Genel

‘Dreileben’ ve ‘Berlin Okulu’

Kerem Akça, New York Film Festivali’nde izlediği Dreileben üçlemesini değerlendirdi

“Rashomon”un sinemaya getirdiği bir olaya-cinayete farklı bakış açılarından odaklanmayı öne çıkaran film modelinin üç film üzerinden canlandırılmış hali. ‘Dreileben’ üçlemesi, 1990’ların sonunda el kamerası, gerçeklik ve doğaçlama metotlarıyla dünya sinemasının çehresini değiştiren ‘Dogma Akımı’nın Almanya şubesi olmaya çabalayan ‘Berlin Okulu’nun son vukuatı. Daha çok Kieslowski’nin üç renk üçlemesinin yolundan ilerleyen 270 dakikalık bir seri katil filmi olarak anılabilir. Ama ne yazık ki ilk gösterimi şubatta Berlin Film Festivali’nde gerçekleştirilen projede yapıldığı iddia edilen denemeler ve yenilikler belli bir ideoloji salgılasa da sadece TV piyasasında iz bırakabilecek düzeyde. Uzun lafın kısası ‘Dreileben’, festivalleri dolaşmak için allanıp pullanan bir ‘entelektüel pazar ürünü’ olarak anılabilir. Üçlemeyi 49. New York Film Festivali’nde izledim.<br /> <br />  <br /> <br /> Berlin Okulu adıyla yola çıkıp Frankfurt Okulu’na gönderme yapmayı amaç edinen bir ekol. 1990’ların sonunda Dogma ile paralel olarak devreye giren bu tanım, genç Alman sinemasının bir bütün altında dünyayla yarışma algısını ortaya koyuyor. Burada ise o algıya mensup üç yönetmen, bir seri katil hikayesini farklı karakterlerin bakış açısından toplamı 270 dakikayı bulan bir deneye dönüştürmüş. Bu durum ışığında da ekolün farklı dönemlerini temsil eden Christian Petzold, Dominik Graff ve Christophe Hochhausler “Rashomon”un (1950) sinemaya getirdiği kalıpları yeniden inşa etmeyi hedeflemişler.<br /> <br />  <br /> <br /> Üç farklı tür ve üç farklı estetik<br /> <br />  <br /> <br /> ‘Beats Being Dead’ (‘Etwas Besseres als den Tod’), ‘Don’t Follow me Around’ (‘Komm mir nicht nach’), ‘One Minute of Darkness’ (‘Eine Minute Dunkel’) isimli filmlerin birincisinin ‘ilişki filmi’, ikincisinin ‘aile dramı’, üçüncüsünün ‘seri katil filmi’ gibi türlere ayrıldığı görülebiliyor. Bu çerçeveden bakınca ‘belli bir konu ve mekandan farklı formüller-türler-alt türler çıkartma’ anlayışına şapka çıkarabiliriz. Ancak işin aslı böyle değil maalesef. 1.78:1 oranında çekilen filmlerin tamamı aslında TV dekupajı ile düzenlenmiş. Bu noktada festival festival dolaşırken Alman ARD televizyonu için üretilmiş olmaları sorgulanmalı aslında.<br /> <br />  <br /> <br /> Tamam belli bir ayrım yapılmış kabul edelim. Petzold, dingin-uzun planlar, az müzik ve gri tonlu hareket edip Alman sinemasının geleneğini benimsemiş. Graff’ın filmini 16 mm ile çekip pembe dizisel bir grenli yön belirlemesi dikkat çekici. Hochhausler’in ise seri katil ile onun peşindeki polisin psikolojisine odaklanan daha gerçeküstücü, sıçramalı kurgulu ve tempolu bir yapıyı ‘gri’ tona uydurduğu görülebiliyor.<br /> <br />  <br /> <br /> Esas sorun seri katil yaratma noktasında başlamış<br /> <br />  <br /> <br /> Bu açıdan hafif bir özen sezebiliyoruz filmleri izlerken. Ancak eserlerin isimlerine bakınca ‘kör kör parmağım gözüne’ halleri de bir şeyleri bozuyor gibi. ‘Dreileben’ üçlemesi özünde bir Alman kasabasında yaşayan bireylerin ormanda öldürülen kurbanlarla beraber içine düştükleri açmazı ele alıyor. Hemşiresi, otel görevlisi, polisi, katili farketmeden gerçek anlamda insan ruhunun bir analizini sunuyor.<br /> <br />  <br /> <br /> Üçlemenin asıl zaafı ise altını çok fazla doldurmadan bir anda hastanede birini rahatsız ettikten sonra ormana yerleşen bir seri katil yaratması sanki. Zaten bu projenin üç karakterin bakış açısından akarken benimsediği numaraları hedefine ulaştıramamasında seri katil filmi motiflerine hakim olamaması yatıyor. ‘Dreileben’in birinci ayağının sonunda gözüken yüzü çamurlu seri katilin yapay halinden başlayan bir ucuzluk ve inandırıcılık sıkıntısı var.<br /> <br />  <br /> <br /> Hochhausler, kendi anlayışını projeye geçirememiş<br /> <br />  <br /> <br /> İlk filmin yasak ilişki ve zengin aileden kaçma odaklı üçgeni, ülke sinemasına uyan bir bütüne sahip. İkincinin ailesinden kurtulup kendini Dreileben’de terapi etmeye gelen ve arkadaşının kocasına tutulan kadın karakter için de aynı şey geçerli. Ancak üçüncü bölümdeki seri katilin bakış açısından akan durumlar ve onun oluşturuluşu hiç de kalıbına uymuş gibi durmuyor. Açıkçası popüler sinema ya da tür sineması algısı ağır gelmiş bu festival projesine.<br /> <br />  <br /> <br /> Tamam her hikayede bir ‘araya giriş’ ya da ‘farklı açı’ görüyoruz. İkincinin içinden birinciyle kurulan bağ çok yapay olsa da böylesi bir anlayışın varlığını kabul etmemek yanlış olur. Üçüncü filmin de öyle bir değeri var. Ancak Hochhausler kendisinden bildiğimiz Lyncesk yapısını kitsch birer hayalet efektiyle doldurmaktan öteye gidememiş. Daha doğru bir tanımla ifade etmek gerekirse bir seri katilin psikolojisini çözememiş.<br /> <br />  <br /> <br /> Niye Alman sinemasının kendini kanıtlamış yönetmenleri tercih edilmemiş?<br /> <br />  <br /> <br /> Aslında bakış açısı konusunda da ilk filmin hemşire ile otel görevlisi arasında bakış açısı geçişi yaptığını, üçüncü filmin ise seri katil ile polis arasında aynısını uyguladığı görülebiliyor. Yani bu konuda da bir netlik göremiyoruz. Lafın özü gerçek bir hikayesel ve projesel açmaza da düşmüş ‘Dreileben’. Zira final noktasına geldiğimizde ‘niye polis, seri katil ve ilk filmin hikayesindeki bir karakter üzerinden üç film kurulamadı?’, ‘ikinci filmdeki karakterin işlevi nedir?’, ‘kapsam o kadar geniş ise neden üç film ile kısıtlı kalındı?’ sorularını sormamızı sağlıyor.<br /> <br />  <br /> <br /> O zaman da karşımıza “Rashomon” modeli çıkıyor. Ancak o devirler artık geçti ve sinema yönetmenlerinden ziyade TV yönetmenlerinin bunu öğrenmeye ihtiyacı var. Belki de ‘Dreileben’; Alman sinemasının son 10 yılına damga vuran bambaşka iki ekole sırtını yaslasaymış daha etkileyici olabilirmiş. Doğaçlama inancıyla sanat sinemasında iz bırakan Hans-Christian Schmid, Andreas Dresen gibilerinden ya da Tom Tykwer, Olivier Hirschbiegel, Robert Schwentke gibi Hollywood’a sıçrayan popüler simalardan bir bütün oluşturulması ‘kalıcı’ sıfatını devreye sokabilirmiş.<br /> <br />  <br /> <br /> Lucas Belvaux’nun üçlemesinin bile gerisinde<br /> <br />  <br /> <br /> Buradaki toplam ise özündeki tek boyutluluk ile iddiasını ileri taşıyamayan bir proje olmuş. Bu da seri katilin gülünçlüğü ve zor sahnelerin çekilmemesiyle gelen ‘karaktersel’ açmazlarla desteklenmiş. En fazla Lucas Belvaux ve Kieslowski’nin üçlemeleri ile yan yana getirebilecek bir bütün karşımıza çıkan.<br /> <br />  <br /> <br /> Ancak o zaman da Kieslowski’nin dini motivasyon, iletişimsizlik ve renkler üzerinden yürüyen ‘kader’ olgulu anlayışını görmemiz zor. Belvaux’nun vasatı geçmeyen polisiye üçlemesini dahi mumla aratıyor. Son kalemde ‘Berlin Okulu’, ‘Dogma’ kadar belirleyici olma hedefinden ziyade yeni Alman sinemasının durumunu ortaya koyan bir oluşuma dönüşmüş bu proje sayesinde. Zira iletişimsizlik, yalnızlık ve sevgisizlik meselelerini en azından ilk iki filmde bir kültürel algıyla yansıtabildiği kesin.<br /> <br />  <br /> <br /> Artık bakış açılarına odaklanan filmlerin sayısı çok fazla<br /> <br />  <br /> <br /> Ancak dünyanın her yerinde farklı bakışlarından cinayetlere ve polisiyelere yaklaşma algısı çoktan genişledi. Bu konuda “La Commera Secca” (1962), “Wonderland” (2003) gibi değişik dönemlerden örnekler denenebilir. Ama Petzold-Graff-Hochhausler üçlüsünün yaptığı sadece belki Alman televizyonlarındaki acemi yönetmenleri etkileyebilir.<br /> <br />  <br /> <br /> Burada bir iletişimsizlik, bir toplumsal analiz, bir sosyolojik yara veya başka bir derinlik de göremeyince ‘sanat filmi’ algımız dahi yıkılıyor zira. Demek ki bazı üçlemeler ve iddialar pazarlama stratejisiyle ürüyor. Burada da festivallerin sevdiği ilişki kavramı ile popüler sinemanın sevdiği seri katil olgusu iç içe geçip bir bütün yaratamayınca olanlar olmuş. En son “Seni Seviyorum New York” (“New York, I Love You”, 2010) da öyle değil miydi zaten?<br /> <br />  <br /> <br /> Tamam belki ‘Berlin Okulu’, adını aldığı film okulundan mezun olan bir jenerasyonu temsil ediyor. Ancak 70’lerin Yeni Alman sineması kadar etkileyici olma şansı yok gibi. Ekolün en azından ‘Dreileben’ gibi projelerle böyle bir kalkınma sağlaması güç. Zira Christian Petzold gibi öncüsü olduğu düşünülen isimler, son 10 yılın Alman sinemasının ikinci sınıf yönetmenlerine tekabül ediyor.<br /> <br />  <br /> <br /> Künye:<br /> <br />  <br /> <br /> Dreileben<br /> <br /> Yönetmenler: Christin Petzold, Dominik Graff, Christophe Hochhausler<br /> <br /> Oyuncular: Luna Mijovic, Jacob Matschenz, Stefan Kurt, Timo Jacobs, Jeannette Hain<br /> <br /> Süre: 89/88/90 dk.<br /> <br /> Yapım Yılı: 2011<br /> <br />  <br />

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir