HANGİ TÜRKÇE

HANGİ TÜRKÇE

OSMANLICA DİYORUZ

Osmanlı imparatorluğunun kurulduğu zamandan beri saray, med- ffb rese, tekke ve yeniçeri ocağı gibi türlü çevreler meydana gelmişti. Sarayla medrese, klâsik edebiyatın gelişmesini desteklerken, tekke, kendine mahsus edebiyatı vücuda getiriyor, yeniçeri ocağı ise, halk edebiyatım devam ettirmeğe çalışıyordu. Tekke edebiyatı ile halk edebiyatının dili Türkçe idi; buna karşılık klâsik edebiyatır dili ise Arap ve Farsçanın etkisi altında büsbütün başka bir yol takip eden yapma bir dildi. Bu dil, XVI, yüzyıldan sonra konuşma dilinden büsbütün ayrıldı,

o kadar ki, yalnız Türkçeyi değil, Arapça ve Farsçayı iyi bilenler bile, onu doğru okumak ve kolayca anlatmakta güçlük çektiler.

Bununla beraber, bu yapma dil, ancak hüner ve marifet göstermekten ibaret olan eserlerde yer tutuyor; Türkçe ise, konuşma dili olarak da halk için yazılan eserlerde canlılığını muhafaza ediyordu. Hatta yaşayan bu sade Türkçe, Divan şairlerinin eserlerinde bile görülmekte idi. Onlar da balk için yazmak istedikleri zaman açık Türkçeye baş vuruyorlardı.

O halde, ilk günden beri yana yana yürüyen ikî ayrı dille karşı karşıya bulunuyoruz, demektir. Biri konuşulan ve yazılan sade Türkçe, öteki ise yalnız basa aydınlar İçin yazılan, fakat hiç konuşulmayan yapma Türkçe. Bunları birbirinden ayırt etmek için adlandırmaya elbette lüzum vardır.

Hangisine Türkçe, hangisine Osmanlıca diyoruz? Birer örnek vererek açıklayalım. «Kafasını kılıçla gövdesinden ayırdı.» Türkçedir; bunu demek için Nergisî’nin kullandığı «Mikrâs-ı tîg ile gerden-i kâfur-ll-ttbasından fark-ı pürlemeânını cüda kıldı» cümlesi Osmanlıcadır. «Canı cehenneme uçtu» Türkçedir; bunun karşılığı olan «Zâg-ı cifehâr-ı cân-ı habisi şlgâf-ı târekinden nlşibgâh-ı dûzaha pervaz eyledi» cümlesi Osmanlıcadır.

OSMANLICA DİYORUZ

Osmanlı imparatorluğunun kurulduğu zamandan beri saray, med- ffb rese, tekke ve yeniçeri ocağı gibi türlü çevreler meydana gelmişti. Sarayla medrese, klâsik edebiyatın gelişmesini desteklerken, tekke, kendine mahsus edebiyatı vücuda getiriyor, yeniçeri ocağı ise, halk edebiyatım devam ettirmeğe çalışıyordu. Tekke edebiyatı ile halk edebiyatının dili Türkçe idi; buna karşılık klâsik edebiyatır dili ise Arap ve Farsçanın etkisi altında büsbütün başka bir yol takip eden yapma bir dildi. Bu dil, XVI, yüzyıldan sonra konuşma dilinden büsbütün ayrıldı,

o kadar ki, yalnız Türkçeyi değil, Arapça ve Farsçayı iyi bilenler bile, onu doğru okumak ve kolayca anlatmakta güçlük çektiler.

Bununla beraber, bu yapma dil, ancak hüner ve marifet göstermekten ibaret olan eserlerde yer tutuyor; Türkçe ise, konuşma dili olarak da halk için yazılan eserlerde canlılığını muhafaza ediyordu. Hatta yaşayan bu sade Türkçe, Divan şairlerinin eserlerinde bile görülmekte idi. Onlar da balk için yazmak istedikleri zaman açık Türkçeye baş vuruyorlardı.

O halde, ilk günden beri yana yana yürüyen ikî ayrı dille karşı karşıya bulunuyoruz, demektir. Biri konuşulan ve yazılan sade Türkçe, öteki ise yalnız basa aydınlar İçin yazılan, fakat hiç konuşulmayan yapma Türkçe. Bunları birbirinden ayırt etmek için adlandırmaya elbette lüzum vardır.

Hangisine Türkçe, hangisine Osmanlıca diyoruz? Birer örnek vererek açıklayalım. «Kafasını kılıçla gövdesinden ayırdı.» Türkçedir; bunu demek için Nergisî’nin kullandığı «Mikrâs-ı tîg ile gerden-i kâfur-ll-ttbasından fark-ı pürlemeânını cüda kıldı» cümlesi Osmanlıcadır. «Canı cehenneme uçtu» Türkçedir; bunun karşılığı olan «Zâg-ı cifehâr-ı cân-ı habisi şlgâf-ı târekinden nlşibgâh-ı dûzaha pervaz eyledi» cümlesi Osmanlıcadır.

Günümü» yılarlarından, dil v» edebiyat üzerinde incelemalarlyla tanınan, Agâh

Sırrı LEVEND (1894 . -)> aşağıdaki

yazısında, öteden bari kullanılan, takat tam

anlamıyle amırt çizilemayan «Ofman/ıca» deyimi üstünde duruyor,

Okuyacağınız yazı, ontin *Türk Dilinde Gelişme Sadeleşme Safhaları» adli eserinden alınmıştır.

Açıklamalar:

Dilin gelişmesinde çeşitli toplum sorunları. ve kurumlar önemli yer tutlf. Osmanlı împaratorluğu’nun kuruluğunda ve gelişmesinde imparatorlukla birlik* te çeşitli kurumlar da meydana gelmiştir. Halkla gittikçe ilgisini kesen bir lartjf çevresi vardır. Onu destekleyen medrese; Arap ve Fars hayranlığı içindedir. Böy« lelikle halkla aydın birbirinden uzaklaşmış, bunlar karşıt birer zümre haline gelmişlerdir. Halk, artık aydın zümrenin dilinden anlamaz olmuş; dil de iki ayn koldan gelişmeğe başlamıştır. Son paragrafta, halk ve aydınların dilinden alman sözler, bu dillerin özelliklerine örnek olarak gösterilebilir. yu

«Mikrâs-ı tig ile gerden-i kâfur – iltibasından fark-ı pürlemeânını cudfflHl-dı» — Kılıç makası ile kâfura pek benzeyen boynundan pırıl pırıl ışıldayanKt* fasını ayırdı. (Eskiden beyaz mumları kâfur denilen maddeye karıştırırjjgf Ve mumun daha çok ışık vermesi için arasıra alevli fitilini makasla keser]ermi|).

«Zâg-ı cîfe-hâr ı eân-ı habisi şigâf-ı târekinden nişib-gâh-ı dûzaha pervaz eyledi.» — Leş kargasına benzeyen pis canı kellesinin yarığından (ağzından)ı cehennemin uçurumuna doğru uçtu.

Araştırmalar:

1 — Saray – medrese ile halk toplulukları, dil ve edebiyatı hangi yönlerden geliştirmişlerdir?

2 — Farsça ve Arapça’nın dilimiz üzerindeki etkileri ne olmuştur?

3 — Yazarın bu durumda «yapma Türkçe» ve «konuşulan ve yazılan sade Türkçe» ayrımını doğru buluyor musunuz? Bunların özellikleri nelerdir?

4 — Yazıda, Türkçe sayılan ikinci cümledeki «can», «cehennem» kelimeleri yabancı kelimelerdir. Osmanlıca sayılan cümlelerdeki «kıldı», «eyledi» kelimeleri de Türkçe’dir. Buna göre, yazarın anlatmak istediği Türkçe ve Osmanlıca cümleyi öğretmeniniz yardımıyle tanımlayınız.

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*