Görmek ve İnanmak
Ömer Sevinçgül
İnsan gördüğüne inanır,” diyorlar, bu sözün mânâsı ne? İnsan gördüğüne ister istemez inanmak zorundadır, inanması normaldir, olması gereken de budur, demek isteniyorsa mesele yok. Kimse aksini iddia etmiyor, bu o kadar açık bir gerçek ki söylenmesi bile gereksiz. Yok eğer bu söz, insan gördüğüne inanır, ama görmediğine inanmaz, inanmaması gerekir mânâsını ifade ediyorsa, o zaman ellerimizi şakaklanmıza bastınp, dikkatle düşünmek zorundayız.
Cümleyi ikinci mânâsıyla alırsak, ben tam tersini söyleyeceğim: İnsan görmediğine inanır. O görmediğine inanan tek varlıktır şu dünyada.
Aslırça bakılırsa inanmakla görmek kavramları arasında doğrudan bir alâka kurmak hiç de mantıklı değil.
İman, görülenin değil görülmeyenin varlığını kabul etmektir, ancak o zaman bir kıymet ifade eder. Güneşi gösterip, “Sen bunun varlığına inanıyor musun?” diye sormanın saçmalığı ortada. Bunlan söylemekle, görmenin “imanın derecesini artırabileceği” gerçeğini göz ardı etmiyorum. Görmek, elbette bir değer artışı sağlar; fakat yine de görmeden inanmanın, yani aslî tarifiyle imanın temel olduğunu unutmamak gerek. Olay şudur, biz bilerek inanıyorsak, görerek inanmaya başlarız.
Görmek ve inanmak konusunda çeşit çeşit fikirler ileri süren, akıldır. Eğer akıl, görmediğini inkâr edecekse, önce kencjini inkâr etmekle işe başlamalı.
Görmeyi, inanmanın ön şartı sa
yarsak, tarih! de yok saymak zorunda kalınz. Nasıl düşünmüyoruz ki? biz her tarihî olaya görmeksizin inanıyoruz. Daha da ileri giderek diyeceğim ki, eğer yukandaki ön şartı kabul edersek, neslini devam ettirdiğimiz dedelerimizi de inkâr etmek zorunda kalı-nz. Çünkü en fazla üç dört göbekten öncekileri görmedik. Oysa bizim varlığımız, dedelerimizin de var olduğuna delildir. Faraza bir kimsenin annesi, onu doğururken ölseydi, o kişi büyüdüğü zaman, hiç görmediği annesini inkâr mı edecekti?
Esasen görmeden inandıklarımız, görerek inandıklanmızdan, daha doğrusu görebildiklerimizden hiç de az değil. Söz gelişi, biz ne atomlan, ne bakterileri, ne mor ötesi ışınlan, ne de elektriği gördük, ama bunlara görür gibi inanıyoruz. Bir grup ilim adamının “gördük” demeleri bize kanaat veriyor. Burada şöyle bir itiraz gelebilir, “İyi ama, bunları bazı özel cihazlarla görmek mümkündür, görenler var” denilebilir. Bu hiç bir şeyi ispatlamaz. Biz, “kendi görüşümüzden” ve “kendi inancımızdan” söz ediyoruz. Çoğumuzun bu özel âletleri kullanmadığımız da ortada. Bakterilere inancımız başkalarına güvenden kaynaklandığı gerçeğine gölge düşürmez.
Şu noktaya varmak istiyoruz: İman konusunda görmek veya görmemek tek başına hiçbir mânâ ifade etmez, ancak bizi çok yönlü açmazlara düşürür. İnanmak konusunda tek kaynak duyularımız değildir, akıl ve nakil de önemli roller üstlenir. Biz, Mesnevî isimli kitabın mutlaka bir ya-
zarının olacağına, olması gerektiğine aklımızla hükmederiz, ama yazann isminin Mevlâna olduğunu bilemeyiz. O zaman nakil devreye girer ve o zâtın Mevlâna olduğunu söyler, biz de inanırız; nitekim inanıyoruz. Pek tabiî bu söz her söylenene körü körüne inanacağız anlamına gelmez. Eğer “görmediğime inanmam” diyorsak, o zaman ne Mesnevinin bir yazarı olması gerektiğine inanabiliriz, ne de isminin Mevlâna olduğuna.
Akıl “her eserin bir ustası vardır, kainatın da bir sanatkârı olmalı” hükmünü verirken; nakil, “o sanatkâr zât Allah’tır” derken; göz, şaşkınlık içinde, “nerde, ben göremiyorum” diye sızlanmakta. Hangisine güveneceğiz? Benzeri hayvanlarda da bulunan göze mi, yoksa insanı diğer varlıklardan üstün kılan akla mı? İşte konunun can alıcı noktası! “Görmediğime inanmam” demekle, “ben gözlerimle düşünürüm” demek arasında fark yok. Şu halde akıl ne işe yarayacak…?
Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise, maneviyatta kördür.