harikası” olarak görünen bu yapıya, teknisyen ve işletmecilerin verdikleri ad ise oldukça yalın: “Statfjord B.” Ağırlık: 816000 ton. Maliyet: 4,5 milyar DM.
Statfjord bölgesinde çıkarılacak petrol ve doğal gazın önemli bir bölümünün boru haltıyla Batı Almanya’daki depolara pompalanması plânlanıyor. Plâtformun sahibi ise “Statoil—Mobil” adında, Amerika ve Norveç ortaklığıyla kurulmuş olan bir petrol firması. Bu dev yapının oluşturulmasında 7000 kadar inşaat ve tersane işçisi çalıştı. 175 m. yüksekliğindeki ayaklar, Norveç’in liman şehri ve metropolü olan Stavangen yakınlarındaki bir fyortta 8 katlı ve 200 kişilik otel, helikopter pisti, sondaj kulesi ve pompa istasyonuyla birlikte 30m. yükseklikteki plâtformda Moss-Rosenberg tersanesi tarafından Stavangen limanı girişinde yapıldı.
Denizin derinliğinin yeterli olmayışı nedeniyle parçalar, birbirinden ayrı olarak Yrk- je fiyorduna kadar yüzdürülerek, orada birleştirildi ve daha sonra da 10.000 -20.000 beygir gücündeki 8 çekici, bu dev yapıyı belirlenen yerine götürebildiler.
Deniz tabanının 200 m. altında bulunan, kuzey denizinin en bilinen petrol ve doğal ga/ rezerv alanında üretim, 2 senedir Statfjord B’nin kardeşi olan Statfjord A plâtformuyla başarıyla yapılıyor.
Kuzey denizindeki 80 in üzerindeki sondaj kuyularına eklenen “Statfjord B” harikası, konum değiştirmeden birbiri arkasına 21
1385’DE BÜYÜK KAZANÇLAR BEKLENİYOR Luisiana’da yapılan “Cerveza’ petrol platformu, dünyanın en büyük iticisinin yardımıyla Meksika Körfezindeki yerine götürüldü. |
m ‘ ?*;’ ‘ 3 |
s- |
j |
sondajı gerçekleştirebilecek bir teknikle donatılmış. Plâtformun ayaklarında bulunan
250.0 ton ham petrol kapasiteli tanklar, boru hattıyla plâtformdaki pompalara ve emniyet nedeniyle 2 km uzaklıkta bulunan, tankerlerin yanaşabildiği bir boşaltma istasyonuna bağlanmıştır.
Elde edilecek doğal gaz ise Statfjord boru hattı bitene dek yeraltı depolarında depolanacaktır. 800 km. uzunluğundaki boru hattı ile ise doğal gaz, Statfjord alanından gaz hazırlama tesislerinin bulunduğu Kam- oy’a pompalanacaktır. Boru hattıyla birlikte Kamoy’daki tesisin maliyeti 7 milyar DM. civarında olacaktır. Boru hattı Kamoy’dan sonra Ekofisk bölgesine dek (yeniden denizaltından) giderek burada Ekofisk boru hat- tıyla birleşecektir. Böylece 1980’li yılların ortalarına doğru 6.2 milyar m3 gaz Batı Avrupa’ya akacaktır. Bu miktarın 2 milyar m3 ü Almanya’ya geri kalanı ise Fransa, Hollanda ve Belçika’ya ulaştırılacaktır.
ISI, NASIL SERAP OLUŞTURUR?
Serap nedir? Niçin güneşli bir günde, sıcak bir yol üzerinde belli uzaklıkta küçük gölçükler görünür ve onlara ulaşmadan kaybolurlar.
Bir serap içinde görülen küçük gölcük ler aslında, yol yüzzeyine yakkın, ince bir sıcak hava tabakasıdır Serabın ortaya çıkması için bu hava tabakasının birkaç milimetre kalınlığında oması gerekir
Işık, yoğunluğu daha fazla olan sıcak havada, soğuk havaya oranla daha hızlı hareket eder. Dolayısıyla, sıcak tabakaya düşük bir açıyla yaklaşan ışık ışınları, yukarıdaki daha soğuk havaya doğru kırılacaktır. Bu kırılmanın sonucu ortaya çıkan donuk ışıldamanın görüntüsü ise, su yüzeyinin yansıması gibidir.
Serap görüntüsüne yaklaştıkça daralmaya başlayacak ve sonuçta gözden kaybolacaktır. Bunun nedeni, görme açısının giderek büyünıessi, öte yadan, sıcak havada yukarı doğru kırılan ışığın kırılma açısının bir yansıma görmeye elvermeyecek kadar küçülmesidir.
Şirketinin kasasına girecektir. Böylece 2—3 yıl içinde başa baş noktasına ulaşılabilecektir. Daha sonra gelecek paranın bir bölümü, kuzey denizindeki bu hâzinenin daha etkin bir biçimde çıkarılmasını gerçekleştirebilecek yeni yatırımlara dönüştürülecektir. Daha şimdiden stavangor’de plânlanmış, yatırım tutarı enaz 5 milyar DM.ı bulacak Statfjord C platformunun yapımına başlanmıştır.
Buna karşılık ABD’de, Louisiana’da yapımı gerçekleştirilen ve 250 milyon dolara mâlolan petrol plâtformu “cerveza” en yüksek çelik kule olma rekorunu elde etmiş durumdadır. 350 m. yüksekliğinde olan bu çelik yapı Paris’teki Eyfel kulesini (30 m) geri de bırakmıştır. Dünyanın en büyük iticisi tarafından Meksika Körfezine getirilen “Cerveza”, Galveston liman şehrinin 200 km. kadar güneydoğusunda 290 m. derinlikte monte edilmiştir. “Union Oil” firması 1985 yılında bu süper plâtformun getireceği büyük kazancı umutla beklemektedir.
Stern ‘den Çev: Osman OKTAR
DEPREMLERİN NEDENLERİ
İtalya’daki afete, yer kabuğunun iki büyük “Plâka”sının birbirine sürtünmesi neden oldu (Şema 1) Jeologlar, yer kabuğunda 10 büyük ve çok sayıda küçük plâka olduğunu ve bu plâkaların “kıta kayması” adı verilen süreç içinde yılda birkaç santimet re hızla sürekli olarak yer değiştirdiklerini sanmaktadırlar. (Şema2) Isıyı, gezegenin merkezinden dışarı atan, konveksiyon dediğimiz dinamik olay nedeniyle, plâkalar, hemen hemen yer kürenin oluşumundan beri yer değiştirmektedirler. Yer sarsmtıan, volkanik patlamalar gibi sismik olayların ve okyanusların, kıtaların ve maden yataklarının oluşum nedeni bu yer değiştirme olayıdır. Comell Üniversitesi Jeologu Donald Turcette’nin “Jeolojide olayların sürekliliği” (olayların birbirini izlemesi) diye adlandırdığı bu açıklamaya “plâka tektoniği” adı verilmektedir.
MAĞMA: “Plâka Tektoniği” kuramını açıklama için bilim adamları dünyayı çikolata kaplı bir kiraz olarak tanımlayabilirler. Kabuk, bütün dağları, vadileri, ovaları ve okyanusları kapsayan ince bir tabakadır. Kiraz ise yeryüzünün geride kalan kısmını, çekirdeği ve “manto” denen tabakayı temsil eder. Kabuk astenosferdir, yağlayıcı görevini yapan magmadan aldığı ısıyla yeterince cıvık hale gelen katı maddeler, yüzeydeki plâkaların kabuğu çevresinde kayabilmeleri- ni sağlar. “Manto”nun geri kalan kısmı kızgın kayalardan oluşur ve 1800 mil kalmlı- ğındadır. Kirazın çekirdeği, yani dünyanın merkezi etrafında yer alan bu plâka 4300 mil çapında olup yoğun ve madenseldir.
Bilim adamları bu gibi teorileri ortaya atmadan önce, insan bu açıklayamadığı doğal güçler karşısında şaşırıp kalırdı, Amerika’nın kuzeybatısındaki kızılderiler. Hood ve Adams volkaniklerini, güzel bir genç kıza benzettikleri St. Helen dağının kalbini çalmak için birbirlerine ateş püsküren ve sürekli kavga eden iki kardeş gibi görürlerdi. 17.yüzyılda, düşünür Francis Bacon, kıtaların adeta oyma testeresiyle kesilmiş tahtalardan oluşan bilmece gibi, birbirlerine uygun kıyılarının, binlerce millik okyanuslarla birbirlerinden ayrılmış olduklannı gözlemlemiştir. Daha sonraları bilim adamları Kuzey Amerika’nın her iki kıyısındaki fosillerin ve kayaların, batı yarıküredekilerden daha çok, Asya ve Avrupa’dakilere benzediklerini farketti- ler. 20. yüzyılın başlarında Alfred Wegener adında bir Alman meteorologu, yeryüzünde- ki bütün kara parçalarının, eskiden Pangaea adını verdiği çok büyük ve eski bir kıta olarak, üstüste yığılmış bulunduklarını ileri sürdü. F’akat bu şaşırtıcı tezini, plâkaların nasıl hareket ettiklerie dair inandırıcı bir açıklamayla destekleyemediğinden, jeologlar onu bir zırdeli olarak nitelendirip, fikirlerini dikkate bile almadılar.
O zamana kadar jeologlar, sismik olaylar için karmaşık bir açıklama yapmaktaydılar. Sarsıntılar, sert yer kabuğu içindeki birikmiş gerilimlerden kaynaklanmaktaydı ve gerilim kayanın mukavemet gücünü aşınca, kayalar kırılarak depreme neden oluyordu. Bilim adamlan bunun yanı sıra, gerilimle- rin meydana geldiğini; yeryüzünün gittikçe büzüştüğünü ve dünyanın kuru eriğe
benzeyen yüzeyinde kırışıklıklar olan dağ sıralarının da bunu doğruladığını ileri sürdüler. Fakat her nasılsa, dağlar sürekli bir kırışma göstermediler ve yeni ölçmeler yeryüzünün aslında büzüşmediğini kanıtladı.
SERT KAYA: Jeologların, depremleri ve volkanik patlamaları açıklamak için diğer ipuçlarına gereksinim duydukları açıkça görülüyor. Jeologlar gerekli kanıtı— ve plaka tektoniği teorisini— okyanusun tabanında buldular.Okyanus tabanının, yer kürenin etrafını yer yer bölerek çevreleyen bir belkemiği gibi, orta okyanus sırtlarında yeniden oluştuğunu belirterek, bu tabakanın tümünün aynı yaşta olmadığını anladılar. Bu sırtlarda bulunan çatlaklardaki, mağma diye bilinen erimiş kaya, yerkürenin ısısı ile yukarı itilip yeni bir okyanus tabanı oluşturmak üzere yayılır. Sonunda, soğumuş okyanus tabakaları öyle ağırlaşır ki, yerçekimi onlan “manto” denilen tabakaya geri çeker ve bu olaya “alta dalma” denir. Plâka hareketlerini oluşturan kaynak, bu sürekli yinelenen devirdir.
Kıta plakalarını oluşturan kayalar, okyanus tabanındakilerden daha hafif olduğundan, kıtalar aşağıya doğru çekilmez, yalnızca yer küre üzerinde dönerek hareket ederler. California’daki San Antreas Fayı diye bilinen plâkaların sürtüşmesi gibi, katmanları bazen birbirleri üzerinden çeşitli (zıt) yönlere- de kayarlar. Bu zımpara kağıdı gibi sürtünme ve birbirini tutma hareketi, yer küre içinde kronik (süreğen) depremlerle sonuçlanan gerilimlere neden olur. Güney Cali- fornia’da son iki yılda altı adet orta büyüklükte sarsıntı kaydedilmiştir. Plâkalar biri- birlerini tuttukları ve uzun süre kenetlenmiş olarak kaldıkları zaman, 1906’daki San Francisco depreminden önce de olduğu gibi, çok daha şiddetli bir gerilim meydana gelmektedir.
ZAYIF NOKTALAR: Eğer plâkalar baş başa çarpışırlarsa, genellikle biri diğerinin altına doğru kayar ve bu basınç, dış yüzeyde oldukça büyük değişmelere neden olabilir. Himalayalar, 50 milyon yıl önce Hindistan, Asya’ya çarptığı zaman doğmuşlardır. Eğer
1 Avrasya Plakaları, 2. Afrika Plakaları, 3. Arap Plakaları, 4. Güney Amerika Plakaları, 5. Nazka Plakası, 6. Karaib Plakası. 7. Kuzey Amerika Plakaları, 8.Cocos Plakaları, 9. Pasifik Plakaları, 10. Filipin Plakaları, 11 Hindistan Plakaları, 12 Aıı- tartik Plakaları.
¿W Benzer yapıdaki kayalar
- Fosil benzerlikleri
ŞEMA 1: Kıta kayması ilk kez 1 7. yüzyılda, Franeis Bacon, yer yüzündeki kıta kıyılarının, tek bir kıta meydana getirebilecek şekilde, adeta bilmece parçaları gibi birbirine uygun olduğunu ileri sürdüğünde anlaşıldı. Fakat o zamanlar bu fikir dikkate alınmadı. Daha sonraları değişik kıtalardaki enlemler boyunca keşfedilen benzer kaya ve fosiller, kıtaların ve okyanusların yeryüzü üzerinde sürüklenen plâkalar olduğu varsayımını güçlendirdi.
katmanların itme gücünden meydana gelen sürtünme, yeteri kadar çok ısıya neden olursa volkanlar meydana gelir. St. Helen dağı, Pasifik Okyanusu plâkaları ile Amerika kıta plâkalarının çarpışmasının sonucudur. Depremler kıtaların iç kısımlarında pek sık oluş mazlar. Tıpkı toprağın 1811-12 depremlerinin kötü etkilerini hâlâ taşımakta olduğu Missouri ve 1975-76 Çin depremleri gibi. Bilim adamları, bu sarsıntılardan, plâkaların içindeki çatlaklan veya zayıf noktaları sorumlu tutarlar.
Kıta kaymasının başlangıcı 600 milyon yıl kadar öncesine dayanır. Fakat jeologlar bulgulara dayanarak ilk zamanlardan başlatıyorlar. Michigan Üniversitesinden Henry Pollack, “iki milyar yıl önce 60’dan fazla,
3 miyar yıl önce ise belki de yüzlerce plâka vardı” diyor. Nedenine gelince; genç yerkürenin, büyük ısısını atması için daha çok plâ kaya ve dolayısıyla, kabukta daha çok çatlağa gereksinim vardır.
Yer küre, az miktarda soğumuş olmasına karşın dönmeye devam eder. Bilim adamları, ancak 6 miyon yılda, Los Angeles ve San Francisco’nun, 5. eyaletler arası sınır boyunca, birinin güneye, diğerinin ise kuzeye yönelerek birbirlerini geçeceklerini hesaplamışlardır. Hareket, dünya soğuyuncaya kadar durmayacaktır, böylece konveksiyon, plâkaları sürükleyemez. Pollack “diğer bir iki milyar yılda dünya dönmeyecek kadar ağır hale gelecektir. Katman tektoniği, gezegensel değişmenin sadece bir evresi olabilir” demektedir.
Eğer bilim adanılan plâka tektoniği hakkında bu kadar kendilerinden emin konuşa- biliyorlarsa, neden depremleri önceden talimin edemiyorlar? Yanıtı şu: Tahmin edebilirler ancak on yılı aşıkın sürelerle San And- reas Fayını inceleyen sismologlar, söylemeye yetkileri olmadığı halde, California’nın bu yüzyılın sonlarına doğru büyük bir depremden zarar göreceğini söylüyorlar. A.B.D Jeolojik Araştırma Merkezinden üavid Hill “Sorun, artık bu depremin olup olmayacağı değil, ne zaman olacağıdır.” diyor. Califor- nia Enstitüsü Sismografık Teknoloji Laboratuarı Müdürü Don Anderson, 2 yıl önce başlamış olan, yaklaşık çeyrek yüzyıllık, dönemde, sismik olaylann artmış olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Depremleri tahmin etmekte kullandığımız tek ipucu dönemler değildir. Güney Califor- nia’daki su kuyulan, uranyum bozunması sonucu oluşan, çok az miktarda radon gazı ile kaynamaktadır. Çin ve Rus jeologralan, büyük bir depremden önce, bir fay çevresin-
ŞEMA 2: Depremler, genellikle plâka sınırlarında oluşurlar. California’daki San And- reas Fay’mdaki gibi, iki plâka dikey veya yatay olarak zil yönlerde yan yana hareket ettikleri zaman, bazen birbirlerini tutarlar Daha sonra plâkalar birbirinden ayrılıp gev- şeyinceye ve gerilimden kaynaklanan enerji depremler halinde ortaya çıkıncaya kadar basınç depo edilir. |
deki toprağın gerilerek çatladığını ve yeral- tındakı uranyum kaynaklarından süzülerek gelen suyun, kırılan yer kabuğundan dışarı sızdığını ileri sürüyorlar. Radon gazının varlığı ve yükselmiş su seviyesi, Çinlilerin 1975’deki Xintagı depremini 4,5 saat önceden tahmin edebilmelerine yardım etmiştir.
KURBAĞALAR: Çinliler, seri halindeki küçük sarsıntıları ve hayvanların bazı garip davranışlarını içeren diğer kanıtları da göz- önünde tuttular. Depremden önce kurbağaların sudan dışarı fırladıklan ve geyiklerin açığa çıktıktan bilinir. Fakat Çinliler bu denli çok bilmiş görünmelerine karşın, yüzbinlerce insanın ölümüne yol açan ve her- şeyi harabeden 1976 Tangshan depremini tahmin etmekte yanılgıya düştüler. Kısa süreli ipuçlarının kusuru, sürekli olmayışla- nydı. Colombia Üniversitesi Lamont-Da- herty Jeolojik Gözlemevinden Yaslı Aggar- wal, “bir deprem olduktan sonra, kesinlikle birşeylerle arasında bağlantı kurabilirsiniz” diyor.
-OKYANUS SIRTLARI
|
||||||||
|
||||||||
|
||||||||
ÇOK SICAK.’ .KAYA?-.”.
ŞEMA 3: Yerin derinliklerinde ısınma ile akışkan hale geçen koveksiyon akımları, kıta kaymasına etki eden güçlerdir. Sıcak mağma, orta okyanus sırtlarına kadar yükselir. Burada sertleşerek kaya haline gelir ve etrafa yayılarak yeni bir okyanus tabanı meydana getirir. Kaya soğudukça ağırlaşır ve okyanus tabanının yavaş yavaş aşağıya doğru ve zamanla manto dediğimiz tabakaya kadar derinlere batmasına sebep olur.
Jeologlar, becerilerini hiç değilse nüfusun çok yoğun olduğu alanlarda oluşacak depremleri birkaç gün önceden tahmin edebilecek şekilde geliştirebilmeyi ümit ediyorlar. Bununla birlikte sık sık kesin tahmini engelleyici, ümit edemeyecekleri kadar çok değişken var. Henüz yeni doğmuş bir bilim olan plâka tektoniği hakkında öğrenilecek pek çok şey kalıyor. Birleşik Amerika Jeolojik Araştırma Merkezinden Robert Decker “Kim bilir, belki bugün savunulması olanaksız gibi görünen fikirler, birgün gerçekleşecektir ve günümüzden 2000 yıl sonra halen kabul etmekte olduğumuz fikirlerin ne kadar basit şeyler olduğunu göreceğiz” demektedir. İnsanın, gezeğenini depremlerden koruyamayacağı ve geçen yıllarda İtalya daki gibi afetlere karşın, çoğu insanın pek fazla endişelenmediği açıkça görülüyor. Yakın bir gelecekte, kesinlikle bir deprem olacağı bilinen San Andreas Fay’ı boyunca yaşayan California’lılar, hâlâ gökdelenler inşa etmeyi sürdürüyorlar.
- Dünya atmosferine her gün 75 milyonun üzerinde meteor girer ve yere çarpmadan önce dağılırlar.
- Beynimizdeki bir tek hücre, diğerlerinden 1000 tanesi ile doğrudan bağlantı kurabilir.
- İnsan vücudunda; 220 kibrit çöpünün başını kaplayacak kadar fosfor, 6 kalıp sabuna yetecek kadar yağ, yaklaşık 380 gr.lık kok kömüründeki kadar karbon, 2,5 cm.lik bir çivideki kadar demir vardır.
- Parmaklarımız, bir metrenin 50 milyonda biri kadar küçük bir titreşim olayını sezebilecek kadar duyarlıdır.
- Öksürmeden hemen önceki nefeste normalin 5 katı hava çekilir. Öksürükle çıkan havanın hızı ise saatte 100 mildir.
Claudine Dischert
Göçmen kuşlar sadece havanın nasıl olacağını bilmekle kalmıyorlar; aynı /.amanda uçarken güneş, ay ve diğer yıldızlara bakarak yönlerini de buluyorlar. Kısa bir süre önce, bu olağanüstü kanatlı yolcuların bir de iç pusulaya sahip oldukları ortaya çıktı.
Göçmen kuşlar her yıl kışlama ve üreme bölgeleri arasında binlerce kilometrelik yol aştıklarına göre, hayatta kalabilmek için bu yolculuklara şaşılacak bir uyum sağlamış olmaları gerekir. Bu kuşlar hava sıcaklığına, rüzgârın hız ve yönüne tepki gösterirler. Atmosfer basıncındaki değişikliklere duyarlı oldukları için yol boyunca karşılaşacakları hava koşullarını öngörebilirler. Görüşleri mükemmel olup işitme duyulan çok gelişmiştir, ancak bunlar uçuş için gerekli niteliklerin sadece bir kısmını teşkil eder. Nitekim bu tüy sik’ıet dayanıklılık ve tem hedefe iniş şampiyonları bile; bir kompas, harita ve pu sulaları olmaksızın zor yolculuklar yapabilirler. Onun için gidecekleri yolu güneş, ay ve yıldızlara bakarak kestirmeyi iyi başarırlar. En şaşırtıcı taraf, kısa bir süre önce göçmen kuşların boyun bölgesinde, ferromanye- tik tanecikler bulunmuş olmasıdır. Böylece bu kuşların yerin manyetik alanına karşı duyarlılığı doğrulanmış olmaktadır. Kuş bilim çiler eskiden beri kuşların yol bulma yeteneklerini fark etmişlerdi, ancak bunu mümkün kılan iç pusulayı bilmiyorlardı. Şimdi buldukları bu pusula, birçok sırları çözmelerine yarayacaktır.
Daha yollarını nasıl buldukları araştırılmadan önce, posta güvercinlerinden uzun süre yararlanılmıştır. Sonraları güvercin ve böyle yolculuklar yapan diğer kuşlar konusunda, çeşitli varsayımlar ileri sürülmüş ve araştırmalar yapılmıştır. Alman kuş bilimcisi Kramer, kuşların yönlerini güneşe göre kestirdiklerini ilk bulanlardandır. Kramer, gündüzleri göç eden kuşlardan bir sığırcığı deney kafesine koydu. Kafesin tiim çevresine öyle bir ayna düzeni yerleştirmişti ki, kuş güneşten başka bir şey göremiyordu. Kramer, aynaları çevirerek güneşin durumunu istediği gibi değiştirebiliyordu. Bu şekilde gün boyunca aynaları oynatıp durdu. Sonuçta sığırcık kuşunun güneşe göre sürekli aynı durumu korumak için, aynanın oynatıldığı ölçüde yer değiştirdiğini fark etti. İşınların doğrudan doğruya gelmesinin ya da aynadan yansımasının ise önemi yoktu. Kramer, aynı deneyi kapalı havada ya da kafesi yan saydam kâğıtla örterek tekrar etti ve kuşların yönlerini tümüyle şaşırdıklannı gördü. O halde, öyle anlaşılıyor ki; bu kuşlar güneşin yörüngesi üzerindeki hareketini fark ediyor ve bulundukları noktanın enlem ve boylamını kestirebiliyorlardı. Böyle bir yer belirleme sisteminin ne kadar mükemmel olduğu düşlenebilir. Ayrıca bu yetenekleri dolayısiy- le güneşin yörüngesinde gün ve iklime göre ortaya çıkan değişiklikleri de kuşların dikkate aldıklarını varsayabiliriz.
Gece kuşları, yönlerini hayli benzer bir sistemle bulmaktadır. Ancak tek yıldıza değil, gök yüzünün genel görünüşüne bakarak yönlerini belirlerler. Mavi sarı asma kuşları bir planctaryumun sonbahar gökyüzü görünümü altına yerleştirildikleri zaman bu yapay gökyüzüne göre yönlerini bulabilmişlerdir. Öyleyse havanın açık olduğu gündüz ve geceler için yön bulma sorunu çözülmüş ve her şey aydınlatılmış görünmektedir. İyi ama kapalı havada kuşlar yönlerini nasıl buluyorlar?
KUŞLARIN İÇ PUSULASI
O halde bunu sağlıyan ek bir eleman bulunması gerekiyordu. Bunu kanıtlamak için en kolayı, kuşları geçici olarak körletmek ve davranışlarını gözetlemek idi. Araştırmacılar güvercinleri gözlerine cilalanmamış kontakt lensler takarak körlettiler. Bu iş, kuşları hiç rahatsız etmemişe benziyordu ve büyük çoğunluğu güvercinliğe geri dönmeyi başardı, işte bunun üzerine manyetik alanın etkisinden şüphelenilmeye başlandı. Bu varsayımı doğrulamak için iki Amerikalı araştırıcı,
Walcott ile Keeton ilk olarak bazı deneyler :?tılar ve güvercinlere küçük mıknatıslar :-ir;:nca kuşların yönlerini tamamen şaşırdığını gördüler. Ondan sonra bu alandaki araş- trmalar çoğaldı. Deneyciler gene Kramer’in ¿¿resine baş vurdular ama bu sefer onu bir Helmholtz bobinin yani bir manyetik alan ^’dükleyici sisteminin merkezine yerleştir- r .er. Bu sistem sâyesinde genliğini değiştir- meksizin alan yönünü değiştirmek olanağı sağlandı. Bunun üzerine saka kuşlarının de- £:;mez şekilde kendilerini manyetik alana iöre yönelttikleri görüldü. Bu yetenek bütün kuşlarda varmış gibi görünmektedir. Ancak jeçilen yol ve aşılan uzaklık her kuş türüne ;öre değişmektedir. Ayrıca, manyetik alan yeryüzünün bütün noktalarında aynı şiddette değildir; çünkü kutuplar ile ekvator arasında farklılık göstermektedir. Nasıl olup ta her kuş türü bu duyusal yeteneği kendi özel amacı için değerlendirebilmektedir ? Şimdilik bu sorun henüz kısmen çözülebilmiştir, çünkü manyetik alana göre yön bulma konusundaki deneyler ancak az sayıda kuş türü üzerinde yapılabilmiştir. Princeton Üniversi- tesi’nden James Gould, göçmen güvercinlerin yön bulma yeteneğini denedi. Yaptığı deneylere bakarsak; güvercin, sadece kuzey yönüne göre coğrâfı durumunu değerlendirmekle kalmamakta, yörüngesinde de bulunduğu yerin manyetik alanına bağlı olarak gereken düzeltmeleri yapabilmektedir. Böylece uçuş hatası 2 ilâ 5 kilometreyi aşmamaktadır.
Bundan sonra sıra, bu duyarlığı sağlayan iç mekanizmayı araştırmaya geldi. Bu iç yapıyı çok kısa bir süre önce Walcott Presti ve Pettigrew çok zayıf manyetik alanları sapta- yabilen supra-kondüktör izleyicileri (SQUID ya da supra-kondüktör kuantum interferans cihazı) kullanarak ortaya çıkardılar. Eksi 196 derecelik azot içerisinde dondurulmuş olan güvercinler bu çok duyarlı izleyici ile tarandı. Bütün deneylerde manyetometrenin iğnesi güvercinin beyninin alt bölümündeki bir bölgeye doğru yöneliyordu. Bu buluş ilk adım idi. Daha sonra kafanı« bu bölümü elektron mikroskopu altında incelenince sinir liflerinde mikro-mıknatıslara çok benzeyen ince uzun cisimcikler görüldü. Röntgen ışınları ile yapılan difraksiyon (kırınım) deneyleri, bu küçük iğnelerin bileşimini belirledi. Bunlar demir açısından zengin bir filiz olan manyetit’ten yapılmıştı; ayrıca az miktarda nikel, bakır, çinko ve kurşun içeriyordu. Yerin manyetik alanı içinde, manyetit kendi alanını yerinkine göre yönlendirir; böylece yer manyetik alanının yönü de bt-
Radarla izleme kuşların göçünü tesbitte devamlı olarak kullanılan usullerden biridir. Bu suretle meselâ şiddetli rüzgar altında ya da geceden gündüze geçişte kuşların uçuş yönünü değiştirdikleri izlenmiştir. Buradaki ekranda iki milyon kadar ötücü kuştan meydana gelen bir sürü görülmektedir. |
lirlenmiş olur. Manyetit, aynı etkiyi bu sinir lifleri içinde de göstermektedirr. Başka türlü söylersek, güvercinlerin kafasının içinde bir pusula vardır. Bunun sayesinde bütün yol boyunca dünya manyetik alanının kuvvet çizgilerine oranla, kendi durumlarını belirleyerek doğru yönü bulurlar. Manyetitin ayrıca, şiddet belirleyici liflerle bağlantılı olması mümkündür, ancak sinir kaslarının iletim biçimlerini henüz bilmiyoruz.
Vücudun iyi belirlenmiş bir yerine yapılan renkli işaretler sayesinde kuş fıeryıl yeniden teşhis edilebilir. |
RADARLA İZLENEN GÖÇLER
Göçmen kuşların yön belirleme düzeneklerini henüz yeni anlamaya başladık, ancak göçlerin kendisi hakkında çok daha ayrıntılı bilgilere sahibiz. Gözlem usulleri gün geçtikçe daha duyarlı hâle gelmektedir. İlk kullanılan yöntem, kuşa halka takmak idi. Gözlem istasyonlarında kuşları yakalamak için Helgoland tuzağı denilen huni biçimindeki bir ağ kullanılır. Bunun bir ucuna yiyecek konarak kuşların kolayca tuzağa düşmesi sağlanır. Tuzağa tutulan kuşlar halkalanır. Kuşun ayağına takılan küçük halkada kuşun ‘Kimlik sicili numarası” ile lıalkalamayı yapan araştırma merkezinin adı bulunur. Bu yöntem sayesinde Doğa Tarihi Müzesi’nin memeli hayvan ve kuş göçü araştırma merkezinden M. Jarry, köy kırlangıçlarının yer değiştirimi üzerinde çalışırken Sen ve Marn da yuva kuran kırlangıçların hayatta kalma ve üreme bölgesine geri dönme oranları gibi hususları ^el-irle m ey i başarmıştır. Bu suretle 96 km. lik bir alana dağılmış 424 yetişkin kuştan biri eri<ek, üçü dişi olmak üzere sadece dördünün Birinci ve ikinci kuluçka dönemleri arasında ve bir kilometreyi aşmamak üzere yer değiştirdiğîrîi-belirledi. Eğer araştırma limiti 1,5 kilometreye çıkarılırsa yer değiştiren kuş sayısı 11 ‘i erkek, 12’si dişi olmak üzere 23’e yükseliyordu, bunlar da ilk yuvalarını terk ettikten sonra yerleştikleri ikinci yuvalarına bağlı kalıyordu. Ayrıca erkek kuşların yuvalarına özellikle bağlı olduğu gözlenmişti. Erkek kuşlar yuvalarından 5 kilometreden fazla uzaklaşmazlar, oysa, daha gezginci olan dişiler yuvanın 28 kilometre hattâ daha uzağında dolanırlar. Aynı şekilde, bu kuşların bir yıldan diğerine hayatta kalma oranları da tahmin olunabilmiştir. 2—3 yaş arasında bu oran % 45, 3 —
4 yaş arasında % 48 dir. 4 — 5 yaş arasında oran 9ır 13’e inmektedir. Başka bir deyimle, iki yaşında yola çıkan 100 kırlangıçtan üç yaşında 45’i, dört yaşında 22’ i ve beş yaşında sâdece 2 — 3’ü geri dönebilmektedir.
Halk takma usulii kuşun göç yolu üzerindeki iki noktayı kesinlikle belirlememizi sağlıyorsa da, bu iki nokta arasında izlenen yol hakkında fazla bir ipucu vermemektedir. Kuşları yol üzerinde izlemek için, artık bu alanda da vazgeçilemez bir yardımcı olan radar kullanılmıştır. Bir ekran üzerine yansıtılan dalgalar, göçmen bir kus sürüsünün varlığını haber verebilir.Bazı âletler o kadar güçliidür ki, gözetleme bölgesinden 100 kilometre uzaklıktaki bir tek kuşu bile saptayabilirler, hattâ aynı zamanda değişik yük- seKliKierue goy eueıı kuş suruıermııı yemen uzaklıklarını belirleyebilirler. Kuşların seçtiği uçuş yüksekliği ortalama olarak 100 — 1500 metre arasında değişmektedir, fakat dikkate değer bazı ayrılıklar da vardır: Leylekler 4300 metreye, kara kuyruklu deniz çullukları 6500 metreye kadar erişebilirler. Kullanılan daha incelmiş bir teknik radio- tracking (telsizle izleme) dir. Bunda radarın gözünden kaçabilen küçük kuşların vücuduna minyatürize edilmiş bir telsiz vericisi iliştirilir. Yeryüzünde iyi serpiştirilmiş alıcı antenler ile hem bulundukları nokta, hem de izledikleri yol tesbit olunabilir. Bütün bu araştırma ve deneyler, en geniş ölçüde bilgi toplamamızı ve kuşların göç âdetlerini daha iyi anlamamızı sağlamaktadır. Bu âdetler, bir türden diğerine geniş ölçüde değişmektedir. Her türün ayrı alışkanlıkları, güzergâhları, uçuş yükseklikleri, ayrılma ve varış tarihleri vardır. Aslında kuşların göç biçimlerindeki farklılık, özellikle coğrafi dağılışlarına, yaşama sürelerine, yiyeceklerine ve diğer türlerle yaptıkları rekabete bağlıdır. Örneğin son 20-30 yıl içinde esmer martıların sayısı o kadar artmıştır ki, bir çok kuşlar artık üreme alanı bulmak için daha uzak bölgeleri araştırmak zorunda kalmışlardır. Eskiden sadece İberya yarımadası ile Kuzey Batı Afrika kıyıları boyunca KTşiayan bu kuşlara bugün Fransa ve İngiltere kıyılarında da rastlıyoruz. Sayıları böyle artmaya devam ettikçe kimbilir nerelere kadar yayılacaklardır? Bazılarının bu yeni yerlere devamlı olarak yerleşeceği de sanılmaktadır. Aslında aynı tür bünyesinde, hem göçmen, hem de yerleşik kuşların bulunması ender bir olay değildir. Sığırcık kuşu buna örnektir. Yayılma alanı Doğu Avrupa’dan İngiltere’ye kadar geniş bir şeridi kaplar. Doğu Avrupa sığırcığı uzun yolculuklar yapar, çünkü kara ikliminin şiddetli kışından kaçmak zorundadır. Buna karşı, İngiltere’deki adaşı hemen hemen yerleşiktir. Daha genel olarak söylersek; üreme bölgesi kutup yakınlarında olan kuşlar, üreme bölgesi daha Güneyde olan kuşlardan çok daha fazla yol aşmak zorundadırlar. Avrupa’nın dört bucağına dağılmış 473 kuş cinsinden ancak 32 si hemen hemen yerleşiktir. Bunlar arasında sülün, keklik ve tavuk türünden diğer bazı kuşları sayabiliriz.
Bazı göçler şaşılacak kadar geniş bir alana yayılabilir. Örneğin kanat ve kaslarının ağırl- ğı otuz gramı geçmeyen serçegillerden küçük bir kuş, sırasıyla İngiltere, İzlanda ve Grön- land’a yerleşmiştir ve şimdi Batı Kanada’da yayılmaktadır. Halbuki esas ülkesi Sahra’nın Güneyi idi. Bu kuş yılın yaklaşık sekiz ayını
juveremin morotesı -ınlara karşı duyarlığın şostermek için, kuş <adece morötesi ışınlarla ı.nlatılmış bir kutuya ■-.nur. İki elektrot aynı an z^şun kalp atışlarını t es bit eiğşf. Gerçekten de bu İşığın kalp i – – arında bir hızlanmaya sçtığı görülmüştür. Kalp . % . -arındaki hızlanma kuşların eşit ışınlara karşı -•lığını isbafetmektedir.
SAYILARLA KUŞ GÖÇÜ
Göç Yoğunluğu
-600 milyon kadar Avrupalı kuş, her yıl kışı Afrika’da geçirir.
– 400 ila 600 milyon göçmen kuş ilk ve sonbaharda Fransa üzerinden uçar.
Geçiş hızı ve uçuş süresi
Genel olarak göçmen kuşlar değişik hızlarda
günde 6 ila 8 saat uçarlar.
-Tarla kuşu: Saatte 30-40 km.
– Bağırtlak. Saatte 100-110 km
– Bazı ördek cinsleri: Saatte 90-120 km.
– Göçmen güvercin: Saatte 63-150 km. (yaklaşık 800 kilometrelik bir mesafe için ortalama hız saatte 45 kilometredir).
Aşılan mesafeler
Kuştan kuşa değişir.
– Küçük bir deniz kuşu olan angıt iki saatte 730 kilometre aşabilir, uzun bacaklılardan taş kuşu ise 25 saatte 825 kilometre yol alır
– 22 Temmuz’da halkalanmış olan bir keçisağan kuşu, 31 Temmuz’da yuvasından ayrıldı. 3 Ağustos’ta Madrit’te yani uçuşa başladığı noktadan 1200 kilometre uzakta yakalandı. Günde 300 kilometre uçmuştu!
– Kara keçisağan muhakkak ki en hızlı kuştur. Yiyecek ararken saatte 240 kilometrelik bir hızla tek bir günde 560 ila 1000 kilometrelik bir yolu aşabilir.
Performans rekorları
-Altın madalya: Stern ya da deniz kırlangıcı yılda iki defa dünya çevresinde 20000 kilometrelik bir yolculuk yapar.
– Gümüş madalya: Sarı yağmur kuşu Kuzey Kutup Dönencesi ile Güney Amerika arasında yaklaşık 2Ö000 kilometrelik yolu aşar. Her yıl kuzey ve güney fecrini görür,
-Bronz madalya: Bu madalyanın sayılamayacak kadar çok ortağı vardır.
Uçuş yüksekliği:
– İncir kuşları 100 metreden uçarlar, keçisağanlar 1900, Amerika kuğuları 2700, kız- kuşları 3900 ve yaban kazları 8000 metrenin üzerine çıkabilirler.
Yoldaki tehlikeler
– Avcılar
– Yüksek gerilim hat ve direkleri
– Modern yapıların pencereli ön cepheleri: Çevrenin manzarasını aksettirerek kuşlan yanıltırlar.
Kazalar
1904 yılının 13 Mart’ını 14 Mart’a bağlayan gecede Minnesota’daki bir kar fırnıtası 750 000 kadar Lapon sarıasma kuşunun ölümüne sebep oldu
Şiddetli tayfunlar deniz kuşlarını bulundukları yerden 3000 kilometre öteye sürükleyerek onları tamamen yabancısı oldukları kıyılara atabilir.
Ceorgia’daki Robins hava üssünde tek bir projektör bir gecede 50000 kuşun ölümüne yol açtı
Winconsin’de 300 metre yüksekliğinde bir kule göç eden 20000 çalı bülbülünün ölümüne sebep oldu
yolculukta geçirir. Ancak kilometre filan dinlemeyen altın madalyalı toplam mesafe rekoretmeni, hiç şüphesiz Arktika’da yaşayan bir kuştur. Martının yakın akrabası olan bu kuş, göçüne sadece yuva yapmak için kısa bir süre ara verir. Bütün hayatı bir okyanustan diğer okyanusa uçmakla geçer. Bu binlerce kilometrelik göçebelik, açık denizde yem bulan kuşların bir özelliğidir. Meselâ şişman gagalı martı (puffin) yılda en az 32000 kilometre yol aşar.
DEZİNLİ YOLCULUKLAR Bütün yönlere doğru serpiştirilmiş bu uçuşlar bizim sevimli evcil kırlangıçlarımızın geliş-gidiş yolculuklarından çok daha farklıdır. Eğer kırlangıçların hayat süresini deniz kuşlarınkiyle karşılaştırırsak bunun sebebini kolayca anlayabiliriz. Karabataklar on sene veya daha fazla yaşayabilirler. Genç karabataklar kendi başlarının çaresine bakacak ya- şa gelir gelmez, büyük küçük bütün kuşlar rastgele dört bir etrafa dağılırlar. Bu suretle balık bulma şanslarını en yükseğe çıkarmış olurlar. Karabataklar cinsel olgunluğa geç erişir ve ancak iki yaşlarına doğru üreme gücünü kazanırlar. Bundan dolayı genç bekâr kuş, katılacağı ve yuva kurup yerleşeceği yeni bir koloni buluncaya kadar tek başına uçarak uzun mesafeler aşabilir. Ömrü çok daha kısa olan kırlangıçların ise öyle uzun boylu araştıracak zamanlan yoktur. Bir yaşından itibaren üreme çağma girerler. Uzun yolculuklar yapmakla birlikte, hayatları daha büyük bir düzen içinde geçer. Kırlangıçlar dâimâ yazı Avrupa’da kışı Afrika’da geçirirler. Bizim ılıman kuşağımıza ilk olarak gelenler baca veya köy kırlangıçlarıdır, aşağı yukarı 15 Nisana doğru Fransa’ya varırlar. Daha sonra onları pencere kırlangıçları izler. Her iki türün gelişi arasındaki süre ssağı yukarı 1 aydır. Bu, hiç te rastlantı eseri değildir. Pencere kırlangıcı, baca kırlangı-
çından daha yükseklerde uçar. Bundan dolayı hava ısısının yükselmesini beklemek zorundadır, çünkü serin hava kütlelerinin akımı sürdükçe kuşun gıdasını sağladığı böceklerden hiçbiri ortalıkta gözükmez.
Kuşlar esasen yolculuğa günlük gıda “ta- yın”larını arttırarak hazırlanırlar. Bu şekilde vücutlarında toplanan yağlar, bütün yolculuk boyunca kullanılacak enerji depolarını teşkil eder. Çizgili çalı bülbülü bu bakımdan tipik bir örnektir. Batı Kanada ile Güney Amerika’nın doğusu arasındaki yaklaşık 10000 kilometrelik yolculuğu boyunca birkaç yerde konaklar. Birinci durağı Birleşik Amerika’nın Massachussets eyaletidir. Orada iken gıda depolamaya devam eder. Güneye doğru hareket ettiği anda 20 ilâ 23 grama, yâni normal ağırlığının hemen hemen iki katına erişmiştir. Gri çalı bülbülü ve bahçe çalı bülbülü hemen hemen aynı şekilde davranırlar. Bo- bolink kuşunun durumu daha dikkate değerdir. Kuzey Amerika’nın bu göçmen kuşu gıda rejimini yolculuğu boyunca değiştirir, diğer deyimle önüne geleni tadı değişik diye geri çevirmez. Bu yüzden yolculuğu esnasında o derece yağ bağlar ki kendisine “yağ kuşu” lakabı takılmıştır.
Kırlangıçlar önceden depo yapmazlar, bu da hayat tarzlarıyla ilişkilidir. Yol boyunca Tasladıkları böcekleri yutarak “ikmal”lerini sağlarlar. Bundan dolayı çölü en büyük sür’- atle aşmaları gerekir, çünkü çöl üzerinde hiçbir böcek bulunmaz. Ayrıca bazı “küçük şeytanlar “da işe karışır. Meselâ hava korsanı bir çeşit iri martı diğer göçmen kuşların yollarını keserek ağızlarından yemlerini kapar. Bu “maffia” çok iyi teşkilatlanmıştır. Büyükleri Bassan martısına saldırırken daha küçükleri stern’leri hedef alırlar.
Görüldüğü gibi, bu çeşit yolculuklar iyi bir fiziksel hazırlığı gerektirir. Ancak akla bir soru daha gelmektedir: Bu kuşlarda göç isteğini uyandıran ve onları direnmeksizin yola çıkmaya zorlayan “çalar saat” nasıl işlemektedir? Ne zaman yolculuk saatini çalmaktadır? Meselâ guguk kuşu, temmuz gelir gelmez bavullarını toplamaya başlar. Bu, üreme mevsiminin sonuna doğrudur. 31 Ağustosta ise artık tamamen ortadan kaybolmuştur. Fizyologlar yaz sonlarında gün aydınlığı süresinin kısılmasının bir uyarıca etki yaptığından şüphelenmiş ve kuşların gonadlarının yâni erbezi ve yumartalıklannın yılın mevsimine göre büyüyüp küçüldüğünü tesbit etmişlerdir. Bunların boyu ilkbaharda en büyük, kış ortasında en küçük değere erişmektedir. Aydınlık süresi varsayımını doğrulamak için birkaç kuş üzerinde bazı deneyler yapıldı.
m« nwwırır ir – ■ 11- f w mmüm mbmh—
PARİS
GÜVERCİNLERİNİN
PUSULASI
ŞAŞIRTILACAK
M M
Güvercinlerde manyetik bir pusula olduğunun keşfi, can sıkıcı bir problem üzerinde yapılan çalışmaların tam üstüne geldi. Yıldan yıla çoğalmakta olan Paris güvercinleri kamu yapılarını kirletmekte, tarihi anıtlara pislemekte ve bazı bulaşıcı hastalıklar taşımaktadır. Şimdiye kadar ne kimyasal ne de mekanik tuzaklar sayılarını mâkul bir hadde indirmeye yetmemiştir. Eğer güvercinlerle yapılan mücadelede elektro manyetik dalgalar kullanılırsa, bu uçucu kuşların yön bulma hissini bozmak mümkün olacaktır. Nitekim bu itici dalgalar güvercinlerin pusulasını alt üst edebilir. Bu dahiyane metot,Paris Belediye Sarayı civarında ve başkentin çeşitli pazarlarında kısa bir süre sonra denenecektir.
Alacalı Juneo kuşlan iki gruba aynlarak biri tabii ışıkla, diğeri yapay ışıkla aydınlatılmış kafeslere kondu. Sonra hayrete değer bazı gözlemler yapılabildi. Tabii gün ışığına mâruz bırakılan kuşlarda şiddetli bir göç isteği uyanmıştı. Diğer grupta ise aydınlık süresi yapay ışıkla devamlı olarak uzatılarak kuşların davranış biçimleri önemli ölçüde değiştirildi. Sonunda kuşlar yeniden üretken oldular.
Son yıllar içinde kuşların düzenli bir gidiş-dönüş şeklinde göç yolculuklarını yapmalarını sağlayan bir çok olağanüstü mekanizma ortaya çıkarılmıştır. Manyetik alana göre yön bulmaları herhalde az şaşırtıcı bir keşif sayılamaz. Kuş bilimciler bu mekanizmayı ayrıntılanyla açıklayabilirlerse belki de kuş göçlerinin sırrını çözmüş olacaklardır.
Sciences et Avenir’den çeviren: Dr. Ergin Korur
Başlangıçta ikisi de eşit yaratılmıştı, fakat madde üstün geldi.
E |
vrenin neden böyle olduğu, insan soyunun en üstün beyinlerini her zaman meşgul etmiştir. Örneğin, Albert Einstein, tanrının dünya ile kumar oynamadığım söyleyerek, evrenin böyle olması gerektiği için böyle olduğunu, başka türlü olamıyacağmı belirtmiştir. Şu anda Einstein’ı doğrulamaktan uzaktayız. Fakat geçen bir kaç yıl içinde elementer partiküllerin gizli dünyası çok önemli bazı aydınlatıcı bilgileri bize verdi.
Uzayımızın yapısı hakkındaki sorular arasında, onun madde ve antimadde yerine neden yalnız maddeden oluştuğu da bulunmaktadır. Madde / antimadde tartışmasının
2 Ağustos 1932 de Kalifomia Teknoloji Enstitüsünde çalışmakta olan Cari Anderson isimli genç bir araştırmacının, elektron ile aynı kütlesi olan negatif yük yerine pozitif yüklü bir taneciği keşfetmesi ile ortaya çıktı-
ğı söylenilebilir.
Anderson ;juna pozitron adım verdi. Bu yeni taneciğin an ti madden in ilk parçacığı olduğu bulgusu, kısa bir sürede O na 1936- daki Nobel Armağanını kazandırdı.
Daha sonraki araştırmalar gösterdi ki, pozitron, bir özellik dışında tıpkı pozitif bir elektrondan beklenilebilen davranışları göstermekteydi. Bir pozitron adi bir elektron ile çarpıştığında, ikiside, “yok olma” diye adlandırılan mikroskopik bir patlama ile kaybolmakta ve bütün bu parçacıkların enerjisi X – ışınına dönüşmekteydi.
Bu yok olma olayım göz önünde canlandırmanın en kolay yolu, belki de, düz bir toprak parçasından kazma işlemi ile toprak çıkarmayı düşünmektir. İş bittiğinde bir tarafta bir yığın toprak, diğer tarafta bir çukur oluşacaktır. Bu madde ve antimaddeye özdeş bir durumdur. Çukur yığın toprak ile doldurulduğunda, hem çukur hem de yığın toprak kaybolacak ve düz toprak parçası eski haline gelecektir- yokolma olayı.
Fakat dünyamız yalnızca yığın topraktan, maddeden yapılmış olarak görünür. Çukur, antimadde, yoktur. Parçacık-Anti parçacık çiftleri sadece fizikçiler tarafından özel laba- ratuarlarda, çok gelişmiş hızlandırıcılar kul- taHanılarak üretilir. Bu hızlandırıcılar, parçacık ve anti parçacıklara göre doğa kanunlarının hemen hemen tamamıyla simetrik olduklarını da göstermişlerdir. Parçacığın bulunduğu bir işlemi gözlediğinizde ve aynı işlemi antiparçacığın olduğu bir durumda izlediğinizde sonuçlar aynı olacaktır. Örnek olarak, bir hidrojen atomundan (bir poroton -f bir elektron) yayılan ışık görünmez olacağı gibi, bir anti hidrojen atomundan (bir anti proton 4- bir pozitron) yayılan ışık da görünmez olacaktır. Eğer eşit miktarlarda madde ve anti madde, programlı bir şekilde mikroskopik düzeyde yaratılıyorsa, acaba neden dünya sadece maddeden meydana gelmiştir? Acaba bütün anti maddeler nereye kaybolmuştur?
Bu konu ile ilgili bir varsayım, evrenin başlamasına neden olan müthiş patlama, Big Bang, sırasında antimaddeye nazaran daha fazla maddenin yaratıldığıdır. Fakat bu ‘ böyle olduğu için böyledir” demek gibidir ki, fizikçiler için evreni incelemede hiç çekici olmayan bir yoldur. Onlar ş