GAVS-ÜL-MEMDÛH: Osmanlılar zamâmnda Anadolu’da yaşayan evliyâmn büyüklerinden. Asıl ismi Mah- mûd bin Abdürrahmân olup, 1174 (m. 1760) senesinde Tillo’da doğdu. Ismâil Fakîrullah hazretlerinin torunlarından olan Mahmûd bin Abdürrahmân, büyük âlim Ibrâhim Hakkı Erzurûmî’ nin talebesidir. Gavs-til Memdûh ismi ile şöhret buldu. Pekçok kimselerin hidâyete kavuşup Allahü teâlâmn sevdiği kullar arasına girmelerine vesile oldu. 1263 (m. 1847) senesinde Tillo’da vefât etti. Küçük yaşta, îbrâhim Hakkı hazretlerinden ilim ve marifet öğrenmeye başladı. Keskin bir zekâya sâhip olan Gavs-ül-Memdûh, ısrarlı ve düzenli bir çalışma ile, kısa zamanda hocasından tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri, zamâmn matematik, edebiyât, astronomi ve fen ilimlerini öğrenerek, büyük bir âlim oldu. Ayrıca kalb ilimlerini de tahsîl ederek, ma’rifetullah sâhibi olan velîler arasına girdi. Gavs-ül Memdûh, talebe arkadaşlarıyla zaman zaman hocası Ibrâhim Hakkı hazretlerinin yamnda, Tillo’nun Cebel-i Re’s-il-kuvâ ismindeki tepesine çıkarlardı. Ibrâhim Hakkı hazretleri talebelerine; “Bu tepe, yakında büyük bir nâma kavuşacaktır” dedi. Ibrâhim Hakkı, bu tepeye bir musallâ taşı yaptırdı. Her uğradığında oraya otururdu. Ölümü, âhıreti ve hesâbı düşünürdü. Yine birgün üç talebesi ile bu tepeye çıktı. Üçünün de ismi Mahmûd idi. Onlara; “Sübhânallah! Hepinizin de adı Mahmûd.
Her biriniz de amcalarınızın kızı ile evleneceksiniz. Fakat sâdece biriniz Allahü teâlânın evliyâ kullan arasında yüksek derecelere sâhip olup; “Memdûh” lakabıyla isimlendirilecektir. Ona her taraftan akın akın talebe istifâde etmek için gelecektir. O, bu tepeye bir ev yaptınp, herkesin hidâyete kavuşmasına vesîle olacaktır” buyurdu. Talebeler de kendi kendilerine; “ Mübârek hocamızın müjde verdiği o kimse ben olsam” diye temenni ettiler. Bir müddet sonra içlerinden iki tânesi oradan ayrıldı. Ibrâ- him Hakkı hazretleri yanında kalan Mahmûd’a; “Biraz önce müjde verdiğim Mahmûd sensin. Fakat bu sim ben sağ olduğum müddetçe kimseye söyleme” buyurdu. Bu müjdeye çok sevinen Gavs-ül-Memdûh, hocası sağ olduğu müddet içinde kimseye söylemedi. Gavs-ül Memdûh, hocasının sık sık iltifâtlanna mazhar olur, “Bârekal- lahü fîke yâ Memdûh” (Allahü teâlâ sana bereketini ihsân etsin) duâsım almakla şereflenirdi. Gecesini gündüzüne katarak hocasımn hizmetinde bulunur, ona hizmeti büyük bir ni’met bilirdi. Onun huzûrunda lüzumsuz hiç konuşmaz, ancak sorulan bir suâle kısa ve öz cevap verirdi. Yüksek edeb sâhibi olup, arkadaş lan arasında parmakla gösterilirdi. Yumuşak huyu ile herkesin dikkatini çeker, aklının kemâlini ve edebini takdir etmeyen kalmazdı. Onun sohbetine kavuşan, tatlı sözlerine kendini kaptınr, ondan ayrılmak istemezdi. Gavs-ül Memdûh, yirmi yaşına girdiğinde, amcası Şeyh Mustafa’nın kızı Zemzem-il Hassa ile evlendi. Zemzem- il Hassa ki, Allahü teâlânın nzâsına kavuşan kadın evliyâdan biri idi.
Onun büyüklüğünü annesi Âişe hâtûn şöyle anlattı: “Zemzem’e hâmile idim. Birgün bana gâibden bir zât görünüp, sâliha bir çocuğumun olacağını müjdeledi. Kim olduğunu sorduğumda, bir melek olduğunu söyledi. Doğumuna kadar hâmileliğim çok hafif geçti. Nihâyet 1178 (m. 1764) senesi Şevvâl ayının yirmisine rastlayan Perşembe gecesi dünyâya geldi. Doğumundan onbeş gün sonra bir gece uyandığımda kendisini emzirmek istedim. Üzerindeki örtüyü kaldırdığımda bütün vücûdunun İlâhî bir nûra gark olduğunu gördüm. Çok hareketsiz bir hâlde uyumasından öldüğünü sandım. Dikkatle üzerine eğildiğimde, nefes alıp verdiğini anladım. Sonra babasını uyandı- np çocuğun durumunu gösterdim. Babası, çocuğumuzun üzerini kaplayan nûra bakarak, onun ileride çok sâliha bir hanımefendi olacağım müjdeledi. ” Gavs-ül Memdûh, hocası Ibrâhim
Hakkı hazretlerinin vefâtından sonra, yerine geçip, talebeleri okutmağa başladı. Her geçen gün talebesi ve ziyâret- çileri çoğaldı. Öyle ki, artık dergâha sığmaz hâle geldi. Ba’zan günde binbeşyüz kişiden fazla ziyâretçi oluyordu. Bu izdihâmın kalkması için hocasımn işâret buyurduğu Res-il- kuvâ dağının bir tepesine büyük bir dergâh ve yanına ev yaptırdı. Burada insanlara feyz ve bereketler yağdınp, hidâyete kavuşmalanna sebep oldu. Gavs-ül Memdûh, bir gece rü’yâda Mûsâ Kâzım hazretlerinin kendisine; “Ey Memdûh, kalk! Kalb gözünün açılacağı, İlâhî tecellîlerin zâhir olacağı zaman yaklaştı” müjdesine mazhar oldu. “Hayırdır inşâallah” diyerek yatağından fırlayan Gavs-ül Memdûh hazretleri, İlâhî bir cezbeye kapıldı.
O anda bütün vücûdunda şiddetli bir harâret meydana geldi. O günden sonra şiddetli kış günlerinde bile dış arda durduğu hâlde harâreti sönmedi. Bu rü’yâdan sonra, daha önce konuşmadığı lisânlarla Allahü teâlânın izniyle konuşup, o dillerde şiirler, kasideler söyledi. Ondan sonraki üç senede, üzerindeki bu harâret hâli kalkıp yerini tam tersine bir soğukluk hâli aldı, öyle ki soğuktan durmadan titrerdi. Dördüncü senede bu hâlden kurtulup, normale döndü. Bundan sonra artık talebe okutmaya devâm etti. Gavs-ül Memdûh’un torunu Halîl Efendi anlattı: “Birgün mübârek hocamın hizmetiyle şerefleniyordum. İçeri tanımadığım birisi girerek, Gavs-ül Memdûh hazretlerinin elini öpmeye başladı. Sonra hürmetle; “Muhterem efendim! Tâ Sivas’tan sırf size teşekkür edip, müstecâb duâlanmzı almak için geldim. Çünkü hayâtımı kurtardınız. Eğer müsâdeniz olursa hâdiseyi anlatayım” dedi. Hocam da gülümseyerek müsâade etti. O kimse başından geçen hâdiseyi şöyle anlattı. “Bir deniz yolculuğuna çıkmıştım. Gemimiz bir müddet yol aldıktan sonra, şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Koskoca dalgalar gemiye çarptıkça, gemi bir sağa bir sola yatıyor, tahtalan gıcırdayarak kınlmamak için direniyordu. Gemide bulunan herkes, kurtulmak için duâ ediyor, kurbanlar adıyordu. Nihâyet dalgalann şiddetine dayanamayan gemimiz battı. Hepimiz suyun üzerinde durabilmek için çabalıyorduk.
Yüzmek için uğraşırken aklıma âni- den zât-ı âliniz geldi ve; “îmdât yâ Gavs-ül Memdûh hazretleri!.diye sizden yardım istedim. O anda önümde bir geniş tahta belirdi. Ona yapışarak su üzerinde kalabildim. Uzun uğraşmalardan sonra sâhile çıktım, fakat açlıktan ve yorgunluktan çok hâlsiz düşmüştüm. Gözümün önünü görecek durumum yoktu. Birden nûr yüzlü bir kimsenin, bana, içinde ekmek ve peynir bulunan bir paket uzattığım gördüm. Verilenleri yemek için çabalarken o mübârek zât oradan kayboldu. Yemin ederek söylüyorum ki, benim denizde boğulmaktan ve açlıktan ölmekten kurtulmama sebep olan sizden başkası değildi. ”
Gavs-ül Memdûh’un akrabâlann- dan Ali Efendi anlattı: “Birkaç arkadaşımla hacca gitmiştik. Dönüşte Lazkiye civânna geldiğimizde yiyeceklerimiz bitti. Lazkiye’ye giderek orayı idâre eden Osmanlı paşasına durumu anlattık ve yardımlarım taleb ettik. Bizim Tillo’lu olduğumuzu öğrenince, Gavs-ül Memdûh hazretlerini sordu. Yeğeni olduğumuzu söyledik. Paşa buna çok sevindi ve hocamızın evsâfım sordu. Ben de tek tek anlattım. Anlattıkça paşa tasdik ediyordu. Buna oldukça şaşırdım. Acabâ paşa, hocamızı nereden tanıyordu? Dayanamadım sordum. O da cevap olarak şöyle anlattı: “Pâdişâhımızdan, buradaki Fransızlarla savaş yapmak üzere emir almıştım. Askerlerimi toplayarak düşmana saldırdık. Onlara karşı gerek silâh olarak, gerekse asker olarak çok az olmamız hasebiyle mağlup olmuştuk. Durumu sultânımıza bildirdik. Sultan da yeniden asker toplayıp Fransızların üzerine yürüyerek gâlip gelmemizi emretti. “Başüstüne” diyerek tekrar asker topladım. Hazırlıklarımı tamamladıktan sonra savaş meydanına yürüdük. Her askere tekrar tekrar tenbih ettirdim ki, namazım hiç kimse geçirmesin, âmirlerine mutlak itâat etsin, birbirlerine haklarını helâl etsin ve zamâmn evliyâsımn en üstünü olanlardan imdât istesin. Böylece hem maddi, hem de ma’nevî sebeplere yapıştık. Başta kendim, savaş meydanında geçirdiğim o ilk gecede, sabahlara kadar uyumadım. Namaz kılıp, Kur’ân-ı kerîm okudum ve cenâb-ı Hakka çok duâ edip yalvardım. Gözyaşları arasında zamâmn Gavs’mdan da yardım istedim. Fecr vaktinde askerimi uyandırdım. Ezân-ı Muhammedi okundu. Cemâatle sabah namazım kıldık. Rabbimizden bize zafer nasîb etmesi için duâlar edip askerimle helâllaştım. Güneş doğarken, karşı tepede ordugâhım kuran Fransızlar üzerine; “Allah Allah!…” nidâlanyla hücûma geçtik, önce top atışlan ile başlayan savaş, sonra tüfek ve tabancaya, göğüs göğüse geldiğimizde de kılıç ile çarpışmaya döndü. Her iki tarafında bütün gücü ile vuruştuğu bir anda, bir atlının rüzgâr gibi saflanmıza katılıp düşmana hücûm ettiğini gördük. Bu gelenin nûr yüzü, yeşil sanğı ve beyaz elbisesi içinde daha da heybetli görünüyordu. Elinde kılıncı ile; “Allahü Ekber” nidâlanyla hücûm üzerine hücûm tâzeliyordu. Onun bu gayreti hepimizi heyacana getirdi. Canımızı dişimize takarak Fransızların üzerine şiddetle saldırdık, öyle ki,herbirimiz birer arslan kesilmiştik. Vurduğumuz yerden ya kol, ya baş koparıyorduk. Bizim bu ânî gayretimiz düşmanın gözünü yıldırdı ve kaçmaya başladılar. Peşlerine düştük, pekço- ğunu öldürdük, bir kısımım esir aldık. Pek azı kaçabilmişti. Toplan, cephâne- leri hep elimize geçti. Bu arada bize yardıma gelen o mübârek zâtın, düşmanın kaçtığı istikâmetten atıyla geldiğini gördük, önünde elleri bağlanmış bir Fransız vardı. Yanımıza gelmesini heyecanla bekledik. Nihâyet geldiklerinde esiri yere bıraktı ve; “Paşa! Bu papaz, Fransızlan galeyana getirerek, müslümanlara saldırtı- yordu. Bu Islâm düşmanını iyi zaptet!” buyurdu. Buna çok sevindim ve imdâdımıza yetişen nûr yüzlü zâtın ellerine sanldım. Doya doya öptükten sonra; “Canım size fedâ olsun. Kim olduğunuzu lütfeder misiniz?” diye sordum. “Tillolu Memdûh’um ” diyerek atını mahmuzladı. Önce şâha kalkan at, hızla yanımızdan uzaklaştı. O günden beri bu zâtı tanıyan biriyle karşılaşmak için Allahü teâlâya duâlar ettim. Nihâyet kabûl olmuş. Sizinle görüşmek, ondan haber almak devletine kavuştum. Lütfen Tillo’ya vardığı- nızda, benim yerime mübârek ellerinden öp, selâm ve hürmetlerimi bildir. Kıyâmet günü bize şefâat etmesini istirhâm ettiğimi de bildir.” Paşa’ nın anlattıklannı hepimiz heyecanla dinledik. Sonra bize çok izzet ve ikrâmlarda bulundu. Ihtiyaçlanmızı giderdi. Sonra yola koyulduk. Tillo’ya geldiğimizde doğruca Gavs-ül Memdûh hazretlerinin huzûruna gidip durumu anlattım. Selâmım söyledim. “Ve aleyküm selâm. Paşa doğru söylemiş” diyerek, Allahü teâlânın kendisi için ihsân ettiği bu ni’mete şükretti.”
Gavs-ül Memdûh’un yakın talebelerinden Abdürrahîm Efendi anlattı: “Hocam Gavs-ül Memdûh hazretleri, birgün dergâhın önünde otururken beni huzûr-u şeriflerine çağırdı. Şam’a gidip gitmediğimi sordu. Ben de; “Gitmedim efendim” deyince; “Şu tarafa bak bakalım ne göreceksin?” buyurdu, işâret ettiği yöne baktığımda, yemyeşil bahçeleriyle, Şam’ın karşımda durduğunu hayretle gördüm. Şam’ı merakla seyrettiğimi gören mübârek hocam; “Abdürrahîm! Boşi köyü buradan uzakta mıdır görülebilir mi?” buyurunca, rü’yâd&n uyanır gibi Şam gözlerimden silindi ve hocama; “O köy buraya uzaktır, görünmez efendim” diye cevap verdim. Bunun üzerine; “Doğu tarafına bak!” buyurdu. O anda küçük bir tepenin yamacında kurulmuş olan Boşi köyü gözümün önüne geldi. O anda köyün bir kenannda, hocamın talebelerinden birkaç tânesi oturmuş sohbet ediyorlardı. Köy bekçisi de yanlannda sırt üstü uzanmış yatıyor, talebe arkadaşlarımla alay ediyordu. Hocam; “Abdürrahîm! Bekçinin arkadaşla- nnla alay ettiğini görüyor musun?” diye sordu. Ben de; “Görüyorum efendim. Eğer müsâade buyurursamz hemen hakkından geleyim” diye sordum. Hocamın hiç cevap vermemesinden cesâretlenerek ayağımı hızla bekçiye doğru salladım. Allahü teâlâ- mn izniyle, ayağım bekçinin tam karnına isâbet etmiş ki, birden kamını tutmaya ve feryâd etmeye başladı. Bir daha vuracaktım fakat mübârek hocamın; “Yeter, yâ Abdürrahîm!” buyurması üzerine durdum. Boşi köyü de gözümden kayboldu. Hocamın bu kerâmetlerine hayran kalmıştım. Aradan on gün geçmişti. Boşi köyünün bekçisi, yüzü sanlı bir hâlde hocamın huzûruna çıkanldı. Ağzı sol kulağına kadar eğilmişti. Eğilen taraf kınş kınş olmuş, diğer tarafı da davul zan kadar gerginleşmişti. Bu sebeple ne ağladığı ne güldüğü, ne de konuştuğu anlaşılıyordu. Zor konuşabilen bekçi; “Aman yâ Hocam! Allahü teâlâyı zikreden talebelerinle alay ederken, birisi şiddetle karnıma vurdu. O anda bütün vücûdum hareketsiz kaldı. Ağzım da bu hâle geldi. Bundan böyle hatâmı anladım ve tövbe ettim. Ne olur beni affediniz ve ağzımın eski hâle gelmesi için duâ etmenizi yalvannm” diyerek ağladı. Hocam onun bu durumuna çok üzüldü. Merhamet edip ellerini kaldırarak duâ etmeye başladı. Sonra mübârek elini bekçinin yüzüne sürdü. O anda bekçinin ağzı, Allahü teâlânın izniyle eski hâline geldi.” Gavs-ül Memdûh hazretlerinin akrabâlanndan Molla Hâmid anlattı: “Yaya olarak Erzurum’a gidiyordum. Bir gece Çakmak isimli bir köyde, Yûsuf Efendi isminde iyilik sever birisine misâfir olmuştum. Nereden gelip nereye gittiğimi, kim olduğumu sordu.
Tillo’lu olduğumu, Gavs-ül Memdûh’un akrabâsı olduğumu söyledim. Hocamın ismini işiten Yûsuf Efendi birden heyecanlandı ve başından geçen şu hâdiseyi anlattı: “Birisi bana bir iftirâ atarak hapsettirmişti. Hiçbir suçum olmadığı hâlde verilen cezâya üzülmüştüm. Oradan kurtulmak için pek- çok çâreler düşündüm, plânlar kurdum. Fakat hiçbirinden netice alıp, hapisten kurtulamadım. Bir gece iki rek’at namaz kılıp Allahü teâlâya gözyaşları arasında kurtulmam için duâ ettim. O duâdan sonra hatınma cenâb-ı Hakkın velî olan kullan geldi. Onlar, darda kalan kullara yardım eder düşüncesiyle; “Ey zamânımızın Gavs-ı a’zamı! Ne olur buradan kurtulmam için himmet buyurmanızı istirhâm ediyorum” diyerek, imdât istemeye başladım. Bu şekilde geç saatlere kadar hep Allahü teâlânın sevdiği kul- lannı yardıma çağırdım. Derken uyumuşum. Birisinin müşfik ve heybetli sesiyle uyandım. “Yûsuf Efendi! Haydi kalk” diyordu. Kalktım Başucumda üç kimse duruyordu. Herbirinin yüzleri nûr gibi parlıyordu. “Kimsiniz? Ne için geldiniz?” der gibi yüzlerine bakınca, içlerinden biri; “Sen bizi imdâda çağırmamışmıydın? işte geldik!” buyurdu. Sevincimden ne yapacağımı şaşırdım. Fakat kapılar kilitli idi, üstelik nöbetçiler sabahlara kadar kapı önlerinde gezinip duruyorlardı. Nasıl çıkıp gidecektim. Daha böyle düşünceler aklımdan geçerken o heybetli zât tekrar; “Vesveseyi bırak, cenâb-ı Hak herşeye kâdirdir. Yürüyerek evine git” buyurdu. “Ism-i âliniz nedir?” diye arz ettiğimde de; “Tillolu Memdûh’um. Allahü teâlâ darda kalan kullanna yardım etmekle bizi vazifelendirdi” deyip gözden bir anda kayboldular. Korka korka kapıya vardım. Koluna bastığımda, kapı kilitli değilmiş gibi açıldı. Nöbetçi oturmuş uyukluyordu. Çok güzel bir fırsatta. Sür’atle yanından uzaklaştım. Sevincimden kalbim yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu. Hapishâneden çıktıktan sonra sanki arkamdan beni çağıracaklarmış gibi korkuyla sık sık arkama bakıyordum. Nihâyet eve vardım. Ertesi günlerde beni hiç arayan soran olmadı. Böylece Gavs-ül Memdûh hazretlerinin himmeti, bereketi .. ve yardımı ile kurtuldum.”
1263 (m. 1847) senesinde Tillo’da hastalanan Gavs-ül Memdûh hazretleri, talebe, akrabâ, ahbaplan veçocuk- lan ile helâllaştı. Bir Pazartesi günü öğleye doğru Kelime-i tevhîd söyleyerek vefât etti. Cenâzesini, yerine bıraktığı oğlu Ibrâhim yıkadı ve namazım kıldınp kalabalık bir grup ile defnetti. Mübârek kabri, âşıklan tarafından ziyâret edilmekte, onun feyz ve bereketlerine kavuşulmaktadır.
1) Kem-ülfütûh fi menâkıb, ve ahvâl-il-Gavs- il-Memdûh.