Genel

DIŞAVURUMCULUK

DIŞAVURUMCULUKdışavurumculuk

İster, Kuzey Avrupa’da XX. yy’ın başlarında somut olarak ortaya çıkan ve 1925’e kadar süren bir sanat akımını belirtsin, isterse 1910-1920 yıllarındaki Alman edebiyat okulunu ve onun sinema alanındaki yansımasını belirtsin, «dışavurumculuk» (ekspresyonizm) terimi, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce ve sonra görülen ve dönemin sanatçıları tarafından şiddet dolu ve kaygı verici bir estetik anlayışı aracılığıyla yansıtılan huzursuzluk, tedirginlik ve başkaldırı atmosferini çağrıştırır.
belirtmek için bu terimi kullanmıştı. Daha sonra yenilikçi ve mode nitelikli her sanat akımı böyle adlandırıldı. Nihayet 1914’te pek 9 Alman ressam ve heykelci dışavurumcu olarak nitelendirildi. S konusu sanatçılar şunlardı: Erich Heckel (1883-1970), EmstLudv Kirchner (1880-1938), Max Pechstein (1881-1955) ve Kari Schmi Rottluff (1884-1976); bu sanatçıların hepsi de Die Brücke («Köpri topluluğunun eski üyeleriydi; Wassily Kandinsky (1866-1944) Franz Marc (1880-1916) ise Blaue Reiter’in («Mavi Atlı») üyesiy aralarında bir de AvusturyalI Oskar Kokoschka (1886-1980) vard

Bütün bu sanatçılar, çok sayıda ortak özellikleriyle dikkati ken bir tekniğe sahiptiler: kalın tabakalar halinde sürülen fı darbeleri, şiddetli renkler, çoğu zaman çarpıtılmış ve abartılı bir gerçeklik, dokunaklı bir atmosfer yaratmayı sağlayan, şidc li duyum ve duyguları yansıtan konu seçimi. Genel olarak, d vurumculuk, iki dünya savaşı arası dönemde kullanıldığı biçin le, belli bir üslup aracılığıyla değil de daha çok, sanatçının ben sediği tutumla kendini belli eder. Sanatçı için önemli olan, se ciye, tablodaki renkler ve çizgiler aracılığıyla bir heyecanın şic tini ve şaşırtıcılığım aktarmaktır. Dışavurumcu sanatçı kasvet! başkaldırmış bir dünya görüşünü dile getirme ve seyirciyle eı duygulanımlar ve hoyratlıklar paylaşma kaygısı içindedir.

İzlenimcilik ve dışavurumculuk

XIX. yy’ın ikinci yarısındaki resim sanatı, sanatçıların algıl bilir dünya karşısında duydukları hayranlık üstünde temelleni du; bu sanatçılar söz konusu dünyanın renklerden oluşan bir zerini yaratmaya çalışıyorlardı. İzlenimcilerin asıl maksatları du; yeni ve gözüpek armoniler sayesinde, dünyayı kendi ışıkl tünülüğü içinde görmeye yol açan tablolar yaratmak istiyorla

Bu açıdan bakıldığında dışavurumculuk izlenimciliğin kar: da yer alır. Ancak dışavurumculuğun ilk ipuçları Belçikalı izle ci ressam James Ensor’la (1860-1949) belirmeye başlamıştır. T larında tuhaflıklara ve parodiye yönelen Ensor, dinî konuyla keleri birlikte verdiği satirik eseri İsa’nın Brüksel’e Girişi’yle b 1880 yılında duşavurumculuğu müjdeler. Öte yandan Van 1 (1853-1890) da, gerçeği, kendi görünüşü içinde vermek y onun çizgilerini ve rengini deforme etmeye çalıştı; böylelikl

lo aracılığıyla ruhundaki kargaşayı izleyiciye aktarabilecekti.

Kari Krall(Otto Dix, 1923; I/on der Heyt Müzesi, Wuppertal).
SANATTA DIŞAVURUMCULUK

Plastik yaratım alanında, «dışavurumculuk» kelimesi her ne kadar bütün dönemlerde ve bütün uygarlıklarda ortaya çıkabilecek, anlatımda aşırıya kaçma eğilimini belirtmek için kullanılabilirse de (Yunan sanatındaki veya Ortaçağ heykel sanatındaki eğilimleri de burada anımsatabiliriz) bu terim, dar anlamda, daha sınırlı bir zaman dilimi içinde gelişmiş olan ve XX. yy sanatının başlıca bileşenlerinden birini temsil eden bir sanat akımını belirtmek için kullanılır.

Türkçede «dışavurumcu» veya «anlatımcı» olarak karşılanan «ekspresyonist» kelimesi, 1911’de Berliner Sezession’un XXII. Sergisi sırasında ortaya çıktı. Gerçekten de bu öncü Alman sanatçı topluluğu, fovlar ve Picasso’dan oluşan bir Fransız ressamlar grubunu
Çığlık (pastel ve tempera, 1893; Ulusal Galeri, Oslo). Dışavurumculuğun habercisi olan Norveçli ressam ve gravürcü Edvard Munch’un hiç kurtulamadığı temalar iç sıkıntısı, kaygı ve yaşamdan bıkkınlıktır.
İÇİNDEKİLER

SANATTA

DIŞAVURUMCULUK

EDEBİYATTA

DIŞAVURUMCULUK

SİNEMADA

DIŞAVURUMCULUK

tıcı coşkunluğu, kalın tabakalar halinde boyayı tuvale heyecanla vurma biçimi ve şiddetli renkleri tercih etmesi resme yeni bir yol açtı. Van Gogh’un son tablosu Kargalı Buğday Tadası (1890) trajik bir manzaradır; gökyüzünün şiddetli mavisi ile buğday tarlasının altın sarısından oluşmuş bir fon üstünde uçuşan kocaman kuşların karalığı ressamın dayanılmaz umutsuzluğunun bir yankısı gibidir.

Dışavurumculuğun bir başka habercisi de Norveçli ressam Edvard Munch’tur (1863-1944); o da çoğunlukla kafasındaki ölüm saplantısını kıvrımlı çizgiler üstüne kurulmuş kompozisyonlarla açığa vurur. Çığlık’ta (1893) ön planda, denize yakın bir parmaklıkta dehşete kapılmış bir insan figürü vardır; tablodaki hiçbir öğe bu kişinin neden korktuğunu anlamamıza imkan vermez. Bu dehşet görüntüsünün yankıları endişe içindeki yüzyıl sonu Avrupa’sında yerini bulacaktır.

Alman ve Avusturya dışavurumculuğu

1905’ten itibaren yukarıda sözü edilen verilerle donanmış Die Brücke topluluğuna bağlı Heckel, Kirchner, Pechstein ve Schmidt-Rottluff (aralarına Emil Nolde [1867-1956] de katılmıştır) gibi Alman ressamları «yaratıcı içgüdü»lerine sadık kalmak ve kaygılar içindeki öznelliklerini «doğrudan doğruya ve içtenlikle» anlatmak istediler. Temel akışı altüst olmuş bir uygarlığın geleceği konusunda kötümser olan bu sanatçılar, şematik biçimler ve şiddetli renklerden oluşan manzaralar, çok çarpıcı ve duygu yüklü portreler yaptılar. Mesela Nolde, Yaz Bulutları (1912) adlı tablosunda azgın bir deniz üstünde ağır kara bulutları canlandırarak kendi iç sıkıntılarına biçim ve somutluk kazandırmıştır.

Aynı yıl Ernst Ludvvig Kirchner, Rönesans’tan miras kalan geleneksel güzellik fikrine tam anlamıyla karşıt bir tablo yaptı. Ressamların genellikle kadın zarafetini yüceltmelerini sağlayan bir temayı yeniden ele alarak Tuvalet’te (1913) kendi çirkinliğim hayranlıkla seyreden maymuna benzer bir yaratığı sergiledi. Öte yandan Schmidt-Rotduff Dört Inciki adlı alçak kabartmada klasik havari yüzlerini, çiğ renklere boyanmış ve insanı tedirgin eden Afrika masklarına dönüştürdü.

Blaue Reiter döneminde Kandinsky ve Marc coşkulu ve renk-

li bir sanat anlayışı geliştirmişlerdir. Bu anlayış 191 l’e doğru yaratacakları non figüratif bir resmin habercisiydi. Bu çalışmaların ardından Alman dışavurumculuğu iki dünya savaşı arası dönemde bambaşka bir görünüme büründü. Die Neue Sachlichke-it («Yeni Nesnellik») topluluğu çağdaş uygarlıktan doğru ama aynı zamanda bu yargılayıcı bir görüntü vermeyi amaçlıyordu. Bu noktadan hareketle, Otto Dix (1891-1969) Ebeveynimin Portresi (1921) adlı tablosunda, yüzlerin işlenmesindeki çiğlik ve ayrıntılardaki kesinlikle, figürlerin burjuva görünüşlerini karikatüre varacak bir biçimde ortaya koyuyordu. Öte yandan Georg Grosz (1893-1959), Bir Sokak Sahnesi: Kurfürstendamm’da (1925) Berlin’in en kalabalık ana caddesinin resmini yapmaya yöneldi; fotoğraf kompozisyonundan olduğu kadar düz ve görünüşte anonim havası taşıyan bir tarzdan da yararlanarak, büyük metropolün yarattığı kimliksizlik ve yalnızlığı eleştirdi. Korkunç toplumsal sorunların ağırlığı altındaki ve nazizmin ayak seslerinin işitildiği Almanya’da dışavurumcu ressamlar, kendilerini ürküten bir dünyanın evrimini hiç ödün vermeden gözler önüne sermek istiyorlardı.

Aym kaygıya AvusturyalI ressam Egon Schiele’nin (1890-1918) eserlerinde de rastlanıyordu. Schiele, Freud’un ve yüzyılın başlangıcındaki sıkıntıların izlerini taşıyan bir Viyana’mn simgesi sayılıyordu. Trajik ve umutsuz bir havayla dolu tabloları ressamın İspanyol gribi yüzünden erkenden ölümünü sanki önceden haber vermiş gibidir; Schiele’nin resimlerinde çizgiler ve renkler kendini acıya adamış bir dünyayı sergiler. Son eserlerinden biri olan Aile (1917), onu karısı ve oğlu ile birlikte gösterir: Bu üç çıplak insan figürü, pırıl pırıl bir insanlık durumunu yansıtabilecekken, açlıktan bir deri bir kemik kalmış ve çok geçmeden onları ölüme götürecek bir hastalığın belirtilerini taşıyan bedenlerle kaderine boyun eğmiş yüzlerle karşımıza çıkıyordu.

Dışavurumculuk ve Fransa

Fransız sanatının belirgin niteliği olarak kabul edilen ölçü ve denge, dışavurumculuğun fırtınalı aşırılıklarından öylesine uzak gibi görünür ki, bazen bir Fransız dışavurumculuğunun varlığından kuşku duyulabilmiştir. Ama bu, Paris okulundaki Doğu Avrupa kökenli ressamların katkılarını unutmak demek olur; bu ressamlar arasında yer alan Chaim Soutine (1893-1943) akımın en ünlü temsilcisidir. Öte yandan Georges Rouault’nun (1871-1958) sanatı en azından 19207ye kadar başkaldırı ve saldırganlığın izlerini taşır; bu tarihten sonraysa gitgide yatışacaktır. Rouauİt gülünç, saçma olduğunu bildiği bir insanlık komedisinin kahramanlarının portrelerini
yapar, palyaçoları, yargıçları, sarhoş ve fahişeleri acımasızca kari- Anne ve İki Çocuk Sqz’ katürleştirir. Yargıçlar (1908) adlı tablosu, insanın bu dünyada kur- 1917; Avusturya Gasr s ban veya cellat veya her ikisini birden olacağım düşünen bir ressam tarafından, acı bir alay ve acıma duygusuyla yapılmıştır.

Italyan ressamı Amedeo Modigliani’ye (1884-1920) gelince, bu sanatçı 1910?lu yıllarda Paris’te Montparnasse çevresinde önemli bir isim olarak kendini kabul ettirdi; upuzun, ölçüsüz boyunlu modellerindeki yılankavi çizgilerle, «ılımlı dışavurumculuk» olarak nitelendirilebilecek dokunaklı ama yumuşak bir dünya yarattı.

Heykel alanına bakıldığında, Fransa’da dışavurumculuğun, Kaçış (1940) adlı çalışmasıyla Jacques Lipchitz (1891-1973), Harap Edilmiş Şehir (1947-1953) adlı çalışmasıyla da Ossip Zadkine (1890-1967) gibi gecikmeli izleyicileri tarafından sürdürüldüğü görülür.
ASANSÖRCÜ ÇOCUK

Litvanya’daki bir gettoda 1893’te doğan ve Paris’te 1943’te ölen Chaım Soutine dışavurumcu resmin bilme-cemsi bir kişiliğidir. İki dünya savaşı arası dönemde Montpamasse’ta (Paris) sıkıntılı bir yaşam süren Soutine dokunaklı ve sert bir üslup yarattı.

Ressam bu tabloda hiç kimsenin yüzüne bakmadığı bu kişiye büyük bir acıma duygusuyla yaklaşmıştır. Çizgilerindeki karikatür havasına rağmen ona kendi tarzında bir saygı sunuyor gibidir. Karanlık fon üstünde parıldayan kırmızı üniforması, neredeyse eklemsiz bedenini daha belirginleştirir; figürün yüzü sefalet ve ü-züntüden deforme olmuştur. Başını tutuşundan dünyanın bütün umutsuzluğu okunur. Bol miktarda ve kalın tabakalar halinde sürülen boya, yukarıda anlatılan etkiyi vurgular ve lirik bir tuşla canlandırıldığı için daha yoğun bir anlatım değeri kazanır; bu çalışma biçiminde ressamın ruhu ve havası hissedilebilir. Yakından bakıldığında, tablo biraz alelacele yapılmış gibi görünse de, yapılmasında dikkati çeken coşkunluk ressamın izleyiciye, heyecanım tam olarak ve bütün şiddetiyle aktarmasını sağlamaktadır.

DIŞAVURUMCULUK
EDEBİYATTA DIŞAVURUMCULUK

Edebiyatta, «dışavurumculuk» terimi 1910-1920 yılları arasındaki Alman okulunu belirtir. Sözcülüğünü üçü de Berlin’de yayımlanan Die Aktion (1911), Hervvarth Walden’in yönettiği Der Sturm (1910) ve Cari von Ossietzky’nin yönettiği Die We!tbiihne (1918) dergilerinin yaptığı dışavurumculuk, değişik türlerin yanı sıra belli bir ölçüde, romanda da kendini gösterdi: Bu türün örnekleri arasında Rainer Maria Rilke’nin Malte Laurids Brigge ‘nin Notlan (Die Aufzeichnungen des Malte Laurids Brigge, 1910) ve Alfred Döb-lin’in Berlin Alexander Meydanı (Berlin Alexanderplatz, 1929) sayılabilir. Ama dışavurumculuk, asıl şiirde ve özellikle tiyatroda etki-

li oldu. Şiir alanında G. Trakl, G. Heym, E. Stadler, G. Benn, E. Las-ker-Schüler dışavurumcu şiirleriyle dikkati çekerken, tiyatroda da Fritz von Unruh’un «Bir Nesihi (Ein Geschlecht), Emst Toller’in «Kitle İnsamn (Masse-Mensch) ile «Hayda! Yaşıyoruz»u (Hoppla! Wir Leben) ve son olarak da Georg Kaiser’in «Mercan» (Die Koralle), «Gazi» (GasI) ve «CazII» (Gas II) üçlemesi (1917-1920), Max Reinhardt ve Piscator gibi tiyatro yönetmenlerinin çalışmalarına bağlı olarak dışavurumcu oyunlar arasında yer aldı.

Yeni bir insanlığın ortaya çıkışı

Sırasıyla şiddete ve ölüme karşı duyulan bir özlemin, mutlak bir kötümserliğin ve tam bir barışseverliğin canlandırıldığı bu hareketin merkezinde Birinci Dünya Savaşı’nın belirtileri ve sonuçları yer alır. Nietzsche, Freud ve Strindberg’in çömezleri olan Alman dışavurumcuları karşıtlık etkilerinden (görünüş-gerçeklik, gölge-ışık, trajik-komik, hayranlık-hor görme) yararlanarak kimi zaman yıkımın veya devrimin taşkınlığını kimi zaman da bozgunun ve başarısızlığın da hayal kırıcı yanını ifade ettiler. Dışavurumculuğun en etkileyici özelliklerinden biri de dünyayı değiştirmek için acı çekerek kurtulma fikri veya intihar ederek var olma fikridir. Bir bakıma Dostoyevski’den kaynaklanan bu anlayış, dışavurumcu sanatta sürekli olarak karşımıza çıkar.

Avrupa uygarlığının derin bunalımını, umutsuzluğa düşmüş bir şiddetle dile getiren bu Alman hareketi, kübizm ve fütürizm-le aynı zamana denk geldi ve dadacılık ile gerçeküstücülüğün (sürrealizm) habercisi oldu. Dışavurumculuğun başkaldırısı Nietzsche, Freud, Strindberg (Rüya Oyum, [Drömspelet], 1902), Verhaeren ve Whitman gibi yazarların eserleriyle yarattıkları büyük sarsıntının bir karşılığıydı: Çünkü bu eserlerin her biri insanlığa hizmet etme geleneğini destansı bir biçimde yeniden canlandırma yolunu dile getiriyordu. Bu arada, Rimbaud’nun edebiyat dünyasına bir göktaşı gibi inen eserinin önemi keşfedilmiş, fov-lar, en özgürce cinsel ilişkiler ve zenci sanatının canlılığı kendini kabul ettirmiş El Greco’nun tablolarıyla İssenheim sunak arkalığındaki Çarmıha Geriliş’te yeniden keşfedilmişti.

Dışavurumcu tiyatro

insanın insan karşısında patlamak zorunda olduğu bu tiyatro, aile sorununu yaratarak veya baba ile oğul arasındaki Freud’cu çatışma konusunu yeniden ele alarak bireyin köküne ulaşmaya çalışıyo-du. Bu tiyatro, monotonluğuna ve tumturaklı anlatımına rağmen çü-rümekte olan uygarlığı simgeleyen büyük ve abartılı görüntüleriyle dışavurumculuk hareketinin en zengin değilse de en canlı biçimidir. Georg Büchner (Woyzeck, 1836; 1879’da yayımlandı ve ilk kez 1913’te sahnelendi), Frank Wedekind («Baharın Uyanışı» [Frühlings Erwacher], 1891), August Strindberg («Şam Yolu» ffill Damaskus], 1898) bu alanda öncü oldular ve Walter Hasenclever («Oğul» [Der Sohn], 1916), Georg Kaiser (Bir Gün İçinde [Von Morgens bis Mitter-nachts], 1916), Fritz von Unruh’un («Bir Nesil» [Ein Geschlecht], 1918) yolunu açtılar.

Dışavurumcu şiir

Alman dışavurumcu şiirinin gerçek temsilcileri, yaşamları genç yaşta trajik bir biçimde son bulmuş, çılgınca düşüncelere sahip büyük şairlerdi. Bu şairlerin ölümüyle de dışavurumculuk topluluğu bir anda dağıldı: Heym boğuldu; Trakl (Krakow yakınları) Grodek Muharebesi’nden sonra intihar etti; Stadler, Macke ve Sorge, tıpkı dışavurumcu ressam Franz Marc gibi aynı muharebede öldüler. «Morg» (Morgue, 1912), «Ten» (Fleisch, 1917) gibi eserler yayımlanan askerî hekim Gottfried Benn, büyük bir Nietzsche hayranıydı. 1930’lu yıllarda bir ara nazizmin ve «siyaset estetiğinin etkisine kapılarak yeniden orduya katıldı.

Dışavurumcu şairlerin, şiirlerine koyduklan Kürtaj (Benn), Dünyanın Sonu (Jakob Van Hoddis), Savaş (Werfel), Kıyıdaki Kamp Ateşleri (Hasenclever), Şehirlerin Üstüne Çökmüş Felaket (Heym), Düş ve Zihnin Gecesi (Trakl), Elveda (Lasker-Schüler) gibi başlıklann her biri, Urschrei’in («îlk Çığlık») çevresinde dönen, saplantı haline gelmiş ko-
nuları saptamamızı sağlar: Batı’nın kokuşması; kelimelerin çok fazla kullanıldıkları için aşınması; korkunç bir dünya görüşünün ortaya çıkmasına neden olan ve bu arada dilsel anlatımı da etkileyen şehvet estetiği; savaş tanrısının ortaya çıkması ve bugün artık, cerahadi yaralarla kirlenmiş durumda bulunan doğaya duyulan özlem; ölümün ve insanın kökeninin sırn (bu sonuncu konunun yarattığı saplantı, uğursuz «ensest aşk»a [mahremiyle zina] dönüş fikrini belirler).

Dışavurumcu şair, dilin dengesinin bozulmasına ve dünyanın yok olup gitmesine karşılık ortaya, benzetmelerle yüklü olan ve içinde hem dilsel bir büyünün hem de gizemli görüntülerin oluşmasına yol açan imgeler atar: heyecanlar, çarmıha gerilmiş bedenleri çağrıştıran kavramlar, gerçeğe olduğu kadar doğaüstüye de tanıklık eden darmadağınık ve kendinden geçişin simgesi cümleler, «hata»yı belirleyen zamanın sarsıntıları hem «çığlığın» hem de «ilk olan»ın derinliğine yapılan dalışlardan başka bir şey değildir.

Öte yandan, bazı yazarlar, nasyonal sosyalist eğilimin karşısında, konu olarak emek dünyasını veya savaşın yarattığı üzücü olayları işleyen şiirler (Heinrich Lersch) ve toplumsal içerikli romanlar (Ernst Jünger’in «İşçi» [Der Arbeiter]) yazarlarken, Kafka, Brecht, Musil gibi başka yazarlar da karşılarına çıkan dışavurumculuğun bazı özelliklerine eserlerinde yer vermişlerdir.
ALFRED DÖBLİN

1878’de, Stettin’de doğan Alfred Döblin, bir hekim olmakla birlikte psikolojiden hiç hoşlanmazdı. Genç yaşta yazarlığa ilgi duydu ve 1910’da Der Sturm dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Devrimci sanat anlayışından («Kasım 1918» [November 1918], 1937-1942) mistik Katolikliğe uzanan bir evrim geçirdi ve 1956’da, ölümünden bir yıl önce çıkan «Hamlet veya Uzun Gecenin Sonu»nda (Hamlet oder die Lange Nacht nimmt Ein Ende) bu evrimin bir muhasebesini yaptı. Yazdığı tarihî anlatılarında («Wang-Lun’un Üç Sıçrayışı»[ Die drei Sprünge des Wang-Lun], 1915; «Wallenstein», 1920), masalsı anlatılarında «Mavi Kaplan» (Der Blaue Tiger) ve şiirlerinde («Manas», 1927) büyük kitleleri ve tarihteki toplum hareketlerini canlandırdı. En büyük eseri sayılan (Berlin Alexander Alanı [Berlin Alexanderplatz], 1929) adlı romanında, dışavurumculuğa özgü bir tema olan labirent biçiminde her yana yayılan şehir konusunu işlerken hem değişik tür, olay ve üslubu iç içe kullandı, hem de bilinç akımı, kolaj ve iç monolog tekniklerine başvurdu.
GEORG TRAKL

1887’de Salzburg’da doğan Georg Trakl7ın yaşamı uyuşturucu kullanmanın yarattığı sanrılan, kız kardeşleriyle kurduğu «ensest» ilişki ve intihar tutkusuyla lanetli şair tanımının aynası gibidir. Sonbahar, kız kardeş, yalnızlık ve ölüm konularını işleyen şiirlerinin büyük bir bölümünü çok kısa sürede yazdı. Az kelimeyle çok şey ifade etmeye dayalı bir üslupla ve son derece yoğun bir anlatımla kaleme alınmış olan bu şiirler çok eski ve cehennemi bir gizem atmosferi yaratır. 1912-1914 yılları arasında, Avusturya’da çıkan Der Brenner dergisinde çalışan Trakl, Kari Kraus, ressam Kokoschka ve kadın şair Else Lasker-Schüler’le de dostluk kurdu. Ritimlerle imgelerin kaynaştığı, yeni bir şiir dilinin yaratıcısı olan, karanlık ve korkunç bir dünya görüşünü de kafasından hiç çıkarmayan Trakl, Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında gönderildiği Rus cephelerindeki ölümler nedeniyle intihar etmeyi de denedi. 3 kasım 1914’te Krakov/da tam da «Sebastian Hayal Âleminde» (Sebastian im Traum) yayımlanacağı bir sırada aşırı miktarda kokainden öldü.
DIŞAVURUMC.

MÜZİK
Dışavur*.™!-tunu 2e~-cr

du. Aır.z-Z ir*;.: iter <U:.r tıldi ve ¥ar..ır.

niH.Sc ETT_

çahşn A.-r_! .
Aihan r
nun
ğı «:■ A delene _r. n=: nerek tasar..;:: rumdajc I…..
«Lutu»danbirs£*~e Tiyatrosu, 1983 Engel;«Lulu» rofizZ c.« AnneAlvaro.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir