GÜMRÜK GEÇİŞLERİ
“Tüm gümrüklerde tüm aşamaları gümrük memurları İle danışarak yapmalı. Bol bol soru sorulmalı. “Nasıl olsa girdim.” diye sıvışmamalı. Çünkü girmek bir dert ise çıkmak iki dert Motora el bile konulabilir.”
T ürkgözü Kapısından çıkışımız çok kolay oldu. Neden olduğunu anlamadığım bir şekilde çıkış kaşesini pasaportumuza değil bir küçük kağıda bastı bizim polis. Henüz bizim tarafta idik ki üç adet AvrupalI motosikletli ile karşılaştık. Bir “Merhaba demek istedim. Konuşurken bir dertleri olduğunu öğrendim ve yardımcı olmaya çalıştım. Bizim gümrükçülerin İngilizceleri zayıf olduğu için anlaşamıyorlar. Dertlerini kısa sürede öğrendim. İçlerinden biri İngiliz vatandaşı. Türkiye’ye girerken bir minübüsü varmış ve KTM990 motoru da minibüsün içinde imiş. Türk gümrüğünde adamın minibüsü kayda girmiş ancak motosiklet girmemiş. Arkadaş İstanbul’a gelince KTM yi minibüsten indirmiş; minibüsü İstanbul’da bırakıp KTM ile Sarp sınır kapısından çıkmış ve şimdi Türkgözü’nden girmeye çalışıyor. Bizim gümrükçüler de ona “minibüs nerde?” diye soruyorlar doğal olarak. Anlayacağınız durum tam bir çorba olmuş. Hem gümrükçüler hem de ben ona “Seni Sarptan çıkaran memura git. Bir tek o çözer derdini.” Dedik. Burdan çıkacak ders şu: tüm gümrüklerde tüm aşamaları gümrük memurları ile danışarak yapmalı. Bol bol soru sorulmalı. “Nasıl olsa girdim.” Diye sıvışmamalı. Çünkü girmek bir dert ise çıkmak iki dert. Motora el bile konulabilir.
GÜRCİSTAN KAPISI Onları dertleriyle başbaşa bırakıp, geldik Gürcü kapısına. Benim en çok korktuğum şey gümrüklerde ilaçlarıma izin verilmemesi. Her gün bir avuç ilaç içtiğim için yanımda en az üç aylık ilaç bulundurmak istiyorum. Ancak bu da hep dert oluyor. Gürcü kapısında kocaman bir uyarı ilanı var ve ilanda Tüm ilaçlara ait resmi reçete olması ve reçetelerin apostilli (Bir cins noter onayı) olması gereklidir.” yazıyor. Beni aldı bir korku. Baktım muayene memurları araçlardaki tüm valizleri boşalttırıyor ve didik didik arıyorlar. “Eyvah” dedim içimden. Neyse geldi memur. Biraz laf kalabalığı yaptık, bizim çantaları detaylı aramadı ve bastı kaşeyi. GÜRCİSTAN Gümrük geçişleri maceranın en önemi aşamalarındandır. Bazen bildiğim tüm yabancı dilleri unuturum. Benim Orta Amerika’da çok işime yaradı. Kuyruklara girmedim. Daldım kafadan içeri. Polis bana İngilizce “sıraya geç.” Diyor. Ben de ona Türkçe ve karışık “Amigo polis gir kafadan falan filan dedi, diyorum.” sinirleniyor, “İngilizce bilmiyor musun?” diyor. Cevap “No” Yapacağı fazla birşey yok. Bana laf anlatmaya çalışmaktan daha kolay “bas kaşeyi gönder.” Ve nitekim öyle de yapıyor. Giderken mutlu mutlu “Mucho gracias amigo” diyorum ve gaz.
Gürcüstan’ın coğrafi yapısı da çevre dokusu da bizim Karadeniz’e çok benzer. Sadece cami yerine kilise var. Köyler ve insan yüzleri de çok benzer. Yolları asfalt ama bolca çukur var ve yolları sizle birlikte hayvan sürüleri de kullanıyor. O yüzden çok dikkatli olunmalı. Ha bir de bolca mercedes minibüs ve binek araba var. Pek de hibe edilmiş araçlara benzemiyor. Bir dönem basında çok yer almıştı: Almanya’dan çalınan arabalar Polonya üzerinden doğuya gidiyor.” diye. Bunlar onlar olmalı. Yollarda eski Rus araçları izlemek te çok eğlenceli geldi bana. Bir de bolca terkedilmiş Rus malı askeri araç vardı yol kenarlarında. Çokça fotoğraf çektik.
ilk kasabada para bozdurduk. Kaskımdan o ana kadar gelen sesten pek şüphelenmemiştim. Çıkarınca anladım ki kaskın vidaları gevşemiş. Ahh Belindacım beni az titret n’olur? Tiflis’e doğru yaklaştıkça duble yollar başladı ve yollar da kalabalıklaştı. Öyle olunca Tiflis’e girmek istemedik ve kuzeye doğru döndük. Yol üzerinde gürül gürül akan bir akarsuyun kıyısında çok eski bir taş manastır gördük. Etrafında turist otobüsleri falan da vardı. Durduk birkaç foto çektik ve çektirdik güzel Gürcü kızlarla.
Bir süre sonra yolda İstanbullu bir motorcu gurubuyla karşılaştık. Onlarla hoşbeş ettik. Gürcistan turu yapıp döneceklermiş. Birlikte fotoğraf çektirdik ve vedalaştık. Dağlarla birlikte çok güzel virajlar da başladı ve manzara daha da bir güzelleşti. Gudauri civarında idik. Tırmandıkça anladık ki buralar kayak merkezi ve oteller de ona göre oldukça kaliteli ve de pahalı. Bir kaç otelle konuştuktan sonra nispeten pahalı ama akşam yemeği de dahil olan dört yıldız kalitesinde güzel bir otele yerleştik.
Ertesi gün yağmurlu bir sabaha uyanmıştık. Sorun yok. Yağmurluklarımızı kuşandık. Etrafta terkedilmiş ve bakımsızlıktan dökülmüş pek çok büyük bina vardı. Bunlar devlet misafirhanesi gibi yerlerdi ve S.S.C.B. dağılınca boşaltılmış olabilirdi. Tam fotoğraflık idiler ve önlerinde güzel fotoğraflar aldık. Yine hemen ilerde seyir terası gibi bir yere ulaştık. Çevreye çok hakim bir noktada inşa edilmiş. Neredeyse 360 derece manzaraya sahip bir teras isi. Üzerinde sosyalist dönemden kalma orak-çe- kiç, işçi-köylü, eşitlik, askeri güç gibi temalar içeren resimler vardı. Hoş bir enstantane idi tabi ki. Maziden bir esinti. Hey gidi günler ve hey gidi dünya! Sen neler yaşadın? Neler yaşattın? Kaç milyon insanı etkiledin ve hala da etkilemeye devam ediyorsun. Her yaranın tedavisi var. Ölümler olmasaydı! Aylar sonra Küba beni hüsrana uğratmıştı. Sosyalizm bu değildi ki. Ancak ondan da hemen sonra Barselona’da konakladığım bir öğrenci yurdunun duvarında şu yazıyı okuyunca beynimin bulanıklığı geçiverdi: “Evet. Sosyalizm bir ütopya idi. Ufukta görüyordum. Ancak ona doğru attığım her bir adımda o benden daha da uzaklaşıyordu. Olsun varsın. Ufka doğru yürümemi sağlaması da güzeldi.” gibi bir yazı idi. Neyse bu kadar felsefe yeter. Konumuza dönelim. RUS SINIRI Rus sınırına doğru kuzeye sürüyoruz. Doğa ve yollar harika. Önümüzde Vladikavkaz olacak. Bu arada bir genel kültür bilgisi. Rusya ve Gürcüs- tan’ın arası pek de iyi değilmiş. Aralarındaki tek kara sınır kapısını, önceki kış yaşanan ağır sel felaketinden sonra her iki tarafta açmaya pek de is- tekli değillermiş. Fakat bizim şansımızdan bizden bir ay önce yol açıldı, /oksa hepten ortada kalacaktık. Yol açık ama sel felaketinin izleri ortalıkta duruyor. Yolların çoğu yok olmuş. Yeniden yapılmaya çalışılıyor. Oldukça dikkatli inişe geçtik ve sınıra da yaklaştık. Sınırda uzun bir tır kuyruğu vardı. Onları solladık. Arabaları da solladık. Ama suratsız bir Rus sınır askerine tosladık. Bize “bas geri” yaptırdı. Beklerken Azerbaycan Türk’ü bir kaç kişiyle sohbetler ettik. Moskova’ya çalışmaya gidiyorlarmış. Hallerinden memnunlarmış. Neyse sıramız geldi ve gümrük işlemlerine başladık. Bir beyanname doldurmamız lazım ve beyanname Rusça. Tek kopya bir İngilizce beyanname var. Ondan kopya çekerek doldurduk beyannameyi ve kolayca girdik Rusya’ya da. Ancak hemen sigorta yaptırmamız gerekmiş. Sınırın hemen ilerisinde kulübelerde sigortacılar var. Ağlaya ağlaya bayıldık dolarları ve yaptırdık sigortamızı. Ne kadar olduğunu hatırlamıyorum.
GROZNI ÜZERİNDEN KUZEYE Buradan sonra Grozni üzerinden Hazar Denizi’ne doğru süreceğiz ve Kasavyurt’dan da kuzeye. Bu bölgede güvenlik uyarısı var Çeçen direnişçiler şehirlerden doğudaki ormanlara çekilmişler ve silah bırakmamışlar. Ben ise Çeçenlerden korkmamız gerektiğini hiç düşünmedim. Tam tersine karşılaşmak ve iki muhabbet etmek isterdim. Yol üzeri Grozni’ye aniden giriverdik ve içinden de şöyle bir geçmek istedik. Şehir merkezi çok şaşırtıcı şekilde zengin görünümlü idi. Sanırım Rusya “Siz yeter ki silahı bırakın. Biz size para verelim.” demiş. Geniş ve bakımlı caddeler ve binalar vardı. Şehrin göbeğindeki dört minareli kocaman caminin önünde fotoğraflar çektik ve alışveriş merkezi gibi bir yerin önünde durduk. Motorlarla göz temasımızın da olacağı bir restorana oturduk. Garsonla anlaşmakta zorluk çekince Türkçe bilen bir Çeçen hemen yanımıza geldi ve yardım etti. Onu da davet ettik yanımıza oturdu. Ablası bir Türk ile evliymiş. Bir süre İstanbul’da yaşamış ve geri dönmüş. Bizi o gece evinde misafir etmek istedi ancak biz nazikçe geri çevirdik. Çerkez tavuğu sorduk. Yokmuş. Mecbur pizza yedik Gitme zamanı geldi. O arada da motorların başına uzun namlulu silahlar taşıyan Çeçen polisler geldi. Sorular soruyorlar ama bu bir “dost sohbeti miydi yoksa polis sorgusu mu?” ayırd etmek zor. Birlikte fotoğraf çektirme önerisini de asık bir suratla geri çevirdiler. Biz de sorguyu fazla uzatmadan Ahmet’le vedalaşıp oradan ayrıldık. M AH AÇ K A LAYA DOĞRU Mahaçkala’ya doğru sürüyorduk. Kasaba ve şehirlerin isimleri hiç te yabancı değildi. Khasavyurt, Babayurt, Kızıl- yar. Kızılyar’a girdğimizde güneş batmıştı. Hemen güzel bir otel bulup yerleşmeliydik. Her şehrin, kasabanın merkezinde bir otel olur nasıl olsa. Önce hiç panik yapmadık ancak sonra anladık ki Kızılyar’ın ne bir merkezi var ne de o merkezde bir otel. Olmayan Rusçamızla ve uzun süren uğraşlardan sonra otelimsi bir yer bulduk. Kapısında otel yazmıyordu. Büyükçe bir bina idi ancak otele de pek benzemiyordu. Neyse ki Kiril alfabesini az çok biliyordum ve “gasti- nitsa” yı okudum. Gastinitsa İngilizce “guesthouse” a benziyordu. Daldım içeri. Evet burası bir otelimsi idi. Ancak neredeyse yirmi yıldır bakım bile görmemiş gibiydi. Odadaki herşey hem çok eski ve bakımsız hem de çok zevksiz idi. Ancak başka da alternatifimiz olmadığı için “seve seve” kabul ettik. En azından motorlarımızı da içeri sokmuştuk. Motorları içeri sokmamıza rağmen yine de içimiz rahat etmedi. Eşyalarımızın tamamını odaya aldık ve motorları da birbirine kilitledik. Etrafta restoran gibi bir şey de yoktu. Ancak resepsiyonda satılan bira, bisküvi gibi şeylerle karnımızı doyurup hemen uyuduk. Bu gece hızlı bitmeliydi.:)
www.motorbike.com.tr
4
• -v;
DERS ŞU: GPS YETMEZ, BASILI HARİTALAR TAŞIMALI VE TELEFONDAKİ HARİTALARA DA BAKMALI Ertesi gün Astrahan’a ulaşacaktık. Yol tek ve düzgün görünüyordu. GPS lerimizdeki haritayı takip ederek ilerliyoruz. Yolun ortalarında fa- landık. Güzel bir asfalt yolda ilerliyorduk. Ben önde idim. GPS birden sola yol verdi ve dönmemizi işaret etti. Baktım orda bir yol yok ve de- am ettim. İçimden de “GPS tir ne yapsa yeridir. Hassasiyeti kaybolmuştur az sonra döneriz sola.” diye devam ettim. Önümüze bir dört yol kavşağı çıktı. Bu kavşak ta GPSte yok. Geri döndük GPS in işaret ettiği dönemece. Yol yok gerçekten de sadece bir eşek yolu var ve devamında da bir yola bağlanabileceği ile ilgili bir ipucu yok. Böyle durumlarda tek çare, birilerine sormaktır tabi ki. Biraz bekledik ve bir araç geldi. Ona sorduk Astrahan yolunu ve onlar da “sonraki dört yoldan sola dönün” dediler. Güvenmekten başka çare yok. Denileni yaptık. Yola devam ediyoruz. GPS bir an bulunduğumuz yolu gösterdi. Ben yine öndeyim. Önümüzde köy gibi bir şey var. Kıyısından geçtik ancak yol toprak oldu birden, sonra tümsekler belirdi ve bir kilometre falan sonra da aniden bitiverdi. Ana! Şaka gibi! Yol bitti yani. Bir akarsuyun kenarında öylece bitiverdi. Tek çare dönüp köye sormak. Derken “bir de cep telefonumuzdaki google haritaya bakalım.” dedik ve şaşırtıcı şekilde google bize yeni bir yol gösterdi ve o yolu takip ederek yeniden ana yola kavuştuk. Buradan çıkacak ders şu: GPS yetmez. Basılı haritalar taşımak ve -fazla mal göz çıkarmaz- GPSli cep :elefonundaki haritalara da sahip olmak gerek. E M N İ YET-E M N İ YET-E M N İ YET Bu bölgede, yani Hazar denizinin Kuzey batısında, muhtemelen gölün çekilmesinden oluşmuş, çölümsü bir doğa var. Dolayısıyla da yollar ve izler değişmiş. Asfalt yol sık sık deniz kumu kıvamında kuma dönüyor ve birden çölde gibi hissediyorsunuz. Anlayacağınız yol biraz çileli ve fakat eğlenceli de idi. Erdem, tabi oyuncak bulmuş çocuk gibi se- vindirik oldu ve hemen kameraları açıp o kum yollarda eğlenmeye başladı. Ben ise eğlenmekten çok emniyet-emniyet-emniyet deyip henüz yolumuzun çok başında iken bir kaza riskine girmek istemedim. Onu pür dikkat takip ettim ve yolumuza devam ettik. Yol kenarına dizilmiş, pencere ve kapıları renkli boyanmış şirin evler vardı yol boyunca geçtiğimiz köylerde. Evler de ahşaptı ancak boyasız idi, bizim karadeniz evleri gibi.
O köylerden birinde bakkal aradık. Üzerinde Kiril alfabesiyle “Prodıkt” yazan kulübenin bakkal olduğunu anladık ve girdik bir şeyler satın aldık oradan. Dükkandaki şahane mavi kanlı kıza tuvalet sorduk. Yan tarafı gösterdi. Gösterdiği yere yöneldim ve acı gerçeği öğrendim. Tarlanın ortasında bir kulübe, kulübenin altı foseptik ve su maalesef. Girmemle çıkmam bir oldu. Asya’da kaldığım oteller dışında “sadece araziyi kullandım.” diyebilirim. Çünkü başka bir şans yok. Daha önce giden arkadaşlar da Rusların kadın erkek karışık yan yana klozetler kullandığını ve klozetler arası duvar vs olmadığını da anlatmıştı. Ben görmedim ama o da varmış. Neyse çıktık o köyden ve sonra bir yüzer köprü geçtik. Çok hoştu. VUR :LEVHASI GERÇEKTEN VUR’LEVHASIDIR Bir süre sonra Rus polislerin kontrol noktaları başladı. O altı kenarlı “dur” tabelası var ya, hani bizim durur gibi yapıp durmadığımız. Ha işte o, bizim memleket hariç her yerde GERÇEKTEN “dur” demekmiş. İlk fırçayı yiyip kolaylık vergisini toslayınca anladık. Sanırım ben öndeydim. Polis kontrol noktası var ama polisler bir araba ile meşguller ve bize hiç bakmıyorlar bile. Alışkanlık işte dur levhasında yavaşladım ama yürümeye devam ettim. Bana elindeki sopayı gösterdi. Yine devam ettim. (Meğerse sopayı gösterince de “dur” demekmiş çok geç anladım.) İyice sinirlendi ve “stooop” diye bağırdı. “Madem” dedim içimden “bu kadar ısrar ettin durayım bari.” Ve durdum. Geldi bir şeyler anlatıyor. “Ne panimayu” diyorum. Rusça “anlamıyorum.” Demek. Bunu ezberleyin doğu yolcuları. Ve de cebinizde bozuk bir dolar, beş dolar ve -kabahatiniz de büyükse- yirmi dolarlar bulundurun. Neyse uzatmadan tosladık iki tane beş dolar ve gaz. İşte orada öğrendik, “dur” levhasında durulacak. Polis sopasını sana gösterince durulacak. Polisle göz teması sağlanacak ve “git” derse gidilecek. ICALMUKYA CUMHURİYETİ Ben yola çıkmadan bu bölgeyi çok iyi çalışmamıştım ve az ilerde Kal- mukya Cumhuriyeti’ne gireceğimi bilmiyordum az acı şekilde öğrendim. Asfalt yolda ilerledik ve bir kaç saat sonra yine yol kenarında ama karşı tarafta bir polis çevirmesi daha var. Yanlarından usulca geçtik. Yol ikiye ayrılıyor. Ben öndeyim. Direk kasabaya doğru sürdüm ama aniden bir girilmez levhası belirdi yolun sağında. Durur gibi yaptım ama levhanın altında transit gibi bir şey yazıyordu. Anladım ki transit araçların girmesini istemiyorlar. Devam ettim ama bu defa da Erdem gelmiyor. “Erdem gel.” I ıh gelmiyor. Mecbur geri döndüm. Birlikte diğer yola sürdük. Kasabanın diğer girişinde bir çevirme daha var. Durdurdu bizi. Evraklar falan. Polis çekik gözlü idi. İçimden “Acaba Kazak Türk’ü mü bunlar?” diye ge
www.motorbike.com.tr
çiriyorum. Öyle olurlarsa sevineceğim. Ama değillermiş. O arada Erdem kulağıma fısıldadı “Abi bunlar Kalmuk.” Ben “O ne la?” diyorum. “Abi Kalmukya Cumhuriyetindeyiz.” diyor. Alla Allaaaa. Bir bu eksikti. Kısa boylu, çekik gözlü Kalmuk polis bizimle oyun oynuyor. Amacı vergisini almak tabi ama biz de “Paramız yok. Şimdi banka arıyoruz.” falan yapıyoruz. Tabi ben bilemedim. Bilsem beş dolarla kurtulacağımızı. Vereceğim peşin peşin ama bilemedim. Ben vermemekte direndikçe o da bizimle oyun oynamayı sürdürdü. GPS takip cihazıma elliyor. “Bu ne?” diyor. Çantalara elliyor. “Bunlarda ne var?” diyor. Sinirden kuduracağım. Güneşin altında ve çöl sıcağının ortasındayız. Yorgunuz ve karnımız aç ve bu pigme bizimle oyun oynuyor. Neyse ki bir süre sonra o da yoruldu ve bize gidin işareti yaptı. Oradan hemen ayrıldık ve kasabaya doğru döndük. Aynı girilmez levhası orada da var. Ama transit araçlara tabi ki. Biz ise kasabaya giriyoruz. Bankadan para bozdurmamız gerek. Ve bir de bir şeyler yemeliyiz. Kasabanın içlerine doğru ilerliyoruz. Gözlerimi rahatsız eden bir şey var bu kasabada. “Nedir nedir?” diye düşünürken aniden düştü jetonum. Yahu bu kasabada ağaç yok ağaç. Evet tam bir çöl kasabası. Ağaç ta yok su da. Az ilerleyince önümüze, Ankara Belediyesi’nin şehir girişlerine yaptırdığı kale kapısı görünümlü kapılar gibi bir kapı çıktı ve fakat kapı çin mimarisi gibi bir mimariye sahip. İşte o zaman anladım Kalmukların da Budist olduğunu. Neyse girdik kasaba merkezine banka arıyoruz. Bir tane bulduk. Girdim içeriye ve maalesef dolar bozmuyorlar. Ama işaret diliyle bana “bir başka banka daha var.” dediler. Oraya gittim. Oh be burası dolar bozuyor. Bir miktar bozdurdum ve çıktım, gidiyorum. Arkamdan bankacı koşturdu. Kaskı içerde unutmuşum, eşekkür ettim. Yürüyorum. Bankanın önündeki bir araba bana korna çaldı. Sürücü bana “gel gel” yapıyor. “Eyvah” dedim “soyulacağım” herhalde. Yaklaştım yanına. Bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor işaret diliyle. Bir kaç dakikada anladım. Meğerse bankaya girerken cüzdanımı düşürmüşüm. Arabadaki genç cüzdanı görmüş. Hiç istifini bozmadan beni beklemiş. Yine istifini bozmadan ve arabadan inmeden bana cüzdanımı gösteriyor. “Budan senden razı olsun kardeş” dedim ve ayrıldım oradan. Restoran falan yok etrafta ama bir market var. Erdem motorları beklerken ben marketten bisküvi, gazoz ve su gibi şeyler aldım. Hemen ayaküstü tıkındık ve yola çıktık tekrar. ASTRAHAN’DAYIZ. O gün başkaca aksilik çıkmadı. Astrahan’a vakitlice ulaştık. Biraz büyükçe bir şehirmiş. Önce büyük bir alışveriş merkezinn önünde durduk. Hemen bir kafeden internet bulup oteli ayarladık. Adresi aldık ve GPS ile kolayca bulduk oteli. Otel bir aile işletmesi. Ev pansiyonu gibi bir şey ancak bizim kalacağımız odanın kendi duş ve banyosu var. Oda temiz ve konforlu. Ertesi gün erken saatte yola çıkacağımız için hemen hazırlanıp, doğru şehrin yolunu tuttuk. Otel sahibesi taksiye kaç para vermemiz gerektiğini de söyledi. Giderken taksiye kazıklanmadık. Astrahan tipik bir Rus kenti. Temiz ve düzenli. Sadece trafikte karmaşa var. Rus sürücüler tam bir felaket. Çok ani gazlamalar, pati çek56 www.motorbike.com.tr
meler, ani frenler vs. Özellikle büyük Rus şehirlerinde dikkatli olunmalı. Astrahan Hazar Denizi’ne dökülen büyük bir nehrin kenarına yapılmış. Kentte nehir kenarına halkın eğlenmesi için büyük bir açık alan var. Mavi kanlı Rus kızları orada bisiklete biniyor, paten kayıyorlar. Etrafta da mü- tevazi bir eğlence var. Biraz da ara sokaklara daldık. Fotoğraf falan derken otele dönme zamanı geldi. Bir taksi çevirdik. Fiyat hiç sormadık “nasıl olsa biliyoruz.” diye. Araba eski Rus makam araçlarından, Volga marka; içini de pavyon gibi ışıklandırmış ihtiyar. Otele gelince aynı parayı uzattık. Şaşırdı ihtiyar. Ve üç katını istedi. Beyefendinin arabası özelmiş, lüksmüş falan filan. Attık koltuğa yüz rubleyi ve otele doğru yürüdük gittik. Ana! Otele geldi adam beş dakika sonra illa da üçyüz ruble istiyor. Neyse madam araya girdi de bir elli ruble daha toka ettik. Gitti de kurtulduk. Aslında binmeden netleştirmeliydik fiyatı. Neyse buraların acemisiyiz. Öğreneceğiz. KAZAKİSTAN’DA İLK HEDEF ATYRAU Ertesi gün Kazakistan’a gireceğiz; hedef Atyrau. Ben çok sevinçliyim Kazaklarla karşılaşacağım için. Sınıra kadar kolay bir yol idi. Yakıtımızı da sınırdan hemen önceki kasabadan almayı planlamıştık ancak sınırdan önceki yakıt istasyonunun kapalı olduğunu görünce oldukça bozulduk çünkü yakıtımız kritiğe girmişti bile. “Ya nasip” dedik ve devam. Zaten başka şansımız da yok. Sınırları sorunsuz geçtik ama benim umduğum gibi bir Kazak karşılaması olmadı. Sınırdan hemen sonra bir yakıt istasyonu bulduk ve en azından yakıt krizini atlattık. Bu noktadan itibaren ve neredeyse tüm Asya boyunca benzin istasyonlarının elemanları demir parmaklıkların arkasında. Almak istediğiniz yakıtın parasını ultra modern, tahta vezne çekmecesine koyuyorsunuz. Eleman pompayı paranız kadar açıyor ve yakıtınızı öyle alıyorsunuz. Ayrıca “full” kelimesi de onlara bir şey ifade etmiyor. Neyse ki uzun uğraşlardan sonra anlaştık. Bizim tanklar 23 litre. Biz diyorduk ki “25 litre alacağız” ona göre parayı veriyorduk ve dolumdan sonra fazla parayı iade alıyorduk. Bu sistemi her yeni yakıt istasyonuna anlatmak zor oluyordu elbet ancak yapacak da fazlaca bir şey yoktu. Bunlar da maceranın parçaları. Kazakistan’a girer girmez yollar da dahil birden her şey değişti. Yollar asfalt ancak kocaman çukurlar var. Biz kolay kaçıyoruz; büyük sorun yok ancak karşıdan gelen koca kamyonlar da kaçıyor Böyle olunca da biz hem çukurlardan hem de sarhoş gibi gelen kamyonlardan kaçmaya çalışıyoruz. Çöl yeniden başladı. Yol kenarlarında hiçbir bitki yok. Etrafta hiç bir canlı yok. Bir süre sonra petrol pompaları ve develer de görünmeye başladı. Eyvah biz nereye düştük. Yanlışlıkla Arap yarımadasına mı düştük. Hayır tabi ki de. Sonra anladık ki Kazakistan’ın neredeyse tamamında hep benzer manzara var. Yaşam yok gibi. Yol kenarında sadece bir kaç köy gördük. Ben bir tanesinin yanından geçerken gölgede oturan gençlere korna çaldım ve dostça el salladım. Ama karşılığında hiç te dostça olmayan el hareketleri aldım O zaman anladım Kazakis- tan’ın biraz zor olacağını. Yol boyunca köylerdeki evlerden daha görkemli olan mezarlar gördük. Hatta bir tanesi çok şaşırttı. Mezarlık ikiyüz hane gibiydi ve fakat köy ise sadece on hane falan. ? Güler misin ağlar mısın? ? Acı bir durum aslında. Ölüye saygısızlık etmek istemem fakat insanoğlunun canlısına harcamadığı parayı ölüsüne harcaması tuhaf değil mi?
Yol boyu kenarda tamamen çöl kumu da gördük. İşte onların birkaçına hem biraz eğlenmek ve hem de fotoğraf çekmek için girdik. Eğlendik de. Alışık olmadığımız yepyeni bir coğrafyada, yaban ellerde ve yabani bir ortamda mo- ^.or binmek hem eğlenceli hem de adrenalinle oluyor. Ama riske girmeden. Yolumuz uzun. Yol boyu yemek mi? O maalesef yok. Bir köye girdik ve zar zor bir bakkal bulduk ve oradan yine bisküvi gibi şeyler aldık da ancak karnımızı doyurduk. Yanımızda acil durum için incir-ceviz sucuğu ve parmak bal vardı. Dostum Yusuf Baba önermişti. İyi ki onu dinlemişiz. Onlar da çok işe yaradı ama erken bitti. Atyrau ya vakitlice girdik. Girerken bir araba bizi durdurdu. İçinde burada yaşayan bir Türk vardı. Hemen ayak üstü bize Kazakların ne kadar kötü insanlar olduğunu anlattı. Sonra şehre girdik. Çok zor olmadı büyük bir otel bulduk ve yerleştik. Ben tek başıma şehir merkezine yürüdüm. Çok geniş yollar vardı ve ana yol üzeri çok düzenli ve estetik. Her yerde polis arabası vardı. Her trafik polis arabasının yanında maskeli ve uzun namlulu silahı olan bir özel harekat- çı vardı. Durum ürkütücü idi. Bir kaç fotoğraf çektim ve otel döndüm. Güzel bir Kazak şehri idi ancak önemli bir kusuru vardı buranın. Atyra- ‘nun içinden akan nehirde bu bölgenin en pahalı havyarının elde edildiği balıklar yaşadığı için şehirde sivri sinek ilaçlaması yapılmazmış. O nedenle feci sivrisinekleri vardı. Akşam bir Türk lokantasında yemek yedik. Sabah otelden ayrılırken iki AvrupalI motosik- letçi ile karşılaştık. Azcık muhabbet ettik. Birinin sepetli eski bir GS’i vardı. Motorları Almata’ya uçakla göndermişler karadan dönüyorlardı. BEYNAU, İNSANLARI BUZ GİBİ… Bugünkü plan Kulsarı üzerinden Beynau’ya ulaşmak. Yine çöl ve yine ukurlu yollardan aynı manzara ile girdik Beynau’ya. Çok küçük bir kasaba Beynau ve insanları ise buz gibi. Hiç bir sıcaklık hissedemiyorsun. O kadar donuk bakışları vardı ki korkunç bile denilebilir. Hemen bir otel bulup yerleştik. Ortalıkta dolaşmanın alemi yok.
Ertesi gün Özbekistan’a gireceğiz ve Nukus şehrine kadar süreceğiz. Özbekistan’da yakıt sıkıntısı varmış. O nedenle yedekler dahil tüm tanklar dolacak. Yanaştık istasyona. Doldurduk hepsini. Ana! Benim yeni aldığım ki adet beş litre tankların ikisi de işiyor. Delinmiş. Kabahat bende tabi. Malzemeyi önceden test etmeliydim. Ama zaman yoktu. Neyse şimdi acele akan benzinlere şişe falan bulmamız lazım. Oralardan bir şekilde bir şeyler ayarladık ve delik tanklardaki yakıtın yarısını kurtardık. Yola çıkacağız. GPS bizi kuzeybatıya gönderiyor halbuki bizim güneydoğuya sürmemiz gerek. Güneş bizi çağırıyor ama gidemiyoruz. İşte bir ders daha. Kocaman şehirler hariç GPS e her- zaman güven- memeli ve konum ve yönü güneş ve yıldızlardan ve basılı haritalardan da takip etmeli. Neyse bir şekilde yolu bulduk.
ÖZBEK SINIRI Yol, engelli yarış parkuru gibi ve asfalt değil. Sal- lan-yuvarlan sınıra geldik. Kazak sınırından geçtik ama Özbek sınırında kuyruk var ve araba kuyruğu. Kamyon kuyruğunu zaten beklemiyoruz ama araba kuyruğunu beklemek lazım ama hava da sıcak. Ne yapsak ki? Derken öne doğru hamle yaptık. Kapıdaki askere “selamınaleyküm” çaktık. Bizim Türkiye Türk’ü olduğumuzu anlayınca açtı bütün kapıları. Bizi tüm görevlilere gösterdi. Tüm işlemlerimizi eliyle yaptı ve içeriye doğru uğurladı. Bir sohbetimiz vardı ki inanamazsınız. İşte dedik “kan” bu. Ben milliyetçi değilim ama milletimi sevmekte de hiçbir engel ve sakınca görmem. Nukus’a kadar çöl ortamı devam etti ve yollar daha da kötü tabi ki. Yol üzeri bir çayhanede durduk. Yer sofrasında çay içtik. Çorba içtik. Çayları bizden farklı. Çayın üstüne kaynar su döküp getiriyorlar. Üç dakikada hazır. Çorba dedikleri ise bizdeki haşlama et. Yani büyük et ve patates parçaları olan bol sulu bir yemek. Etrafta hijyen hak getire ama yapacak bir şey yok maalesef. Nukusa hava kararmak üzereydi ki girdik. Zar zor bir otel bulduk ve yerleştik. Otel bulmada en büyük yardımcı GPS tabi ki. Otelimiz çok güzel ve temizdi. Motorlar ise iç bahçede güvende. Resepsiyondaki çocukla biraz Türklük muhabbeti yapayım dedim. Ancak o zaman öğrendim. Bu bölgedekiler kendilerine Türk demiyorlar; Özbek de demiyorlar. EE Ne diyorlar? Karakalpakmış bunlar. Bir yaşıma daha girdim. Bakalım daha neler öğreneceğiz. Burası da Özerk gibi bir şey ve Karakalpakistan imiş. Sabah yakıt bulmalıydık. Çünkü Özbekistan’ın -Taşkent hariç- tamamında yakıt istasyonlarında yakıt yok. Evlerde karaborsa fiyatlarıyla satılıyor. O yakıta da en kolay otelciler ulaştırıyor. Sabah yine aynı “kaç litre” sorunu çıktı. Dışardan gelecek. Kaç litre istiyorsunuz diyorlar. Dedik ki “bize yakıt getirecek adam buraya boş gelsin ve bizi yakıta götürsün.” Geldi bir taksi ve bizi yakıta götürdü. Mahalle aralarında bir eve yanaştık. Canım Özbekler orda da bizi sevgiyle karşıladılar. Sarılıyorlar. Fotoğraf çektiriyorlar. Neyse yakıtları kulaklarımıza kadar doldurduk ve gazladık. HER DERDE DEVA BİZİM TÜRK KAMYONCULAR Epeyi bir sürdük güneydoğuya doğru. Yorulunca bir mola vermek istedik. Büyükçe ama gariban bir tesise girdik. Tesisin önü kamyon dolu. Ve fark ettik ki aralarında Türk plakalılar var. Oturduk yemek falan kamyoncularla da sohbet ediyoruz. Bu bölgede bize en çok lazım olanlar onlar. Her derde devalar bizim kamyoncular. Sohbet muhabbet. Tabi şaşırdılar bizim geldiğimiz ve gideceğimiz yolu duyunca “Ne güzel” diyorlar ama kinayeli kinayeli. Sonra çıkardı ağzındaki baklayı en yaşlıları Adanalı olan: “Yahu” dedi “çocuklar. Bir şey diyeceğim ama bozulmaca yok tamam mı?” “Buyur abi” dedik “Ne bozulması? Estağfurullah yani” “Size” dedi “bizim hökümet para mı veriy?” Gülümsedik. “Yoh baba” dedik “ne parası?” “Allah Allah” dedi “E gardaşım sizde heç mi gafa yok. Düştüyüz ha bu yollara da gidiysiz taa nerelere? Bizimkisi hadi ekmek parasıdır. Sizin derdünüz nedir hele bi anlatın baak?” Öylece gülüştük hep birlikte. Sonra içlerinden biri “Yolunuzun üstünde Khiva şehri var; Harzemşah- ların başkenti. Orası çok güzeldir. Mutlaka uğrayın.” dedi. “Tamam” dedik ve vedalaşıp gazladık oradan.
GÜMRÜK GEÇİŞLERİ
01
Eki