Genel

Hasan Burkay Hazretlerinin Hayatı

Hasan Burkay Hazretlerinin Hayatı
Cenabı Hak’ka c.c. nihayetsiz hamdü senalar, adetsiz şükürler olsun ki, bizleri insan ve İslâm olarak halk etti. Müslüman bir ana ve babadan böyle hayırlı bir topluluk içinde dünyaya getirdi. İslâm doğup, islâmca yaşattı ve İslâmca hayırlı ömürlerle hatmi enfas ettirir inşallahü teâlâ. Halk edilişimiz muhakkak ki, büyük bir gayeye matuftur. Hiçbir yaratılmışı gayesiz olarak halk etmemiştir. Bu imtihan âleminde gayemiz her gün, defalarca imtihan olduğumuzu bilerek müteyakkız bulunmak, böylelikle aslımızı bulmak, rıza-i İlâhiyi kazanıp, dünya ve ahiretimizi mamur ederek cen-netine cemaline liyakat kesbedip, ermektir.
İşte bu nimeti uzmayı elde edebilmek için, Allahü Tealâ’nın hidayeti ile aile efradımıza konu komşu, hısım ak-raba ve diğer din kardeşlerimize, hatta bütün insanlık âlemine karşı yapacağımız vafifelere gayret gösterip eğilmek şarttır. Bunun nüvesi, Allah için, her türlü maksattan azade olarak yaradılmış ne varsa top yekûn hepsini sevmek, yekdiğerine sevgi ve muhabbet beslemektir. Zira kul kusursuz gül dikensiz olmaz; hepimizin haddi aşkın kusur ve noksanları vardır. Cenabı Hak bunları “Settarül uyup” ismi şerifi ile setretmiştir. Açığa vursa, belki birbirimizin yüzlerine bakamaz oluruz. Kusursuz dost arayan, dostsuz kalır. Cenabı Hak, bir hadisi kudsisinde: “Benim için sevişen şu iki kişiyi benim de sev-mem hak oldu. Benim için birbirini ziyaret eden şu iki kişiye muhabbet etmem bana gerekti. Benim için birbirlerine, keselerini açan şu iki kişiye benim muhabbetim hak oldu.” buyurmuştur. Sevgili Peygamberimiz s.a.v. Efendimiz: “Elmer’ü me’a men ehabbe – Kişi sevdiği ile beraber” diğer bir hadisi şeriflerinde “Sevdiklerinizin dinine giriniz” buyurarak; Allah hazretlerinin dostlarını kendimize dost edin-memizi, onların nûrlu yoluna girmemizi ve o yolda ne bahasına olursa olsun sabit kadem olup, ikrarımızdan dönmememizi, emir ve tavsiye etmişlerdir. Böyle bir nimete eren ve yekdiğerini erdiren kul için ne yaptığını nasıl bir hizmet ifa ettiğini daha iyi anlaması için Sevgili Peygamberimiz s.a.v. Hz.Ali r.a. ha yapmış oldukları nasihata kulak verelim. Vazifenin büyüklüğünü iyice derk edip, hizmette kusur et-memeğe dikkat edip azimle çalışalım inşallahü tealâ.
Bismillâhirrahmanirrahim
Bakara Suresi’nden:
30/ Bir zamanlar Rabb’in, meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” demişti.
(Melekler) “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek teşbih ediyor ve seni takdis ediyoruz.” dediler.
(Rabb’in) “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” dedi.
31/Âdem’e isimlerin tümünü öğretti, sonra onları melek­lere sunup (gösterip): “Haydi doğru iseniz onların isimlerini bana söyleyin.” dedi.
32/ Dediler ki: “Sen yücesin (Yâ Râb); bizim Senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen bilensin, hâkimsin, (her şeyin iç yüzünü bilen, her şeyi yerli yerince yapan).
33/ (Allah) dedi ki: “Ey Âdem, bunlara, onların isimlerini haber ver.” (Âdem) bunlara onların isimlerinden haber verince, (Allah): “Ben size, Ben göklerin ve yerin gayplarını bilirim, sizin açıkladığınızı ve içinizde gizlediğinizi bilirim, dememiş miydim?” dedi.
• 34/ Meleklere, “Âdem’e secde edin.” demiştik, hemen secde ettiler; yalnız İblis diretti, böbürlendi, inkarcılardan oldu.
Müzemmil Suresi’nden:
8/ Rabb’inin adını an ve her şeyden kalbini boşaltarak, bütün gönlünle O’na yönel.
Vakıa Suresi’nden:
4/Yer şiddetle sarsıldığı,
5/ Dağlar (etrafa) serpildikçe serpildiği,
6/ Dağılan toz duman hâline geldiği,
7/ Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman,
8/ Sağın adamları (amel defterleri sağ taraftan verilenler) ne uğurludur onlar,
9/ Solun adamları (amel defteri sol taraftan verilenler) ne uğursuzdurlaronlar,
10/ Ve o sabıklar!   (o inançta ve amelde duraklamadan ileri geçenler)
11/ İşte 0(nlardan yüksek derecelere) yaklaştırılanlar,
12/ Nimet cennetlerindendir.
Hadis-i Kutsi:
AllahüTealâ dedi ki: “Benim dostuma kim düşmanlık gösterirse, Ben onunla harb içinde olurum. Kulum, Bana, ona emrettiğim dini vazifeleri yerine getirmek suretiyle yaklaştığından, daha çok sevdiğim bir şeyle yaklaşamaz. Ve kulum nafile ibadetlerle Bana yaklaşmaya devam eder ki, onu seveyim. Onu sevince, onun duyan kulağı, gören gözü, vurduğu eli ve yürüdüğü ayağı Ben olurum. O Benden is­tediğinde, şüphesiz ki bunu ona bahşederim.” (Buhari tarafından rivayet edilmiştir.)
Hadis-i Kutsi:
Allahü Tealâ dedi ki: “Yeryüzündeki evliyalarım, benim kubbeciklerim gibidir. Onları Ben bilirim ve Benim bildirdiklerim bilir.”
ALLAH DOSTLARI
Şüphesiz onlar, Kur’an ve sünnetin bahşettiği “hakikati şahsî tecrübeler hâlinde yaşayarak, zahiri (görünüşteki) hayatın; olayların, insan münasebetlerinin ve bizzat “insanin derinliklerine bakmasını bilen, baktıkça mânâ içinde mânâ keşfeden kişilerdir…
Onlar; Kitab’ın, “sevap-günah, emir-yasak, ceza, tavsiye-ikaz ve hayır-şer” gibi madde ve mânâ ile ilgili bütün kavram­larını; kendi özlerinde, diğer insanlarda, tabiat ve kâinatta an­lamaya, yorumlamaya çalışanlardır. Anlayan ve yorumlayan­lardır. Tatbik edenlerdir.
Onlar; görünüşlerinde ve içlerinde edebi yaşayan kişilerdir.
Onlar; madde ile mânâ, duyguyla davranış arasında ahenk kurmuş, bütünlüğe erişebilmiş kişilerdir, “insan-ı kâmil’dirler. Onlar; oldukları gibi görünen, göründükleri gibi olan kişilerdir. Onlar; ihlâs (temiz, samimi, gönülden gelen inanç) sahibidir.
Akılla, gözlem ve tecrübelerle, düşünüp çalışarak katettik-leri merhalelerin sonunda, gönül yoluyla sezerek eriştikleri sırları toplayıp, birleştirebilen ve en yüce “Tek Sır”a, “Bütün”e ulaşma yolunda sabır ve cehltle yürüyen kişilerdir…
Onlar, kendilerini bulan, yücelip Allah’ı bilen., ve dönüp in­sanlara yardımcı olanlardır… Onlar, yüzlerine bakılınca; gönüllerde kıpırtı uyandıran, akla Allah’ı getiren kişilerdir.
Şüphesiz onlar, “sabıklardandır, “öncülerdendir.
İyi bilin ki, Allah dostlarına korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus S. 10/62).
MÜJDELER İÇİNDE BİR KUTLU MÜJDE
Zamanın Kutbül Mürşidi, Silsile-i Saadatın otuz yedinci altın halkası Şerafettin Zeynelâbidin Hazretleri; “Bugün., diye buyuruyor., erenler durağı, erenler istirahatgâhı Bursa’mızın, Or­hangazi İlçesi’nin Yukarı Sölez Köyü’nde bir bebek dünyaya geldi… Bir kutup dünyaya geldi, varıp onu ziyaret edelim.”
Yıl; Hicri 1350, Milâdi 1930, aylardan Ocak.
Şerafettin Hazretleri, can dostları, gönül dostları ile birlikte o zamana kadar hiç tanışmadığı Hacı Hafız Mehmet Hulusi Efen-diler’in, Yukarı Sölez’deki evini ziyaret ediyor… Ve böyle başlıyor kutlu müjdenin, kutlu hikâyesi; Hasan bebek, ruhani zevat-ı kiramın (ulu, şerefli kişilerin) ellerinde, kollarında, kucaklarında… nemli gözlerde aşk ışığı, mübarek dudaklar kıpırdamakta. O gün, orada bir Hatm-i Şerif indiriliyor. Cenab-ı Hakk’ın insanlara bahşettiği bu lütuf, olayın şuurunda olanlar tarafından şükür ve hamd ile karşılanıyor.
HACI HAFIZ MEHMET HULUSİ EFENDİ
Balkanlar’da atalarımızın kanı sulanmış, emeği ile yeşermiş, bereketlenmiş Selanik’in Karacova ilçesi; Gev-gili’den Vodina’ya kadar uzanan bir koridor halindedir. Yunan­ca, cennet mânâsına gelen, “Ardea” ismi ile anılır. Makedonya, arazi şekli itibariyle, bir mikroklima özelliği taşıdığı için, bölgede, yılda iki kez mahsul alınır. Toprak her türlü mahsûle ve meyveciliğe uygundur. Hattâ sahilin yüz yirmi kilometre kuzeyinde bulunduğu halde, sıcak iklime mah­sus meyvelerde yetiştirilir. Kaymakçalan Dağlarından çıkan ve bölge içinden geçen, Slatina deresi, tıpkı bir nehir gibi, çev­resine bereket saçar.
Karacoova’da, Türk, Rum ve Bulgar köyleri bulunmaktaydı.
Buradaki Fuştan Nahiyesi, beşyüz hanelik küçük, fakat çok sevimli bir yerleşme merkezi idi. Sakinleri birkaç demirci Bulgar hariç, hepsi Türk’tü. Mustafa Kemal’in eniştesi olan, Obrili Faik Bey, bir süre Fuştan’da Nahiye Müdürlüğü yapmıştı.
Fuştan’da yılda yüzelli kadar hafız yetiştiren bir Kur’an Kursu vardı ve bu hafızlara gereken bütün dinî bilgiler de verilerek, mezunların gayet bilgili ve şuurlu yetişmesine dikkat gösterilirdi.
Fuştan nahiyesi sakinleri milliyetlerine, dinlerine, gelenek ve göreneklerine sıkı sıkıya bağlı muhafazakâr ve çalışkan in­sanlardır.
Ne var ki Yunan, Osmanlı İmparatorluğuna isyan etmiş, atalar yadigârı bölgeler tek tek düşmüş, Balkanlar imparator-luk’tan kopmuştur. Gayri Batı Trakya bütünüyle Yunan’ındır!.
Dua, bilgi ve emekleriyle feyizlenen, canlanıp gelişen toprak­lar soluyor, bölgede yaşayan Türkler büyük ve derin bir azaba garkoluyordu…
Fuştan Nahiyesi’nde, doğru ve doğrudan şaşmaz karak­teri, tertemiz huyu, safiyeti, heyecanları ve celâli ile tanınmış, temayüz etmiş (yükselmiş) Hafız Mehmet Hulusi, Hacı İbrahim Ağa’nın oğludur. Hacı ibrahim Ağa, çok sevdiği oğlunun terbiye ve dinî eğitimi ile bizzat meşgul olmuş; çocuğun Kur’an’ı Kerim’i hıfz ettiği sürede, onunla birlikte sık sık mukabeleye oturmuş, mukabeleyi bizzat takip etmiştir. Hacı İbrahim Ağa, oğlunun arzularına da saygı göstermiş, çocuk daha sekiz dokuz yaşlarındayken bir tabanca is­teyince, onu alıp Selânik’e götürmüş, bir silâhçı dükkânına girmişler, Hacı İbrahim Ağa, oğlu için münasip bir tabanca is­temiştir. Ancak tezgâhtarın elinden âleti alan çocuk, ilk anda onu babasına doğrultup ateşleyince, babanın tokadı küçük Hulusi’nin yanağında patlayıvermiş: “Tabanca doluda olsa boşta olsa, önce bir havaya aieş edilir, sen daha silâh kul­lanacak yaşa gelmemişsin, yürü bakalım eve dönüyoruz.” Bu maceradan sonra, Mehmet Hulusi Efendi, ancak delikanlılık çağına erişip de, silâhlar hakkında adamakıllı bilgi edindikten sonra bir tabancaya sahip olabilmiştir.
Mehmet Hulusi, böyle her konuda dikkatli bir eğitimden geçip, hafız olmuştur. Hayatını ticaret yaparak kazanmak­tadır. Evlenir, bir oğlu dünyaya gelir, ona Abdullah ismini koyar.
Ancak bölgede yaşayan müslüman Türk halkı rahatsızdır, huzursuzdur… vatan toprakları soluyor, Yunan idaresi, Türkler’e hayat hakkı tanımıyor. Kasaba ve köyleri birbirine bağlayan yollarda can emniyeti yok, her kuytunun ardında bir eşkıya saldırısı, günlük olaylardan.
Hafız Mehmet Hulusi, istediği gibi tesettüre riayet etmeyen;
çarşafını tutarken parmaklarını gösteren eşinden boşanır. Hasene isimli bir hanımla tekrar evlenir, ondan doğan kızına Fatma ismini verir. Aile hayatı içinde mutludur genç adam, ancak bölge halkına yapılan maddi manevi zulüm onu çok sarsmakta, kara sıkıntılara bulanmaktadır. Pek tedirgindir ve düşmanla silâhlı mücadelelere girmektedir.
Babasının vefatından sonra bir gün, bir grup arkadaşı ile birlikte, kâfirlerle çarpışma ve elli altmış Yunan askerinin telef edilmesi, silâhlarına el konulması sonucu, Yunan makam­larınca ismi “arananlar listesi”ne geçer, bu, bir ölüm fer­manıdır. Düşünür ve karar verir; o zamana kadar yaptığı ticaretten kazandığı paradan yüz altın alır, at sırtında Selânik’e geçer. Orada, İstanbul’a hareket edecek bir geminin kap­tanını bulup, konuşur. Niyeti İstanbul’a gitmektir, icap ederse bütün varlığını bu uğurda harcayacaktır… Ancak kaptana bir “muhtaç, zavallı kaçak” olarak sığınmak da istememektedir. Hafız Mehmet Efendi gururludur, bir o kadar da öfkeli, içi içini yemektedir, bu yüzden yardım isterken dahi boyun eğmez, emredicidir; kaptana altın kesesini uzatır ve:
“İşte benim pasaportum, bir müslüman canı kurtarmak istersen eğer, bunu al ve beni İstanbul’a götür.” der.
Hafız’ın terlemiş, al al yanan yakışıklı yüzüne bakan kap­tan, bu samimi heyecandan etkilenir:
“Peki..” der, “Bin gemiye, yalnız çalışacaksın, bu şartla!.. Sana bir tayfa elbisesi tedarik edelim.”
* * *
Bir sabah erkenden, deniz mavi-beyaz ve gri gri ürperirken gemi demir alır. Tayfa elbiseleri içinde Hafız Meh­met Efendi, kömür atıcı olarak çalışmaya başlamıştır.
Gönlünde hiç görmediği ana-vatanın hayali, gönlünde bin bir arzu; bilinmezlerin sıkıntısı, geride bıraktıklarının ızdırabı, karmakarışık bir ruh hâli içinde, yol boyu ocağın başından ayrılmaz Hafız Efendi, durup dinlenmeden kürek sallar. Sanki alevlerde şekillenen istikbâlidir, sanki attığı her kürek kömürle bu meçhul geleceğe iri geniş adımlarla yaklaşmaktadır. Ve gençtir Hafız Efendi, sağlıklıdır; kendisine tevdi edilen vazifenin mesuliyetini müdriktir, olanca gücü ile çalışır.
Kaptan, yol boyu uzaktan uzağa, bu heyecanlı Balkan delikanlısını takip ve kontrol etmiştir. Gemi Türk sularına gir­dikten sonra, onu çağırtır; kendi kamarasında yıkanıp giyin­mesini söyler. Sonra ta Selanik’te aldığı altın kesesini ona iade eder:
“Sen vatanına namusunla çalışarak, alnının teri ile bu yol­culuğu hak edip, ödeyerek kavuştun.. Para istemiyorum, al şu keseyi hayırlı işlerinde harca. Allah yardımcın olsun.!l der.
* * *
İstanbul bir görülmemiş güzel lâkin içinde bin bir çeşit yüzün, bin bir çeşit at oynattığı bir büyük şehirdir. Yabancılar için her köşe başında bir hayır olabileceği gibi, her köşe başında bir tuzak açılması da mümkündür. Hafız Mehmet Efendi, bir garip hisseder kendisini, bir yalnız… Evet güzeller güzeli şehir tarihinden, haşmetli mabetlerinden ve bir kısım insanından esen manevf havasıyla, bir yere kadar, heyecan­larına cevaptır ancak Fuştan’la mukayese edildiği takdirde büyüktür İstanbul, çok büyük, karışık, karmakarışık!…
Hafız Mehmet Hulusi’nin kalbinde tutup, kutsal bildiği bir söz vardır. Ta buralara gelirken annesine demiştir ki: “Anacığım, Türkiye’de seni kendi evine yerleştireceğim”.
Şimdi en büyük emeli annesine verdiği bu sözü tutmak;
yerleşip bir ev almak, annesini, eşini ve çocukları Abdullah’la
Fatma’yı getirtmektir. Ne var ki İstanbul, Hafız Mehmet
Hulusi’ye yerleşebilecekleri bir diyar gibi görünmemektedir…
Dur durak tanımayan, bir arayışın kesintisiz heyecanına
bulanan ruhu, onu Mudanya’ya sürükler, ancak gönlü bu şirin
kasabada da eylenmez… Hafız Mehmet Efendi, Bursa’ya
gider.
* * *
Bursa… tarihine; sokakların, taşların, camilerin şahitlik ettiği., güneş yeşiline; evliya ve padişah türbelerinin serin gölgeler, derin kuytular sunduğu ve sırlar içinde “Sır Gülü”nün yaprak yaprak açıldığı, gönüller köşkü, ulular şehri sevgili Bursa.. Hafız Mehmet Efendi’nin kalbi, ötelerden bir ses almış, bir ince nefes işitmiş gibi ancak burada huzur bulur, dur-durak tanımayan ruhu burada durulur ve hemen Bursa’da yerleşmeye karar verir.
Maksem Mahallesi’nde, otuz beş altına bir ev satın alır.
“Sabun imâlatı” bir has Bursa işi ya, Hafız Mehmet Hulusi önce sabunculuğa sıvanır, bir süre sonra polisliğe geçer, komi­serliğe terfi eder, derken çeşitli ticari işlerde dener kendisini., başarılıdır. Ancak eşi Hasene Hanım, Allah’ın rahmetine kavuşmuştur.
AYŞE HANIMEFENDİ
Bursalı Tevfik Efendi, kavaf dükkânı sahibi; ehli İslâm, hoş sohbet ve pek cömert bir zattır. Dükkânı, zamanın Bursa ulemasının durak yeri gibidir.
Tevfik Efendi’nin en büyük arzusu; içi ve dışı Mevlâ nuru ile nurlanıp güzelleşmiş ve gittikçe güzelleşmekte olan tek kızı Ayşe’yi bir hafıza, ehli Kur’an’a vermektir.
Ayşe kızın güzelliği, bilhassa mizacındaki sükûnet ve sabır; hareketlerinin yumuşaklığı, bütün davranışlarında sezilen ince edep ve nezaket komşuları Hafız Mehmet’in kulağına bir hayırlı müjde gibi ulaşmıştır… Düşündüğü eş hakkında başka hangi sıfatları, daha ne hayâl edebilir ki…
Bir gün kalkıp, tek başına gider Tevfik Efendi’nin dükkânına. Açık ve tok sözlüdür Hafız, kelimeleri eğip bükmez, lâfı dolaştırmaz. Durumunu anlatır ve Allah’ın emri ile” kızına talip olur.
Tevfik Efendi’nin pek hoşuna gidense; bu samimiyet ve dürüstlük.. Şöyle bir düşünür düşünmez, gülümser:  yerdim gitti.” der…
Ezelde yazılan yazıya, düşen nasibe kim engel olmuş ki.. Böylece Tevfik Efendi, gözünden kıymetli bilip, bağrına bastığı kızı Ayşe’yi Hafız Mehmet Hulusi’ye verir…
Hayır dualarıyla evlenirler.
Evde, Ayşe gelinin mevcudiyeti sanki şatafatsız, gösterişsiz fakat derin ve bereketli bir sevgi kaynağıdır…
Hafız Mehmet Hulusi’nin işleri düzelmiştir; ardarda çocuk­ları dünyaya gelir, aile huzurlu ve mutludur.
Ancak yüce Allah’ın (CC) imtihanları tükenir mi, tükenip de kişiye umut kestirir mi… Olamaz!.. Ve Hafız Mehmet Efendi’ye imtihan zuhur eder; bir gecede altı dükkânı birden yanıp kül olur. Küllerin ardında ise, ailenin omuzlarına, o zamanın değeri ile pek mühim bir miktar olan, altı bin liralık borç yüklen mistir…
Sanki alevler dükkânları değil de, genç adamın yüreğini yakıp, yangın yerine çevirdi. Gerçi Allah’a (CC) iman tam, kim ve ne vasıta olursa olsun O’ndan gelen her şeye, seksiz şüphesiz “Eyvallah”, fakat şu altı bin liralık borcun verdiği utanç ve sıkıntı da bir başka türlü yakıcı..
İşitilmiştir ki; Orhangazi’nin Yukarı Sölez Köyü’nde bir hafız varmış, sesi pek tesirliymiş, kalblere şifa olurmuş…
Hafız Mehmet Hulusi, “Derdime ancak onun Kur’anı deva olur, içimin yangınına serin sular salar… Varıp gidip Yukarı Sölez’e yerleşelim.” diye düşünür.
Burkay ailesi böylece, Yukarı Sölez’e göçer..
Aradan üç uzun yıl geçmiş, çerçilere olan altı bin liralık bor­cun tamamı ödenmiş, ancak bundan sonra aile, yeniden Bursa’ya dönmüştür..
O sıralarda Trakya’dan gelen göçmenlere, Bursa’dan giden Rumlar’ın evleri veriliyor, bu ailelere “mübadil” deniyor­du..
İdari makamlar; dürüst ahlâkı, namuslu ticaret hayatı ve polisliği, komserliği sırasında gözettiği taviz vermez adalet yüzünden, kendisini çevreye tanıtmış ve sevdirmiş bulunan Hafız Mehmet Hulusi ve sevgili kardeşi Ahmet Efendi’yi mubadil’den sayıp, onların da bir ev almasını sağlarlar.
YOLLAR… YOLLAR…
Muradiye Semti, Yahşi Bey Mahallesi, Dere Sokakta bir ev… Üç katlı, ahşap..
Bu evin kısa hikâyesi: Kardeşinin vefatı üzerine, Mehmet Hulusi Efendi, yiyenlerine düşen miras payını, para olarak ödemiş, evi kendi adına almış ve daha sonra eşi Ayşe Hanımefendi’nin üzerine yapmıştır. Rahmetli, lâtife üslûbu ile, “Kırk yıl çalıştım, anca mübadilden bir yarım ev sahibi oldum, sonra yiyenlerimin miras payını ödeyebildim de bir tam eve kavuştum!” derdi… Ana-babalarının vefatından sonra Hasan Burkay Hz.’leri, kardeşlerinin hisselerini satın almış; ev, ken­dilerine kalmıştır..
Şimdi, Muradiye semtindeki bu evin yerinde, iki apartman yükselmektedir. Hasan Burkay Hazretlerine ait olan kısımda birde mescid bulunmaktadır. Bursalılar’ın Hacı Baba’ diye andıkları babalarının ismini yaşatmak gayesi ile, apartmana “Hacı Baba11 adı münasip görülmüştür.
***
Yangın afetiyle denenip, borçlar yüzünden türlü sıkıntılara bulanan Hafız mehmet’in kaderinde artık bir güzel, bir yeni sabah başlamaktadır…
‘Ve O, öğüt almak veya şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbirini izler yaptı(Furkan Suresi, 25/62).
Evlerinin hemen biraz ötsinde zamanın tasavvuf büyüklerinden Hoca Ali Haydar Efendi’nin talebesi, Hacı Hafız Sadık Efendi oturmaktadır. Kısa zamanda, bu zat ile Hafız Mehmet Efendi arasında bir muhabbet teessüs eder; muhab­bet sohbeti, sohbet muhabbeti açar… geceler solar, sohbet koyulaşır, sevgi, saygı artar, meraklar deşilir… Susuz gönüllere, tertemiz pınar müjdesi verilir: Ve Hafız Mehmet Hulusi Efendi, tasavvuf yoluna ilk adımını atar; Hacı Sadık vasıtasıyla Ali Haydar Efendi’den ders alır.
Ali Hayoar Efendi, İstanbul Çarşamba ismet Yanyevîtek-kesindendir, hocası Bandırmalı Hacı Ali Efendidir. Hacı Ali Efendi, bizzat İsmet Yanyevî Hazretlerinin talebesidir.
Ders aldıktan bir zaman sonra hocası Ali Haydar Efendi ile tanışan Hafız Mehmet Hulusi, yolunun uğrunda hocasına, hocasının hâllerinde yoluna tekrar tekrar sevdalanır. Bu sevda bir başka türlü sevdadır ki, anca yaşayan bilir; o kimse dahi, kelimelerle ifade edebilmekten acizdir. Ancak yolunun durak­larında, dönemeçlerinde, türlü türlü iniş ve çıkışlarında maddi ve manevi yanarak, pişerek terbiye olur… ‘Allah” zikri, dudak­larından kalbine düşerken, zahiri plânda da hocasına, titiz bir alâka ve hizmet endişesi içindedir.
Yıllar sonra ak sakallı haliyle hocasının yanında Hacca gidecek, orada Ali Haydar Efendi’nin bütün hizmetlerini severek ve isteyerek bizzat kendisi yapacaktır.
Ali Haydar Efendi bu sevgili talebesini, evinde de birçok defa ziyaret eder. Bir ziyaret sırasında bütün hane halkına ve o sıralarda ancak altı yaşlarında olan Küçük Hasan’a da, Allah yolunda vazife verir.
Yine bir gün, bir sohbet anında, şehirlerin bozulmakta olduğundan şikâyet eden Ali Haydar Efendi; Şehirlerden hicret etmek üzerimize farz oldu.” cümlesini sarfeder.
Hocasının bu niyetini, bir emir olarak kabul eden Hafız Meh­met Efendi, hemen o gün kendisini ve ailesini barındıracak bir köy arama gayretine düşer.
Ömrü boyunca eşinin isteklerine itaat eden, ona hizmeti bir ibadet kabul etmiş olan Ayşe Hanımefendi ise, bu yeni göç arzusunu sessiz bir boyun büküşü ile, derhal kabul edivermiştir.
Allah (CC) yolunda attığı adımlar, Mehmet Hulusi’nin eski celâlini, her türlü öfkesini, “Allah’ın (CC) rızası adına, İslâmiyet kurallarına riayet” doğrultusunda, yalnız, onlara ters düşenlere karşı kızgınlığa çevirmiştir… Heyecanları ise, hocası şeyhinin sözleri istikametinde bir mânâ kazanmıştır.
Bu heyecan ile köy arayan Hafız Mehmet Efendi, Bursa’ya yaya olarak on iki saatlik uzaklıkta, Uludağ’ın o zamanlar kuş uçmaz kervan geçmez bir bölgesindeki Baraklı’yı bulur. Bir katıra yükledikleri iki küfe ile yola revan olan Burkay ailesine, can dostları Hacı Ömer refakat etmektedir.
Mehmet Hulusi Efendi, Baraklı’ya imam olur. Vazife, geçicidir çünkü daha resmi “imamlık buyrultusu”nu almamıştır. Bu konuda kendisine sadece söz verilmiştir…
İmamet vazifesi beş altı ay devam eder. Hafız Mehmet Efendi her zamanki gibi işine titizlikle sarılmış; hocasının işaret etmiş olduğu istikametde ve tamamiyle inançları doğrul­tusunda canla başla hizmet etmektedir. Ki, bu kez şer kuvvet­ler yakasını bırakmaz, kendisi hakkında Bursa Müftüsü’ne şikâyet gider:
“Baraklı İmamı, sarıkla camie geliyor, eski ezan okuyor, çocuklara Kur’an belletiyor.”
O zamanın şartları içinde bu davranışlar, birer suç sayılmaktadır. Şehre inip, resmi “İmamlık Buyrultusu1 nu is­teyen Hafız Mehmet Efendi, Müftü’nün sert yüzü ile karşılaşır:
“Hafız Mehmet Hulusi, sana imamlık yok!”
Hafız sakindir, sorar: “Neden yok efendim, söz vermiştiniz?..”
“Çünkü sen eski hocalardansın Hafız Mehmet Efendi, işte bundan ötürü buyrultu yok.”
Görünüşte üzücü bir haberdir bu, ancak Hafız Efendi’nin yüreğine bir sevinç düşer, baş eğer selâm verir: “Efendi, der, sen ki Bursa Müftüsü‘sün, bu halkın üstünde en büyük din adamısın, demek benim ‘eski hoca’ olduğumu tasdik ediyor­sun? Söylediğine göre, elbette etmektesin!.. O halde bana bu “buyrultu” yeter, başka bir şeye ihtiyacım yok.”
Kalbinde sevinç vardır ama ne yazık elinde resmi belge yoktur. Hafız Mehmet Efendi, çoluk çocuğunu toplayıp, şehre inmek zorunda kalır.
İşsizdir.
Fakat Allah’ın rahmetinden ümit kesilir mi? Hafız Mehmet, huzurunu bozmaz. Kısa bir süre sonra iş teklifi alır. Eski arkadaşlarından Mehmet Göçmengil, Uzun Çarşı’da bir “bil-luriye dükkânı” açmalarını ister:
“Sermayesi benden, çalışması senden!” Mehmet Göçmengil, daha sonraki senelerde bu dükkânı, Hafız Efendi’ye devredecektir…
1950 yılında, yetmiş yaşında, beyin kanamasından vefat edinceye kadar bu dükkânda, halkın billurcu “Hacı Baba”sı olarak hizmet veren Hafız Mehmet Hulusi Efendi’de, “Allah korkusu” bütün davranışlarına akseden, adetâ somutlaşmış bir duygudur. O kadar dürüsttür, o kadar “hak ve hukuka” riayet içindedir ki, bir gün kendisini ziyarete gelen bir arkadaşının ikram ettiği armutları yiyip yememekte tereddüt geçirir. Çünkü arkadaşı; ortağı ile beraber Gürsu’da bir tarlayı icar tuttuklarından, tarlada bulunan armut ağaçlarından
meyvaları toplayıp, Bursa’ya satmaya getirdiğinden bahset­miş, kalan armutları da Hafız Efendi’ye ikram etmiştir. Arkadaşı gittikten sonra, armutlara uzanan Hafız Efendi’nin eli havada kalır: “Bu zat bana meyvaları verdi ama acaba ortağının bu işe rızası var mı?” diye düşünür. Yemekten o anda vazgeçer, fakat bunca meyvanın israfı da, elbet günahtır. Hafız Mehmet çocuklarını çağırır, onlara vermeye niyetlenir, bu seferde içinden geçen; “Kendime haram kabul ettiğim bir gıdayı, bu masumların boğazından nasıl geçiririm?” suali ile sarsılır. Hediye edilen armutlar adetâ bir yük olmuştur sırtına, onları yoldan geçen merkebe yedirmek ister fakat aynı sual yine bir engeldir karşısında: “Arkadaşın ortağının bu işe rızası var mı?”. Hafız Efendi, armutları herhangi bir surette, is­tediği gibi tasarruf edemeyeceğini gördükten sonra, kalkıp da Gürsu’ya gider, arkadaşının ortağından “helâllik” alır. Ancak ondan sonra ailesi ile birlikte yiyebilir meyvaları.
Hocamız Hasan Burkay kütüphanesinde çalışırken
HASAN BURKAY HAZRETLERİ, ÇOCUKLUK ÇAĞINDA
Hasan Burkay Hazretleri; Hak yolunda, halkın hak ve hukukuna tam riayet içinde yaşayan, yaşadıkları ömrün her anını Allah (CC)ve kullarına hizmetle geçiren Ayşe Hanımefen­di ile Hafız Mehmet Hulusi’nin; İbrahim, Tevfik, Ali, Hasene, Osman, Mustafa ve İbrahim’den sonra sekizinci evlâdıdır. Kendisinden sonra doğan kardeşinin ismi Ömer’dir.
Zamanımızın en büyük mutasavvıflarından olan; İslâmiyet’in ruhunu, mânâsını en iyi ve en güzel şekilde yaşayan ve yorumlayan Hasaneynil Hüdâverdi hazretleri, “Altın Silsile”nin kırkıncı halkasıdır ve Hicri 1350, Milâdi 1930 yılında, 1 Ocak Çarşamba günü, Orhangazi’nin Yukarı Sölez köyünde dünyaya gelmiştir. Bu sağlıklı bebeğin ilerde bir “Allah dostu” olacağına dair ilk müjde, o zamanın Kutbül Mürşidi Şerafettin Zeynelabidin Efendi tarafından verilmiştir.
Çocuk Hasan, daha altı yaşlarındayken, babasının hocası Ali Haydar Efendi tarafından Allah (CC) yolunda vazifelendiril-miştir.
Ne var ki, iki üç sene kadar kısa bir zaman sonra, Ali Haydar Efendi, çocuksu bir masumiyet ve ilgi ile derslerini yapan Hasan’a haber yollamış ve kendi verdiği vazifeyi bırak­masını söylemiş, ilâve etmiştir:
“Onun manevî nasibi bir başka yerdedir. Zaman gelip, vakit ulaştığında, nasibi onu arayıp bulacaktır.”
Emir, emirdir. Büyük Kapıdan’dır.. böylece Küçük Hasan, derslerini yapmayı bırakır. Ancak yaşına göre çok büyük gönlü bir kez tutuşmuş, Yüce Allah (CC) aşkıyla yanar olmuştur..
Çok sevdiği annesi ise, bu özellikle itina gösterdiği oğluna, manzum Türkçe dualar öğretiyor, geceleri yatakta okumasını söylüyordu.. Küçük Hasan, başını yastığa koyar koymaz, uykunun kuytularına doğru çekilirken fısıldıyordu: “Evvelim Allah (cc) Ahirim Allah (cc) Kalbim Kabe-i Beytullah Lâilâhe illâhlah Muhammederresullalah” “Yattım sağıma Döndüm soluma Bütün melâikeler, Şahit olsun dinime imanıma Eşhedüenlâilâhe illallah ve eşhedii cnne Muhammeddcn Abduhû ve nısuluhû” “Yattım Allah, kaldır beni Rahmetine daldır beni Ecel vâde geldi ise İman ile gönder beni”
Zaten Ayşe Hanımefendi, oğulcuğu daha yeni konuşmaya başladığı günlerde, çocuğu kucağına oturtup, dini telkinlerde bulunmak, “Tevhidi onun minik yüreğine, hiç silinmeyecek bir nakış gibi işlemek için, hikâyeler anlatmıştı:
“Bak Hasan’cığım evvel zaman içinde, zamanların birinde, bir adamın iki oğlu varmış; Ahmet’le Tevfik. Bu çocukların dil­leri dönüp, akılları çalışır olmaya başlayınca üç, bilemedin dört yaşlarına ulaştıklarında, babası onlara ne öğretmiş biliyor musun?… Kelime-iTevhid! Neden, çünkü dinimizin emri, bu yaştaki çocuklara önce bu güzel söz öğretilir: Lâilâhe-ill-lâllah!.. Sen de söyle bakayım, aferim, evet.. Babaları Ahmet’le Tevfik’i bir dolaba kapatır, yüksek sesle tekrar­lamalarını ister, kendi de dışarda bir işle meşgul olurmuş, bir zaman sonra çocuklar, “Babamız bizi unuttu nasıl olsa..” diye seslerini keser, bir oyuna başlayacak olurlarmış ki, işi ile meşgulken, kulakları çocuklarında olan adam, hemen “Ohö, öhöö” diye öksürüp, bağırırmış: “Ahmet!.. Tevfik!..” Çocuklar birden kendilerine gelir: “Çekiyoruz a baba, çekiyoruz: Lâilâhe-illl-lâllahL” derlermiş. Ne derlermiş Hasan’cığım, sen de tekrarla bakayım…”
Annesi ile böyle tatlı tatlı söyleşip, ondan pek çok şey öğrenen küçük Hasan, zaman zaman evde “imamlık” yap­maya özeniyor; o, babasını takliden ciddi bir imam olurken, annesi de hemen arkasına geçip, “cemaati” teşkil ediyordu. Daha sonraları babasının yanında, dost sohbetlerine katılmaya başladı. “Allah” (CC) ismiyle nurlanan, bir başka lez­zet, bir başka türlü tad veren bu muhabbetler, Hasan’ın çocuk kalbinde bin bir sual açtırmakta, bin bir cevap getir­mektedir…
Çocukluktan delikanlılığa doğru yol alan Hasan; Ulu Yaradan (CC), Fahri Kâinat Efendimiz (SAV), kendisi ve genel olarak insan hakkında derin düşüncelere dalar… kâh coşan yüreği kâinatı içine alacak kadar büyür, tek “Allah” nidasında, bütün sırlar çözülür gibi olur… kâh bir su damlacığının hik­metinde ezilir bu yürek, sıkışır… Düğüm üzerine düğüm atılır, gayri suallerin cevabı yoktur; uçsuz bucaksız bir boşluğun içinde; görünmez iplere, kolonlara sarılmış, dolanmış… kalakalmıştırgenç Hasan; boğulacak gibi olur, ani bir alev baştan ayağa kavurur bedenini, avuçları terler. Şakakları terler.
Belki delikanlılığa adım atan herhangi bir çocuk için, şu durum olağanüstü görünebilir, hattâ inanılmaz… Ancak, doğumu bir kutlu müjde olan Hasan Burkay hazretleri için yukarıda söylenenler ve kelimelere dökülemeyecek pek çok hâl, olağandır… yaşını çok aşan ruhi tekâmülü için gereklidir. Her kul, kendi kaderini yaşar, kendi kabı kadar ve şüphesiz nasip edildiğince idrak edebilir.
“O, kullarının üstünde tam hâkimdir, (onları istediği gibi yönetir) O, her şeyi yerli yerince yapan, (herşeyi) haber alandır.” (En’âam Suresi, 6/18).
Hâller, hâlleri açıp getirir, gencecik Hasan, ‘Allah” (CC) is­minin verdiği lezzeti hiç bir dünya nimetinde bulamaz. Aramak da istemez… Giderek olgunlaşmakta olan ruhu için dünya, olanca zenginliği, türlü şekil ve renkleri ile sadece bir ‘durak” yeridir, “imtihan /cap/s/’dır.. geçicidir. Fakat aynı zamanda kişinin arınıp, gelişip, yalnız O’na yönelmesini sağlayan bir vasıtadır, bir ibret ve Hakk’a ve halka hizmet mahalidir.
Hasan Burkay okula, Muradiye semtinde, evlerini yakınındaki “11 Eylül İlkokulu”nda başlamış, ilk üç sınıfı burada okumuş, dördüncü sınıfta yine aynı havalide bulunan “10. Okul’a gelmiş, “10. Okurdan mezun olmuştur.
Tatil zamanları ise Kur’an kurslarına devam etmiştir. Evde Kur’an okumasına, bellemesine büyük çapta yardımcı olan, annesi kadar sevdiği Hasene ablasıdır.
Sohbet toplantılarına ise, ara vermeden devam etmek­tedir. Arif kişilerin sohbet yolu, şüphesiz anlayan bir beyin ve hisseden bir kalp için, yüce bir tahsildir; aydınlatıcı ve açıklayıcıdır. Uyarıcıdır. Hasan Burkay, “zikr meratipleri “ni de bu meclislerde, ehl-i zikr kişiler arasında öğrenmiştir.
“Onlar ayakta iken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar.” (Yusuf Suresi, 76/19) Rabb’inin adını an ve herşeyden kalbini boşaltarak bütün gönlünle O’na yönel. (Müzzemmil Suresi, 73/8),
Hafız Mehmet Hulusi Efendi, nesillerden beri İslâmiyet’in işaret ettiği hayat tarzında yaşayan ve nafaka temin etmek için, ticaretle meşgul olan bir aileden gelmektedir, oğlunu da aynı düzende yetiştirmek istemektedir.
Bu yüzden Hasan Burkay, ilkokulu bitirdikten sonra, dükkânda babasına yardımcı olmaya başlamıştır… Ancak okumaya ve yazmaya çok meraklı olan çocuk, daha o yaşlarda şiirler denemeye ve hâtıra tutmaya başlamıştır.
DELİKANLILIK
Dükkânda babasına yardımcı olmak, zahirde oyalayıcı bir iştir genç Hasan’a. O, okumaktan, yazmaktan ve dini sohbet toplantılarında bulunmaktan zevk almakta, ancak bu işlerle meşgul bulunduğu sıralar ve derin düşüncelere daldığı zaman­lar mesut olmaktadır. Ali Haydar Efendi’nin, “Onun nasibi bir başka yerdendir.” sözü ise, yüreğinde ümit ve hazdan örülmüş heyecanlara sebep olmaktadır.
O ne güzel bir bekleyiştir…
Muradiye Türbesi’nin dost huzurunda, şadırvandan akan su damlalarıyla söyleşirken… Murat Han ruhunun canlı bir abidesi gibi yükselip; sanki her bir yaprağı ile bir ayrı İsmi zik­reden ulu çınarın gölgesinde… O vakur sadeliğinde, tüm id­diasızlığı içinde arı-duru tek iddiayı, tek mânâyı ifade eden; sanki, “Mülk O’nundur, yalnız O’nun.” diye tekrarlayan Sul-tan’nın kabri başında… o ne güzel bir bekleyiştir.
“Göklerde ve yerlerde ne varsa (hepsi) Allah’ı (n şanını, yüceliğini) an maktadır. Mülk O’nundur, hamd O’nundur. O, her şeye kadirdir.” (Tegâbûn Suresi, 64/1).
Genç Hasan; Bursa’nın sırlı yeşiline, evliya türbelerinin kuytularına, Ulu Caminin heybetine dalıp dalıp gitmektedir..
Gitmektedir… Nereye?…
Bunu daha henüz kendisi de bilmemektedir. Ancak daldığı, çevresinden uzaklaştığı o vakitler, sanki bir ilâhi nefesle sarıldığının farkındadır. Allah (CC) korkusu; Allah’ın (CC) sevgi ve ilgisinden mahrum kalma korkusu, ta iliklerine kadar işlemekte, böyle anlarda sanki derin derin, sonsuz uçurum­lara düşercesine “O’nun azametini” hissetmektedir..
“Ey inananlar! Allah’ı çok anın. O’nu sabah akşam teşbih edin.” (Ahzap Suresi, 33/41-42).
Teşbih etmektedir genç Hasan; yanarak, tutuşarak ve son­suz bir zevk duyarak teşbih etmektedir…
Yapıp ettiklerini yalnız Allah rızası için yapar olmuştur, halkın içinde her zaman ve her mekânda daima Hakk’la beraber olmayı, Hakk’tan haberdar bulunmayı istemektedir ve yüreği Hakk için halka hizmet arzusuyla coşup tutuşmak­tadır… Böyle bir hizmet için önce, her an kendi hâlini bilmesi; bu hâllerinin, daima “özür”den, “şükr ‘e doğru merhaleler kaydetmesi için çalışmaktadır…
Çünkü Bahaeddin Nakşibent Hazretleri: “Müridin bütün uğraşma ve didinmelerini neticeye bağlayan ve onu muradına eriştirmekte en büyük müessirlerden biri olan “Vukuf-u Zamani”, insanın her an kendi hâlini bilmesi, hâlinin şükrü mü, özrü mü gerektirdiğini anlaması demek­tir.” buyurmuşlardır.
Hasan Burkay, o anlamlı bekleyişinin, sessiz ve güçlü çalışmalarının içinde; sabırlıdır, temkinlidir.
Ve şüphesiz takva ve istikamet üzeredir…
Bu arada, ahret kardeşi, İnegöl Hoca Köyü İmam ve Hatibi Hacı Hafız Ahmet Efendi’nin pederi hacı Murat Hoca’dan bir süre “din ilmi’ tahsil eder.
Genç adam için ilim, sonu bucağı olmayan, daldıkça derin­lere çeken; derinlerde, daha derin sırlar vâdeden bir merak ve aşk hazinesidir. Hasan Burkay bu merakla, bu aşkla İstan­bul’a gider, bir süre Çarşamba Medresesinde, bir süre ise Çarşamba’daki Eftâlizâde Medresesi’nde bulunur.
Şüphesiz gerek kendisi, gerek çevresi için bir kutlu feyz alışverişidir bu süreler…
Hasan Burkay, kendisini dini ilimlere verdikçe, her öğrendiği ona yepyeni bir başka pınar sunmakta, buna rağmen sanki susuzluğu daha çok artmaktadır. O, bir bambaşka, beynin sınırlarını yakan ve akıl üstü, bir büyük, bir geniş, tükenesi olmayan bir “Kaynak” yolundadır…
Birkaç köyde, “imamlık” görevini yerine getiren genç hoca, bu minval üzere hem kendini yetiştirmekte, hem çevresine faydalı olmaktadır. O devirden pek çok öğrencisi, hâlâ Hasan Burkay Hazretleri’nin takipçisi ve gönül yoldaşı olmaya devam etmektedirler…
Hasan Burkay, 1949 yılında Müşerref Hanımefendi ile ev­lenir.
1950 yılında oğlu Mehmet Halit, 1954 yılında kızı Ayşe, 1957 yılında ise Mehmet Necati dünyaya gelir.

ASKERLİK
1949 yılında Hasan Burkay Hoca, bahriye askeri olarak Deniz Gümrüğü’nde hizmet görmek üzere, vatan vazifesine çağrılır. Acemilik devresini Kasımpaşa’da “7-8 Hasan Paşa Kışlası’nda geçirir.
Tam ortasındaki şadırvanın üzerine inşa edilmiş, minareli camii ile pek hoş bir kışladır bu ve sanki Hasan Hoca için âşinâ bir yerdir. Ve orada vazife gören subaylar, erler ise, sanki genç hocanın eski dostlarıdır.
Asker ocağı, bilmek, öğrenmek isteyenlerle dopdolu, sıcak ve samimi bir kucak açmıştır Hasan Hoca’ya. Sohbet meclis­leri kurulur; gencecik hocanın çevresinde halkalar oluşur, halkalar büyür…
Cenab-ı Hak (CC), bu sevgili kuluna askerlik görevinde de başarılar ihsan etmiştir, Hasan Hoca tüfek atışlarında pek isabetlidir. Bir talim sonrası, kendisine on günlük başarı” izni verilir.
İznini geçirmek için Bursa’ya dönen hoca, orada “acı haber “le karşılaşır; çok sevdiği, sevmeğedoyamadığı -bu coşkun hislerini çeşitli sebeplerden yüzüne karşı açıklayamadığı- annesi Ayşe Hanımefendi, cemâl âlemi”ne ulaşmıştır. Babası, “Nasıl olsa acemilere izin verilmez.” düşüncesi ile, bu haberi İstanbul’a iletmemiş.
Bursa’da on günlük iznini, annesine karşı son vazifelerini yaparak geçiren Hasan Burkay Hoca, İstanbul’a, kışlasına döner. Gönlüne senelerin silemeyeceği bir ince hüzün çökmüştür…
Yıllar yıllar sonra dahi, Hasan Burkay Hazretleri; muh terem validelerinden bahsederken, gözleri nemlenecek ve bir sıcak ana-evlât buluşmasının artık, Allah’ın izni ile, öbür dünyaya kaldığını söyleyecektir.
Acemilik devri, başarı ile tamamlandıktan sonra Gölcük’e Adatepe Gemisi’ne sevk edilir.
Gemide de üstleri tarafından sevilen ve sayılan Hasan Burkay, adetâ bir “din görevlisi” olarak vatan vazifesini ikmal etmektedir. Sık sık kaptan köşküne çağrılır, orada çevresine toplananlara dini sohbetler yapar, birçok talipliye Kur’an dersi verir. Hasan Hoca, üstlerinin emri ile, askerlik görevinin çeşitli kayıtlarından serbest bırakılmıştır, bundan ötürü Gölcük’e gidip, oradaki camide namazlarını kılmakta, gelen cemaatle halleşmektedir.

BİR HAYIRLI RÜYA
Böyle dopdolu, manâlı geçen askerlik günlerinin bir gecesinde, Heybeliada’da, genç hoca bir rüya görür: Silsile-i Saadatın 38 inci altın halkası olan Mehmet Necati Hazretleri, Bursa’yı teşrif etmiş, Altıparmak Semti’nde bir evde misafir kalmaktaymış. Hasan Hoca, zâtı. kendi evine davet etmek üzere, oraya gider. Burası, alt katı sundurma1 tabir edilen bir çeşit boşluktan ibaret, iki katlı bir evdir. Hasan Burkay, sun­durmayı doldurmuş olan kalabalığın arasından geçmeye çalışırken; kısaya yakın orta boylu, sarıklı başı büyücek, pek güzel bakışlı ve üzerinde cübbe bulunan bir zat, ona eli ile işaret eder ve merdivenleri gösterir. Hasan Hoca merdivenleri çıkar, bir odaya girer; orada Mehmet Necati Hazretleri sec­cade üzerinde kıbleye karşı, dizleri üzerine oturmuş, Kur’an’ı Kerim okumaktadır. Genç hoca, Mehmet Necati hazretlerini “fakirhanesine davet” için geldiğini söyler. Hazret.’ Peki, bayram sabahı gelirim.” diye cevap verir. Baş eyip odadan çıkan Hasan Hoca, bir tereddüt geçirir; bayram amma, hangi bayram?,. Dönüp, tekrar girer odaya. Bu sefer Mehmet Necati Hazretleri, Dela-ilül Hayrat1 okumaktadır. Hasan Hoca, ona hitaben; “Efendim hangi bayram” diye sorar, ondan “Yarın, yarın.” diye cevap alır, kalbi birden sevinçle dolar., ve uyanır.
Uyanır., karyolası âdeta ‘şakır şakır’ sesler çıkartarak; şid­detle sallanmaktadır… Kendisi ter içinde kalmıştır, elektrik cereyanına tutulmuş gibi titremekte ve dişleri birbirine çarpmaktadır. Cezbenin dalgalarında hem perişan, hem mesttir.
Bir süre sonra, heyecan içinde, hâlâ sallanmakta olan karyoladan iner, sakinleşmek için abdest alır. Namaz kılar ve içten, ta derinlerden dualar eder…
Genç Hoca gördüğü bu rüyayı, geçirdiği ruh hâlini, Meh­met Necati Hazretleri’nin kendisine duyurmak istemektedir, yazar ve mektubu Bursa’da Hazret’i sevenlerden olan bir arkadaşına gönderir:
“Mümkünse bunu, Hazret’e kendi elinle teslim etmeni rica ediyorum.” der.
İşte bu mektubu, sahibine götürüp, bizzat okuyan kişiye, Mehmet Necati Hazretleri’nin cevabı:
“Bu rüya değil, hakikati görmüştür. O sarıklı, cübbeli zat; Küçük Hüseyin Efendidir, bundan otuz yıl kadar önce bu âlemden geçmiştir. Şimdi bize yardımcıdır, ona da yardım edecektir. Gidip kendisini ziyaret etsin.”
Olmuştur.
BİR TÜRBE
Eyüp Caddesi’nden kabristana doğru yürüyen Hasan Hoca, çevresine bakınır; yol kimsesiz, adetâ kuşlar da susmuş. Bu Eyüp ikindisinin derin sükûnetinde eşya, eriyip saydamlaşmakta, renkler yumuşamakta… havada inanılmaz bir hafiflik ve huzur.
Hasan Hoca içinden; ‘Acep nasıl bulacağım kabrin yerini'” diye geçirmekte… ki, o anda birden rüyadaki hayâl cisimleşir ve bizzat Küçük Hüseyin Efendi’nin kendisi, “Buyurun” hitabı ile yol gösterir. O önde, Hasan Hoca arkada yürürler.. Türbe civarında; “Buralarda” diye işaret eder ve gözden kaybolur.
“Biz bir şeyi(n olmasını) istediğimizzaman, söyleyeceğimiz söz, sadece ona, ol, dememizdir; derhal oluverir.’ (Nahl Suresi, 16/40), “Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmaktan yorulmayan Allah’ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmüyorlar mı? Evet, O, herşeye kadirdir.‘ (Ahkaf Suresi, 46/3), ‘Yaşatan ve öldüren O’dur. Bir şeyin olmasını istedi mi, ona sadece ol der, o da olur.’ (Mü’min Suresi, 40/68)
Hasan Hoca, ziyaretini yapar.
ASKERLİK DONÜŞÜ
Bursa’da büyük çarşı yangını!..
Hacı Hafız Mehmet Hulusi ailesi, yangın âfeti ile bir kere daha denenir…
Bu kez Hasan Burkay Hoca, “Cami-i Kebir in (Ulu Cami) yanıbaşında bir billuriye mağazası açar.
Hazreti Üftade’nin; “Ey büyük mabet, ey güzel cami! Müjdeler olsun o kimseye ki, gece gündüz senin içine girer çıkar.”diye hitap ettiği Ulu Cami, Cami-i Kebir! Bir ilim yuvası; gönüllerinyücelip, inceldiği… gönüllerin görmeğe başladığı, gönüllerin “sahip” aradığı, sahip bulduğu sevgi karargâhı; sırların, bir sarı gülün yaprakları gibi tek tek açıldığı, “sır gülleri “nin inanılmaz bahçesi, irfan ocağı…
Cami avlusunda ulemânın toplandığı Merdivenli çayhane”.. Hasan Burkay Hoca’nın hemen bütün vakti, çınar­ların serin gölgeler saldığı bu çayhanede geçmektedir… Dükkânla meşgul olan ise, ona irtibatların en güzeli, en sağlamı sevgi: ile rapdedilmiş Ali Dayı, Ali Duymaz.
Ticaret Hasan Burkay Hoca’nın zahirdeki işi, nafaka temin yeri. Onun asıl bağı; tek yöneldiği, maddi ve manevi bütün varlığını adadığı yalnız Yüce Mevlâ (CC) aşkı. O’nun (CC) yolu…
Yol çok, yol mahlûkatın nefeslerince… Yol Ona (CC) doğru, dümdüz.. Sırat-el Müstakim1 Ne ki mahlûkların en şereflisi kılınmış insan; Allah’tan, kendinden ve yolundan haberli olarak, ta kalbinin içinden ‘ ihdinas sıratel müstakim..” diyebilsin. Zahirdeki kulluğu ile batındaki kulluğunu, şuurlu olarak bi’ieştirip, bütünleşsin.
Günlerden bir kutlu gün, 12 sene önce verilmiş müjde; O sabretsin, nasibi onu arar bulur.” haberi, gerçekleşir. Silsile-i Saadatın otuz sekizinci altın halkası Mehmet Necati Simavi. bu tepeden tırnağa Allah aşkına boyanmış genç hocayı, dükkânında ziyaret eder.
Hasan Burkay Hazretleri buyurmaktadır ki:
“Bizimle özel olarak konuştular.. Müsaade istediler ve gittiler.”
Sabır meyvasından tatmış, sabır ve edeble gıdalanmış bulunan Hasan Hoca, bu görüşmede Efendiden bir şey sor­mamış, talep etmemiştir. Madem ki,  nasibi arayıp bulacaktır’ onu, o halde yol Efendinin, sıra Efendi’nindir. Hitap, çağrı, davet ve emir Efendi’nin olacaktır!
BİR HATIRA
Hasan Burkay Hazretleri anlatıyorlar:
Hazret, “Haydi gidip Cami-i Kebir’de öğle namazını kılalım”, dedi. Orada görüşmek istediği bir imam vardı.. Beraberce git­tik camie, onun aradığı imam yoktu.. Namazı kıldıktan sonra, mevlid-i şerif başladı; Hazret kalkmayınca, biz de kalkmadık, mevlidi dinledik.. Bir de baktık ki, mevlit duasına o aranan Hoca Efendi geldi, duayı, o yaptı. Biz mihrabın yanında oturuyorduk, gelip sarığını cübbesini aldı, duayı yaptı… Sarığı ve cübbeyi çıkarmaya tekrar mihrabın yanına geldi, bizi gördü; şeyhime hemen, “Hoş geldin”, dedi, ellerine sarıldı… Musafaha yaptılar, gidecek oldu, Hazret onu oturttu; “Sana söylemek istediğim birkaç şey var.” dedi.
“Buyurun efendim.”
“Senin hocan Ali Osman Efendi, beni bir gün burada yakaladı, ne dese iyi biliyor musun, ‘Simavlı bana ders vereceksin!’ Ben de ona, ‘Ali Osman Efendi, sana ders yok!’ diye cevap verdim. O ki, Bursa’nın Reisül Müderrisi idi ve yaşça bizden büyüktü. ‘Neden yok?’ diye sorunca, ‘Çünkü., dedim.. Cami-i Kebir’den nice arslanlar gelip geçti, sen bir-tanesinin eteğine yapışmadın, şimdi sıçan gibi Simavlı’ya kaldın, bu yüzden sana ders yok!’. Güldü ve benim böğrümü dürte dürte zorla ders aldı.. Şimdi, sen de onu takip edip, ders almazsar, ben buradan kalkmam!’
Hoca Efendi, sıkıntılı sıkıntılı gülümsedi, başını salladı ve:
“Yaa ya.. Ali Osman Efendi çok büyük bir zattı, kendisine muhabbetimiz vardı.”, dedi ve “Kimlerle muhabbet eder­seniz, onlardan olursunuz”, Hadis-i Şerifi’ni okudu.
Simavlı Hazretleri sordu:
“Nasıl muhabbet bu?.. Muhabbet ona benzemekle, muhab bet izini takiple, muhabbet hâlini hallenmekle mümkündür. Böyle lâfla değil, Hadis-i Şerif okumakla değil.. Bak Ali Osman Efendi, bizden ders aldığı zaman ben Muradiye Medresesi’nde müderristim, O ise Reisül Müderris!.. Birkaç gün sonra medresemize geldi, ‘Simavlı seninle şöyle bir Pınar Başı tarikiyle Cami-i Kebir’e gidelim’ dedi.. Yola çıktık, Pınar Başı’na vardık, kabristanlığın civarındaki mesire yeri, çayhane de var. Meğer Ali Osman Efendi, bize dersin iltifatı olarak, çay ikramında bulunacakmış. Çaycı karşıladı bizi, altımıza bir hasır yaydı, alaturka oturduk, çaylarımızı yudumlarken, kabris­tana bir cenaze getirdiler, Ali Osman Efendi dedi ki: “Bak Simavlı, ben böyle istemem, böyle kırk kişinin, yüz kişinin girdiği yere giremem. Benim gireceğim yer temiz olmalı!..” Ben de cevap verdim: “Valla Ali Osman Efendi, böyle şehirlerde vefat edeceksen, gireceğin yer budur, başkası olamaz. Meğer ki bir dağda ölesin, orada kimselerin gitmediği bir yer bulunur, yoksa şehirlerde bulmak mümkün değil. Hem şaşarım ben sana, niye böyle konuşuyorsun, insan kâmil bir hâlde, olgun bir mümin olarak cemal âlemine geçecek olursa, o adamı yanlışlıkla hıristiyan kabristanlığına koysalar, Allahü Tealâ (CC), onu orada bırakmaz, bu işle görevli melâikeleri var, onu nakl-i kubur yaptırır. Lâyık olamadan bir insanı Cennetül Baki’ye koysalar, Hazreti Allah (CC) onu orada tutar mı, lâyık olduğu tarafa nakl-i kubur yaptırır, öyleyse mesele, kirli toprak, temiz toprak, şurası burası değil, mesele; kendimizi o güzel yerlere lâyık yapabilmek… Hüner budur…”.
Simavlı Hazretleri, o hoca ile böyle şeyler konuştu, yardımcı olmak istedi, elinden tutma arzusu vardı. Ama böyle işte, bazı indi mütealâlar, kendi bilgilerine zebun olmalar, in­sana dünyanın diğer bir cephesini, ahiretin diğer bir veçhesini göstermiyor…
NASİP
Mehmet Necati Hazretleri ile Hasan Hoca’nın maddi âlemde bu ilk buluşmalarından sonra, Hazret Bursa’dan ayrılır, fakat üçdört gün sonra tekrar teşrif eder.
Genç hocaya, “Senin için geldim yavrum.” der.
Büyük bir gönül hoşluğu ile karşılanır. Hasan Hoca, onu ve beraberinde getirdiği eşi Safiye Valde’yi kendi evinde misafir eder.
O gece, Mehmet Necati Hazretlerimin hikmetli sohbetine, cümle dostlar toplanıp gelir. O gece; gönüller mânâ âlemine, bir nurlu sofraya açılır, o gece kalbler “Allah” (CC) ismiyle, nasiplerince, pür-ü pâk olur. O gece; gönül sorularına, gönüllerin idrakince cevaplar verilir…
Sabah Namazı’nı Muradiye Camii’nde edâ eden Mehmet Necati Hazretleri, tekrar Hasan Hoca’nın evine gelir.
Beraberce kahvaltı ederler… Ne Simaî Hazretleri “nasiplen bir söz eder, ne Hasan Hoca, “nasip’ten bir haber sorar. Sanki denenmektedir Hasan Hoca, sanki bir ateşli, bir kutlu “sabır imtihanı”nından geçmektedir…
Efendi Hazretleri’ni yolcu eder.
Aradan üç dört gün geçer geçmez, Mehmet Necati Hazret­leri, tekrar Bursa’yı teşrif eder. Bu sefer gönül dostu, güzel insan emekli öğretmen Hacı Tevfik Efendi’nin evine misafir olmuştur. Hasan Hoca’yı bu eve davet eder.
İşte yıllarca önce söylenen, “Onun nasibi, onu bir gün bulur.” sözü, bu evde mânâdan, fiile geçer; Mehmet Necati Hazretleri, Hasan Burkay Hoca’yı üç noktada imtihana tabi tutar. Hasan Burkay Hazretleri, diyor ki: “Muvaffakolduğum anlaşıldı ki, ertesi günü Yıldırım’da bir eve gittik, hocam orada, ‘Bugünden sonra ben yokum, sen varsın.” deyip, ders talim etti.”
Böylece bu yanan kalbe, Cenab-ı Hakk’ın takdir ettiği zaman, saat ve anda; bir ilahî derya olan nasibi verilmiştir.
Bir İnsan-ı Kamil’e, büyük insana, “Allah dostu”na, Allah (CC) yolunda vazife verilmiştir!…
Allah (CC) nuru, zatında tecelli eden zat, Hasan Burkay Hazretleri artık yolunu aydınlatacak, bu ışıkla; akıl üstü iman sırrıyla çevresine, diğerlerine ve uzaktakilere yardımcı olacaktır.
Yol; zahirde ve batında Allah (CC) yoludur.
Yol; takva (Allah korkusu) ve istikâmet (doğruluk) yoludur.
Yol; iman, bilgi, edep yoludur.
Yol; sevgi, güzel ahlâk, uyanıklık yoludur.
Yol; maddeden hürriyet, mânâda teslimiyet yoludur.
Yol;Tek’de (CC) çoğu, çokdaTek’i (CC) görebilme… yol; eserde ancak ve yalnız Eser Sahibi’ni (CC) sezme, bilme yoludur.
Yol; kişinin kendini bulma, yücelip Allah’ı (CC) bilme, dönüp insana yardımcı olma… yol; “var olduğunu” bildikten sonra, “yok olma”., “yok olduğunu” bildikten sonra, “var olma’ yoludur.
Yol; “Hakk’dan (CC) alıp”, “Halka verme” yoludur… Yol, halk içinde, “Hakk’la (CC) beraber olma yoludur… Yol; Kur’an ve sünnet, ahlâkının yoludur…
“VEREN BEN DEĞİLİM Kİ…”
Mehmet Necati Simavî Hazretleri buyurmuştur ki:
“Bundan sonra ben yokum, siz varsınız. Arkanızdaki cemaat bir hayli kalabalık, çünkü bütün sahipsiz yollar, sizde birleşecek.”
Bir edep ve tevazu örneği olan Hasan Burkay Hazretleri ise şöyle cevap vermiştir:
“Allah razı olsun Hazret, vazifem güzel çok güzel, ancak bu görevler daha sağlıklı bir kişiye tevdi edilse, benim mazeretlerim var; sağlığım yerinde değil, görevimi gereği gibi yapamamaktan korkarım.”
O an, M.Necati Hazretleri’nin aydınlık yüzü, büsbütün aydınlanır, tebessüm eder, yumuşak yumuşak:
“Yavrum, der, bu vazifeleri veren ben değilim ki, geri alabileyim. Vazife size verilmiştir, takdir O’nundur. Siz endişe etmeyin, büyükler yardımcınızdır. Arkanızdan pek çok kişi gelecektir, şimdiden sizi ve onları tebrik ederim.”
Hasan Burkay Hazretleri buyuruyorlar ki:
O gün bugün hizmette kusur etmemeğe çalışıyoruz. Rabb’im kusurlarımızla, küsurlarımızla kabul buyursun.”
Bizler, Hasan Burkay Hazretleri’nin yoluna gönül vermiş ve hocamızın gönlünde bir nebzecik de olsun, yer bulmayı ümit eden takipçileri ise, şöyle niyaz etmekteyiz:
“Yüce Allah (CC), sevgili ve pek sevdiğimiz hocamıza, daha nice nice uzun seneler hayırlı bir ömürle, bu güzel vazifeyi yerine getirmeyi nasib-i müyesser eylesin.” Amin.
ARDARDA GELEN GÜZELLİKLER…
Hasan Burkay Hazretleri anlatıyorlar:
Bu mânâyı ve aldığımız kutsi emanetin zevkini, Cenab-ı Peygamber (SAV) Efendimiz Hazretleri’ni görmek takip etti. Şemail-i şerefine mutabık olarak siyah sakallı ve kesik-saçlıydı, bizde gençliği imiş gibi bir intiba husule geldi. Tadına doyulmaz bir zevk ve neş’e içinde farka geldik… Bu olaydan az bir zaman sonra Kendileri’ni tekrar görmek nasip oldu. Bu sefer, saç ve sakallarına kır düşmüş, siyahlı beyazlı idi, ayrıca saçları kulak yumuşaklarına kadar inmiş vaziyetteydi. Kırk yaşlarından ziyade bir yaşta olmalıydı. Can-ı yürekten tatlı bir tebessümle, yine bizi saadet ve zevk içinde kendimizden geçirdi. Elhamdülillahi alâ külli hâl.
Bu güzel nimetleri, üstadımız Şeyh Şerafettin (ks) Hazret­leri ile bir cuma gecesi, mânâ âleminde göğüs göğüse üç dört saat yatmamız takip etti… Bu olaydan sonra, göğsümde ferahlık ve genişlik, sözlerimde daha bir başkalık hissettim.
Daha sonraları Efendi ile mânâ âleminde bazı sohbet­lerimiz olmuştur, kendilerinin irşad ve ikazlarından çok faydalanmışım- dır. Bir keresinde, “Bursa Tayyare Meydanı‘ndaki sahada ateş yakıp, helva yapacağım ve Ümmet-i Muhammet’e dağıtacağım haber ver ve de ki, Ramazan-ı Şerifte oruçlarını su ile açsınlar.” buyur­muşlardır.
Bir sohbetinde, İstanbul’da kendilerinin ihvanı olan bir kim­senin, yolunu sapıttığından bahisle, oraya gitmemi emrettiler. Gittim, o kimseyi buldum, bir hafta geceli gündüzlü muhab-betullahda bulundum. Bir ara, “Efendi sizi bu sakat yoldan kurtarmak için gönderildik, ne dersiniz?” diye sordum. “Bir şey görmeden, bir şey diyemem.” sözü üzerine, “Madem hazırdakini göremiyorsun, bari gaiptekini gör, bu gece is tiareye yat.” dedik. Ertesi sabah, durumu sorduğumda; “Efen­dim, tamamdır, bu gece bize dört hırka giydirdiniz, birin­cisi şeriat hırkası dediniz, tuttunuz giydim. Bu tarikat hırkası dediniz, tuttunuz, giydim. Bu hakikat hırkası dediniz, tuttunuz, giydim. Bu marifet hırkası dediniz, tut­tunuz, giydim.” dedi, böylece emaneti kendisine verildi. Onun delâleti ile pek çok kimse ile görüşüp, pek çok kimseye emanet tevdi ettim.
Bu olaydan daha önce bir vakitte ise İstanbul’da Küçük Hüseyin Efendi’yi ziyaretimde, bana; “Bizim yolumuzun sahipleri kalmadı, sizin görüştüğünüz Beyazıt’taki filanca kimseye emanet verseniz, o da bizim namımıza çalışsın; Allah’a has kul, Habibine has ümmet yetiştirsin.” buyur­dular. Bahsedilen zat ile de bir hayli uğraştım, henüz tam anlamıyla istifadede değilse de, faideden hâli değil, düsturu ile hoş görülüyor… İnşallah, Hazreti Mevlâna’nın buyurduğu gibi, “Her ekilen tohum, muhakkak bitecektir.” sözü ile teselli bulmaktayız. Herbirine defaten maddi ve manevî dualarım daimdir. Bu hadiseler, 1952 ile 1962 yılları arasında geçmiştir…
1962 Nisan’ının bir Cuma gecesi sabaha karşı, Üstadı bütün Ricalullah ile cem olmuş bir halde gördüm, çağırdılar ve ismimi sordular. “Sizin verdiğiniz isim Hüdaverdi, bizim is­mimiz Hasan.” dedik, tebrik ettikten sonra, “Evlâdım, bütün evlâtlarım sana teslimdir, her biri ile alâkadar ol.” diye emir buyurdular. Bu cümleden olarak Şeyh Şerafeddin Efendimizin bütün hulefalarının -gerek hayatta vazifeden uzak, gerek memâtda (ölümde) bırakılmış- bütün evlâtlarını benimsedim, huzurdan ayrıldım. Rüya devam etti; bir kısa zaman sonra, kendileri teşrif ettiler: “Oğlum şu geçeni görüyor musun, hamallık yapar, Eyüp Aleyhisselâmın sülâlesindendir, dudaklarından gözlerinden öptüm.. Onu haber vermeğe geldim.” buyurdular. Biz, şu ifadeden; (Bu yol göründüğü kadar basit bir hizmet yolu değildir, bu yolda Eyüp sabrı lâzımdır. Bunda muvaffak olursan, bütün Nebiler ve Veliler sizi takdir ve taltif ederler.) mânâsı çıkardık.
Bunu takip eden sahne ise, şöyle: Bursa’mızın Şeref Oteli karşısındaki, Saman Pazarı Camii Şerifi’ne gitmişiz, cemaat Akşam Namazı’na hazırlanmış, biz de imamın arkasına geçtik, durduk. İmam, sağa sola bakınırken bizi gördü, meğer o, ihvanımızdan arabacı İsmail imiş, hemen geri çekilip, bizi İmamete geçirdi. İki rekâtda da, Fatiha’dan sonra, Ehhakümüttekâsür’ü okuduk. Namazı ikmâlden sonra dua yapıldı, vazifemiz hitam buldu, bu sırada gerilerden yenişehirli Yusuf, İşte gördünüz mü ne güzel oldu, hocalardan bir kimse, olmaz, der çıkardı. Pekâlâ oldu, çok güzel oldu.” dedi.. Bu kısımdan ise; (evlâtlarımızın gayet çok olacağına ve bu say-ı gayrete Yusuf’un da katılması gerektiğine hükmettik.
Bahsi geçen Yusuf, Efendimizin vefatından sonra, defalar­ca hakkımızda gayet manâlı rüyalar görmüştür. Biri şöyle; Bir evde Efendinin vaz-ı nasihat ettiği öğrenilmiş, onun da koluna girip götürmüşler. Oda kapısından bakmış; Şah-ı Emre suretinde saçsız sakalsız bir zat konuşmakta. “Benim Efen­dimin bembeyaz sakalları vardır, bu kişinin yok, bu kişi Efen­dim değildir.” diye geçirmiş içinden. Yanındaki “Onunla konuşan ise Hasan Efendi’dir” demiş, bizim Yusuf yine; “Canım Efendim Hasan Efendi’nin de simsiyah sakalları vardır, o zat da Hasan efendi değil.” demiş. Bunun üzerine, Yusuf’a, “Cennete geldiler, orada sohbet etmekteler.” diye cevap verilmiş.
Yusuf, ertesi gün bize gelip bu rüyayı anlattı ve bizi seven­ler arasına katıldı. Böyle, “otuz kırk senelik hizmetim vardır” dâvasını, “benliği” terk edip teslim olanlara, elbet büyükler tarafından, gereken iltifat gösterilecektir.
Hülasa, mânâ âleminin tezahürleri neticesi; birden içimde ıkı buçuk-üç senedir oturup kaldığım Bursa’dan, Ankara’ya gitme arzusu doğdu. Zaten uzun bir zamandan beri davet ediliyordum. Böylece 1962 yılında, Üstadımın doğum gününe tesadüf eden Zilkadde’nin 3’ünde, bir Pazartesi gecesi Ankara’ya ayak bastım. Orada kardeşlerle yedi gün yedi gece adetâ bir düğün havası yaşadım. Pek çok kimse ile görüştüm, her birinden ayrı ayrı memnun kaldım. Çoğunluğu Halka-i Tev-hid’e dahil oldular. Hazreti Üstadımın emriyle Ankara’ya bu ilk gidişimde, birer birer anlatılması mümkün olmayacak, pek çok manevî zuhuratla karşılaştım, ki bunların her biri bizim gördüğümüz mânâyı teyit eder mâhiyetteydiler. Ancak şunu söylemeden geçmeyeyim; dostlarımız arasında yirmiden fazla kadın ve erkek; bizim Ankara’ya geleceğimizi, mânâ âleminde gördüklerini, kendi ağızlarıyla, bize ifade ettiler.
Böylece, Hak yolunda inanıp iman ederek çıkmış olduğumuz bu gurbet seferinde, gönlümüz, o güzel ifadelerle takviye oldu. Çok mütehassis oldum. Açıklanan hadiselerden biri de şudur: Hacı Mehmet Yılmaz Efendi’nin kıymetli refikası, daha Hacı Ahmet Hamdullah Efendi Hazretleri hayatta iken, “mânâ âleminden bir kurtarıcı olarak” bizi görmüşler, ken­dilerine bu durumu arzettikleri vakit, “Evet, o sizi bulacaktır.” cevabı ile karşılaşmışlar. Bu hadiseden kısa bir müddet sonra Hacı Ahmet Hamdullah Hazretleri Cemal’e ulaşmış ve bu hanım, yapılan tefsirin tezahürünü itidal ile beklemeğe başlamış ve ifadesine göre; “Birkaç yıldır çözülmesini bek-lediğidüğüm, bizim gelmemizle çözülmüş.”
Bu hanım ve beyi hacı mehmet Efendi, hamdullah Hazret-leri’nin yirmi yirmibeş yıllık yakınlarındandılar.
Böylece yukarda da arzettiğim gibi pek çok eski ve yeni dostla tanışıp, hâlleşip Bursa’ya döndük. Ancak Bursa-Ankara gidiş gelişler devam etti; biz gittik, onlar geldiler. Rabb’imize adetsiz şükür, nihayetsiz hamdüsenalar olsun ki; büyüklerimizin isteklerinin tahakkuk ettiğine inandık. Bu inancımızın neticesi olarak, hiç şüphesiz izn-i Hak (CC), izn-i Peygamber (SAV), izn-i Piran ve muhabbet-i ihvanın ar­zularının bir tezahürü olarak; 1967 yılı, Haziran ayının 21 inci günü; Ankara’ya gelip; Cebeci’de, bir kısmını peşin verip, bir kısmını aydan aya takside bağlayarak almış olduğumuz dairemize yerleştik.
HUSUSİ   İLTİFATLAR
Hasan Burkay Hazretleri’nin yukarda anlattıkları; sıradan insanın, yaşadığı tecrübeler sonunda kurduğu şahsî mantık düzenine, yahut genel olarak mantığa ters düşen bir görünüş arzedebilir. Ancak, Cenab-ı Hakk’ın hayır ve şer kapılarının bütün insanlara açık olduğunu bilmek gibi, hususi iltifat­larının da, bilhassa dostlarına bereketli olduğunu hatırdan çıkarmamak lâzım. Şu asra kadar, akıl, mantık ve deneyler sonucu büyük merhaleler kat’eden bilim, bir yere kadar ulaşmış, pek çok sorunun cevabı bulunmuş, teknik, çok büyük mesafeler almıştır. İnsanların daha dün bir hayâl, rüya veya mucize olarak nitelendirdiği olaylar ve nesneler, bugünün somut gerçekleridir. Ancak şu baş döndürücü hızla ilerleyen bilim hâlâ bir noktadadır ve ulaştığı bu sınırın ötesine cevap bulmaktan âcizdir, hâlâ açıklayamadığı pek çok olay, çözülmeğe muhtaç sayısız tabiat bilmecesi vardır…
Ve elbet, Allah’ın bilgi hazineleri sonsuz olduğu için akıl gelişmeğe, bilim ilerlemeğe devam edecek; giderek, bugün bize birer sır veya mucize gibi görünen pek çok hadisenin sebebi ve oluş tarzı açığa kavuşacaktır. Ancak, buyrulduğu gibi; Gaybı yalnız Allah bilir ve O, bilgi hazinelerinden diledik­lerine, dilediği kadar, ihsan eder.
“O, gaybı bilendir. Kendi görünmez bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçilere gösterir.” (Müzzemmil Suresi, 73/26-27).
Bu yüzden şu anda mantığımızı zorlayan ve kendi yaşamadığımız bazı hadiseleri reddetmek, olamayacağını söylemek, yahut sıradan insanların yapamayacaklarını yapan lan, Allah’a (hâşâ) eş tutmak, ancak cahil kişilerin; ancak belir­li dar sınırlar içinde düşünmeye muktedir olabilenlerin işidir. İtibar etmemek lâzımdır.
Cenab-ı Hakk’ın (CC), Zât’ına mahsus iltifatlar ile bereket­lendirip, süslediğine gönülden inandığımız hocamız Hasan Burkay Hazretleri; bir insan-ı kâmil, bir Hazreti Muhammet (SAV) varisidir. Sağlam imanıyla vakur, büyük yüreği ile tükenesi olmayan şefkate sahiptir. Vicdanı bir safiyet ve temiz­lik timsalidir. Kur’an ahlâkı ile ahlâklanmış, bütün davranış ve tutumları sünnet üzerine olan, “Hakk” için kendini halka hiz­mete adamış bir örnek insandır, örnek din adamı ve mutasavvıftır. Modern psikoloji anlayışı içinde eğiticidir, bu yüzden kendisi dâima istikamet ve takva üzerinde bulunduğu hâlde talebelerinin mizaç ve ruhî durumlarına göre, ruhsat ve kolaylıklar gösterir. Daima müsbet konuşur, hâller içinde daima güzeli, iyiyi, olumluyu görür, gösterir. O, bir Allah (CC) dostudur ve insanlara dosttur. Tedbiri ve öfkesi, yalnız İslâmiyet düşmanlarına ve dinimizin esaslarına muhalefet edenlere karşıdır.
Onun güzel yüzünde, Ebedi Güzel’den akisler, deniz dal­galı gözlerinde Ebedî Sevgi’den ışıklar bulanlara ne mutlu. Cömert ellerinden, Ebedî Aşk’ı içebilenlere ne mutlu.
Ne mutlu onlara, ki hocamızın izinden yürürler, onun hâlleri ile hâllenip; onun dostluğunda, Cenab-ı Hakk (CC) dostluğunun şahane huzurunu bulurlar.
EŞLERİ, ÇOCUKLARI VE TORUNLARI
Hasan Burkay Hazretleri, 1949 yılında Müşerref Hanımefendi ile hayatını birleştirmiş ve Mehmet Halit, Ayşe ve Mehmet Necati isimlerini verdiği iki erkek bir kız evlâdı olmuştur. Mehmet Halit bir yaşlarındayken Allah’ın rahmetine kavuşmuştur.
Müşeref Hanımefendi’nin 1963 yılında ahrete intikallerin­den sonra, İsmet Hanımefendi ile evlenmişlerdir. Recep, Fatma, Ahmet Tevfik isimli üç çocukları olmuştur. Recep ve Fatma vefat etmiştir. Ahmet Tevfik ise halen lise tahsiline devam etmektedir.
Hasan Burkay Hazretleri’nin üçüncü eşi; Lâle Hanımefen-di’dir. Muharrem Mesut, Fatma Zehra, Emine Tuğba isimli üç çocukları olmuştur.
Fatma Hanımefendi, Hasan Burkay Hazretleri’nin dördüncü eşidir ve bu evliliğinden; Hasan Hüsnü, Ali Kerem ve Mustafa Sacit, Muhammed Hulusi isimleri verilen dört oğlu dünyaya gelmiştir.
Hasan Burkay Hazretleri’nin kızı Ayşe Hanım ve oğlu Meh­met Necati Bey’den dört oğlan, bir kız torunu vardır. İsimleri Hasan Kâmil, Müşerref, Ömer Faruk, Mehmet Emre, İbrahim Enes’dir.
HACI HASAN KOYU
Hocamız Hasan Burkay Hazretleri, 1977 senesinden beri, Ankara Gölbaşı civarında, kendi himmetleri ile kurulan Hacı Hasan Köyü’nde ikamet etmektedir.
Hasan Burkay Hocamız şöyle anlatıyorlar: “1967 yılında, devlet memurları bile yirmi, yirmibeş senede emekli oluyorlar deyip; kendi kendimi emekli ettim.. Ankara’dan İsrarla davet alıyordum, ileriye dönük güzel tasarılarım vardı. Ticaretle uğraşırsam,onlarıbeceremiyeceğim.
Ankara’da bir zaman, Cebeci’de ikâmet ettikten sonra, Gölbaşı‘nın ilerisinde, kendi başıma bir köy ihdas ettim..”
Ankara, Gölbaşı İlçesi’nde bulunan “Hacı Hasan köyü’nün kurulmasına, 1972 yılında 120 dönümlük bir arazi satın alınarak başlanmıştır. Ankara’dan 27, Gölbaşı’ndan 7 km uzaklıkta, Haymana yolu üzerindeki köy, Hasan Burkay Hoca’mızın nezaret ve delaletiyle, kısa bir zamanda gelişmiştir. Köyün elektriği ve stabilize yolları, devlet tarafından sağlanmıştır. Doğu ufkunu Elmadağfnın süslediği köyden, kuş bakışı Mogan Gölü’nün bir kısmı görülmektedir.
Küçük, bakımlı evlerin bulunduğu köyün en güzel yapısı; iki katlı camii şeriftir. İnşaat tamamlandığı zaman, alt katı “Kur’an Kursu” olarak değerlendirilecektir. Halen, yalnız köy sakinlerine değil, Ankara’dan ve Anadolu’nun muhtelif yerlerin­den gelen ziyaretçilerin ihtiyacına cevap veren camiye, Ankara Müftülüğü’nce “Sakal-ı Şerif” armağan edilmiştir. “Kadir Geceleri” ziyarete sunulan bu kutsal armağan, cemaatin çoğalmasına, ziyaretin zenginleşmesine vesile olmaktadır.
Hocamız tarafından köye vakfedilecek olan dört-beşbin ciltlik “Hasan Burkay Kütüphanesi”, köy sakinlerine şimdiden hizmet vermektedir.
Havası pek temiz, pınar ve kuyu suları yüreklere ferahlık veren köye, Ankaralı dostlar Cuma namazlarını edâ etmeğe ve pazar günleri hem bir kır gezmesi yapmaya hem de ikindi namazı ardından verilen vazü nasihatten faydalanmaya gel­mektedirler. Camiin önündeki şadırvandan akan tatlı pınar suyu ile serinleyen ziyaretçiler, bazen de kaplarını bu su ile doldurarak, Ankara’ya evlerine götürmektedirler.
Besmele ile içersen şifalar bulur beden Elhamdülillah deyip, artar eksilmez bilsen
İlkokul’un yanında çocuklarımıza tahsis edilmiş çocuk bahçesi, köye, ilerde ayrı bir çeşni katacaktır.
Köyün kabristanlığı için, hemen camiin yanında bir yer tah­sis edilmiştir. Bu isabetli yer seçiminin, güzel neticesi; namaz­ların edasından sonra camiden çıkan cemaatin, bir Fatiha-ı Şerife okuyarak, geçmişlerimizin ruhlarını şâd etmesi, olmak­tadır.
Hocamızın nezaretleriyle, gittikçe güzelleşip, maddi manevi zenginleşen, “Hacı Hasan Köyü” sakinleri; sükûnet, temizlik ve mutluluğu paylaşmakta, her iki dünyaya huzur-u kalp ile hizmet etmenin huzurunu duymaktadırlar.
HASAN BURKAY HAZRETLERI’NDEN
Keramet hakknda:
“Cahiller bu yolda bulunmayı uçma-kaçma, keramet gösterme sanıyorlar. Çok yanlış. Bu yol, istikamet yoludur, sırat-ı müstakimdir.
Keramet değil, istikamet.
Keramet, bir bakıma, çocuklara verilen bayram hediyeleri gibidir. Onlar bu yolun güçlenmesi uğruna mübdedi saliklerin teslimatlarının kuvvetli olması için, vuku bulan bir takım zuhuratlardan ibarettir.
Şunu kesinlikle ifade edebiliriz ki, tasavvuf yollarının hiç birisi, keramet gösterme alanı değildir.
Asıl keramet, “makam-ı abdiyef’e ayak basabilmek, Allah’a yerli yerince kulluk yapabilmektir. İslâmiyet’ten habersiz olan bir insan, gökte uçarken dahi görülse, ona itibar edil­memelidir.
İtibar; ilâhi emirlere, itibar Sünnet-i Peygamberiye’yedir, müminin tek ölçüsü bu olmalıdır. Bu ölçü insanı yanıltmaz.”
Dünya’dan ve bütün dünya meşgalelerinden vaz geçip, dağlara kaçıp, yalnız ibadetle meşgul olmak hakkında:
“Bizde dağlara çıkmak, çoluk çocuktan geçmek, yaptığı işten vazgeçmek yoktur. Halis bir niyet ile halka hizmetin, Hakk’a hizmet olduğunu bilerek, en büyük hizmetin Zat-ı İlâhiye’ye olduğunu düşünerek, Alâ Meratibihim her şeyin hakkını vermek; günah değil sevab, mezellet değil, meziyettir.”
Güzelliğe ilgi hakkında:
“Güzelliklere iltizam etmek, güzellere gıpta etmek, güzellik­lere yetişmek, Rabb’imizin (CC) bizden istediği şeydir..” Şöhret hakkında:
Şöhret afattır; kul yaptığını görmemeli, örtmelidir. Allah (CC) Tealâ bu yapılanı, dilerse açar, dilerse hakiki âlemimize bırakır.
Bir Hadis-i Şerif hakkında:
Hadis-i Şerifte sevgili Peygamberimiz (SAV), komşusu aç iken, kendi tok olanın gerçek mümin olmadığını beyan buyur­maktadır. Bu açlık tokluk, maddi olduğu kadar manevîdidir de, bu sebeble mü’min ve mü’mine Hak’tan (CC) alıp, halka ver­mesini bilmelidir.
Camilerimizi ziyaret eden turistler hakkında:
Bazı kimselerin, camilere yapılan turist ziyaretlerini hoş karşılamadıklarını görüyoruz… Onların bu hâlini de biz hoş görmüyoruz. Turistler, camilerimizi tabi adap ve erkân üzerine ziyaret etmeliler.. Kimbilir belki, “Ey büyük mabet, ey güzel cami, müjdeler olsun o kimseye ki, gece gündüz senin içine girer çıkar.” diyen Hazreti Üftade’nin müjdesine turistler de dahil olur, belki onlara da bir iman etme aşkı geliverir, uyanıverirler… Biz böyle bir ümitle, bütün turistlerin bu güzel, feyzi bereketli, ruhaniyeti bol yeryüzünün en mübarek yerleri kabul ettiğimiz camilerimizi ziyaret etmeleri taraftarıyız. Has-seten onlara verilmek üzere güzel buroşürler hazırlanmalı, camilerimiz turistlere lâyıkı veçhile tanıtılmalıdır.
Allah’ın adaleti hakkında:
İmam-ı Azam Hazretleri buyurdular ki: “Allahü Tealâ’nın (CC) cennette mükâfatı, cehennemde de azabı sonsuzdur. Azabın sonsuzluğu hakkında Cenab-ı Hak (CC) buyuruyor ki: “Onların kazancı, Allah’ın kendilerine azap etmesi ve o azap içinde ebedi kalıcı olmalıdır.” (Maide Suresi, 80). Cen­net ehli ve nimetlerinin sonsuzluğu, ebediliği hakkında da Kur’an’ı Kerim’de mealen şöyle buyrulmuştur: İman edip de iyi işler yapanlara gelince, biz onları altlarından ırmaklar akan cennetlere, içlerinde temelli kalıcı oldukları hâlde sokacağız. İşte Allah’ın dosdoğru vaadi..” Cennet ehlinin nimetleri, cehennem ehlinin de azabının sonsuzluğu hakkında pek çok Ayet-i Kerime ve Hadis-i Şerif vardır. Allahü Tealâ (CC) fazlından dolayı dilediğini hidayete erdirir, adaletinden dolayı dilediğini delâlete düşürür. O’nun (CC) delâlete düşürmesi hızlanıdır. (Hızlan: Kulunu, Kendisi’nin (CC) razı olacağı şeye muvaffak kılmamasıdır ki, bu O’nun (CC) delâletidir.) Hızlana uğrayanı, günahından dolayı cezalandırması da adaletinin neticesidir. Zira Allah kuluna zul­metmez. Zulüm, bir şeyi lâyık olmadığı yere koymak demektir. İmam-ı Azam Hz. delâlete düşmek mânâsına olan “idlâl” kelimesini “hızlan” olarak tefsir etmişler, hızlanı da, kulun, rızaya uygun amelde başarılı bulunmamasını olarak beyan etmişlerdir. Hidayet, tevfik manasınadır ki; rızaya uygun amel­lerde kulun başarılı olabilmesi için Cenab-ı Hak’ın (CC) sebepler yaratmasıdır.
İçtihad kapısı hakkında:
İçtihad sahibi olabilmek için; çok ve geniş çapta bir bil­giye lüzum vardır. Müfessir olacak, muhaddis olacak, fukaha olacak.. Emek ve hizmet lâzım. Uzun seneler böyle liyakata sahip olmuş kişinin dizi dibinde oturmak lâzım. İçtihadda imamımız İmamı Mensur Maturudi, amelde imamımız İmamı Azam Ebu Hanife Numan Bin Sabit rahmatullahi aleyhi rah-meten vasia. Biz, onların taklitçisiyiz. Onlar, neye inanın dedilerse, biz ona inanıyoruz. Onlar, ibadetleri ne suretle yapın dedilerse, öyle yapıyoruz. Cenab-ı Hak (CC) bizi bu yol­dan ayırmasın… İçtihad kapısı, kıyamete kadar açıktır, içtihada ehil insanların yetişmesine gayretli olmak lâzım. Gelenek, görenek ve dinî kurallar hakkında: Gelenek ve görenekler, eğer itikat ve amellerimize ters düşmüyorsa, uyulur. Zamanının Emir’i, İmamı Malik’in eser­lerini, dünyaya yaymak istemiş, İmam Malik buna mani olmuş; “Her beldenin kendine has âdetleri vardır, bunları yok etmeğe hak sahibi değiliz.” buyurmuş. Biz, itikat ve amel noktai nazarından, “Lâ İlahe İllallah, Muhammeden Resulul-lah” diyen cemaatin, bilhassa bu noktada bir olmasını isteriz. Sohbet ve hâl tavır hakkında:
Şeriat ve tarikat, sohbet üzerine kurulmuş. Peygamber Efendimiz (SAV): “Din, nasihatlerle kaimdir.”; İslâm büyükleri: Bizim yollarımız hep sohbet üzerine kurul­muştur.” buyurmuşlardır. Ancak, birtakım hakikatlere sadece konuşmakla varılmaz. Dinin özü, ilmi hâldir, hâl ilmi. O ilmi kendimize giydirebilmek, o ilimle hallenmek, o ilmi yaşayabil­mektir, murad. Mesele, insanın kendisi!.. Zamanımızın kısmı külliyesi, kendimizi düzeltmeye hasredilmeli.
İnsan hakkında:
İslâmiyet’in insana verdiği önem ve mesuliyete dair bir Hadisi Kutsi: “Ben bir gizli hazine idim, bilinmekliğimi murad ettim; Hazret-i insan’ı halkettim.” Demek, dünya ve ahirette ne varsa hepsinin başbuğu, önderi, ricali Hazret-i insan. Yeryüzünde Allahü Tealâ’nın (CC) tek halifesi, insan! İnna hâleknel insane fi ahseni takvim..
İnsan üzerinde maddî ve manevî, hayır ve şer kuvvetlerin tesiri vardır; insan bu kuvvetlerden birinin tesirine kendini kaptırmak suretiyle hayra da, şer’e de yönelebilir… Kötülüğe kolay meylediliyor, düşüş hızlı oluyor. İyilik kolay elde edil­miyor, bu uğurda çalışmak gerekiyor. İmamı Gazali Rahmetul-lah; İnsanın sol eli aşağı süfiyata doğru, sağ eli yukarı ul viyata doğru gider.” diyor. Bir insan süfliyata meyletti mi, artık ona çare de olmaz, gittikçe gider, daldıkça dalar, bu işin külfeti zahmeti yoktur, bayağı da hızlı gider. İmam-ı Gazali: “Sülfiyat baş aşağı akan suya benzer.” demektedir.
İnsan ulviyata meylederse; yukarı çıkış biraz güçtür, emek ve hizmet gerektirir. Gayret gerektirir. Bu âleme böyle bir im­tihan için gönderilen insanın, bu büyük mesuliyetin şuuruna varması lâzımdır.. İnşallah Cenab-ı Hak (CC), kitap ve sünnete, yeryüzünde Allah’ın (CC) tek mümessili olan Hz.Muhammed’e (SAV) gereği gibi uymamızı nasip etsin.
Dünya işleri:
Halktan elimizi eteğimizi çekmeği, İslâmiyet yasaklamıştır. Hz.Peygamber (SAV): Ümmetimin dertleri ile dertlen­meyen, bizden değildir.” diyor. İslâmın mubah kıldığı her türlü dünyevî işle meşgul olunacaktır. Gerçek müslümanlar, vatan ve millete hayırlı olabilmek için yekvücut olmalıdırlar.
Namaz hakkında:
Ayet-i celile’de Hazreti Allah (CC): “Namaz sizin için öyle bir nimeti uzmadır ki, fahşâ (fuhuş, zina) ve münker olan işlerden sizi alıkor, kurtarır.” buyurmaktadır. Bir namaz ki, kötü şeylerden insanı kurtaramamıştır, o insan, ibadetlerine çeki düzen vermek gereğini duymalıdır. Çünkü kabahat namazda değil, kılanın şeklinde, düşüncesinde, erkânındadır, o kişinin iç huzurunu temin edemeyişindedir. Huzur-u Allah’ta, (CC) kalbin başka yerlerde olmamasına, gayret gösterilmeli.. Yalnız bu konuda, İmamı Azam’ın büyük müjdeleri vardır: “Namazda havatır gelebilir, üzerinde durul­maz, def etmeğe çalışılır. Namaz esnasında bir Sübhanal-lah’ diyecek kadar Rabb’inizi hatırlarsanız, o namazın kabulüne vesile olursunuz.” buyurmuşlardır. Namazın, ruhani bir cihat olduğu unutulmamalıdır.
Nefs hakkında:
Nefs, bir mücadele alanıdır. Resulullah (SAV): “Siz, düşmanı dışarda aramayın, düşmanın en şiddetlisi sizin içinizdedir.” buyuruyor. İşte ibadetler bizi; bu düşmanla mücadeleye sevk eden, bizi bu konuda kuvvetli kılan ameller­dir. Gerçek namaz, gerçek oruç, gerçekten isteyerek, severek verilen zekât bizleri her türlü masiyetten alıkor. İş ki, ibadet­lerimiz şekilde kalmasın, onlardan alınacak olan ruhani gıda için gayret gösterelim. Gayretlerimizin müsbet neticeleri, biz­lere, içimizdeki düşmanla mücadele gücü kazandıracaktır.
Tasavvuf ehline göre; “nefs” vücud değildir, vücutta bulunan illetli, kötü huylardır; kötü ahlâktır. Bir Hadis-i Şerifte sevgili Peygamberimiz (SAV)): “Kim ki nefsini bilir, kendini bilir. Kendini bilen Rabb’ini (CC) bilir.”, diğer bir Hadisi Şerifte: “Nefisleriniz sizin binek atlarınızdır. Ona gereken itinayı gösteriniz ki, menzilinize ulaşasınız.” buyuruyor Öyleyse vücut, bir emanet-i İlâhiye’dir. Gaye vücudu öldürmek, ona eza cefa çektirmek değil, onu kötü huylardan arındırmaktır. Sevgili peygamberimiz (SAV), bundan ötürü Ya Ali, biz küçük cihaddan büyük cihada döndük.” buyur­muştur. Kastedilen büyük cihad, nefisle mücadeledir. Gaye, kişinin bu mücadeleden galip çıkıp, kötü huylarını iyiye tebdil etmesidir. Nefsi pırıl pırıl bir ayna hâline getirmesidir.
Ticaret hakkında:
İslâmda “şirketleşmek” vardır, sevgili Peygamber’imiz (SAV), nübüvvetden önce ortakla iş yapmıştır. Hattâ peygam­berlikten sonra, ortağı kendisine gelip, “Beni tanıdın mı Ya Resulullah?” diye sorunca, Kendisi: “Nasıl tanımam, or­taklık yapmıştık, yapılan işlere ileri-geri müdahale etmez­din.” diyerek, o zatı taltif etmişlerdir. O halde, müslümanlar bir araya gelip, ufak sermayelerini büyütmelidirler. Gerçek iman sahipleri, piyasadan el-etek çekerlerse, piyasa olmadık kişilerin eline kalır ki, bu doğru değildir, vebali müslümanların omuzuna olur…
İnsanî münasebetler hakkında:
Eshabı mesâlihin (hükümet dairelerinden iş takip eden kimseler) hizmetini, Allah’a (CC) bir ibadetmiş gibi telâkki et­meli. Çünkü Allah’a (CC) ödevlerini yapan kişilerin, diğer bütün yaşantıları da, birer ibadettir. Öyle olmak gerekir. Halka hizmet, hakk’a hizmettir. Hayrun nâs, men yenfeun nâs, yani; insanın hayırlısı, insana hayırlı olanıdır. Bundan ötürü, son nefesimize kadar eshabı mesâlihin hizmetinde kusur et­memeliyiz. Milletimizin her türlü kalkınmasında bir payımız olmalı. Nasıl mı, işlerimizin mesuliyetini hissederek, onlara gereken titizliği ve dikkati göstererek, elimizden gelenin en iyisini ve doğrusunu yaparak. Bir kere rahmetli pederime, “Babacığım yaşın bir hayli kemâl buldu, artık camiden eve, evden camie gitsen, dükkânı biz idare etsek..” diye ricada bulunmuştuk, sevgili pederimin cevabı şu oldu: “Allah benim canımı bu masanın başında alsın!” Yine, bir gün dükkâna üstadımız Ali Haydar Efendi teşrif etmişlerdi, rahmetli peder şikâyet etti: “Bu dükkân yüzünden Camii Kebir’e gidemiyorum, namazlarımı burada kılmak meceburiyetinde kalıyorum, üzülüyorum.” dedi. Ali Haydar Efendi merhum: “Hacı Mehmet Efendi, eğer bu kasanın sahibi olur, bu masada doğruluktan ayrılmazsan, senin bu dükkândaki namazların da, o cami imamının arkasında kılınmış namaz gibi olur. İstikametten ayrılmayacak olursan, bu vatan-millet evlâtlarına doğru muamelede bulunursan, alış-verişine hile, sahtekârlık karıştırmazsan, bu dükkândaki hizmetlerin de, senin için başlı başına birer ibadettir.” buyurmuşlardı.
Vatan hizmeti hakkında:
Sevgili Peygamberimiz (SAV), “Vatanı sevmek, iman­dandır.” diyor. Bundan ötürü, her müslüman, devletinin ve mil letinin yükselmesinde vazifelidir. Bu vazifelerin başında asker­lik görevi gelir. Bazı babaların, vatan hizmetine çağrılan evlâtlarını uzak şehir ve kasabalara göndermemek için gayret gösterdiklerini; askerlik şubelerine rüşvet ve iltimas teklif ettik­lerini müşahade etmekteyiz. Biz, bu gibi işlerin tamamiyle aleyhindeyiz. Unutulmamalıdır ki, vatanın her karış toprağı vatandır.
Askerlik hizmeti hakkında başımdan geçen bir hikâye: Ankara’dan Bursa’ya giderken, Polatlı’da bir yedek subay kardeşimizi ziyaret etmek istedik. Garnizona uğradık, askerler bizi çayhanelerine buyur ettiler, orada bir saat kadar bekledik fakat istediğimiz şahısla görüşmek mümkün olmadı. Yolumuz­dan alıkonduk diye biraz canımız sıkıldı… Bursa’ya vasıl olduk­tan sonra, o gün elimize geçen bir kitabı okumaya daldık. Kitap, Oflu Hacı Emin Efendi’nin “Cihat Risalesi” idi. Orada Peygamber Efendimiz’in (SAV), bir Hadis-i Şerifini gördük, şöyle diyordu: “Bir insan hangi sebeple olursa olsun, bir saat ordu garnizonunda bulunursa, bu insana Cenab-ı Hak, şu kadar nafile Hac, bu kadar altın gümüş manevi kıymetinde mükâfat verir.” Kalkıp, secdeye kapandım. “Yarabbi, dedim, beni orada bir saat tuttun, bunları bahşetmek için mi!” O’na (CC) hamdettim. Sevgili Peygamberimiz (SAV), “İki göz, cehennem ateşi görmez, buyuruyor, biri Allah için ağlayan göz.. İkincisi, nöbetde bekleyen göz.”
Dinlenmek hakkında:
İnsanı dinlendiren boş oturup, boş yatmak değil, yapmak­ta bulunduğu şeyin gayri ile meşgul olmaktır.
Çalışmak hakkında:
Cenab-ı Hak zülcelâl (CC), “Siz dünya ve ahirete mütealik ne kadar bir çalışma gayreti gösterdinizse, karşılığında elinize geçecek olan mükafat o kadardır.” Ayet-i celilesi ve “İki günü, (bir) aynı geçen ziyandadır.” Hadis-i Şerifi bizim, dünden bugünümüzü, bugünden yarınımızı daha verimli geçirmemizi emreden Ayet ve Hadisler’dir. İslâmiyet tembelliği ve ataleti hiçbir zaman hoş görmemiştir. İslâmda hareket vardır. Bun­dan ötürü, çalışmak bir müslümanın en tabii görevlerinden olmalıdır, insanın en tatlı lokması, alın teri ile elde edilmiş olanıdır. Bir hikâye: Süleyman A.S.’a, cennetten maide geldiği zaman, Cebrail A.S., kendisine, “Ya Süleyman, sana bundan daha güzel bir yemekten bahsedeyim mi?” diye sormuş ve ilâve etmiş: “Alın teri ile kazanılan sofranın yemeği, bundan daha lezizdir.”
Cenab-ı Hak (CC), bizi vücut afiyetiyle, kendimiz, aile efradımız, vatan ve milletimiz için çaba sarfeden, gayret gösteren kullarından eylesin, amin.
İslâmiyet’te kardeşlik hakkında:
Yaşama tarzımızın öz esaslarını, Cenab-ı Hak (CC) şu Ayet-i Ceiileler’de ne güzel özetleyivermiş: “Mü‘minler ancak kardeştirler, Onun için iki kardeşin arasını düzeltin. Allah’ın emirlerine muhalefetten sakının ki, merhamet olunasınız”, “Ey iman edenler, bir kavim, diğer bir kavimle alay etmesin. Olur ki, alay edilenler, kendilerinden daha hayırlı bulunurlar. Birtakım kadınlar da, diğer kadınlarla eğlenmesinler. Olur ki, eğlenceye alınanlar, kendilerinden daha hayırlı olurlar. Hem birbirinizi ayıplamayın, kötü lâkaplarla atışmayın, imandan sonra fâsıklıkla anılmak ne kötü bir isimdir. Kim de tövbe etmezse, işte onlar, ken­dilerine zulmedenlerdir.”
işte bu Ayet-i celileler, bize, İslâm’da kardeşlik bağlarının değerini; iman sahiplerinin birlik, dirlik, karşılıklı anlayış ve hoşgörü içinde bulunmalarının önemini açıkça bildirmektedir.
Bir söz hakkında:
“Ölsem de gam yemem.” sözünün hikmetini düşünürdüm, cevabını Abdülhâlik Gucduvani Hazretleri’nde buldum. Cenab ı Hak (CG), “Allah dostlarfna “irşat” vazifesi verdiği zaman, karşılığından Kendinden (CC) ne istediğini sorar. Gucduvani Hazretleri, kendisi ve bu yola intisap edenler için bir dilekte bulunmuş; ders alan bir salik, eğer sülûkunu tamamlamadan vefat ederse, kabirde ona, tamamlama müsadesi verilsin, is­temiş. Cenab-ı Hak (CC) bu müsadeyi vermiştir. İşte “ölsem de gam yemem” sözü, ancak böyle bir yolculuğa talepkâr ol­duktan sonra söylenebilir.
SEVENLERİNİN  DİLİNDEN   HASAN  BURKAY HAZRETLERİ
Lâle Hanımefendi anlatıyor:
Önce Rabb’imin, sonra güzel peygamberimizin ve Haz-retim Haseneynil Hüdaverdi’nin affına sığınarak başlamak is­tiyorum; dilimin döndüğünce, kalbimin verdiğince..
Bilmem nasıl başlasam, nasıl anlatsam?.. Bir ummanı, dünyayı aydınlatan o güzel güneşi anlatmak, anlatabilmek., öyle zor ki. Anlatmak için görmesini bilmek, görmek içinse “gönül ehli” olmak lâzım.
Ne demiş Hacı Fahriye anne; “Hazret bir bahri muhittir, ondan faydalanmasını bilmek lâzım.”
O güzel sultan., gerçekten dünyanın direğidir, her şeyidir. Yüce Rabb’im Ayeti Celilesi’nde, habibine şöyle buyurmuş: “Sen olmasaydın, dünyaları yaratmazdım.”
Uğruna dünyalar yaratılan Hazreti Muhammed’in varisleri ise; onun ümmetini, sıcaktan ve soğuktan korumak için açılan, kutlu şemsiyeler gibidir.. Sıcağı cehennem, soğuğu ise kötü nefsimiz olarak kabul edersek; şu benzetme pek uygun düşmektedir…
O güzel sultan, aynı zamanda bir insan mimarıdır. Çünkü Rabb’im; kullarını temizleyip güzelleştirmek, güzel ahlâk ile bezenmelerini sağlamak için, gerekli tasarrufu varislerin el­lerine vermiştir.
O güzel sultan, dünyanın manevî lideridir. Bu hakikati, birkaç kez onun mübarek ağızlarından da çeşitli ifadelerle işittim, elhamdülillah. Meselâ, bir gün bir toplulukta: “Ben yeryüzünün Hazret dedesiyim.’: buyurmuşlardır.
Mamafih gören göz, kılavuz istemez. Varislerin her hâlleri bir keramettir. Yeter ki, Rabb’im, o büyükleri görecek gözleri, tanıyacak gönülleri bizlere nasip etsin.
Bu yüzden ben kendimi çok talihli hissediyorum. El­hamdülillah, biz çevresindekiler, o deryada bir katre olabilme şansına sahibiz. Unutmamak gerekir ki, bu şansa yalnız biz değil, bütün Ümmet-i Muhammed, hattâ daha da genişletir­sek, dünyanın bütün insanları ve kainat sahiptir. Çünkü zamanımızda, bu denli büyük bir kurtarıcı yaşamaktadır.
O güzel sultan öylesine yüce ki ve her şey ona öylesine ap-açık ki.. Ben, itiraf etmeliyim, gizli yahut açık bir hatâ yaparım diye tir tir titremekteyim.
Biliyorum ne kadar çabalasam, ne kadar anlatmaya çalışsam onu, lâyıkıyla anlatabilmem. Ancak Rabb’imin, açıkladığı kadar anlatabilirim.
Onun yanında, kendimi bazen öylesine küçük his­sediyorum ki, sanki yok oluyorum, kayboluyorum.
Ben yokum, lâkin o var!.. Sanki varlığı; her tarafı, dört yönü kaplıyor. Bütün ilimler ona açık. Yeryüzü ve uzayın sırları, hepsi onda mevcut.
Fakat kendisi o kadar mütavazi ki, bildiğini belli etmez. “Ben biliyorum.” “Ben yaparım.” demez. Benliği, Rabbi’mde erimiştir. Bir keresinde; “Dervişlik kim, biz kim! Acaba lâyıkıyla kul olabildik mi?” demişlerdi.
Bir kere de ben cesaretimi toplayıp; “Sevgili Peygam­berimiz (S.A.V.) acaba sizi de oğlu olarak kabul etti mi?” diye sormuştum. O cevap olarak:
“Ümmet olabilsek, yeter.” diye buyurmuşlardı.
Bir bey anlatıyor:
Daima, huzuruna kabul ettiği insanların seviyesine inerek, onların anlayacağı dilden konuşur. Bir sohbet sonrası, büyük insanın tevazuundan ezilen bir kişinin duygularını ona naklettiğim zaman, sapsarı kesildi, şöyle cevap verdi: “Estafurullah, Cenab-ı Hak Zülcelâl, cümlemize affıyla muamele buyursun. Veysel Karanî Hazretleri, yanına gelen bir köpeğe şöyle hitap etmiş: “Sen belki benden daha üstünsün. Sonumun nasıl olacağını bilemem, ancak Cenab-ı Hakk’ın (CC) lutfu erişir de, cennete gidersem senden üstün olabilirim. Cehenneme gidersem, sen benden üstünsün!”., benim yanıma gelen ise bir insandı!
Bir hanım anlatıyor:
Sohbetinde bulunan herkes kendi payına düşeni alır, hattâ bazen içimizden geçirdiğimiz suallerin cevaplarını bile onun ağzından işitmek mümkün olur. Bir gün yanında şöyle düşünmüştüm: “Hocamızda mahviyyet ve tevazu ne kadar ileri ki, konuşmalarında kendi hâllerinden hiç bahsetmez, hep diğer­lerinden, gelmiş geçmiş büyüklerden söz açar.
Bir iki dakika sonra, bu düşünceme bir beyitle cevap verdi: “Kâh çıkarım gök yüzüne seyrederim âlemi,
Kâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni.
Bir hanım anlatıyor:
Rüyamda Hazreti Peygamberi (SAV) görmeyi pek arzu ediyordum, bir türlü kısmet olmuyordu. Hocama bu derdimi açmak istedim, bir dost evinde sohbet ediliyordu, ben cesaret edip ağzımı açamadım. Hocam, beylerle konuşuyordu, ben bir köşede oturmuş onları dinlemekteydim, derken bir cesaret, içimden Hazretime müracaat edip sordum… Beylerle konuşurken, bir cümle ile benim sualime cevap vermesini bek­liyordum. Konuşmaları dikkatle takip ettiğim hâlde kendi sualime bir cevap alamadım.. Önümdeki masada kendisinin “Hz.Muhammed S.A.S.’nin Vârisleri” isimli kitabı duruyordu. İçimden bu kitabı açıp okumak geldi, böyle bir sohbet anında kitap okumak ayıp olur diye tereddüt geçirdim, fakat içimden gelen şiddetli arzuya karşı koyamadım. Kitabı elime alıp kırmızı kurdelenin durduğu sayfayı açtım, içimden “Sualine cevap bulacaksın.” deniyordu.. Okudum; Şahı nakşibend Hazretleri’nin bazı hikmetli sözleri., bana yine bir cevap yok! Bu kez, “Parmağını bastığın nokta.” dendi sanki.. Parmağımın altındaki satırları okudum: (Sahi Nakşibend) bundan sonra o ulu zadeden sordular: “Hiç bizi rüyada gördün mü?”, “Gördüm.” dedi.. Buyurdular: “İşte bu sana yeter.”
Cevabımı almıştım, heyecan içinde başımı kaldırıp ona baktım; hocam, beylerle konuşmasını sürdürüyordu..
Bir delikanlı anlatıyor:
Meclisinden hiç ayrılmak istemem, çünkü hiç de kolay ele geçmeyen iç huzuru, ancak onun yanında vakî olur.
Bir hanım anlatıyor:
Beni pek “sırıtık” bulmasından korkarım, ancak ne yapayım ki, ne zaman yüzüne baksam içim neşe doluyor ve gülümsüyorum… Hattâ uzağında onu hatırladığım zamanlar bile kendi kendime tebessüm ediyorum.
Bir emekli imam anlatıyor:
Bizim hanım, Hazret’ten benden gizli olarak ders almış. Kayınvalidem bana, O’nunla tanışmamızı teklif etti. Böylece ben de 1968 senesinde Üsküdar’da Zehra annenin evinde elini öptüm. Hasan Burkay Hazretleri’nin sohbeti çok hoştu, cesaret aldım ve kendisine bir yola intisap edenlerin tımarhaneye düştüklerini söyledim, bana: “Allah demekle, Selâvat-ı Şerife getirmekle, insan tımarhaneye düşer mi?” dedi. “Dersin ne olduğunu sordum, bana: “Siz eskiden beri dersliymişsiniz ama haberiniz yok. Ben size bir ders tarif edeyim, onu inşallah yapar­sanız.” dedi. Bana ders verdi. Baktım, hiç yabancı olmadığımız her gün namazda okuduğumuz Ayetler, Selavat-ı Şerif, zikirler.. Ben kendi ölçümde Fıkıh’a vakıfım, bu derste Fıkıh’a karşı tek şey görmedim, hattâ pek mutabık olduğunu gördüm ve derslen-dim… Fakat ben ille de Hazret’ten bir keramet bekliyordum, uzun zaman bekledim. Bir karşılaşmamızda içimden; “Madem şeyhsin, bir keramet göster.” diye geçirdim. O günkü sohbetimiz sırasında bana, olgun velilerin keramet göstermeği zül saydıklarını söyledi… Böyle şeyler oldu, ancak bir Ankara-İstan-bul seferimizde ben Hazret’te, Peygamber (SAV) Efendimiz’in hil-mini (yumuşaklık, hiddet göstermeyiş, başkalarını incitmemek için dikkat) iyice müşahade ettim; olayları anlatmak is­temiyorum, fakat hocamızın Peygamberimiz’in hâlleri ile hâllen-diğine tam mânâsı ile şahidim.
Bîr Hâtıra
Hatmi Hace’nin hassası:
16.1.1974 tarihinde Fatma Kılıç, ağır hastadır, ıstırabı büyüktür. Ziyaretine giden “Gözlüklü Fatma’ Hanım, hastanın devamlı ve sadece “Of, of..” demesine üzülüyor, ‘Allah, de kardeşim.” diye ikaz ediyor. Hasta, bir iki “Allah” dedikten sonra yine of demeğe başlıyor… Gözlüklü Fatma Hanım o gün Hatmi Hace meclisine gidiyor ve oradan bir şişe su alıp hasta olan kaynının hanımına yani Fatma’ya götürüyor, içeceği suya karıştırıp, veriyor. Ondan sonra 18.1.1974 Cuma sabahına kadar, Fatma Kılıç’ın dilinden “Allah” zikri hiç düşmüyor ve ruhunu böylece teslim ediyor.
Anlatan: Fatma Kuz, Ankara 26.2.1974

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir