Genel

DEVLET

DEVLETdevlet

Siyasî bakımdan örgütlenmiş bir topluluk olduğu kadar, belli bir nüfusa ve toprak parçası üzerinde kontrol iradesine sahip siyasî kurum anlamına da gelen devlet, yurttaşların bireysel ve ortaklaşa haklarının korunması ihtiyacından doğmuştur. Devletin bu aslî görevine, çağlar boyu yenileri eklenmiştir: toplumu oluşturan bireyler ve gruplar arasında millî servetin yeniden dağılımı, uluslararası pazarlarda üreticilerin haklarının korunması gibi ekonomik görevlerden tutun da, en önemlisi toplum sağlığı ve eğitim konusunda olmak üzere sosyal görevler.

1990’lı yılların başında, dünyada birbirini tanıyan ve Birleşmiş Milletler’e (BM) üye olan yaklaşık iki yüz devlet mevcuttu. Bunların bazıları çok zengin, kalabalık ve geniş topraklara sahip olduğu halde bazıları bir şehir kadardır. Uluslararası alanda her devlet hükmî şahsiyete ve eşit statüye sahipse de, gerçekte ayrıcalıklı devleder vardır. Mesela BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimî üyesi için (ABD, Ingiltere, Çin, Fransa ve Rusya) uluslararası ilişkilerin «baş oyuncusu» demek yanlış olmaz. Bunun yanında, mesela bazı Pasifik ada ülkeleri gibi, diğerlerine bağımlı ülkeler de vardır. Bazen, bir ülke savaşlarla o kadar zayıflar, siyasî ve İdarî kurumlan o hale gelir ki, devletin bir devlet olup olmadığı bile tartışılır hale gelir. 1992’de kabileler arası çatışmalar sebebiyle Somali, 1975-1989 arası iç savaş sebebiyle Lübnan işte bu hale düşmüştür.

KLASİK KURAMLAR

Devlet hakkındaki görüşler hem çok çeşitli hem de çok farklıdır. Mesela Platon, anayasası «doğru» bir devlet hayal etmiştir (Devlet [Politeia]). Nietzsche, Platon’un bu ideal devletini sosyalizmin atası olarak görür. Onun gözünde devlet bir «canavardır» ve «acımasız canavarların en acımasızıdır». Hegel, modern devletin gerçek ahlâkın gerçekleşmesine imkân sağladığını düşünürken, Marx, devletin sivil toplumun üzerine oturmuş tehlikeli bir para-
zit olduğunu söyler. Birkaç yıl arayla, Freud, 1915’te adaletsizliğin ve haksızlığın devletin tekelinde olduğunu söylerken; birkaç yıl sonra, 1919’da, Max Weber, devletin belli bir toprak parçası üzerinde meşru şiddet tekeline sahip olduğunu söyleyecektir.

Devlet konusunda bu kadar önemli fikir ayrılıklarının ortaya çıkmasının sebebi, kurum olarak devlete atfedilen görevlerin farklılığındandır: atom bombasının kullanımından sosyal sigorta idaresine kadar, yani şiddet kullanımından insan hayatının korunmasına kadar, devletin çok işlevi vardır. Bundan başka, son yıllarda ortaya çıkan bir kavram çelişkisi de (hem devletçiliğin yerilmesi, hem de pazarın hukukî düzenlenmesinin devletten beklenmesi) kuramcıların işini zorlaştırmaktadır. Ancak, son yıllarda, iki esas noktada bir anlaşma sağlanmıştır: bir kere devlet, sürekli değişim içinde olmasına ve bütün çelişkilerine rağmen, bütün ku-rumların içinde en istikrarlısı olmalıdır; İkincisi, zaman içinde yaşadığı değişimler ve devletler arasındaki önemli farklar, devletin bir tarihî gerçek olduğunun en iyi ispatıdır.

Tarihî nitelikte bir kurum

Aile gibi, dil gibi evrensel olan ve bu sebeple doğayla kültürün kesiştiği bir noktada bulunan kimi sosyal kurumlardan farklı olarak devlet, zamanda ve mekânda yer alan bir kurumdur. Aristoteles’in görüşü de budur: siyasî açıdan örgütlenmiş bir toplumda yaşamak, insan doğasına uygundur; ama bu örgüdenme ancak belirli şartlarda gerçekleşir. Bu sebeple insan her zaman siyasal (veya sivil) toplumlar halinde yaşamaz; sosyal örgütlenme biçimi «ailevî» veya «etnik» yapıda da olabilir.

Rousseau’da devletin yapaylığı daha çarpıcı olarak vurgulanmıştır. Devlet doğaya aykırı bir kurumdur: devlet, doğal düzeninde yaşayan, yalnız ve masum bir hayvanı, sivil toplumun kötü yürekli bir ferdine dönüştüren bir afetin sonucu ortaya çıkmıştır. Marksis-ler, devletin tarihî rolünü başka türlü izah ederler: toplumun karşıt sınıflara ayrılmasının bir sonucu olan devlet, hâkim sınıfın iktidarını devam ettirebilmek için kullandığı bir baskı aracıdır.

Devletin kökeni konusundaki araştırmalar, antropoloji biliminden çok faydalanmıştır. Pierre Clastres gibi bazı düşünürler Marksist görüşün tam zıddını benimsemiş ve örgüdü siyasî iktidarın ortaya çıkışının toplumu böldüğünü ve sosyal sınıfları devletin yarattığını iddia etmişlerdir. Ancak, merkezî idare ve merkezî denetim tanımamış olan bölütlü (veya kabilelere dayalı) top-lumların incelenmesi, siyasî toplumla devletsiz toplum arasında
Diikaltk Sarayında Meclis,

Francesco Guardi’nin tablosu (XVIII. yy Güzel Sanatlar Müzesi, Nantes).
İÇİNDEKİLER

KLASİK KURALLAR ÖZERKLİK ARAYIŞI StVtL TOPLUMUN TARTIŞILAN ROLÜ DEMOKRATİK MODEL

bu kadar radikal bir fark olduğu konusunda tereddüt yaratmaktadır. Çünkü, devletsiz toplumlarda, daha doğrusu devletsiz top-lumların bazılarında, iktidarın tekelleştiği durumlar görülmektedir (mesela erkeklerin kadınlar üzerinde kolektif bir iktidar tekeline sahip olduğu toplumlar vardır). Kabilelerde (aynı atadan geldiğine inanan akraba grupları) iktidarın kurumsal şekilde tekele alınması değişmez bir kaidedir. Mesela Afrika’daki toplumlarda, merkezî idare oluşmamış, karmaşık bir yönetim kurulmamıştır ama, örgütlü bir zor kullanma mekanizmasına dayanan bir merkezî iktidar görülebilir (XIX. yy’da Zulular’da olduğu gibi). Sudan’ın Yukarı Nil bölgesinde yaşayan Nuerler’de (İngiliz antropolog Evans-Pritchard’ın 1930’larda yaptığı incelemeye göre) suçları cezalandırmak için saptanmış kurallar mevcuttu: sığır çalanların ödeyeceği cezayı belirleyen «leopar derili adam» bir hukukçu değildi elbet ama, en azından bu toplumda herkesin uğradığı haksızlığın intikamını alması, adaleti kendisinin uygulamaya kalkışması (kendiliğinden ihkakı hak) yasaklanmıştı.

Özetle, antropolojik çalışmalar, ilkel toplumlarm da bir çeşit devlete sahip olduğunu göstermektedir. Gelişmiş bir iktidar örgütüne sahip ileri toplumlarla hiçbir örgütü olmayan ilkel toplumlar arasında pek çok ara durum gözlenmektedir. Demek ki, toplumları devleti olanlar – devleti olmayanlar diye birbirine zıt iki gruba ayırmak mümkün değildir. Ayrıca siyasî antropoloji, devlet tarihinin, basitten karmaşığa veya zayıftan kuvvetliye doğru doğrusal bir gelişme çizgisi izlemediğini göstermektedir.

Site-devlet

Devletin doğuşunu iş bölümüne bağlayan Platon, bir tür kamusal alan tasarısı olarak algılanan Devlet’inde (Politeia), görkemli ve kimilerine göre de bunaltıcı bir ütopya kurgulamıştı. «Adil ruh»un sosyal yansıması olan «adil site» üç bölümden oluşur: «akılcı» birinci bölüm, cesareti konu edinen ikinci bölüm ve ihtiyaçlarla ilgili üçüncü bölüm. Adil devletin başında, filozof krallar sınıfı (veya kastı) bulunur. Bu sınıf diğer iki sınıfı oluşturan askerler ve üreticiler üzerinde tam bir hegemonyaya sahip olmalıdır. Bu sistem, başında çobanı (filozoflar) bulunan, köpekler (askerler) tarafından korunan bir sürüye (üreticiler) benzemektedir. Pla-ton’un devlet konusunda söyledikleri bu üçlü şemayla sınırlı değildir; ama eserinde okuyucunun en çok dikkatini çeken nokta bu bölümdür.

Nietzsche, Platon’un bireyi «bütüne faydalı bir organ» durumuna indirgediğini düşünür. Nietzsche’den sonra, Kari P. Popper, Platon’un önerdiği kamusal alanın tam bir «kapalı toplum» örneği olduğunu söyler: «açık toplum»un tersine, bu «kabile toplumu» ne bireye ne de bireysel tercihe yer vermez.

Platon’un Devlet’te anlattığı devlet modeli Eskiçağ’dan itibaren eleştiri konusu olmuştur. Siteyi bir birim olarak ele alan Platoncu görüş, Aristoteles tarafından reddedilmiştir. Aristoteles’in tarif ettiği «sivil toplum» en yüksek topluluktur; çünkü hem diğer bütün topluluk şekillerini (aile, aile ekonomisinin alanını ve mekanını, vb) içerir, hem de «kamu yararı» güder, insan toplum halinde yaşayan tek canlı değildir, ama bir site (devlet) şeklinde örgütlenen, yani siyasî açıdan örgütlü bir toplumda yaşayan tek canlıdır. Aristoteles’in meşhur ifadesiyle: «İnsan politik bir hayvandır». Demek ki insan devlet düzeninde yaşayan bir hayvandır. Ancak, devletin bir birim olduğunu söylemek yanlıştır. Devleti bir bütün şeklinde düşünmek gerekir: devlet onu teşkil eden parçaların (çeşitli insan toplulukları) toplamından daha fazla bir şeydir ve bu parçalar devletin içinde eriyip yok olmaz. Devletin hedeflediği «kamu yararı» da, toplumu oluşturan toplulukların hedeflediği bireysel çıkarlar ve yararlar gibi (çocukların eğitimi veya zenginleşmek) meşrudur.

Önemli sürtüşmeler ve devlet kavramı etrafındaki karmaşık teorik tartışmaların ötesinde (değişik siyasî rejimlerin niteliği ve değeri tartışması hariç) devlet konusundaki bütün tartışmalar Eski Yunan’a kadar uzamr. Rönesans’ın ve (medenî haklara çok önem veren) Fransız Devrimi’nin siyasî tercihlerinde kaynak olarak Eski Roma çok önemli bir yer tutar. Her iki dönemde de, aydınlar şu önemli iki soruya cevap aramışlardır: yurttaşlık hakları diğer bütün haklardan önce gelmemeli mi? Bireysel ahlâkın yanında bir de toplum hayatıyla ilgili (bazen vatandaşı toplum için ölmeye zorlayacak) bir ahlâk olmamalı mı? Halbuki, stoacılar siyasî devleti (site) diğer bütün değerlerin üstüne çıkarmamışlardır. Mesela Marcus Aurelius için insan önce dünya vatandaşıdır; «kozmopolit» vatandaştır. Aynı şekilde, Sokrates ve Sofokles (Amigom) öznel vicdanın, siteye ve yöneticilerine karşı gelme hakkını, üstüne basa basa savunmuşlardır.
Dünya devleti ve Tanrı devleti

Aziz Augustinus’un düşüncesi, Antikçağ’da siyasî kurumlara ve devlete ne kadar önem verildiğini gösterir. Dünya devletinin toplumun mutluluğunu temin etme iddiasını kırmak isteyen bu ünlü kilise babası, dünya devletine karşı Tanrı devletini çıkararak yüceltir. Kıyametten sonra (rezil ve kokuşmuş dünya devleti), Ba-bil yıkılıp yok olacak ve yerini İlahî Kudüs’e bırakacak, Tann’mn sevgili kullarının buluşacağı bu «cumhuriyet»te, insanlar birbirlerini ve Tanrı’yı seveceklerdir.

Buna rağmen, Aziz Augustinus, Kabil’in lanetli soyunun kurduğu dünya devletini insanların terk etmesi ihtimalini düşünmez. «Dünya devletleri»nde de iyi kötü bir adil düzen kurulabilir. Ne-ron, Romalıların yıkıcı ihtirasını (libido dominandi) gaddarlığa kadar vardırdı, ama İmparator Augustus, iyi bir kral oldu, âdeta Hz. İsa’nın müjdecisi gibi göründü. Yani, dünya devleti ile Tanrı devleti arasındaki veya dünya devletinin yurttaşları ile Tanrı devleti-ninkiler arasındaki karşıtlık, zannedildiği kadar kesin ve mutiak değildir: dünya devleti, bazı şartlar yerine getirilirse, Tanrı devletinin bir taslağı veya onu kusurlu bir aynası olabilir. Bu nedenle Hıristiyanlar toplumda faal üyeler olarak yer alabilirler; asker, yönetici, yargıç veya imparator olabilirler. Böylece iyi Hıristiyan dünyevî işlerine kapılıp da inancına aykırı işler yapmadıkça, Kilise, devleti kabul etmekte, tanımakta, ama kontrolü altına almaya çalışmaktadır.

İki devlet arasındaki ayrılığın böylece kabulü, Batı’nın siyasî düşüncesini çok etkileyecek ve Hıristiyan siyasî düşüncesinin de Aristotelesci fikirleri benimsemesine, yani devletin «kamunun yararının gözetildiği yer» olduğu görüşünü benimseyebilmesine imkân verecektir.

Aquinolu Tommaso, 1260’da Aristoteles’in Politika’sim Latince’ye çevirdikten sonra, her ne kadar insanın sonu Tann’ya varmaksa da, dünyada da adil bir siyasî düzen kurulabileceği görüşünü savunur. Tommasoculuk sonradan bazı değişikliklere uğramış ve Hıristiyanlığın siyasî doktrininde daima çok önemli bir yere sahip olmuştur. O kadar ki, XIX. yy’ın sonunda bu felsefe Katolik Kilisesi’nin resmî görüşü kabul edilmiş ve XX. yy hıristiyan-demokrat partilerin de esin kaynağı olmuştur.
İMPARATORLUKTAN ULUS-DEVLETE

imparatorluk. £ıl; n.r_ < farklı topluluklara. : .r i. ■ •: hükümdarlık altır^E r

devlet biçimidir .

ğun asıl varoluş ssîsr. :• sindeki değişik gr-r.ir :

mek veya sindirmem _: r;; =; ~’ inek) değil, devletli toprağını aıt£:ı:”=.<r.r ~

paratorluğu’rda _i* *;

mel hürriye£ercer hip değilken. ve zs. <:-. sunda tamamen £r:rr£“ =’ Fransız sömürge .

ğunda, «yerliler =;v=£İ . şilt-daşlığa sahip ceği-szz. ir. i özellikle de savaş ı~z.:.rz.i «milletinbirKrdı-c-s:;* ‘ir-ediliyorlardı. XIX “*• r.-r.zı imparatorl’jklar_r_r r~ ri* ;• devridir. Ama, avr_ -.~_r . panyol sömürge nun çöküşüne £2 r .rr. ~■ Sömürge ımra rar ir. mn çöküşüyle… -1 • . lt devlet çıktı: es«L b_r z±-.±” ~ veya eski bir meifr_; ;ı.” ~ rası üzence k-r_.=r. ier(meseiaMısır veiztt.-iiz: lerin, neredeyse yzizBSi ı~ z~ tiği «devletler > X, er. a Çad). Her ık: haize Zz sömürgelerde, başsa r_: 1.1= «

yokmuş gibi, ___

şeklindeki Avrura rr. =_ 1: teşkiladanmaya -r~..ı

bu siyasî mccelır ca~=r- ; i-bilmesi içingereâû alıy-Zi-rî teşkilatlanma kam—s irilin net biçimde bırb:r_r,::=r- e -nlması) genellikle- b~y=r_ a= -ledere götürmemesi. : –

mürgelerde, devletin zaaf, zı-nellikle, Nâsır gibi. gibi kanzmatık liderler taraf’ dan telâfi edildi. Ama ayn_ 1 r çok kere, askerî cımbar .= ı tek parti dıktatorluklrr_r_. i: teşvik etti.
«Nantes’ta tuz vergisini*’ âas. »

(1726, Paris ErtâtS XVI. yy’da satrnar ■;:*

alınan vergi, 17S£a*zzi”z~-s: hâzinesi için crs~ r’jf -Jt olmuştur 8sröığs~z:s. katma değer b *Z* devlet bütçese :f

teşkil etmektasr

Louis XIV (XVII. yy Fransız resim sanatı, Carnavalet Müzesi, Paris). «Devlet benim»: Güneş-Kraia mal edilen bu söz, mutlakiyet rejimlerinde, kralın gücünü ifade etmek için kullanılır.
ÖZERKLİK ARAYIŞI

Aziz Augustinus’un öğretisi devletin meşruiyetini kabul ediyordu; ama onu Kilise’nin buyruğuna sokarak kabul ediyordu. Tıpkı bedeni ruhun emrine, dünyevî olanı ruhanî olanın emrine soktuğu gibi. Ortaçağ’ı çok meşgul etmiş olan son derece karmaşık Devlet-Kilise ilişkileri sorununa, ondan sonra bir de iki kurum arasındaki sonu gelmez, açık sürtüşmeler eklenecektir.

Kilise’yle uyuşmazlık

Kilise’yle Germanya imparatorları arasında tarihin kaydettiği en meşhur sürtüşme, İmparator IV. Henrich ve Papa VII Gregori-us arasında XI. yy’da patlak veren ve «görevler kavgası» diye tanınan anlaşmazlıktır. Kilise’nin teokrasi düzenim kurmak için yaptığı son büyük çıkış, XIV. yy’da Papa VIII. Bonifatius’un Fransa Kralı IV. Philippe’i (Güzel Philippe) aforoz kararıdır. Fransız monarşisinin bağımsızlığım savunması, yani kralın otoritesinin tam ve paylaşılmaz olduğunu kabul ettirmesi, modern devletin ilk adımıdır. Artık devlet tarihi yeni bir döneme girmiştir: devletin salıp tahsil ettiği vergilerle beslenen, siyasî otoriteye tabi bir orduya dayanan bir devlet örgütü ortaya çıkacaktır.

Modern çağda da Devlet-Kilise sürtüşmesi devam edecektir. Çünkü Kilise devletlerüstü bir yapıya sahiptir. İki kurum, önce din adamlarını kimin tayin edeceği konusunda ve önemli mevkilere kendi adamlarını yerleştirmek için mücadele etmiştir. Sonra, XIX. yy’dan itibaren de sürtüşme eğitim sistemi konusunda olmuştur. Fransa’da bu eğitim sistemi konusunda olmuştur. Fransa’da bu eğitim meselesi çok ciddî tartışmalara yol açmış, sonunda laik devlet Kilise ile bir anlaşma yolu bulmuş; bunun sonucu da, XX. yy’ın başında, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olmuştur. Yine de kavga bitti denilemez: en son 1984’te aynı eğitim meselesi Fransa’da büyük tartışmalara sebep olmuştur. Diğer Avrupa ülkelerinde Devlet-Kilise ilişkileri, ülkede hâkim kiliseye göre, önemli farklılıklar gösterir. «Katolik Kilisesi»nin hâkim olduğu ülkelerde (Ispanya, İtalya) ve yerel kiliselerin hâkim olduğu ülkelerde (VIII. Henry’den beri İngiltere’de ve diğer protestan ülkelerinde) meseleler farklıdır. Katolik ülkelerde, «bağlılık ikilemi» diye tarif edilen, vatandaşın devlete ve Kilise’ye ayrı ayrı bağlılığı meselesi hâlâ canlıdır. Belki de bunun için toplumda sık sık kilise karşıtı hareketler görülmekte; bunun bilinciyle devlet hâlâ Kilise’ye karşı gücünü artırmaya çalışmaktadır.

Uluslararası ilişkilerde bir siyasî rolü olduğunu düşünen Vatikan, bazen devlederin iç işlerine karışmakla, veya devletlerin bir-
birleriyle olan ilişkilerine müdahale etmekle suçlanmaktadır. î rinci Dünya Savaşı sırasında Papa XV. Benedictus’un arabuluc luk gayretleri, Papa II. Johannes Paulus’un komünist Avrupa ülk lerine siyasî müdahalesi tepki görmüştür.

Hıristiyanlık dışı dünyada, bazı dinlere has özellikler sebebiyl din ve devlet ilişkileri daha değişiktir. Mesela İslam’da, birçok d adamı laik devlet kavramım reddetmekte, dinle devletin birbirindı ayrılamayacağını savunmaktadır. Hangi dinden gelirse gelsin kö tencilik, laik devletin dinden bağımsızlığı fikrini reddetmektedir.

Siyasî iktidarın meşruiyet kazanması

XVI. yy’daki Protestan Reform hareketi din tarihini etkilemek kalmadı, devletin gelişmesini de etkiledi; çünkü, Roma Katolik Ki sesi’ne karşı mücadele verirken, Alman protestanlan millî devlet ortaya çıkışım hızlandırdılar. Luthercilik ve Kalvencilik, özellik Kitabı Mukaddes’in ulusal dillere çevrilmesini ve yerel dillerin di törenlerde kullanılmasını teşvik ettikleri için (aym devletin bireyle tarafından paylaşılan) millî kültürün gelişmesine katkıda bulunduk

«Bir dil, bir din, bir devlet» prensibi daima modern millî de letlerin itici gücü olmuştur. Mudakiyetçilik denilen siyasî görü Fransa gibi katolik ülkelerde de, bu ilkeyi benimseyip yüceltmi tir: Jean Bodin, 1576’da «cumhuriyet (yani devlet) bağımsız b güçtür» der. Bu, tanrısal hukuka dayanarak tahta çıkan kralın t hakkı ve meşruiyetini Kilise’den değil, kilisenin aracılığı olmaks zın doğrudan doğruya Tanrı’dan aldığı anlamına gelir. Kral he hangi bir din ileri geleni değildir; Tanrı ile doğrudan ilişki içine olduğu için kendine has bir kutsallığa sahiptir. Yani kralın bütx ülkesi ve bütün tebası üzerindeki hâkimiyeti tamdır.

Mutlak iktidara gerekçe olarak sık sık insan topluluklarının d( ğası öne sürülmüştür. Luther ve Hobbes da böyle düşünenlerde! dir: insanları kendi haline bırakırsanız birbirlerini imha edebili ler; işte bu tehdide karşı, şiddet kullanma tekelini elinde bulundı ran bir otorite (yani insanların bu gücü kullanma hakkı olduğur inandıkları bir kurum) şarttır. Bu bakış açısıyla devlet, insanları; herkesin herkesle savaş halinde olduğu «doğal hallerinden» (u; garlıktan önceki durum) kurtulmalarım sağlar. Yani, devlet insaı ların hayatlarını devam ettirebilmelerini temin eder.

Vatandaşlarına daha iyi bir hayat temin etme görevi de, devli te başka zorunluluk yükler. Pazar ekonomisinin gelişmesiyle to| lum daha da ilerler. Artık hedef sadece hayatta kalabilmek değ: daha iyi yaşamaktır ve toplum hayatını da düzenlemek gereki Bu noktada, Michel Foucault’nun dediği gibi, sosyal tedbirler s
Devletin sosyal rolü. 1936’da kanunlaşan ücretli izinden, sosyal sigortaya ve işsizlik sigortasına kadar pek çok alanda devlet giderek sivil topluma daha çok müdahale etmektedir.

yasetin bir parçası haline gelir. Ve o andan itibaren artık devletin «yönetme ve güvenliği sağlama» işlevi veya daha geniş anlamıyla kamu politikaları yaratma görevi başlar, iktidarın askerî modeline bir de yönetim modeli eklenir: Machiavelli’nin Hükümdar (İl Principe, 1532) adlı eserinde kralın tek görevi olarak hâlâ savaş ve strateji sanatlarından bahsedilmektedir, ama XVIII. yy’da çok güçlenecek olan devletin aslî görevleri arasına ekonomi politika girmiştir bile. Machiavelli’ye göre bütün insanlar doğuştan kötüdür; bu sebeple hükümdarın askerî gücünü kullanarak devletine hâkim olması gerekir. Hükümdar, halkın refahıyla veya kamunun menfaatiyle ilgilenmez; zaten iktidarda kalmak için gereken «halk»a daha iyi bir hayat temin etmek değil, korku salmaktır. Buna karşılık, «ilk günah» sebebiyle (Luther), veya tabiatındaki kıskançlık, kendini beğenmişlik gibi kusurların etkisiyle (Hobbes) doğuştan kötü olan insan, her zaman menfaatini kollayacağından, devletten siyasî ve medenî haklarım, bu arada mülkiyet hakkını da korumasını bekler. Böyle olunca da hükümdar, hem fatih hem de iyi bir yönetici olmak zorundadır.

SİVİL TOPLUMUN TARTIŞILAN ROLÜ

XIX. yy’da ortaya çıkan liberal devlet, daha ilk günden itibaren sivil toplumla sürtüşmeye girmiştir. Hegel, siyasî topluma karşıt «sivil» denilen bu toplumu, şahsî menfaatlerini, özellikle de ekonomik ihtiyaçlarını temine ve haklarım korumaya çalışan insanlar topluluğu olarak tarif eder.

Liberal görüş

Adam Smith, David Ricardo gibi büyük ekonomi kuramcılarının çalışmalarından hareketle, Hegel, aklın ürünü ve gerçek meziyetin örneği dediği devlet kurumunu savunmuştur. Ama, He-gel’in övdüğü bu devlet, sivil toplumun oluşmasına ve bireylerin özgürlüğüne imkân tanıyan liberal devlettir.

Bu hukuk devleti (Hegel’in adını koymaksızın tarif ettiği devlet aslında bir hukuk devletidir) meslek kuruluşları ve hukukî düzenlemeler sayesinde, sivil toplumda rekabetin «herkesin herkese karşı olduğu» bir topluma dönüşmemesinin teminatıdır. Devlet, çıkar sürtüşmelerini kontrol altına almasa, maddî ihtiyaçları ve e-goist yapılarıyla insanlar, «doğal hale» dönerdi. Sağlam bir meşru tabana oturan Hegelci devlet, site-devletin tam zıddıdır: site-dev-let öznelliği ve özerk bireyi kesinlikle reddederken, modern devlet, şahsî menfaatini aramada bireyi serbest bırakarak bireysel menfaat-toplum hayatı uyuşmazlığını ortadan kaldırmaktadır.

Friedrich von Hayek gibi özgürlüğe çok önem veren kuramcıların, çelişkilerini bilerek benimsedikleri Hegelci devlet kavramı, pazar ekonomisinin planlı ekonomiden üstün olduğunu savunmak isteyen liberal görüşün başlıca dayanağıdır. Ancak liberalizm, pazar ekonomisine düzenleyici bir ortam hazırlayacak bir hukuk devletinin gerekliliğine inanır.

Marksist kuram

Birey haklarımn koruyucusu liberal devlet anlayışına daha ilk günden karşı çıkanlar oldu. Halkın egemenliği fikrini reddedenler gibi, bu egemenliğin bir kandırmacadan ibaret olduğunu söyleyenler de liberal devlet anlayışına karşı çıktılar. Anarşistler devletin zorbalığım tenkit ederken, siyasî açıdan dünyayı en çok etkileyecek karşı görüş Kari Manc’tan geldi.

Marx, Hegel’in görüşünü reddeder ve meslekî kuruluşlara bireysel çıkar sürtüşmelerini ortadan kaldıran bir arabulucu görevi verirken, Hegelci devletin sosyal çelişkilere bir çare getiremediğini söyler.

Bu sebeple, «idealist filozofun» kuramını tersine çevirir ve devletin sivil toplumun mevcudiyetine ortam yaratmadığını, aksine, sivil toplumun devlete zemin hazırladığım savunur. Marx’a göre, devletin sosyal sınıflardan önce ortaya çıktığı tezi, Fransız Devri-mi’nin göklere çıkardığı bir aldatmacadır: 1789’da yayınlanan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’yle kazanıldığı söylenen siyasî özgürlük, aslında bir kandırmacadır. İnsan, özgürlüğünü, devletin olduğu bir toplumda ve devlet sayesinde değil (bir geçiş döneminden sonra), devleti ve hukukî ve siyasî «üstyapıyı» ortadan kaldıracak devrim sayesinde kazanacaktır. Marx, Aziz Augustinus’un ortaya attığı karşıdığı, kendi görüşüne uydurarak, yemden ele alır: devletin «semavî», sivil toplumunsa «cismanî» olduğu benzetmesini yaparak, gerçek özgürlük, dünyadaki özgürlüktür, der.

Devleti eleştirirken, Marx tam radikal bir görüş öne sürer; çünkü devlet gibi bir yüksek siyasî kurumun bulunmadığı bir toplum hayal eder. Marx’a göre devletin tarihi, sivil toplumun parçalanışının tarihidir. Ekonomi biliminin izaha çalıştığı, sosyoekonomik ilişkiler bütünü şeklinde tarif edilen sivil toplum, tarihin her çağında vardır; çünkü, insan topluluğunun maddî ihtiyaçlarının kar-
şılanması gereğine cevap verir.

İlk insan topluluklarında (Marx buna ilkel komünizm der) sivil toplum ve devlet birbirinden ayrılmamıştır. Mülkiyet hakkı henüz yoktur; ama zılyedik hakkı vardır ve bu hak gereği toplum, bireylere toprakları dağıtır. Özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla siyasetle ekonomi giderek birbirinden ayrılır; bu bölünme devletin sivil toplumdan tamamen bağımsız olarak var olduğu sanayileşmiş kapitalist toplumlarda azamîye çıkar. Bu noktadan itibaren, devlet, ekonomik işlevini (mülkiyeti düzenlemek) kaybeder ve sadece hukukî ve siyasî bir kurum haline gelir ki, artık hâkim sınıfın, burjuvazinin elinde bir araçtır.

Marx, Fransa’da devlet kurumunu inceler. Mutlak monarşinin askerî ve malî işlevlerin ve kurumların tek bir merkezî idarede birleştirilmesinden doğduğunu ve bu merkeziyetçi eğilimin Fransız Devrimi ile daha da güçlendiğini söyler. Zamanla, işbölümü geliştikçe, devletin görevleri de çoğalır ve özellikle siyasî bir güç olmasından endişe edilen proletaryaya karşı, zorlayıcı tabiatı giderek daha belirgin hale gelir. Bunun en iyi örneği 1848 devriminde Ca-vaignac’m kurduğu askerî diktatörlüktür. Bu da, Manc’ın kapitalizmden komünizme geçiş döneminde gerekli gördüğü proletarya diktatörlüğünün neden şart olduğunun ispatıdır. 1851’deki Bona-partçı darbe ile Fransa’da devlet yeni bir döneme girmiştir: III. Na-poleon özellikle küçük toprak sahibi köylülerin desteğine sahip olduğu için, iktidarını güçlü bir sınıf temeline oturtamamıştır. Bu sebeple, ekonomik gelişmenin hiçbir şekilde haklı göstermediği, sunî bir «kast» yaratmış ve iktidarım buna dayamıştır; bu, astsubaylardan ve devlet memurlarından oluşan kalabalık bir bürokrat sınıfıdır. Yani, Bonapartçı devlet, bir parazit gibi, sivil toplumun dışında ve üstünde teşekkül etmiştir. 1871 Paris Komünü, sivil toplumun vampir devlete isyanıdır ve bu hareketin kanla bastırılması da, devletin gerçek yüzünü, vahşetini herkese göstermiştir.

Parti-devletin doğuşu

Özellikle Lenin’in etkisiyle oluşan ve çok önemli tarihî sonuçlar doğuran görüşte devlet, tarihinin her döneminde, hakim sosyal sınıfın emrinde bir zor kullanma aracı görünümü kazanmıştır. Halbuki Marx, hiçbir zaman, bu kadar dar bir devlet kavramım savunmamıştır.

Bolşevik lider, çarlık döneminde devletin, despot yapısı sebebiyle, Rusya’da kapitalizmin gelişmesine (ve görüşüne göre, medeniyetin ilerlemesine) engel olduğunu öne sürer; Batı’da, tarihin tabii akışıyla ortaya çıkan gelişmeyi Rusya’da yaratma görevini devrimci bolşevik partiye verir. Böylece de, devrimci partinin bir anlamda bir devlet örgütü olduğunu kabul eder.

Rus devrimi tarihte örneği bulunmayan bir devlet kavramı ortaya çıkarmış ve hayata geçirmiştir: tek parti diktatörlüğü. Parti-devlet de denilebilecek bu model, komünizmi benimseyecek diğer ülkelere ve bağımsızlığını kazanan pek çok ülkeye de ihraç edilmiştir. Komünist rejimde tam meşruiyete sahip bir tek sosyal kurum vardır: komünist parti.

Parti, en çok başvurduğu yöntem olan tasfiye yoluyla, toplumu yeniden şekillendirmeyi hedefler. Sovyet devleti, tam bir totaliter devlettir.
Bir istinat Mahkemesi îh-js-v halinde (Fransa rr

yasama, yurvtr?e kuvvete aynir e~ i demokrasilerde ; s ^

korumak seks:- er—î*~ — :;<< zorluk çeken fc,,-.—’
AVRUPA’DA DEVLET
Uius-devle: ac-S-r.*.

XVII. yy

yasî tarihim – * smı, ıkı deg:ş<£r.r i: yebilirız:

İkincisi ku.r^r

Ekononrk aç-C.£r mızda. Bat: Avt-te ekononulenn-T. İtle….: sa) gelışt:g:r_ -.e ~ devlete yor.ec.c- veriyoruz. Fransa da Cz.z en iyi örneğidir Z; pa’da ise. ekcnc~_ bağiı derebeylemn z dedir. Bu derebey.fr: modernleşmeye karttadırlar. Devlet de : kralın özel mülkiyet.: ruma mülk-devlet ce uygun düşer.

Kültürel 2çıdar: ti ise ulus-devletlenr. =; sinde dırun etîcs: he: lür. Kuzey Avrurs zı Kilısesi’nin RcrtiE ” şundan beri !ng_:fr= gibi) dinî erkâr. erkân bütünleç:t:_E:. Avrupa’da ise r- • yoktur, çünkü Kir: _ • güçiüdür. B-

olduğu gibi. < ___

diye adlanîlr_ır…r:: sele ortaya çiscr.î: -i. daşlar iki i t.

sî otonteye a.’- r i göstermekte;.-:. -_r iikle Avw5~_~;£ ti form hareket. – i*

TOTALİTER DEVLET

Stalin’in SSCB’si gibi Hitler’in Al-manyası için de kullanılan totaliter kavramı, karmaşık da olsa, çok yay-gn bir terimdir. Hannah Arendt ve Cari Friedrich’in 1950’lerin ortalarındaki tanımlamasına göre, bir totaliter devletin altı temel özelliği vardır: ’rinyılcı bir ideolojinin zorla kabul ettirilmesi; devlet bürokrasisiyle rarti bürokrasinin içiçe girmesi; şiddet araç ve imkânlarının devlet tekelde olması; iletişim imkânlarının devlet tekelinde olması; ekonomide merkezî planlama; kökünün kazınması gereken bir takım «hedef düşmanlar» icat edilmesi. Totaliter renklerde, sadece düzene karşı gelenler düşman olarak görülmez; düşman ilân edilen kimi bireylerin veya grupların «suçu» belli bir ırktan, bir dinden veya bir sosyal sınıftan olmaktır (Yahudiler, Kulaklar gibi).

Totaliter devletin itici gücü, o toplumda hatta dünyada büyük bir dev-rm gerçekleştirmek iddiasıdır. Bunun için bütün kurumlan denetimi altma alır. Totaliter devletle otoriter devlet işte bu noktada birbirinden ayrılır. Otoriter denilen devletin böyle bir siyasî iddiası yoktur ve denetimi dışında birtakım kurumların (mesela Franco Ispanyası’nda Katolik Ki-.ısesı’nin) varlığını kabul eder. Aynı şekilde, toplumda kitlesel «temizlik» yapmaya kalkışmaksızın, iktidarını devam ettirmeye çalışan tek parti cJctatörlüklerine de totaliter” rejimlerden ayırmak gerekir.

Bir totaliter rejim yıkıldığı zaman, mirasçılarının (komünizm seması Sovyet ülkelerinde görüldüğü gibi) insan haklan konusunda ve tapiumsal ilişkilerin hukuk kurallarına göre işletilmesi konusunda çok zor bir çıraklık dönemi geçirmesi gerekmektedir.
DEMOKRATİK MODEL

ikinci Dünya Savaşı sonrası Batı demokrasileri, kendi siyasî sistemlerini totaliter rejimlerin zıddı bir anlayışa göre kurdular. Bu düzende, hukukun üstünlüğü ve insan haklarının korunması prensipleri birlikte benimsenince, hukuk devleti de önemli bir gelişme kaydetti. Yine de, bu ülkelerde, milletin egemenliği ve temsilcilerinin yetkisi sınırlıdır; çünkü kanunlar, ana prensiplere uygunluğunu denedemekle görevli anayasa mahkemelerinin kontrolüne tabidir. Mesela Fransa’da 1789 tarihli insan Haklan Evrensel Bildirgesi, bugün, kanunların, ana felsefesine uygun olması istenilen bir pozitif hukuk metni haline gelmiştir. Bireysel özgürlükleri korumak için devletin böyle kendi gücünü sınırlaması, Batı demokrasilerinde yaygın bir uygulamadır.

Ekonomik kaynakların yönetimi

Batı ülkeleri düzenli bir ekonomik kalkınma yaşadıkça, devlet tam anlamıyla Yenikeynesçi bir işlevle (gelirlerin ve zenginliğin topluma dengeli dağılımı) sınırlı kalabilmiştir. Bunun için, bazen, doğumu teşvik tedbirleri gibi, halk sağlığı uygulamaları gibi çok eski teknikleri kullanmıştır (Ingiltere’de uygulanan, National Public Health Service, bunun bir örneğidir).

1973 petrol şoku devletin geriye çekilmesine veya küçülmesine sebep oldu. Devletin «küçülmesi» kimi ülkelerde (devletin ekonominin çeşitli sektörlere müdahalesini azaltmak için) mevzuatın sadeleştirilmesi (ABD) kimi ülkelerde de, mevzuatın sadeleştirilmesinin yanı sıra özelleştirme (İngiltere) şeklinde oldu. Fransa’da da aym eğilim gözlendi. 1982’de çıkan ve önemli bir yapısal değişiklik getiren yerinden yönetim yasasıyla, merkezî iktidarın elindeki birçok yetki (okul inşası, çocukların güven altına alınması), azalan devlet kaynaklarının daha iyi kullanımım sağlamak için, yerel yönetimlere devredildi. Devlet yapısındaki bu reform, Fransa’da Devrim sonrası ortaya çıkan (ancak Alexis de TocqueviIle’in krallık zamamnda da var olduğunu söylediği) merkeziyetçilik eğiliminden ayrılış şeklinde yorumlanabilir.

Ekonomik dengeleri sağlamada pazarın daima devletten daha başarılı olduğuna inanan aşırı liberal kuramlar, buna rağmen devletin meşruiyetim reddetmez: aşırı liberal kuramcılar ve politikacılar, mesela millî savunma gibi kimi toplumsal ihtiyaçlara karşı pazarın tamamen çaresiz olduğunu ve bu hizmetleri sadece devletin verebileceğini düşünmektedirler. Ayrıca, sosyal çatışmalar ve kimi toplum kesimlerinin çok zor ekonomik şartlara maruz kalışı, devletin koruyucu rolüne hâlâ ihtiyaç duyulmasının sebebidir. Mesela Fransa’da, devletin işsizlere yardım etmesi gerekmektedir; bu maksatla Fransız hükümetinin aldığı son tedbir kişiyi «topluma yeniden kazandırmak için asgarî gelir» uygulamasıdır.

Ayrıca, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin içinde bulunduğu durum da asgarî bir devlet müdahalesinin gerekliliğini göstermektedir: Sovyet tipi komünizmin çöküşü, devletçiliğin gücünü gözler
Moskova’da KGB’nin merkezi. Sovyet gizli polisi ve kurucusu Feliks Dzerjirıski, bir diktatörlüğün sembolü haline geldi. Ama bu proletarya diktatörlüğü değildi.
önüne sermedi; aksine, bu sistemin toplumu ve ekonomiyi yönetmedeki başarısızlığını ispat etti. Netice itibarıyla, SSCB, devletin gücünün fazlalığından değil, bütün gücü tekelinde tutmak isteyen bir partinin diktatörlüğünden zarar görmüştür. 1980’li yılların sonunda komünizmden pazar ekonomisine geçiş, düzenleyici mekanizmalar olmadan, pazar ekonomisini yerleştirmenir ne kadar zor olduğunu gösterdi: pazarın serbestisi ve sivil toplu mun canlılığı için, iyi idare edilen ve hukuk düzeni iyi işleyen biı devlet şarttır. Halbuki, eski Sovyet ülkelerinde bilgili memur vf modem ekonomiye uygun mevzuat sıkıntısı çekilmektedir.

Ulusal türdeşlik ilkesi

Sovyet komünizminin çöküşüyle, âdeta komünist ideoloji vt örgütlenmenin bıraktığı boşluğu doldururcasma, milliyetçi akım lar, ideolojik veya silahlı hareketler canlandı. XX. yy’m bu son yıl larmın itici gücü olacağa benzeyen milliyetçiliği sadece çağdışı bi: duygu veya son birkaç on yılda bastırılmış duyguların su yüzüns çıkışı diye yorumlamak hatalı olur.

Milliyetçilik, tamamen modern devletin doğasıyla ilgili bir hadi sedir: tarıma dayalı büyük imparatorluklar bir milletler mozaiğiyd ve devlet, imparatorluğu oluşturan ülkeleri kaynaştırmayı değil, sa dece yönetmeyi hedefliyordu; halbuki sanayi çağının millî devlede ri hem toprak hakimiyeti hem kültürel türdeşlik temeli üzerine ku rulmuştur. Daha XIX. yy’da, Fransız Devrimi’nin getirdiği anlayışlı da etkisiyle, aynı dile ve/veya aym dine sahip bir toplum için tel meşru siyasî teşkiladanma biçiminin devlet olduğu düşünülüyordu Ve, «milliyeder prensibi» denilen anlayışa göre, aym millete mensu] herkes, aym devletin çatısı altında yaşamalı ve bu devletin farklı bi milletten mensubu olmamalıydı. Ayrıca, ne «halk» ne de «millet: kavramımn herkes tarafından benimsenecek bir tarifinin yapılama yışı milliyetçi talepleri sınırlamadı, aksine kolaylaştırdı. Sömürgeci ligin ardından bağımsızlık harekederinin yayıldığı Güney Amerika Doğu Avrupa ve Balkan ulusları milliyetçiliğinin ortaya çıktığı çoku luslu üç büyük imparatorluk (Çarlık Rusya’sı, Osmanlı imparatorlu ğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu) bunun en iyi ömeğidiı

XIX. yy’da, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve Soğuk Savaş’ı ta kip eden yıllarda, millî devlet dalga dalga yayılarak, dünyada eı
Politeknik Okulu. Fransa’da Politeknik, Türkiye’de Siyasal Bilgiler (Mülkiye) gib, yüksek okullar, yüksek devlet memurlan yetiştirir. Ama bu arada, demokratik biı ülkede, âdeta yeni bir kast oluşmasına da sebep olur.
‘ t i*

yaygın siyasî oluşum biçimi haline geldi: 1830’da Belçika’nın kuruluşu, 1949’da Çin’in yemden bağımsızlığını kazanması, 1870’de Almanya birliğinin kurulması ve 1990’da da iki Almanya’nın birleşmesi bu eğilime örnek verilebilir. Ancak, bu birlik arayışı, millî devlet kurmak isteyen Ispanya’da Basklar, Sri Lanka’da Tamiller gibi azınlıkların mücadelesine, hatta savaşlara sebep olmuştur.

Devletler millî bütünlükleri açısından farklılıklar gösterir. Çin veya Almanya binlerce yıllık ve oldukça türdeş sayılabilecek bir medeniyete dayanırken, Belçika, aynı dine ama ayrı dillere sahip Wallonlar ve Flamanlar arasında anlaşma olmadığı için bölünme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu da, siyasî yapıların sağlam ve güçlü olması için ekonomik veya sosyal gelişmenin yeterli olmadığını, asıl önemli olanın kültürel etkenler olduğunu gösterir. Bir etnik grubun milliyetçi tutumuna, aynı devlet çatısı altında yaşayan azınlıkların da milliyetçi tepkiyle cevap verdiği çok görülmüştür (mesela Gürcüler’in SSCB’ye gösterdikleri tepkiyi, Abhazlar da Gürcistan’a karşı göstermiştir). Bazen, bir ülkede azınlıkta olan milletler komşu bir devlette çoğunlukta olduğu için, bu komşudan yardım görmekte ve çatışma daha da şiddedi olmaktadır: Hırvatistan’da azınlığa düşen Sırplar ya kendi devletlerini kurmak ya da Sırbistan’a bağlanmak için mücadele etmektedirler. Halbuki, dış destek görmeyen veya uluslararası alanda seslerini duyuramayan azınlıkların kendi millî devletlerini kurma şansı çok azdır. Afrika’da devletlerarası sınırlar sömürge çağının mirasıdır. Afrika Birliği Örgütü, millî sınırların değişmezliği prensibini kabul etmiştir, ama ayrılık taleplerine de karşı gelmez.

Egemenlik ve uluslararası hukuk

XVI.-XVII. yy’larda mutlakiyet çağında Avrupa’da ortaya çıkan ve XIX. yy’dan itibaren dünyaca kabul edilen model olan millî devlet, bu arada birçok ayrıcalığım kaybetmiştir. Modern dünyanın yaşadığı teknik, ekonomik ve sosyal gelişmeler, devletlerin topraklarına tam hakim olmasını güçleştirmekte hatta imkânsız hale getirmektedir. Bilgi akışı, hammadde, para ve hatta insan hareketleri artık giderek uluslararası hale gelmekte; dış ticaret dünya çapında yapılmakta ve millî sınırlar artık anlamını kaybetmiştir. Uydu yayınlarının ve Çernobil faciasının gösterdiği gibi, artık devlet sınırı kavramı anlamım kısmen yitirmiştir.

Millî ekonomiler gittikçe birbirine daha bağımlı hale gelmekte; böylece, her ülkenin para değerinin dünya finans pazarından etkilendiği uluslararası bir sistem oluşmakta ve bunun sonucunda, millî egemenlik kavramı da anlamını kaybetmektedir. Avrupa’da 1957 yılında imzalanan ve Ortak Pazar’ın ilk adımı olan Roma Antlaşması’nın bir benzerinin de, 1992’de Meksika, ABD ve Kanada arasında imzalanması bu eğilimi daha da güçlendirmiştir.

1990’lı yılların başından beri, uluslararası hukuka sıkı sıkıya bağlı, yeni bir millî devlet kavramına ihtiyaç olduğu söylenebilir. Bu, İkinci Dünya Savaşı ertesi, özellikle de Birleşmiş Milletler Ör-
Askerî geçit töreni (Paris). Devletin bağımsızlığını korumak ordunun ana görevidir. Ordu hükümetin emrindedir.

gütü’nün kuruluşu ile ortaya çıkan; uluslararası ilişkilerin ABD ve SSCB’nin önderliğindeki iki kutuplu düzene göre yürütüldüğü, Soğuk Savaş döneminde tavsayan bir eğilimdir. Millî egemenlik kavramına bazı sınırlamalar getiren yeni kurallar koyulabilmesi, ancak Avrupa komünizminin çöküşünden sonra mümkün olmuştur. Her ikisi de BM üyesi Irak’ın Kuveyt’i işgali, Birleşmiş Millet-ler’in denetimi altındaki bir uluslararası gücün askerî harekâtını getirmiş; ve böylece bu teşkilata, Irak Kürtleri, eski Yugoslavya’da Boşnaklar ve iç savaşla perişan olan Somali için kullanacağı, İnsanî amaçlı askerî müdahaleler yapma yetkisi kazandırmıştır.

Devletlerin millî egemenlik kavramının eski anlamını kaybetmesi, uluslararası kamuoyunun, vatandaşlarından temel haklarını esirgeyen ülkelere karşı sessiz kalmama kararım doğurmuştur. Eğer bu prensip gerçekten hayata geçirilebilirse, millî devlet örgütü giderek uluslararası baskılara boyun eğecek demektir. 1992’de on iki AET ülkesinin onayına sunulan ve ortak bir dış politika ve bir ortak savunma sisteminin ilk adımı sayılabilecek, Avrupa Birliği Antlaşması bu yönde birçok hüküm taşımaktadır. Denilebilir ki devlet, hâlâ, Max Weber’in tarif ettiği gibi, belli bir toprak üzerinde meşru şiddet tekeline sahip bir kurumdur. Ama, artık, bu meşruiyetini uluslararası ve devletlerüstü kuruluşlar nezdinde de kabul ettirmek mecburiyetindedir.

Uluslararası ilişkilerin gelişmesi ve çeşitli devletlerin iç örgütlenmelerinde meydana gelen değişiklikler, klasik devlet kavramlarını zorlamaktadır. Gerçekten de, insanlık adına yapılan müdahaleler ve uluslararası kurumlarm düzenleyici girişimleri, devletin bir gerileme dönemine girdiğini veya en azından, meşruiyetini gücünden alan eski devlet anlayışının ağır ağır ortadan kalkacağının bir işareti olabilir. □

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir