wiki

Faizli Kredi Konusundaki Konuşmaya Ek

da kumarda yemesi için yapmıyorsunuz. Bu işi İslâmın, müslümanlann kuvvetlenmesi için yapıyorsunuz. Zaruret buradan kaynaklanıyor. Tekrar söyleyeyim, zaruret bir müslüman tacirin geçiminden kaynaklanmıyor. Zaruret müslümanlann durumundan kaynaklanıyor. Müslümanlann bir geçidi geçmek mecburiyetinden kaynaklanıyor. İslâmın Türkiye’de geleceğini sağlama almaktan kaynaklanıyor. İslâmın Türkiye’de geleceği ne olacaksa bunun gereğinden kaynaklanıyor. Öyle ise bunu unutmamak gerekiyor. En az faizi vererek (niye verelim çoğunu, çünkü çoğunu vermek karşımızdakine vermek demektir) evet az faizi vererek en çok parayı nereden alabiliyorsak alalım diyorum. Bu devlet de olabilir devlet dışı da olabilir; çünkü ben faizi zaruret olarak ortaya koydum; yani şurada faiz helâl, burada haram diye değil, faiz faizdir, haramdır, onu zaruret mübah kılıyor, zaruret ise miktarlanyla takdir edilir. Az faizle işini görebiliyorsan çok faiz vermek haramdır. Öyle ise az faiz vererek nereden bulabiliyorsan bulacaksın ve iktisaden güçleneceksin. Bu gücünle ana çözüme giden bütün hizmetlerin finansmanlarını sağlayacaksm, takviye edeceksin, kurduğun bazı finansman fonlan ile arzettiğim hizmetleri yapacaksın. O halde ben tartışılması gereken hususun şu olduğu kanaatindeyim. (Bu mesele hocalardan şimdi çıkıyor. Hoca olarak ben şunu söylüyorum size «zaruret varsa mübahtır.» Bakm bizim iş bitti. Topu attık size.) Siz şimdi müslüman tacirler ve ekonomistler olarak bir araya geleceksiniz. Bu günkü şartlarda, yann değil bu günkü şartlarda, «başka yolumuz çaremiz var mı», soracaksınız, «yok.» Yoksa hemen teşvik kredisini veya zaruri krediyi alacaksınız. Öte yandan da ikinci bir soru soracaksınız. «Ama bunun devam edip gitmemesi lâzım arkadaşlar, devam edip gitmemesi için, yannı hazırlamak için ne yapalım?» diyeceksiniz. Yannı, yani bu sistem içinde hiç taviz vermeden ortaklık esasına göre kredileşme, finans temini işini nasıl yapalım; (bu ister Süleyman Karagülle gurubunun belirttiği gibi ortaklık ve sened sistemleriyle olsun, ister başka sistemle, meselâ bu özel finans kurumlannı güçlendirmek suretiyle olsun) «ne yapalım, ne yapmalıyız?» diyeceksiniz. Bir başka toplantıyı siyâsilerle beraber yapacaksınız. Onlar da sizi darboğazdan, «faizsiz kredi ve finans temini» rahatlığına kavuşturacak imkânlan ortaya koymak üzere faaliyete geçecek, çalışacak; parlamentoda çalışacaklar, başka yerde çalışacaklar .. Ben tetkik edemedim, deniyor ki: «Finans kurumlannm ikisi kuruldu, daha dört teşebbüs var, bunlar durduruldu». «Durdurul­ 336 İSLÂM’IN IŞIĞINDA GÜNÜN MESELELERİ du.» ne demek? Durdurulmayacaktı o ve bizim parlamenterlerimiz, siyasilerimiz, ekonomistlerimiz, bizim güçlü kuvvetli, kalem ve para sahibi adamlarımız bu işin peşine düşecek yollan açacaklardı. Efendim, bunu kim durduruyor, niye durduruyor? Bunu açacaklar, bu gelişecek, ama bu gelişinceye dek ekonomi beklemez, hayat beklemez. At Üsküdar’ı geçer. Atı hırsıza, soysuza kaptırmayacaksınız. Atı siz alıp, siz bineceksiniz… Şimdi zaruret kavramını biraz açalım: Zaruretler şahıslar için söz konusu olsaydı «kim fakir, kim zengin, kim için zaruret, kim için değil» belirlemek gerekirdi. Arkadaşımız sorduğu için, suale hürmeten, birkaç cümle söyleyeyim. Fakat diyorum ki bizim buradaki tartışma konumuz bir müslüman ferdin şahsi, ailevi durumundaki zarureti değildir; eğer o bahis mevzûu olsaydı başka açıklamalar da yapardık; nitekim başka münasebetlerle bu konu üzerinde durduk. Buradaki konumuz amme ihtiyacıdır, sosyal zarurettir. Zekatla mükellef olan bir zatın, sahip olması gereken servetle ilgili açıklamalar yapılırken fıkıhta daima havaic-i asliyye diye bir malvarlığı istisna edilir; «havaic-i asliyyeden gayri…» denir. Bu havaic-i asliyye de bir insanın kendisine, eşi ve çocuklarına, bakmakla yükümlü olduğu kimselere gerekli olan mesken, yiyecek, giyecek, binek vb. şeylerdir, kişi bunlara sahip olmak mecburiyetindedir. Şayet sahip olmazsa önce güçlüklere ma’ruz kalacak, zayıflayacak ve böyle giderse hayatı devam edemeyecektir. Yani havaic-i asliyye, te’min edilmediği takdirde yokluğu, hemen veya 24 saat içinde ölümüne sebep olacak şeyler değil, sıkıntı, darlık, zaaf… doğuran mallardır. Meselâ bir insanm bineğini havaic-i asliyyeden saymışlardır. Bir insanm bineği olmazsa ölür mü? Yürüyerek gider gelirse ölmez, fakat güçlüğe ma’ruz kalır. İşte bu hâcettir, ihtiyaçtır. Bugünkü terimlerle a) Lüks sayabileceğimiz maddeler vardır, b) İhtiyaç sayabileceğimiz maddeler vardır, c) Olmaması halinde insanın hayatının hemen yok olabileceği maddeler vardır. Bu son iki derecedeki ihtiyaç maddeleri (lüks olanlar hariç) havaic-i asliyye içinde mütalâa edilir. Bu da doğrusu değişmez bir şey değildir. Çünkü havaic-i asliyye maddelerini kitap ve sünnet saymamış, «insanm temel, asıl ihtiyaçları şunlardır, dememiştir. Sünnet de bunu dememiştir. Bu toplumun ulaştığı örf, adet ve refah seviyesiyle ilgili bir kavramdır. Ben fazla ona girmiyorum, netice itibariyle havaic-i asliyyeyi arzetmeye çalışıyorum. İşte bir insanın, İslâma göre, başkalarına yardımda bulu­ RAPORLAR, TENKİTLER VE CEVAPLAR 337 n a c a k k a d a r z e n g i n l i ğ i , ( z e n g i n l i ğ i n ç e ş i t l i t a r i f l e r i v a r d ı r ; b a z o l a r a k e l e a l d ı ğ ı m z e n g i n l i k , z e k a t t a k i z e n g i n l i k t i r .) b u h a v a i c – i a s l i y y e d ı ş ı n d a k a l a n , n i s a p d e d i ğ i m i z b e l l i b i r s e r v e t i n ; o d a g e l i r g e t i r i r , n â m i o l a n b i r s e r v e t i n m e v c u t o l m a s ı n a b a ğ l ı d ı r . N i s a b a m a l i k o l m a m z a b a ğ l ı d ı r . B u n i s a b a m a l i k o l a n a z e n g i n d e r l e r . İ s l â m ’ d a o n i s a b a m a l i k o l m a y a n d a n b a ş l a y a n f a k i r l i k a r t ı k g ü n ü b i r l i k y i y e c e k , i ç e c e k , g i y e c e k b u l a m a y a n i n s a n a k a d a r g e l i r . F a k i r l i k , d i k k a t b u y u r u l u r s a , b i r d ü z l e m , b i r s a t ı h – d ı r ; ç i z g i d e ğ i l d i r . F e r d , h a v a i c – i a s l i y y e y e s a h i p d e ğ i l s e z a r u ­ r e t i ç i n d e d i r , ç ü n k ü f u k a h â , a s l î i h t i y a c ı ( h â c e t i ) z a r u r e t s a y ­ m ı ş l a r d ı r . Ş i m d i f e r d i ç i n z a r u r e t t e n t o p l u m i ç i n z a r u r e t e i n ­ t i k a l e d e c e ğ i m , a s ı l k o n u m u z a g e l i y o r u m . Ferd için zaruret üzerinde dururken, ben dikkat ediyorum, bazı arkadaşlar «zaruret hah o hale derler ki, izale edilmezse kişi 24 saatte ölür. Veya kısa bir zamanda ölür .yahut bir uzvu telef olur, zaruret hali o hale derler ki, İslâm insanın o halde domuz eti yemesine müsaade etmiştir» şeklinde ta’rif ediyorlar. Tabi bu tarifler de, netice itibariyle, aşağı yukarı şöyle anlaşılıyor. Dağın başına —bir zaman olduğu gibi— uçak düşmüş, ulaşım mümkün değil, etraf karla dolu, orada yaralı ve canlı kalmış insanlar da var. Bir de ölmüş insanlar var. Yaşayabilmek için bu ölmüş insanların etlerini yemekten başka çare de yok. Domuz olsaydı daha basitti, yani daha kolaydı. İnsanın etini yiyeceksiniz. Hatırlarsınız böyle bir vaka oldu ve orada, bir tıp öğrencisi zannediyorum, eti doğradı ve yenir bir hale getirdi ve yedi, hayatlarına devam ettiler. Bu zarurettir, islâma göre de böyledir ve bu durumda ölü insanların eti yenir, ama bu zaruretin doruk noktasıdır. Zaruret bundan ibaret değildir. Zaruret bundan ibaret olsaydı, şu toplantıda bizim pek işimize yaramazdı ve biz ona istinaden bir ara çözüm bulamazdık. O halde zarureti fukahâ bu noktada bırakmamışlardır. Tekrar ediyorum, bu, zaruretin doruk noktasıdır. Buradan hareketle zaruret, «te’min edemediğimiz takdirde güçlüğe ma’ruz kalacağımız, zayıflayacağımız hayatımızın normal seyrinin değişeceği» hallere kadar gelir. Bunun içindir ki, Mecelle kavaid-i külliyesi içinde şöyle bir madde sevketmiştir: «Hâcet (ihtiyaç demek ve bundan da kastedilen arz ettiğim gibi aslî ihtiyaçlardır) umumî olsun, hususî olsun (umumî: toplumla ilgili, herkesi ilgilendiren, hususi ferdlerle ilgili) zarûret menzilesine tenzil olunur.» Türkçesi zaruret kabuledilir, tıpkı o dağdaki durumumuz gibi değerlendirilir, bazı mahzurları mübah kılar. O hal ortadan kalkıncaya kadar yasak kalkar. Mecelle bunu Günün Meseleleri, C: I, F : 22 338 İSLÂM’IN IŞIĞINDA GÜNÜN MESELELERİ neye istinaden söylüyor? Geçmişte demek böyle bir uygulama var ki, uygulayacağımız naslar var ki, geçmişte bizi bağlayıcı uygulama ve misaller var ki bunu söyleyebiliyoruz. (Mecelle mad. 21, 32). Buna bağlı bazı örnek çözümler sunalım: O zaman göreceksiniz ki ihtiyaç, hemen insanı öldürecek veya sakatlayacak bir yokluk değildir. Bundan daha geniştir. Ve bizim şu durumumuzu ihtiva edecek, çerçevesine alacak bir eksiklik ve durumdur. Rüşvetten başlayacağım size örnek olarak. Çünkü üslûp aynıdır. Peygamber efendimiz nasıl Allah faiz yiyeni, yedireni, alanı, aldıranı, yazanı lanetlesin dediyse, aynı şekilde de rüşvet alanı, vereni, rüşvete aracılık edeni Allah lanetlesin demiştir. Yani «Allah’ın laneti onlar üzerine olsun» demiştir. Hadîs bu, ama yönetim ve toplum ahlâkı bozulurda insanlar meşrû hak ve menfaatlerini rüşvetsiz elde edemeyecek, zararlardan rüşvetsiz kurtulamayacak duruma gelirlerse rüşvet verebilirler mi? Verilmez mi? Problem zamanımızdan daha da öncedir ve en az bin sene önce söz konusu edilmiştir; daha da öteye götürmek mümkündür. Fakat ben en yakında gördüğüm fetvaya istinaden söylüyorum ki, bin yıl önce de îslâm toplumu bu haldeymiş, yani kadı var, halife var, mahkeme-i şeriyye var; ama gene de bâzen rüşvet vermeden hakkmızı elde edemiyorsunuz. Zaten haksız bir iş için rüşvet vermeyi tecviz etmek hiçbir zaman mümkün değildir. Bir hakkınız var. Meşru bir menfaatiniz var, paranızı kurtaramıyorsunuz, ya da bir şeyden mutazarrır oluyorsunuz. O zaran bertaraf edemiyorsunuz. Bir yere dükkan açacaksınız, kimseye bir zarannız yok. Bu da sizin hakkınız ama o pazarın, o çarşmm başkanı, rüşvet almadan size müsaade etmiyor. Şimdi siz o dükkanı açmazsanız, 24 saat içinde hemen ölecek misiniz? Ölmezsiniz, ama meşru bir menfaati elden kaçırırsınız. İbareyi size tercüme ederek naklediyorum; diyor ki: «Bir insan emir, ya da devlet başkanı nezdinde, bir işini tesviye etsin, düzeltsin, yoluna koysun, böylece meşru olan bir menfaati elde etsin ve bir zarardan kurtulsun diye, bu maksatla, birine rüşvet verse bu caiz midir? Cevap veriyor: «Alana haramdır, verene caizdir.» (İbn Nüceym, Risâle fi’r-rüşve, Mecmuâ, s. 112, 115.) Bakın rüşvetle ilgili hadisten hareket ettik, bu noktaya geldik. Şunu bir daha tekrarlıyoyorurri: Burada emirin, valinin veya sultanın, rüşvetinizle sizin evrakınıza imza atması, size isteğinizi vermesi, istediğiniz emri çıkarması hadisesi vukua gelmezse, siz hemen bir haftada veya 24 saat içinde ölmezsiniz; ama meşru bir menfaat elinizden gider ve siz artık ondan istifade edemezsiniz. Edeme­ RAPORLAR, TENKİTLER VE CEVAPLAR 339 yince, demek ki, dinimiz bunu bir zaruret olarak kabul ediyor, ve bundan dolayı rüşvet verirsin diyor. Bu senin için caizdir. Ama karşı taraf için haramdır. İşte önemli özel veya amme ihtiyacını gidermek için faiz vererek kredi temini de böyledir; günahı, başka türlü, meselâ ortaklık yoluyla sermaye vermeyen yüklenir. Efendim rahatsız oluyorsunuz, meselâ cildinizde bir hastalık olsa, afedersiniz bu da en açılmaz yerinizde olsa, kadın olsanız üstelik, (yani rahatsız ediyor ama öldürmez, hatta sonra anlaşılır ki bu sizinle ömrübillah gitse de öldürmez, fakat kaşındırıyor, rahatsız ediyor, böyle bir şey) soruyorum şimdi size doktora gidebilir misiniz? Yani bizim ulema heyetine soruyorum daha doğrusu. Gidebilirsiniz değil mi? Ve en açılmaz yerinizi açabilirsiniz değil mi efendim. Halbuki doktor, hanım da olsa, ona da haramdır, normal hallerde açamazsınız. Eğer kadın doktor bulamazsanız, erkeğe gidersiniz, böylece doktora açarsınız. Bu kadar değerlendiriyor zarureti, bu ölçülerle değerlendiriyor dinimiz. Şimdi başa geliyorum. Bu hamm veya erkek kardeşimiz, orasım açmak haram, normal halinde haram, bir başkasına göstermek haram olduğu halde niye açıyor. Hayatını kurtarmak için değil, rahatsızlığını gidermek için açıyor. Bu rahatsızlık, sizi 10-20 yıl içinde zayıflatarak öldüren bir şey de olabilir. Hatta hastalığınızın süratli değil de geç iyi olma ihtimali de olabilir. Bizim fıkıh kitaplarımız zarureti ta bu noktaya kadar getirmişler. Son söyleyeceğimi söyleyeyim ve bağlayayım sözümü: Diyelim ki siz, dinin aslmda yasak kıldığı bir şeyi yiyip içmezseniz iki ayda iyi olacaksmız, yerseniz bir haftada iyi olacaksınız. Zarureti daima tepe noktasından alıp görenlere göre, iki ay sonra iyi olmak yerine bir haftada iyi olmak pahasına bu haramı yiyebilir misiniz? Hiç sanmıyorum. Bu fetvayla bu sözle buraya gelinemez. Bir fıkıh kitabını açm, fıkıh kitabı der ki; «Bir insanın hastalığı belli bir ilacı tatbik etmeden ya geçmez, ya da zann-ı galibe göre geç iyi olursa yasak kılınan tedavi âlet ve şekilleri geçici olarak mübah olur ve uygulanabilir. Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür; ama ben daha fazla vaktinizi almamak için neticeye geliyorum. Dileyenler Mecelle’nin 21, 32 ve 58. maddelerine, amme ihtiyacı sebebiyle istimlâki caiz gören 1216. maddeye, bunların şerhlerine, Süyûti’nin el-Eşbah’mın (ihtiyacı zaruret sayan) kaidesine ve şerhine (s. 88, Kahire, 1959) bakabilirler. Yine amme ihtiyacı sebebiyle Hz. Ömer’in, Irak topraklarını gazilere dağıtmayıp devlete bırakması, toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için müslümanlardan, zekât dışında bir de vergi alınmasını fukahânm caiz görmesi üzerinde düşünebilirler. Bütün bunlardan anlıyoruz ki, zaruret ifadesinden maksat yalnızca, toplumun veya ferdin hayatım yok eden hal ve ârızalar değildir. Toplumu rahatsız eden, sıkıntıya sokan, zayıflatan, normal seyrinden alıkoyan haldir, ârızadır, eksikliktir. Bunun altını çizmek istiyorum ve bu konuda bizim ittifakımız olmalıdır diyorum. Bu konuda ben kimsenin ihtilâf edeceğini sanmıyorum. Öyle ise biz anlattık, ortaya koyduk. Zaruret hali devam ettiği sürece geçici olarak bazı yasak çözümleri de kullanabileceğimizi anlatmış olduk. Bu sebeple bugün ister Türkiye’de, ister Türkiye dışında müslüman cemaatlerin ve toplamların sosyal ve kültürel müessese ve faaliyetlere ihtiyaçları olduğu gibi ekonomik ve sinai faaliyetlere de ihtiyaçları olup olmadığı, müslümanlann bunlarla meşgul olmamakla zayıflayıp zayıflamayacakları, bu yüzden bizim dinimizin ve dini faaliyetlerimizin geleceği olup olmayacağı mütalaa edilir. Bunların gereğine, yani zaruretine karar verilirse o zaman yine düşünülür: O halde biz bu ihtiyaçlan temin için imkânlara sahip miyiz? Sahip olmadığımız ortaya çıkarsa, imkânlan nereden elde edeceğimiz suali sorulur. Bugün, hemen şu anda, ondan sonra şeklinde sıralama yapılabilir. Bu imkânlar sağlanır. Ama bu arada «Bu ruhsat diken üzerine oturmaktır» diye arz etmiştim. Bu sebeple çalışmalarımızı şu yöne de kaydıralım ve meselâ bu faizsiz banka modelini çoğaltalım. Bu kiralama sistemini geliştirelim. Onun yanında da başka sistemler geliştirelim. Çünkü şu sırada Pakistan’da ve özellikle Pakistan’da bizden çok daha hızlı ve kuvvetli düşünülüyor bu meseleler, çünkü onlar işin tam içinde, ortasmdalar. (Şu mânada ki, devlet de teyid ediyor.) Devlet de çözümler istiyor onlardan. Onlar da bir geçiş dönemi yaşadılar. İlle onları alalım demiyorum, faydalanalım diyorum. Meselâ Pakistan önce bütün bankalanna bir de faizsiz fon açmalarını emretti. Siz mevduat sahibi olarak gidiyorsunuz, dilerseniz faiz getiren fona, dilerseniz ortaklık fonuna yatmyorsunuz paranızı, ama bu hizmeti bir süre banka yürütüyor. Çünkü teşkilât ve kuruluşu tamamlayamadılar. Birkaç sene bu devam ettikten sonra ikinci bir kararla bütün bankaları bu sefer faizsiz çalışır hale getirdiler. Bizim imanlı, âhiret menfaatini dünyanmki üzerinde tutan tacir, müteşebbis kardeşlerimiz biraraya gelirlerse bu zaruret çözümlerini, zaruret hallerini ortadan kaldıracak çözümleri de bulur ve devreye sokarlar. Bununla da mükelleftirler. Teşekkür ederim. 340 İSLÂM’IN IŞIĞINDA GÜNÜN MESELELERİ Faizli Kredi Konusundaki Konuşmaya Ek Daha önce yapılan üç toplantıdan sonra dördüncü ve son olarak 19.12.1987 tarihinde İSAV merkezinde yapılan toplantıda, yazılı ve sözlü olarak ileri sürülen itirazlar ile sorular tarafımızdan aşağıdaki şekilde cevaplandırılmıştır : İtiraz: Zaruret ayrı, hacet ayrıdır. Meselâ buzdolabı, çamaşır makinesi hâcet-i aslıyyedir, herkes buna muhtaçtır, evsiz yaşamak zordur, ama bunlan temin etmek için gasb veya hırsızlığa başvurmak caiz değildir. Ev sahibi olmak için haram olan ribaya girmek caiz değildir. Teşvik kredisi de böyledir, vatandaş buna muhtaçtır, ama zaruri değildir… Cevap: Bu itirazın dayandığı temel düşünce, zaruret ile temel ve önemli hâcetin (ihtiyacın) aynı şey olmadığı, zaruretin haramı helal kıldığı, halbuki ihtiyacın böyle bir özelliğinin bulunmadığıdır. Örneklere geçmeden önce bu temel düşünceyi delillerle çürütmek gerekecektir. Bunun için de önce «zaruret ile hâcetin haramları mübah kılma bakımmdan aynı rolü oynadıklannı» ortaya koyan kaide ve ifadeleri verecek, sonra bu kaideye dayanılarak zaruret sayılan ve mahzurlann mübah olmasını sağlayan hâcet (ihtiyaç) örnekleri vereceğiz. Geçen haftalarda yaptığımız konuşmalarda Mecelle’nin 32. maddesi ile Süyûti’nin el-Eşbâh ve’n-nezâir isimli kitabmda geçen kaideyi zikretmiştik. Bu iki kaynak, açık ve kesin bir ifade ile «Hâcet (ihtiyaç), umumi olsun, hususi olsun zaruret sayılır.» diyordu. Aynı ifadeyi Zeynuddîn İbn Nuceym’in (v. 970/1563) el-Eşbâh ve’n-nezâir isimli eserinde de görüyoruz (C. I, s. 126). Kaidede zikredilen «umumi ihtiyaç», amme ihtiyacı, genel ihtiyaç; «hususi ihtiyaç» ise fertlerin, şahıslann ihtiyacıdır. Genel ihtiyacm hem zaruret sayıldığı, hem de özel ihtiyaçtan daha önemli ve güçlü bulunduğu birçok fıkıh âlimi tarafmdan zikredilmiştir. Bunların başmda büyük şâfü fakih İzzüddîn b. Abdisselâm (v. 660/1262) vardır. el-Kavâ’id isimli eserinin «ivazlı akitlerle ilgili kaidelerin istisnalan» bahsinde şöyle diyor: «Haram yeryüzüne öyle yayılsa ki, artık helal bulunamaz hale gelse, ihtiyaç kadar haramı kullanmak, bundan faydalanmak caiz olur. Bu durumda haramdan faydalanmak, zaruret hallerine bağlı değildir; çünkü haramdan faydalanmak zarurete bağlı kılınırsa giderek müslümanlar zayıflar, düşmanlar islâm toprakl annı istilâ ederler, insanlar, amme menfaatini ayakta tutan zanâat ve meslekleri yapamaz hale gelirler. Bu durumda RAPORLAR, TENKİTLER VE CEVAPLAR 341 h a r a m m a l d a n , i h t i y a c ı n ö t e s i n d e — l ü k s v e r e f a h s e v i y e s i n d e — i s t i f a d e e d i l e m e z , i h t i y a ç k a d a r i s t i f a d e e d i l e b i l i r . M e s e l â i s t i ­ f a d e e d i l e n h a r a m m a l m b a ş k a l a n n a a i t o l d u ğ u b i l i n s e , f a k a t s a h i p l e r i h e n ü z b i l i n e m e z o l s a — i l e r i d e d e b i l i n m e s i m ü m k ü n d e ğ i l s e m a l z a t e n a m m e y e i n t i k a l e d e r — b u m a l d a n i s t i f a d e e t m e k c a i z d i r ; ç ü n k ü a m m e m e n f a a t i , ö z e l z a r û r e t g i b i d i r . Z a ­ r û r e t b i r k i m s e y i , h a l k ı n m a l ı n ı g a s b e t m e y e m e c b u r b ı r a k s a o n u n i ç i n b u c a i z o l u r ; h a t t a a ç l ı k , s o ğ u k , s ı c a k g i b i b i r s e b e p ­ le ö l e c e ğ i n d e n k o r k s a , b u i h t i y a ç l a r ı n ı k a r ş ı l a y a c a k m a l ı g a s – b e t m e s i g e r e k l i h a l e g e l i r . B i r k i ş i y i h a y a t t a b ı r a k m a k i ç i n b u g e r e k l i o l u r s a , b i n l e r c e h a y a t ı k u r t a r m a k i ç i n g e r e k l i o l m a z m ı ? İ ç i n d e A l l a h ’ı n m a k b u l k u l l a n m n d a b u l u n m a s ı m u h t e m e l o l a n t o p l u m u a y a k t a t u t m a k , b i r k i ş i n i n z a r u r e t i n i g i d e r m e k t e n d a ­ h a ö n e m l i d i r v e o n a t e r c i h e d i l i r . D i n , i l â n e t t i k t e n s o n r a s a h i b i b u l u n a m a y a n k a y ı p e ş y a y ı , b u l a n ı n y e m e s i n i c a i z g ö r m ü ş , b u ­ n u n i ç i n z a r u r e t i ş a r t k o ş m a m ı ş t ı r . İ s l â m d i n i n i n , « m e n f a a t i n e ld e e d i l m e s i , z a r a r ı n v e k ö t ü l ü ğ ü n o r t a d a n k a l d ı r ı l m a s ı » m a k ­ s a d ı n a y ö n e l i k h ü k ü m l e r i n i i n c e l e y e n k i m s e d e – h a k k ı n d a ö z e l b i r n a s , i c m â v e k ı y a s b u l u n m a s a d a h i – m e z k û r m a s l a h a t l a n n i h m a l e d i l m e m e s i , s ö z ü e d i l e n m e f s e d e t l e r e d e y a k l a ş ı l m a m a ­ s ı g e r e k t i ğ i k o n u s u n d a b i r i n a n ç v e b i l g i h a s ı l o l u r . D i n i iy i a n l a m a k k i ş i y i b u s o n u c a g ö t ü r e c e k t i r . B u ş u n a b e n z e r : F a z i l e t , h i k m e t v e a k ı l s a h i b i b i r i n s a n i l e u z u n z a m a n b e r a b e r y a ş a y a n , h e r k o n u d a o n u n n e y i t e r c i h e t t i ğ i n i v e n e y i h o ş g ö r m e d i ğ i n i a n l a y a n b i r k i m s e , o z a t ı n h a k k ı n d a n e d e d i ğ i n i b i l m e d i ğ i b i r m e n f a a t – m e f d e s e t m e s e l e s i i le k a r ş ı l a ş t ı ğ ı z a m a n — y o l v e â d e ­ t i n i b i l d i ğ i i ç i n — b u k o n u d a k i t e r c i h i n i d e k e s t i r e b i l i r …» K a – v â ’ i d u ’l – a h k â m , M ı s ı r , 1934, C. II, s . 180-181.) Muâsır âlimlerden Prof. D r . M. Mustafâ Şelebı, Ta’lîlu’l-ahkâm isimli eserinde ihtiyacın zaruretle bir tutulduğunu şu satırlarıyla ifade ediyor: «Deliller zaruret olan menfaate (maslahata) olduğu gibi ihtiyaç seviyesinde bulunan menfaate de itibar edildiğini isbat etmektedir. Birini caiz sayıp diğerini saymamanın delili yoktur. Ayrıca sahabeden beri geçmiş nesillerin, nas karşısında bile işlettikleri menfaat prensibi, zaruret haline gelen menfaatler değildir. Aslında nas karşısında menfaat prensibi ile amel etmek, akıl ve reyi işletip nassı terketmek değildir; tam aksine bir nas ile ameli, birçok nassa dayanarak askıya almaktır… Ş u da unutulmamalıdır ki âlimler «ihtiyaçlann zaruret sayılması» kaidesini benimsemişler, bu kaide aralarında meşhur hale gelmiş, tartışmasız kabul edilmiştir.» (Kahire, 1947 s. 302). «Sözün özü Ebû-Hanîfe ve arkadaşları mesâlih prensibini kullanmışlar, bununla naslan tahsis etmişler, 342 İSLÂM’IN IŞIĞIN

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir