EVLİYA ÇELEBİ
Türk gezi edebiyatının kuşkusuz en büyük, en özgün yazan Evliya Çelebi’dir. Resmî görevleri (memur, asker) ile gezilerini hep bir arada gerçekleştiren Evliya Çelebi’nin gezi notlarından oluşturduğu Seyahatname’si, özellikle XVII. yy Osmanlı dünyasının siyasal, toplumsal, kültürel ve sanatsal haritasını gözler önüne serer. Seyahatname, aynı zamanda Arap ülkeleri, Balkanlar, Orta Avrupa, Kafkasya’yı da çeşitli yönleriyle tanıtan ansiklopedik bir eser olarak da kabul edilmektedir.
Bir kıtadan öbürüne, macera dolu bir yaşam süren Evliya Çelebi, aynı zamanda keyifli bir yazarlık serüveni de geçirmiştir. Konuşur gibi yazan, yaşadıklarıyla yazdıklarını hep örtüştürmeye özen gösteren Evliya Çelebi, inandırıcılığım büyük ölçüde bunlara borçludur.
Türk gezi edebiyatı, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesiyle klasik bir örneğe kavuşmuştur. Evliya Çelebi, bir halk romanı havası veren eserinde, klasik divan nesrinden (inşa’dan) uzak durmuş, çokluk XVII. yy halk diline yaslanarak sürükleyici, yer yer alaycı ve eğlenceli bir üslup yaratmıştır.
Evliya
Çelebi nin temsili bir resmi (Munis Fehim).
BİR GEZGİNİN SERÜVEN DOLU YAŞAMI
Evliya Çelebi, 25 mart 1611’de İstanbul’da doğmuştur. Aslen Kütahya’lı olan ailesi fetihten (1453) sonra İstanbul’a gelip yerleşmiştir. Çelebi’nin söylediğine göre İstanbul’dan başka Kütahya, Bursa ve Manisa’da da mülkleri vardı. Çelebi, ailenin soykütüğü-nü Hoca Ahmed Yesevî’ye kadar çıkarır; ancak uzmanlar, bunu doğru olarak kabul etmemektedir. Babası Mehmed Zıllî (1534-1648), Kanunî Sultan Süleyman’ın çeşitli seferlerine katılmış, II. Selim döneminde Kıbrıs fethinde (1570-1571) hazır bulunmuş, padişaha Magosa’nın anahtarlarını sunmuş, I. Ahmed döneminde Kabe’nin altın oluklarım yaparak Hicaz’a götürmüş, Sultanahmet Camii’nin tezyinatında çalışmıştır. Sarayın kuyumcubaşısı olan Mehmed Zıllî, güzel konuşması ve şairliğiyle padişahların musahipliğine kadar yükselmiştir. Abaza olan annesi, I. Ahmed döneminde saraya getirilmiş, burada Mehmed Zıllî ile evlendiril-miştir. Annesinin sadrazam Melek Ahmed Paşa ile akraba olması, Evliya Çelebi’ye sonraları çeşitli hizmetlerde kolayca görev almasını sağlamıştır.
Evliya Çelebi, sıbyan mektebinden sonra Şeyhülislam Hamid Efendi Medresesi’nde müderris Ahfeş Efendi’den ders görmüş, «Cinci Hoca» adıyla da tanınan Hüseyin Efendi (öl. 1648) ile burada dostluk kurmuştur. Bu arada babasından da kuyumculukla ilgili bilgiler edinmiştir. Enderun’daki öğrenimi sırasında da Gü-ğümbaşı Mehmed Efendi’den «hat», musahip Derviş Ömer Gül-şenî’den «musiki», Keçi Mehmed Efendi’den Arapça dilbilgisi, babasının dostu Evliya Mehmed Efendi’den de «tecvit» dersleri aldı. Mehmed Zıllî, bu dosduk nedeniyle oğluna «Evliya» adım vermişti. Sevimli kişiliği, mizah gücü, musiki bilgisi ve sesinin güzelliğiyle sarayda kendine sağlam bir yer edinen Evliya, IV. Mu-rad’ın da ilgisini çekmişti. Sarayda dört yıl kaldıktan sonra Sipahiler zümresine katıldı (1638).
Evliya Çelebi’de uzak ülkelere gitme, ilginç serüvenler yaşama isteği genç yaşlarında başladı. Babasından ve tanıdıklarından dinlediği gezi serüvenleri bu isteğini giderek artırdı. Kendi anlattığına göre 1630’da bir gece rüyasında Hz. Muhammed’i görmüş, elini öperken çok heyecanlanıp «şefaat ya Resulallah!» diyeceği yerde «seyahat ya Resulallah» deyivermiş; Hz. Muhammed de onu hem şefaatle, hem de seyahatla müjdelendirmiş, Arap komutanı Sa’d ibni Ebu Vakkas da (öl. 678) kendisine, dünya gezgini olacağını bildirerek, gezip gördüğü yerlerle ilgili büyük bir eser yazmasını tavsiye etmiş. Çelebi, daha sonra bu rüyasını Kasımpaşa Mevlevîhanesi şeyhi Abdullah Dede’ye tabir ettirmiş, ondan da benzer öğüder almış.
Evliya Çelebi, gezilerine İstanbul’dan başladı; İstanbul’un hemen her semtinde kahvehanelere, meyhanelere, tekkelere girip çıktı, saz ve söz âlemlerine katıldı. Sonra da bunlarla ilgili gözlemlerini ayrıntılarıyla yazıya geçirmeye başladı. Sipahiler zümresine katıldıktan sonra, 1640’ta kısa bir Bursa ve İzmit gezisi yaptı. Trabzon valiliğine atanan Ketenci Ömer Paşa ile Trabzon’a gitti. 1641’de Azak kalesinin Rus Kazakları’ndan geri alınması için Hü-
seyin Paşa komutasında düzenlenen sefere katıldı. Kış ned Azak alınamayınca Kırım hanı Bahadır Giray Han’la Kırım’ dü, bir süre Bahçesaray’da kaldı. Azak kalesinin alınış (1642) sonra İstanbul’a dönmek üzere yola çıktı; bindiği geı radeniz’deki fırtınada battı, güçlükle İstanbul’a döndü. 1 Yusuf Paşa komutasındaki ordu ile Girit (Hanya) seferine i İstanbul’a döndükten bir süre sonra Erzurum beylerbeyi E zade Mehmed Paşa’yla birlikte Erzurum’a gitti (1646). Az< can, Gürcistan ve Revan yörelerini dolaştı. Vardar Ali Pa 1648) ayaklanması sırasında bir ara Celalîlere tutsak düştü, lanmanın bastırılmasından sonra İstanbul’a döndü (1648). E da babasını kaybetti. Şam beylerbeyi Murtaza Paşa’mn I1İ2 ne girdi; Suriye ve Filistin dolaylarını gezdi. Murtaza Paşa’ı vas valiliği sırasında da Orta ve Doğu Anadolu’nun birçok rini dolaşarak vergi topladı. İstanbul’a döndükten (1650) sadrazam Melek Ahmed Paşa’nın musahibi oldu. Melek A Paşa’nın Özi beylerbeyliği sırasında Rumeli’yi, Van beylert sırasında da Doğu Anadolu’nun birçok yöresini dolaştı. Re (II. György) üzerine yapılan sefere katıldı (1657). Kırım h< Mehmed Giray Hanın hizmetine girip Güney Rusya’ya y. akınlarda yer aldı. Köse Ali Paşa’nın Varad seferi sırasında ( Bosna eyaletini dolaştı, Venedik topraklarına kadar uzandı Ahmed Paşa’nın ordusuyla birlikte Nemçe seferine çıktı (’ Elçi Kara Mehmed Paşa’yla birlikte Viyana’ya gitti (1665).’ rator I. Leopold’dan izin alarak Avusturya içindeki çeşitli j dolaştı. Evliya Çelebi, eserinde İspanya, Danimarka, Hollan bi ülkeleri dolaştığını söylüyorsa da, uzmanlar bunu pek ı kün görmemektedirler. Macaristan’dan Eflak ve Boğdan yc Kırım’a geçti; Dağıstan’ı ve Hazar kıyılarını dolaştı. İstaı 1668’de döndü. Aynı yılın sonlarına doğru Selanik, Tesal Mora’dan Girit’e geçti, Kandiye’nin (İraklion) fethine katıld nanistan’daki isyanın bastırılmasından sonra Amavutluk’a buradaki gezilerini tamamlayıp İstanbul’a döndü (1670). I sonra Şam beylerbeyi Hüseyin Paşa’nın da katıldığı kafiley caz’a giden Evliya Çelebi, oradan Mısır’a geçti; uzun sür sır’da kaldı. Sonra Sudan ve Kuzey Habeşistan gezilerine çı
Evliya Çelebi’nin ölüm tarihi ve yeri konusunda bugüne sağlam bilgiler elde edilememiştir. Bazı araştırmacılar, 1682’den sonra Mısır’da veya İstanbul’da ölmüş olabilecej nusunda birtakım varsayımlar ileri sürmüşlerdir.
SEYAHATNAME: ÖZEL BİR ANSİKLOPEDİ
Evliya Çelebi, 1630’dan başlayıp ölümüne kadar sürdüı gezileriyle ilgili notlarım (gözlem, yaşantı, izlenim, vb.) 10 Seyahatname adlı eserinde toplamıştır. Seyahatname’nin 1. c de İstanbul ve çevresi; 2. cildinde Mudanya, İznik, Bursa, ’ zon dolayları; 3. cildinde Şam yolculuğu sırasında gezip göı yerler, Edirne, Bulgaristan; 4. cildinde Van yolculuğu sırasmc zip gördüğü yerler, İran ve Irak; 5. cildinde Tokat, Gelibolu, dan, Belgrad, Lehistan, Üsküp; 6. cildinde Macaristan ve Ro ya; 7. cildinde Avusturya, Kırım, Dağıstan, Kıpçak diyarı; i dinde Girit, Selanik ve Rumeli, 9. cildinde Batı Anadolu, Ege lan, Mekke ve Medine; 10. cildinde Mısır, Sudan ve Habeş anlatılmıştır. Evliya Çelebi, anlatısını oluştururken sadece 1 gözlem, yaşantı ve izlenimleriyle yetinmemiş, başkalarındaı lediklerini, çeşitli yerli ve yabancı kaynaklardan aldığı notlar; yer yer eserine aktarmıştır.
XVII. yy Osmanlı dünyasından zengin kesitler sunan Sey name, ansiklopedik bir kaynak durumundadır. Evliya Çelebi rinde gezip gördüğü yerlerin (şehir, eyalet, kasaba, köy, vb.) rafî özelliklerini (coğrafî konumunu, iklimini, ekonomisini gözler önüne serer; tarihî ve mimarî eserlerini çeşitli özellik le tanıtır; insanlarının yaşama biçimini, gelenek ve görenekl tipik özelliklerim sergiler; bu insanların dillerinden ve sö> özelliklerinden söz edip aktarma ve karşılaştırmalar yapar; olduğu veya bizzat katıldığı siyasî ve tarihî olayları renkli bi le anlatır; devlet, bilim, sanat, kültür adamlarıyla ilgili tanıtıc giler verir… Ancak Evliya Çelebi klasik bir tarihçi, coğrafyac nat tarihçisi, etnograf, biyografi yazarı değildir. Eserinde bu l zengin malzemenin yer alması, Evliya Çelebi’nin gözleme renme ve aktarma yeteneği güçlü bir gezgin olmasıyla açık bilir ancak.
Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si 1896-1938 tarihleri ara; 10 cilt halinde basılmıştır. Reşat Ekrem Koçu, Mustafa £ Özön, Zuhuri Danışman, Nihal Atsız gibi uzmanlar da Sey, name’den seçtikleri metinleri sadeleştirerek yayımlamışlardı
SEYAHATNAMEDEN
ana’da bir ameliyat
ına şehrinin kenarlarında yedi yerde hastane vardır. Ama, hepsin-biiyüğü Istefani Kilisesinin hastanesidir. Bizzat Kral hasta olsa ora-elir, Çünkü büyük hekimler buradadır. Hepsi siyah elbise ve başta eflâtun şapka giyerler. Ama, buranın hekimleri beyazlar ve baş-La güderiden yedi dilimli bir cins takke giyip elleri daima eldiven-çıkmaz. Çünkü elleri daima yumuşak olup hastaların nabızlarını r tutmaz, derderini anlayarak ilâç ederler. Hattâ Raab Suyu Sava-a kralın akrabasından birinin kellesine bir kurşun vurup içeride kal-Yaralı ne ölür, ne de ilâçtan fayda görüp iyileşir. Nihayet Kral: Benim ecdadımın hastanelerinde bu kadar ücret alır kâmil cerrah-ar. Elbette bu akrabama bir deva etsinler. Yoksa cümlesinin geçim-ıi keserim» deyince îstefani Kilisesinin cerrahbaşısının tedaviye girgini duyarak cerrahbaşıya varıp ahbap oldum. O sırada yaralıyı rdiler ve dört ayaklı ve ipekli bir sedir üstüne yatırdılar. Ama, başı na kabağı, gözleri Mardin ayvası, burnu Mora patlıcanı gibi şişmiş, ıen hekimbaşı hazır bulunanları dışarıya çıkardı. Bir yardımcısı, bir en sıcak camlı bir odada kaldık. Yaralıya bir fincan safran gibi bir ;irdi. Kendisinden geçip bayıldı. Odanın içinde bir mangal ateş ya-k bir köşeye koydu. Hemen hekimbaşının yardımcısı yaralıyı ku-na alıp cerrah yaralının başında takke kenarı olan yerin etrafına diz gibi bir tasma kayış bağladı. Eline keskin bir ustura alarak önüne du. Herifin alnının derisini iki kulaklarına kadar çizip sağ kulağı yalan deriyi biraz yüzdü.
.afa kemiği bembeyaz göründü ve bir damla kan akmadı. Cerrah nın şakak denilen yerinden delerek bir demir mengene soktu, ıgeneyi burdukça herifin kellesi, derisi çizilen yerinden takke gibi maya başladı. Yaralı bu sırada biraz kımıldadı. Nihayet kellenin ka-diş diş kenet yerinden açılarak beyni göründü. Kellenin içi kulak-rasına kadar sulu kan ve sümük gibi bazı karışık şeylerle dolu olup linin yanında tüfek kurşunu duruyordu. Meğer, beş dirhemlik çak-lı tüfek kurşunu imiş. Beyninin yanında, kırmızı kana bulaşmış e idi. Hemen cerrah bana :
[, bak gör şu insanoğlunun bir ekmek parçası için girdiği hali…» de-e ağzıma, burnuma mendilimi tutarak ileriye vardım ve kellenin : baktım. Rabbin azameti!… Garip, insanın beyni kafanın içinde :i tavuk yumurtasından yavrusu henüz çıkmış gibi. Bir kuş yavru-.bi büzülmüş durur. Ama, üzerinde bir kalın deriden zarfı, yani be-bir zarı var.
ahbaşı ağzıma mendil tuttuğumu görünce sebebini sordu: ki bakarken öksürür veya aksırırım. Nefes alıp verirken herifin kel-ıe rüzgâr girmesin diye ağzımı ve burnumu kapadım» cevabını ver-Cerrah:
:rin. işte sen bu ilimle meşgul olsan kâmil üstad cerrah olurdun ve ı böyle dikkatle seyir edişinden bu dünyada çok şey görmüş oldu-ı bildim» dedi. Sonra hemen bir küçük maşa ile yaralının beyninin ndaki kurşunu alarak san sünger gibi bir şeyle kurşunun bu kadar anda-nberi durduğu yerdeki uyuşuk kanları ve sarı sularla cerahat-:emizledi. Süngeri şarapla yıkadı. Kafanın içini ve beyninin etrafını miz silerek kafatasım yerine koydu. Tepesinden ve çenesinin altın-yassı kayışlarla sıkı sıkı sardı. Sonra ortaya bir kutu çıkardı. Hemen nın kesilen derilerini birbirine yapıştırıp o kutudan iribir karıncayı >ızla alarak derinin kesik yerine yaklaştırdı. Karınca iki tarafı karşı-ısırınca makasla hayvanın belinden kesince karıncanın başı iki deri ırlarını ısıra kaldı. Ondan sonra ikinci karıncaya aynı şeyi yaptırdı, ece bir kulaktan bir kulağa kadar seksen karıncanın başlarına yara-başını ısırtıp deriyi böyle dikti. Sonra merhemler sürerek sardı. He-kollanna, ellerine, göğsüne ve gerdanına, velhasıl mümkün olan irine anberli macun sürdü. Sonra ortaya yemek geldi, edik. Bir saat geçince herif gözlerini açarak yemek istedi. Badem resi ve tavuk ezmesi içirdiler ve beş miskal (yaklaşık olarak yirmi >ram) şarap verdiler. Ben, yedi gün müddetle hastaneye devam et-Sekizinci gün herif iyileşerek hastanenin içinde gezinmeye başla-)n beşinci gün ise, Kralın huzuruna çıktı.
yahatname’nin dil zenginliği
iya Çelebi’nin dili, XVII. yy yazarlarınınkinden oldukça dır: O, belirli kurallara bağlı, süslü «kitabî» üsluptan olabil-:e uzaklaşmaya çalışmıştır. Büyük ölçüde de bunu başarmış-:lebi, anlatısını oluştururken konuşma dilinin canlılığından /■raklığından başarılı bir biçimde yararlanmıştır. Seyahatna-ı dil ve anlatımının sürükleyici, içeriğinden çok bu özellik-iynaklamr.
1ahatname, XVII. yy Osmanlı Türkçesinin zengin sözvarlığı-lime, deyim, atasözü, tekerleme, vb.) içerir. Çelebi, Arapça rsça kelime ve tamlamaları kullanmış olsa da, Seyahatna-y bütününde Türkçenin egemenliği kendini hep hissettirir. atname, aynı zamanda XVII. yy Osmanlı Türkçesinin ses, , sözdizim ve anlam özelliklerini de yansıtır, el adlar yönünden de zengin bir kaynak olan Seyahatna-Evliya Çelebi, Türklerin fethettiği yöreleri gezerken, bura-ci kasaba, köy, dağ, tepe, ırmak, göl, köprü vb.’yi Türkçeleş-iş adlarıyla anar…
ÇAĞININ TANIĞI BİR GEZGİN VE YAZAR
Hemen bütün gezi yazarlarının olduğu gibi, Evliya Çelebi’nin yaşamını da hep «tanıklık etme» düşüncesi yönlendirmiştir denilebilir. Evini sırtında taşıyan, hiç evlenmemiş olan bu «çelebi» gezginin, yaşadığı çağı kendi gözlem ve izlenimleriyle tanıtmak, başta gelen amacı olmuştur. Çağının tanığı olmak isteyen bir yazarın ilk uyması gereken de yaşadıklarıyla anlattıklarının paralellik göstermesi, birbirleriyle olabildiğince örtüşmesidir. Başkalarından aktardıkları bir yana bırakıldığında, Evliya Çelebi’nin anlattıklarının doğrululuğuna ve gerçekliğine tanıklık edecek pek çok kaynak vardır. Ayrıca Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sı birinci elden gözlem ve yaşantıları içerdiği, kendi döneminin renkli bir tutanağı olduğu için de başlı başına bir kaynak değeri taşır.
Evliya Çelebi, çok geniş bir coğrafyayı belirli bir zaman dilimi içinde gerçekçi bir biçimde aktarabilmek için oldukça özgür davranmıştır. Ancak bu özgürlüğü onu olağanüstülüklerin alanına sü-rüklememiştir. Çelebi, gezi yazısı (seyahatname) türünün genel ilke ve kurallarına uyarak kendi kurgusunu oluşturmuştur.
İstanbul’dan çıkıp Osmanlı coğrafyasının çeşitli yörelerine yaptığı yolculuklarını anlattığı Seyahatname’de Evliya Çelebi’nin insancıl yönü de ortaya çıkar: Evliya Çelebi, sadece görüp yaşadıklarını aktarmakla kalmaz; yer yer eleştirir; birtakım uyarılarda bulunur; geçmiş ve bugünün bilgisini kaynaştırıp aktarırken bunu niçin yaptığını sezdirir. Seyahatname, günceli saptamaktan öte bütün Osmanlı halkına yönelik bir çağrıyı da içerir: yaşadığının farkına varmak ve bundan büyük zevk almak. Osmanlı devleti coğrafyasını bütünlüğü içinde görüp göstermek isteyen Evliya Çelebi, çeşitli unsurların bir araya toplandığı renkli, canlı Osman-lı dünyasında yaşamaktan büyük mutluluk duymuştur. Ancak Osmanlı halkı, onu ne kadar okudu ve anladı?
Osmanlı Devleti’nin belirli bir yüzyılını dahi olsa tanımanın en kısa yolu, Evliya Çelebi’nin tanıklığından (Seyahatname) geçer (A.H. Tanpınar). Seyahatname’de bugün bile canlılığı, yaşarlığı hissedilen pek çok sahne yer almaktadır.
GÜÇLÜ BİR ANLATI USTASI
Evliya Çelebi için, hayatının sanki iki amacı vardı: birincisi sürekli olarak gezip dolaşmak, yeni yerler görmek, değişik insanlar ve kültürlerle tanışmak; İkincisi gördüklerini, yaşadıklarını, duyduklarını yazıya geçirmek. Seyahatname’den elde edilen ilk izlenim budur. Evliya Çelebi’nin yetkin bir gözlem gücü, kuvvetli bir hafızası, zengin bir hayal gücü olduğu da hemen fark edilir. Evliya Çelebi’nin anlatısı büyük ölçüde gözleme dayanır. Ancak Çelebi gözlemlerini aktarırken araya yer yer kendi yorumlarını katmadan da edemez. Bu yorumlarında da bireysellikten çok sanki halkın sağduyusu ön plana çıkmış görünür. Belki gördüklerinden ve onları anlatmaktan duyduğu mutluluğu, halkıyla paylaşmak istediği için böyle bir söylem geliştirmiştir. Özellikle yabancı ülkelerde (mesela Viyana’da) gördüğü değişiklik ve güzelliklerle kendinden geçer; duygularını karşılaştırmalar yaparak veya hikâye üslubu içinde aktararak okuruyla (dinleyeniyle) paylaşmak ister.
Evliya Çelebi’nin olayları ele alıp yorumlayış biçimi genellikle sevecendir; bir savaşı, isyanı, olumsuzluğu anlatırken bile bu tavrını değiştirmez. Belleğine topladığı gerçekleri hayal gücünün de yardımıyla yeniden biçimlendirir, gerekli gördüğünde araya küçük hikâyeler katar. Böylece geleneksel hikâyeciliğin sınırları içine girer.
Evliya Çelebi’nin anlatısında, Dede Korkut ve meddah hikâyelerinin izlerini bulmak mümkündür. Özellikle savaşları anlattığı bölümlerde, Çelebi, belirli bir coşku yaratmak amacıyla «destansı» söyleyişten yararlanır (Fatih’in İstanbul’u kuşatması, Azak savaşı, vb.). Evliya Çelebi, Seyahatname’de çokluk geleneksel hikâyeci kimliğiyle görünür. Bir «meddah» tavrıyla olup bitenleri anlatır; kişilerini konuşturur, taklider yapar, zaman zaman abartmalara başvurur (Turhal ovasındaki ekinlerin sapının adam pazısı kalınlığında olması, vb.); araya «absürd» sayılabilecek hikâyecikler sıkıştırır (Sivas’ta bakire bir kızın fil doğurmasına ilişkin abartılı hikâyesi).
Evliya Çelebi’nin mizahî yönü de oldukça güçlüdür. Ancak Çelebi, mizahı kırıcılık çizgisine vardırmaz; şaka, takılma aşamasında dengelemeye çalışır (bilginlerin Arapça sanıp okuyamadıkları bir kelimeyi, bir yarı okumuşun okuyup anlamlandırmasının konu edinildiği olay, vb.). Frenklerin Süleymaniye Camii’ni hayranlıkla seyretmelerini komik biçimde anlatır, fakat onlarla alay etmez. Aynı şekilde Viyana gezisinde gördükleri karşısında düştüğü şaşkınlığı anlatırken de mizahtan yararlanır.