DOĞU LATİN Devletleri
DOĞU LATİN devletleri, Yakındoğu’da haçlılar tarafından kurulmuş devletlerin bü¬tününe verilen ad.
• Tarih ve kurumlar. Birinci Haçlı seferi sonunda haçlılar, her biri birer latin dev¬letinin çekirdeğini teşkil eden bellibaşlı şe¬hirlerde (Edessa’da [Ürfa, 1097], Antakya’da
[1908] , Kudüs’te [1099] ve daha sonraları Trablus’da [1109]) yerleşmişlerdi. Bu bölge¬lerde emirlerindeki askerî birliklerle baron¬lar bulunuyordu. Batıdan önce şövalyeler gelerek yeni devletlerin ordularını kurdular; sonra kendilerine toprak verilen göçmen¬ler şehir ve kasabalara, hıristiyan hacılar¬sa kutsal topraklara ve limanlara yerleşti¬rildiler. Bu latin unsurları, diğer «diller»in üstüne geldiler: müslüman aristokrasisiy¬le zengin müslüman burjuvazisinin malla¬rı ellerinden alındı; bazı şüpheli ermeni senyörleri de bertaraf edildi. Bu istisnalar dışında halkın çeşitli sınıfları daha önceki statülerini ve kurumlarını, yeni latin sen- yörlükleri çerçevesi içinde, muhafaza et¬tiler.
Halkın dinî statüsünde de değişiklik yapıl¬madı. Müslümanlara din hürriyeti tanındı, din değiştirmeleri için herhangi bir bas¬kıya başvurulmadı. Nitekim müslümanla¬rı hedef alan hıristiyan propagandasının ve kiliselerin birleşmesi için yapılan görüş¬melerin yaygınlaşması XIII. yy.a rastlar.
1109’dan itibaren Kudüs krallığı, Latin Dev¬letler birliği içinde hâkim duruma geldi: Kudüs kralları prenslik ve iki kontluğun iş¬lerine (özellikle bunları müslümanlara kar¬şı korumak için) sık sık müdahale ettiler. Feodal düzen yürürlükte olduğundan dev¬lette krala, prense veya kontlara bağ¬lı olan ve senyörlüklere sahip baronlar vardı. Şövalyelere ise, baronlara hizmet e¬debilmeleri için //«/Ter verilmişti. Kudüs kralı Amalricus I, 1163’e doğru, bütün şövalyeleri doğrudan doğruya krala bağ¬layan bir emirname çıkardı. XIII. yy.da derebeylik hukuku birçok derlemeye konu oldu: Livreau Roi (Kralın Kitabı); Livre de Philippe de Navare (Navarra’lı Filippo’- nun Kitabı); Livre de Jean d’i belin (Jean d’ibelin’in Kitabı); Assises de la Cour aux Bourgeois (Burjuva Saray Yasaları Külli¬yatı); bunların tümü Kudüs Yasaları Külli¬yatım meydana getirdi. Bu yasalar külliyatı fief’lere ve fief halkına yüksek mahkeme tarafından uygulanırdı; öteki davalara vi¬kontların başkanlığındaki burjuva mahke-meleri, ticaret ve deniz işlerine de ticaret ve denizcilik mahkemeleri bakardı. Bundan başka Kilikya Ermeni krallığınca benimse¬nen Antakya Yasaları Külliyatı da vardı. Bu külliyat baronlara, birçok kere, şehirleri komün düzenini benimsemeğe zorlayarak
Selçukiler
Kofiya oKÜÇÜK ^
ERMENİSTAN KRALUftj |l
v^s
Lefkoşe
KIBRIS .
KRAIL. – Trablus ‘
192-1489 Beyrut
Sayda
Tir
/. Şövalyelerin şatosu
2. Moah şatosu
3. Montreal satosu
j p—] 1099’dan 1187’ye kadar Kudüs
1 1 I krallığı faza mî alanı >>
?
DOĞU LATİN devletleri
(XII. yy. – XIII. yy. başı)
Yata barışından (1229) sonra Kudüs krallığı
Hıristiyanların 1291 ‘de kaybettik¬leri son topraklar- Q . 200 krr Piskoposluk merkezleri ‘ ‘
(Akkâ komünü, 1232; Tralus komünü, 1288), krallık, prenslik veya kontluk iktidarına meydan okuma imkânını sağladı.
Latin kilisesi, geleneksel düzene uymağa ça-lışılarak kurulmuştu; fakat Kudüs patrikliği, Antakya patrikliğine ait bir araziyi işgal e¬dince (Sur başpiskoposluğu) papalık, tem¬silciler yollayarak duruma müdahale zorun¬da kaldı. Rahipler meclisi tarafından yö¬netilen büyük kutsal yerler (Kutsal tapı¬nak), Haçlı seferlerine başlangıç olan hac ziyaretlerine yol açtı. Hacılara iki ayrı tari¬kat mensubu hizmet ederdi. Hac yolcula¬rının bakımıyle uğraşan Hospitaliye’ler ve tehlikeli yollarda onlara refakat eden Tamp- liye’ ler. Bu tarikatların ikisi de askerî bir nitelik kazanarak çabucak birer siyasî güç durumuna geldiler; ruhban sınıfına bağlı olmadıkları için, kilise ile araları a¬çıldı. Kıyı kentlerinin işgali sırasında, ab¬luka için deniz kuvvetlerini tahsis eden si¬teler (özellikle İtalyan siteleri) bu kentlerde tüccar eşyasını muhafaza için yapılan büyük depolar ve dükkânlar sayesinde ticaretlerini geliştirdiler. XIII. yy.da, Ceneviz veya Pisa konsülleriyle Venedikli balyozlar bölge yöne- cilerine karşı tam bir bağımsızlık kazana¬rak kendi aralarında sık sık çarpışıp dur-dular. Bu ticaret yerlerinin aracılığıyle Batı ve Doğu arasında geniş bir alışveriş (fla¬man ve İtalyan kumaşları; Musul ve Şam yoluyle gelen baharat; ipekliler ve pamuklu¬lar v.b.) başladı. Hacıları getiren gemiler, İstanbul ve Mısır’a kadar uzanan ticaretin çabucak Suriye, Lübnan ve Filistin kıyıla¬rına doğru yön değiştirmesine sebep oldu; Akkâ 1291’de tahribine kadar milletlerarası büyük alışveriş merkezlerinden biri haline geldi.
Suriye kıyılarındaki devlet teşkilâtı, Kıb¬rıs’ın Aslan Yürekli Richard tarafından zaptedilmesinden (1189) sonra kurulan Kıb¬rıs kıratlığına örnek oldu. Kudüs Yasalar Külliyatı, adamlarının kral Petrus I’e kar¬şı isyan etmeleri sonunda (1369) Kıbrıs’¬ta kanun niteliği kazandı. Suriye’de olduğu gibi Kıbrıs’ta da senyörlük düzeni vardı; fa¬kat gerçekte bu düzen çok kesin olan bizans sistemi örnek alınarak kurulmuştu: çok a¬ğır ödemeler ve angaryalar altmda inleyen serf’ler (veya parek’ler), XV. yy. dan sonra, vergi borçlarından kurtularak azat edildiler. Ancak Lefkoşe’deki vikont mahkemesinde yargılanabilen^ ve Lefkoşe’ye sığınmış olan Latin ve Suriyelilere göre daha az imtiyazlı olan yunanlı şehir burjuvaları ise bu çağ¬da hürriyetlerini kazandılar. Yunanlı ra¬hiplerin latin rahiplere bağlanmaları, Ku- düs’tekinden daha ciddî problemler doğur¬du; papa Alexander IV’ün bir bulla’sı ile her latin piskoposa yardımcı olarak yu¬nanlı bir piskopos verildi; yunan kilisesi pa-pazları da bu piskoposa bağlandı (şehirler dışında pek az latin cemaat vardı). Papaların Mısır sultanına bağlı ülkelerin ablukaya alınmasını istemeleri üzerine, As¬ya kıyılarındaki limanların oynadığ tica¬rî role Kıbrıs, büyük ölçüde mirasçı oldu. Ceneviz ve Venedik kolonilerinin merke¬zi olan Magosa’ya yanaşan ticaret filoları, buradan Hindistan, Çin ve Türkistan’dan gelen malları yüklüyorlardı. Bu ticarî ro¬lüne ve görülmemiş ölçüde bir refah sevi¬yesine rağmen Magosa, Layas’ın ve Kilikya ermeni kıratlığının yayılmasına engel ola-madı. Üstelik Magosa da Cenevizlilerin eli¬ne geçti (1373).
Doğu ülkeleri müesseseleri ve özellikle Ku¬düs Yasaları Külliyatı, 1204’ten sonra Bi¬zans imparatorluğunda kurulmuş olan dev¬letlerdeki müesseselere ve özellikle Akhaia prensliği müesseselerine örnek oldu. Bu mü¬esseseler 1325’e doğru Romen Yasalar Kül¬liyatı halinde kanunlaştırıldı.
Doğu devletlerinde güçlü bir düşünce haya¬tı gelişti; büyük hukukçularla birlikte, ta¬rihçi Sur’lu Guillaume ve şair Navarra’lı Filippo, bu gelişmelerin başlıca temsilcileri oldu. Doğulu yazarlardan tercümeler yapıl¬dı; Latinler Arapça ve Grekçe öğrendi.
• Güzel sanatlar. Latin Suriyesi mimarîsi, Burgogne etkileriyle birlikte, büyük ölçüde Fransa’nın güney bölgelerinin kiliselerini ör-nek aldı. Latinler, Kudüs’teki Kutsal tapı¬naktaki Constantinus üslûbunda rotondu, büyük bir absid haline getirdiler; karşı ta¬rafına gelen yere de fransız üslûbunda bir yerleştirme ile bir başkasını inşa ettiler. Tablaları hariç, ana kapısı Poitou okulunu
andırır; bu tablalar Provence ile Chartres’- dan örnek alınmış oymalı atkılar üzerine o-turtulmuştur. öteki suriye-latin kiliseleri da¬ha öncekilere benzetilerek yapılmıştır: Tor- tosa’da Notre-Dame, Beyrut’taki Aziz Yu- hanna kiliseleri gibi. •
Kıbrıs’ta ise, mimarlığın gelişmesi dört de¬vir gösterdi. İlk devir başlangıçtan 1250’ye kadar uzanır: 1209’dan itibaren, Paris Notre- Dame’ınkini andıran bir plana göre yapıl¬mış olan Lefkoşe’deki Hagia Sophia kated¬rali; Magosa’da Sainte-Chapelle boyutların¬da inşa edilmiş Saint-Georges des Latine kilisesi (XIII. yy. sonu) gibi, ikinci devir (1250-1350) Fransa’daki Champagne’ın etki- sindedir: 1308’den itibaren yapılmağa başla¬yan Magosa’daki Saint-Nicolas kilisesi. ܬçüncü devir (XIV. yy. sonu) Fransa’nın güney bölgesi etkisindedir; dışı, Avignon’- daki Papalar sarayını andıran, Lapais’deki Prémontré manastırı gibi. Dördüncü devir (XV. yy.) ise, Katalonya ve Kuzey İtalyan mimarîsinden yararlandı (Lefkoşe Kral sa¬rayı). Latin askerî mimarîsi örnekleri ola¬rak Suriye ve Kıbrıs’ta ünlü şatolar göste¬rilebilir. Bizans Coştum’larınmki gibi kö¬şeleri kuleli ova şatolarıyle, fransız şato¬larından örnek alınarak yapılmış arka ar¬kaya iki surlu dağ şatoları. Birinci kate¬goride Tortosa şatosu, Moab krak’ı (Suri- ye-Filistin), Magosa’daki Cérines şatosu ve Trablus şatosu vardır, ikinci kategoriye ise Margat şatosu, Şövalyeler krak’ı (Suriye-Fi- listin), Saint Hilarion veya Aşk tanrısı, Can¬tara ve Buffavent (Kıbrıs) şatoları girer. (l)
DOĞUM i. (doğmak’tan doğ-u-m). Dünya¬ya gelme, doğmak eylemi. (Bk. ANSİKL. Tıp bölümü): Doğum ile ölüm arasında¬ki yolu acılarla da, zevklerle de zengin¬leştiren hep sevgi (N. Ataç). || Bir kim-senin doğduğu yıl: Doğumu 1934. || Doğum güçlükleri, doğum sırasında ortaya çıkan bütün güçlükleri ifade eden genel terim. (Bk. ANSİKL. Tıp bölümü.) || Doğum sancısı, doğum yaparken duyulan sancı; —Mec. Bir iş, bir eser meydana getirirken duyulan sıkın¬tı, çekilen güçlük. || Doğum sonrası, doğum ile annenin tamamen iyileşmesi ve organların eski haline dönmesi arasında geçen zaman.
|| Doğum yapmak, yavru dünyaya getir¬mek. || Doğumun ardından gelen devreler, doğum sonrası kanamalar. || Ağrısız doğum. (Bk. ANSİKL. Tıp bölümü.)
— Adlî tıp. Bk. ANSİKL.
— Astroloji. Bir kimsenin dünyaya geldiği anda gökyüzünün hali ve yıldızların duru¬mu.
— Huk. Bk. ANSİKL.
— ikonogr. Bk. DOĞUŞ.
— Nüf. Doğum fazlası, tüketim maddeleri artış oranını aşan doğum yüzdesi. || Do¬ğum kontrolü. (Bk. ANSİKL.) || Doğum ora¬nı, bir toplumda, belli bir sürede meydana gelen doğum toplamının, genel veya orta¬lama nüfusa oranı. (Bk. ANSİKL. Tıp bölü¬mü). || Doğum oranı toplamı, diri ve ölü doğumlar toplamının nüfusa oranı. || Do¬ğumu teşvik. (Bk. ANSİKL.) || Canlı doğum, yaşayan çocuk doğumu. (Zt. ÖLÜ doğum.)
|| Diri (efektif) doğum oranı, yalnız canh doğumları gözönüne alan oran. || EvliliK dışı (gayrı meşru) doğum, evli olmayan ka¬dının dünyaya çocuk getirmesi. || Evlilik dışı doğum oranı, evli olmayan anadan do¬ğan ve babası tarafından tanınmayan ço¬cuk sayısının ortalama nüfusa oranı. || Meşru doğum, evlilik sonucu olan doğum.
II ölü doğum oranı, ölü doğumlar sayısı- – nın nüfusa oranı. || özgül (sarih) doğum (veya doğurganlık) oranı veya velûdiyet em¬sali, diri doğumların doğum yapabilecek durumdaki kadınlar sayısına oranı.
— Tar. Bk. ANSİKL.
— Vet. Bk. ANSİKL.
— ANSİKL. Tıp. Doğum, gebelik ürününün yaşabilir duruma gelince eklentileriyle bir¬likte normal yollarla dışarıya atılması veya çıkarılmasıdır. Doğum normal olarak ge¬beliğin 270. gününe doğru olur. 180. ile 260. günler arasında olana erken doğum, 285. günden sonra olana geç doğum denir. Do¬ğum herhangi bir ebeliğe ihtiyaç gösterme¬den olursa buna kendi kendine veya normal doğum, bundan başka bütün doğumlara suni doğum denir. Doğumun birbiri arkasına ge-
len iki evresi vardır: asıl doğum ve kurtul¬ma. Yavrunun doğumu sırasında iki dev¬re göze çarpar: genişleme devresi denilen birinci devrede başlıca ve tek rolü dölya¬tağı kasılmaları oynar. Bu kasılmaların et¬kisi altında önce dölyatağı boynu kaybo¬lur; gebelik süresince boyun kısmını dol¬duran ve kanlı balgama benzeyen sümük- sü tıkaç bu sırada dışarı atılır. Bundan sonra dölyatağının kasılma hareketiyle boyun genişlemeğe, açılmağa başlar. Fakat genişlemenin yeterli olabilmesi için yumur¬tanın alt ucu, yani su kesesi veya su kese¬sinin delinmesinden sonra dölütün önde ge-len kısmı dölyatağı kasılmalarına yardım eder. Açılma tamamlanınca, su kesesi o zamana kadar delinmemişse delinir ve dölü¬tün önde gelen kısmı leğen boşluğunda ka¬sık tabanına kadar iner. Atma devresi de¬nilen ikinci devrede, dölyatağının kasılma¬ları ve kadının isteyerek yaptığı itici hareket¬lerle, yani karın kaslarını kasmasıyle dölüt cinsiyet organlarının dışına doğru itilir. Kurtulma, dölüt eklentilerinin (etene ve
– zarlar) dışarı atılması demektir. Dölütün leğen çukuruna önce inen uCuna, dölütün önde gelen kısmı denir. Baş önde gelirse do¬ğuma baştan gelme, kıç önde gelirse ma¬kattan gelme sıfatı verilir. Günümüzde gü¬venlik bakımından, doğum ameliyathanesi olan kliniklerde yapılmazdır. Buna sebep, birçok güç doğumda ananın ve çocuğun yararına en uygun ameliyatın sezaryen ame¬liyatı olmasıdır. Doğum, doğumla ilgili her çeşit ameliyatın yapılabilmesine elverişli yükseklikte, sert bir yatakta yapılmalı, asep¬si tedbirleri çok sıkı olmalıdır.
• Ağrısız doğum. Ağrısız doğum metotla¬rı ikiye ayrılabilir:
1. İngiliz metodu. Read’ın öncülük ettiği bu metodun amacı doğum sırasında bedenî kontrolü elde bulundurmaktır. Bu kontrol gebeliğin başlangıcından İtibaren yapılan beden eğitimiyle ve doğum sırasında tam bir gevşeme, yani kendini bırakma ile elde edi¬lir.
2. Psikoprofilaktik doğum veya rus metodu. Bunda, beden kontrolü, gebe kadında, do¬ğumun her evresine uygun bir dizi şartlı ref¬leksler (Pavlov) meydana getiren bir antren-
• manla elde edilir. Bu iki metot kadına en az ağrı duyusu ile ve olabildiği kadar nor¬mal bir doğum yaptırmağa çalışmaktadır.
• Çocuğun bakımı. Çocuk doğduğu zaman göbek bağı atımları dursun diye önce bir¬kaç saniye beklenir, sonra göbeği bağlanır. Serbestçe soluk alabilmesi, üşümemesi ve ye¬teri kadar oksijen elde edebilmesi için üst solunum yollarının derhal açılmasına dikkat edilir, ilk bağırma, ilk ses geciktiği zaman zorlama hareketlerden çekinmelidir. İltihap¬lanmayı önlemek için göze damla damlatı¬lır, göbek bağına asepsili pansuman yapılır.
• Doğum çeşitli adlî tıp problemlerine ko¬nu olur. Bir miras meselesi yüzünden oldu¬ğu gibi, namus ve şeref meselesi yüzünden gizlenebilir de. Bir kadının doğum yapıp yapmadığını yalnız başına kesin olarak is¬patlayan hiç bir belirti yoktur; fakat bir¬çok belirti biraraya gelirse doğumun ol¬duğu kesin denecek kadar yakın bir ihtimal¬le söylenebilir.
• Doğum güçlükleri iki kısma ayrılır:
1. Anaya ilişkin güçlükler: leğen kemiğinde¬ki şekil bozuklukları; dölyatağı kasılmalarıy- le ilgili dinamik güçlükler; dölyatağı boy¬nunun genişlemesindeki anormalliğe bağlı güçlükler; gerek doğuştan kusurlu olıııa, ge¬rekse cerrahî müdahale dolayısıyle yumu¬şak kısımlarda beliren güçlükler; dölyolu- nu tıkayan ur şeklindeki güçlükler.
2. Dölüt ve eklentilerine ilişkin güçlükler: Dölyatağının boyun kısmının etene ile tı-kanması, dölütün kısmen veya tamamen çok iri olması, eklentilerin sarkması, döl¬yatağı boşluğunda birkaç dölütün birden bulunması, göbek bağının kısa oluşu veya önce gelmesi.
— Nüf. Doğum kontrolü. Bazen doğum¬ların sınırlandırılması, bazen de, istemeye¬rek gebe kalmanın önlenmesi üzerinde du¬rulmuştur. Bu iki tedbirin uygulanması, nü¬fus planlamasına bağlıdır ve gebeliği önle¬yici metotların gelişmesiyle yakından ilgi¬lidir. Gebeliği önlemek için eski çağlardan beri birçok çareye başvurulur. Fakat, son
zamanlara kadar bu usullerin yaygın bir uy-gulama alanı yoktu. Malthus, 1798’de, cin¬sel perhizi çare diye göstererek doğum kont¬rolü meselesini ortaya attı. Yeni Malt- hus’çular (Francis Place, Charles L. Knowl- ton, George Drysdale, son zamanlarda da amerikalı Margaret Sanger), daha da ileri giderek, gebeliği önleyici her türlü tedbiri ahlak bakımından geçerli saydılar, ilk do¬ğum kontrolü kliniği 1878 yılında Amster- dam’da açıldı. Yeni Malthus’çuluk hare¬keti, özellikle anglosakson ve İskandinav memleketlerinde tutundu; buna karşılık, di¬nî bağnazlığın ağır bastığı ülkelerde büyük direnmelerle karşılaştı (özellikle katolik ülkelerde). Son on yıldan beri Yeni Malt¬hus’çuluk çok gelişti; doğum kontroluna artık sadece nüfus artışını dizginlemek için değil, doğumu nitelik bakımından da ıslah etmek için başvuruluyor: maksat, ka¬dınları kısırlaştırmaktan çok, her ananın mümkün en iyi şartlar altında doğum yap¬masını sağlamaktır.
Türkiye’de doğum kontrolü Sağlık ve Sosyal Yardım bakanlığınca yürütülür (557 sayılı kn. md. 2/1). Bakanlık, kuracağı bir teşki¬lât ile doğum kontrolü için gerekli ilâç ve araçları muhtaç olanlara ücretsiz veya u¬cuz olarak sağlar (md. 2/2).
Bu kontrolü yürütecek olan Nüfus Planla¬ması Genel müdürlüğünün bütçesi 30 milyon lirayı aşmaktadır; bugüne kadar yaklş. ol. 130 000 kadının, önleyici araç veya ilâç kul¬lanarak doğum kontroluna fiilen katıldıkları istatistiklerden anlaşılmaktadır.
• Doğum kontrolündü gebeliği önleyici ted-birler. Gebeliği önleyici nitelikte devirli im- saka dayanan iki usul vardır: kadınlarda ay- başının başlangıcını bulmaya dayanan Kna¬us ve Ogino usulü ile makattan alınan vücut ısısı eğrisini gözlemeye dayanan ısı tespit usulü. Her iki usul de, kadının döl¬lenme devresinde onunla temastan kaçınma¬yı gerektirir.
Prezervatifler, spermatozoitlerin dölyatağı boşluğuna inmesini önler. Erkek prezervati¬fi en yaygın araçlardan biridir. Bu türlü prezervatif zührevî hastalıklarla savaş aracı kabul edildiği için serbestçe satılmasına izin verilmektedir. XIX. yy.ın sonunda Alman¬ya’da yapılan kadın prezervatifleri ise iki çeşittir: boyunlu kılıf ve tıkaç (veya perde). Bu sonuncusu Amerika’da pek yaygındır. Bu kadın prezervatifleri, yerel olarak uygu¬lanan sperma öldürücü müstahzarlarla (po¬matlar) birlikte kullanılır.
Dölyatağı içine konan doğum önleyici ay¬gıtlar, polietilen ipliklerinden yapılmış hele¬zon veya dirsek biçiminde aygıtlardır; es¬nek oldukları için genişletmeden dölyatağı- na girer. Bunun etkisi de henüz iyice belli değildir. Bunun yumurtayı normal yolundan saptıracağı ve döllenmiş yumurtanın tutu¬nup gelişmesine engel olacağı düşünülmüş¬tür. Birçok hekimler yabancı bir cismin u¬zun süre kalacak şekilde dölyatağına kon¬ması konusunda kararsızdır.
Ağızdan alman doğumu önleyici haplar, bütün eşeysel hormonların, bazı şartlar al¬tında, yumurtalığın çalışmasını kısıtlayaca¬ğı ve yumurta oluşumunu önleyeceği ilkesi¬ne dayanır. 1954’te, gebeliği önleyici ilâçla¬rın sentez yoluyle yapılması, doğumu önle¬me konusunda yeni bir çağ açtı. Doğumu önleyici çeşitli ilâçların ağız yoluyle alınma¬sı sonucunda beliren yan etkiler itirazlara yol açtı ama bu yan etkilerin sebeplerinin hayli karmaşık olduğunu belirtmek gerekir. Bu etkiler aslında sindirim ve dolaşımla il¬gilidir. Durum iyice aydınlanıncaya kadar, bu usul sınırlı olarak kullanılmalı, tıbbî, sosyal veya İktisadî zorunlu sebeplerle ge¬beliğin geçici bir süre için durdurulması hallerinde uygulanmalıdır.
Bu usullerden şunun veya bunıfn seçimi, yaş, sağlık, yaşama şartları ve sıkı bir di¬sipline katlanabilme gibi durumlar gözö- nünde bulundurularak yapılmalıdır. Aile planlama merkezleri bu seçimde ilgililere yardım etmeğe çalışır. Doğumu önleme, psi¬kolojik, ahlâkî, dinî ve hukukî birçok prob¬lem doğurur.
• Doğum oranı. Herhangi bir sınırlandır¬ma bulunmadığı zaman doğum oranı, do¬ğurma yeteneğiyle ilgili şartlara bağlıdır. Doğum oranı bakımından ülkeler arasında¬ki farklar biyolojik, sosyal ve kültürel et¬
429
doğum
menlerin tümüyle açıklanabilir. Genç kadın-larda kısırlık oranı, toplumlara göre pek az değişiklik gösterir. Çeşitli ülkelerde, ta eski¬den beri, evliliğin erken başlayıp uzun sür¬düğü hallerde, çocuksuz kalan çift miktarı¬nın yüzde 5’i aştığı pek nadir görülmüştür. Yaş ilerledikçe kısırlığın artış oranını tespit ise pek kolay değildir. Doğum oranlarındaki farklılığın sebeplerinden biri, toplumlara gö¬re çok değişik olmakla beraber, doğumlar arasındaki ortalama zaman aralığıdır. Döl¬lenmeye elverişlilik farklarının doğumda rolü olup olmadığı bilinmiyor. Buna karşı¬lık, her doğumdan sonra az çok uzun bir süre devam eden süt vermenin bir kısırlık devresi yarattığı muhakkaktır: bu devre biz¬zat süt vermenin bir sonucu olduğu gibi cin¬sî, temas yasaklarından da doğar.
Toplumların çoğunda evlilik dışı doğumla¬rın sayısı, bütün doğumlara göre pek azdır. Demek ki doğurma konusunda hâkim rol oynayan etmen evlenme oranıdır. Evlenme oranları ise ülkelere göre değişir; genel o¬larak evlenmeler geri kalmış ülkelerde, batı Avrupa’daki sanayi ülkelerine göre hem çok erken, hem de çok fazladır.
Açığın, protein eksikliğine yol açarak fcin- sî içgüdüyü kamçıladığı ve dolayısıyle ge¬beliği kolaylaştırdığı ve doğum oranını yük¬selttiği hakkındaki iddialar, bugüne kadar hiçbir bilimsel çalışma ile doğrulanmamış¬tır. Hattâ inkârı kabul olmayan bazı göz¬lemler bu teorinin yanlışlığını göstermekte¬dir. Bu çeşitli etmenlerin doğum oranı üze¬rindeki etkisi şöylece özetlenebilir: az ge¬lişmiş ülkelerin çoğunda doğum oranı yük¬sektir; bazen binde 50’yi bulur, hattâ aşar (Kostarika, Guatemala, İran, Mısır); Ku¬zey Afrika müslümanlarmda, Hindistan’da, Meksika’da ve doğumun sınırlandırılmadığı bütün ülkelerde binde 45 kadardır. Avrupa ülkelerinde doğumlar kendiliğinden sınırlan¬madan önce pek seyrek olarak binde 40’ı bulurdu. XIX. yy.ın ikinci yarısından beri Batı Avrupa ülkelerinin çoğunda, deniza¬şırı anglosakson ülkelerinde doğum oranın¬daki düşüklük hemen hemen süreklidir. Son zamanlarda Fransa’da doğum oranı binde 15,7’dir; son zamanlarda İngiltere’¬de binde 15’e, İsveç’te binde 14,4’e düş¬müştür.
Bugünkü duruma gelince^ az gelişmiş ülkeler¬de doğumu önleme propagandasına karşı di¬renme vardır. Fakat Japonya’da çocuk aldır¬maya resmen izin verilerek sınırlandırma¬nın teşvik edilmesinden sonra (1948), 1957’- de 1 570 000 canlı doğuma karşılık 1 200 000 çocuk aldırma olayı kaydedilmiştir; doğum oranı ise 1947’de binde 34,3 iken 1952’de binde 23,5’e, 1959’da binde 17,5’e düşmüş¬tür. ikinci Dünya savaşı sonundan beri ba¬zı batı ülkelerinde ise doğum oranında sü¬rekli artış görülmektedir. (A.B.D., Fransa). Türkiye’de gerçek doğum istatistikleri yok¬tur. Zira doğumların büyük kısmı, gerekli