Genel

HOCAZÂDE

HOCAZÂDE; Fâtih Sultan Meh- med devri OsmanlI âlimlerinin en büyüklerinden. İsmi Mustafa bin Yûsuf bin Sâlih, künyesi Hocazâ- de’dir. Bursa’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1488 (H.893) senesinde Bursa’da vefât etti.

Babası, ticâretle meşgûl olan büyük servet sahibi bir tüccar idi. Ailesi ve çocukları son derece bolluk ve refah içindeydi. Hoca- zâde, babasının mesleğini terk edip ilim öğrenmeye yöneldi. Ba­bası bu isteğine râzı olmadı. Bu yüzden babasının gözünden düş­tü. Kardeşlerine harcamaları için bol bol para verirken, Mustafa’ya günde bir akçe verirdi. Bu sebep­le onlar bolluk ve nimetler içeri­sinde yaşadığı halde, küçük Mus­tafa sıkıntı ve yokluk içinde ilim tahsiline devâm etti. Kitap almaya bile parası yoktu. Babası ona hiç yardım etmiyordu. Buna rağmen o, zor bir geçim içinde de.olsa günlerini ilim yolunda koşturmak ve bilgi dağarcığını genişletme gayreti içerisindeydi. Elbiseleri yırtık ve yamalı idi, ama güzel huyla bezenmiş üstün olgunlu­ğuyla gün gibi panldamaktaydı.

Bir gün babası ve kardeşle­riyle birlikte Emir Sultan hazretle­rinin talebelerinden Şeyh Velî Şemsüddîn’in konağına gitmişler­di. Şeyh hazretleri; “Bunlar kim-

 


 

Hocazâde’nin müderrislik yaptığı Fâtih Safın-ı semân Medreselerinin Karadeniz Çiftekurşunlu kısmı.

 

 

 

terdir?” diye sorunca, babası; “Oğullarımdır.” dedi. Sonra iyi gi­yimli ve neşeli çocukların yanında sefil giyimli ve üzüntülü bir halde duran Mustafa’ya bakarak; “Ya bu kimdir?” diye sordu. Babası; “O da oğlumdur.” cevâbını verin­ce, Şeyh hazretleri onun bu tutu­munu beğenmedi. “Neden ço­cuklarına eşit şekilde davranmı­yorsun?” diye sordu. Babası; “Bu benim işimi bıraktı, ticarî işlerimle ilgilenmiyor, başka bir yol tuttu. Onun için bunu gözümden çıkar­mışım.” diye cevapladı.

Şeyh Şemsüddîn, elbette bu çocuğun yaptığı doğrudur diye pekçok nasihatler ettiyse de, Ho­ca Yûsuf kabûl etmedi. Onlar gi­derlerken Mustafa’yı yanına çağ rıp tatlı nasihatlerle yüreğinde ’ maklaşan kırgınlıkları giderdi vç “Bu perişan hâline bakıp sakır ilim yolundan ayrılma, çünkC doğrusu senin yaptığındır. Babs nın düşündüğü doğru değildir. Bu yolda bütün iyi hasletleri, güzel­likleri ve kemâlâtı kendinde topls mak vardır. İlmin şerefi seni öyi< bir mertebeye ulaştıracak ki, ba| ban, makâmının yüceliğinden şsh şıracak, kardeşlerin de kapında! hizmetine duracaklardır.” diye te*f selli etti.

Bu nasihatler Molla Musta­fa’nın okuma ve ilim öğrenme aş-J kını kat kat artırdı. İçi bu arzu hevesle doldu. Kitap almaya

 

rası olmadığından en ucuz kâğıt­lardan alarak derslerini kendi eliy­le yazıp çalıştı. Kâdı Ayasu- luğ’dan usûl, meânî ve beyân İlimlerini okudu ve onun hizmetin­de bulundu. Daha sonra Hızır Bey bin Celâl’in hizmetinde yetişip, ondan aklî ve nakli ilimleri öğren­di. Hızır Bey bin Celâl onun ol­gunluğuna ve diğer talebeleri ara- aındaki üstünlüğüne bakarak mu-

■Idliğe, asistanlığa getirdi. Hızır Bey Çelebinin derslerine devamla İlimdeki üstünlüğü daha da arttı.

, Hızır Bey onu çok.sever ve iltifat ! «derdi. Hattâ kencfisfrıe sorulan * bâzı suâller için “Akl-ı selime mü- râcaât ediniz.1‘ diyerek Hocazâ- t0e’yö havâle ederdi. Şonra Sulta- vha onun ilimdeki üstünlüğünden bahsederek ona bir medresede görev verilmesini istedi. Böylece Hocazâde, Kestel kâdıiığına tâyin edildi. Daha sonra Bursa’da Ese- diyye Medresesi müderrisliğine getirildi. Bu medresede altı sene İlim öğretti. Bu müddet içinde Şerh-i Mevakıf’ı baştan sona ka­dar inceleyip ezberledi. Ancak parasızlıktan bir türlü kurtulup ra­hata kavuşamadığı için ev işlerini de kendisi görüyordu.

Sultan Mehmed Han (Fâtih) Osmanlı tahtına oturup da onun âlimlere muhabbeti ve tütf-ı ihsânı ün salınca ve çevresine zamânı- nın meşhur âlimlerini toplayınca, Hocazâde de onun yanında ol­mak şerefini kazanmak istedi. Ne var ki yolculuk masraflannı karşı­layacak parası olmadığından bir türlü yola çıkma cesâretini bula­mıyordu. Bu sırada derslerine ka­tılan bir talebenin sekiz yüz akçe­si olduğunu öğrenince, bu parayı ödünç alıp yola çıktı. Talebe de yanında ve hizmetinde idi. Oraya öyle bir zamanda vardı ki, pâdi­şâhın otağı İstanbul’dan Edir­ne’ye gidiyordu. Pâdişâh-ı âlem, bir yanında Molla Seyyid Ali, di­ğer yanında Molla Zeyrek olduğu halde ilmi konularda münâzara yaparak ilerliyordu. Vezir Mah- mûd Paşa, Hocazâde’yi görünce; “Hoş geldin. Ben de seni Pâdişâ­ha anlatmıştım. Gel hemen onun­la görüş.” diyerek önüne düşüp Pâdişâhın yanına yaklaştılar. Ho­cazâde hükümdân selâmlayıp eli­ni öptü, Mahmûd Paşa onun Ho­cazâde olduğunu bildirerek ilmini ovdü. Hocazâde bundan sonra Molla Seyyid Ali’nin yanında at sürerek sohbete katıldı. Zaman zaman en ince meselelerde gö­rüşlerini açıklayıp ilimdeki üstün­lüğünü ortaya koydu. Bir müddet sonra Seyyid Ali ve Molla Zeyrek Pâdişâhın yanından ayrıldılar. Ho­cazâde ise uzun bir süre Pâdi­şâhla yan yana sohbete devâm etti. Bu sohbet dolayısı ile Molla Seyyid Ali ve Molla Zeyrek’e Pâ­dişâhın ihsânfarı geldiği halde Hocazâde’ye bir pul bile verilme­di. Bu bakımdan Hocazâde gönlü kınk olarak üzüntü içerisine düş­tü. Onun hâline vâkıf olan talebe­si, hakkında ileri geri konuşmaya ve hizmetini görmemeye başladı. Mola verildiği bir gün Hocazâde atını kendisi timar ettikten sonra bir ağacın gölgesinde dinienmek- teydi. O sırada dergâh-ı âlî kapı­cılarından üç kapıcının, Hocazâ- de’nin çadırı nerededir? diye so­rarak geldiklerini gördü. Kimileri Hocazâde şu ağaç altında oturan eski giysili kişidir diye mollayı İşa­ret ediyorlardı. Ancak kapıcılar onun da herkes gibi bir çadır ve çardağı olacağını düşünerek bu söze îtibâr etmediler. Hattâ birkaç kişiyi bizimle alay etme, aradığı­mız kimseyi âlemlere gölge olan Pâdişâh istiyor, diyerek azarladı­lar. Ancak her kime sordularsa, hep orası gösterilince, meoburen Molla’nın yanına gelip selâm ver­diler. “Hocazâde siz misiniz?” di­ye sordular. Evet cevâbını alınca, hürmetle eğilip elini öptüler ve Devletlü Pâdişâha hoca oldunuz deyip tebrik ettiler. Hocazâde on- lann sözlerini, davranışlannı alaya yorarak önce İnanmadı. Fakat o sırada Pâdişâh konakçılarının hız­la gelip büyük bir çadır kurdukla- nnı gördü. Aynca birkaç at ve ka­tır, binek, yatak ve değerli giysiler ile on bin akçe para da getirdikle­rini öğrenince şüphesi kalmadı. -Onlar cins atlardan birini hemen koşumlarla donatıp yanına getir­diler ve buyurun yüce Pâdişâh si­zi bekler dediler.

İş böyle gelişince, Hocazâde o bin türlü naz ve saygısızca dav­ranan uykucu talebenin yanına vardı ve uyandırmak istedi. Fakat

o  eski huysuzluğu ile sözünü sa- kınmayıp; “Bir parça istirahata bı­rakmaz mısın?“ diye bağırdı. Ta­lebe, bin bir ısrardan sonra gözü­nü açtı ve büyük bir devlete eriş-

miş olan Molla’nın hemen aya’ rina kapanıp özürler dileme^ başladı. Hocazâde onu tes r ederek Pâdişâhın ihsânından olan borcünu fazlasıyla ödedi “ gönül rahatlığı ile pâdişâhın rrr katına varıp elini öptü. Pâdiş Hocazâde’den sarfla ilgili İzzî eseri okudu. Zaman geçtikçe cazâde’nin Pâdişâh katında ğeri gittikçe arttı. Bu durum b kimselerin hasedine yol açtı. H tâ Fâtih Sultan Mehmed H Edirne’de bulunduğu sırada, Ve Mahmûd Paşa, Hocazâde’nin ‘ zasker olmak istediğini Sulta bildirdi. Sultan da; “Bizi sohbet den mahrum etmek mİ istiyor” diyerek üzüldü. Ancak, daha soı ra onu Edirne’ye kazasker tâ etti.

Hocazâde’nin babasına, lunun kazasker olduğu habe’ ulaşınca önce inanmadı. Dahi sonra haber yaygınlaşınca inan» Diğer oğullarıyla birlikte oğlun ziyâret etmek için, Bursa’da Edirne’ye gitmek üzere yola çıktı. Babasının gelmekte olduğu ha­berini duyan Hocazâde, babasını âlimlerden ve Edirne eşrafından bir toplulukla karşıladı. Baba-oğuf* kucaklaştılar. Babası Hocazâ­de’den özür dileyip eski kusurlan- nın affını isteyince; “Olsun, siz öy­le yapmasaydınız, biz böyle ol­mazdık.” diyerek, babasına güzel muâmelede bulundu. Babası için çok güzel bir ziyâfet hazırladı. Zl- yâfet sofrasına babasıyla beraber1 oturdu. Diğer ileri gelenler vei âlimler rütbelerine göre oturunca,’

 

kardeşlerine sofrada yer kalma­yıp, fakirlik ve ihtiyaç hâlinde ol­madıkları halde, hizmetçilerle bir­likte ayakta kaldılar. Bu vesileyle, İlim ehline verilen önem ortaya çıktı. Molla bu hâli görünce, Velî Şemseddîn’in sözlerini hatırladı. Cenâb-ı Hakk’a şükretti.

Hocazâde bir müddet sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafından Bursa Sultaniye Medresesine, daha sonra da İstanbul’daki Sahn-ı Semân Medresesine mü­derris tâyin edildi. İstanbul’da Fâ­tih Sultan Mehmed’in emriyle Te- hâfüt-ül-Felâsife adlı eseri yazdı. Sonra Edirne kâdılığı ve İstanbul müftîliği yaptı. İznik müftîliğine ve müderrisliğine tâyin edildi. Fâtih Sultan Mehmed vefât edinceye kadar İznik’te kaldı. Sultan İkinci Bâyezîd tahta geçince, İstanbul’a geldi. Bursa Sultâniye Medresesi­ne müderris tâyin edildi. Orada iki ayağı ve sağ eM felç oldu. Sol eliyle yazı yazabiliyordu. Bu hal­de, Sultan İkinci Bâyezîd’in em-

 

 

 

Hocazâde’nin Bursa Emir Sultan Medre­seleri karşı­sında bulunan kabri.


 

 

riyle Şerh-i Mevâkıf adlı esere bir hâşiye yazdı. 1488 (H.893) sene­sinde vefat eden Hocazâde, Bur- sa’da Emir Sultan medreseleri karşısına defnedildi.

İlme rağbeti fevkalâde olup, ılım öğrenmek için, gençliğinde servet nimetinden mahrum olma­yı göze aldığı gibi, sonraları da, bir makamda bulunmaktan daha çok müderrislikle iftihâr ederdi. Belki ilim öğrenmek ve öğretme­ye engel olur düşüncesiyle, mevki ve makâmı zorla kabûl ederdi.

Molla Ali Tûst, Acem diyânna gittiği zaman, Ali Kuşçu ile karşı­laştı. Ali Tûsî, Ali Kuşçu’ya; ‘Ne­reye gidiyorsun?* dedi. O da; “Rum diyânna gidiyorum.* dedi. Ali Tûsî ona; “Orada Hocazâde ite olan münâsebetine dikkat et.’ dedi. Ali Kuşçu İstanbul’a geldiği zaman, Hocazâde’nin de içinde bulunduğu âlimler onu karşıladı­lar. Ali Kuşçu sohbet sırasında, denizde görmüş olduğu med-ce- zîr hâdisesini anlattı. Hocazâde, med-cezîr hâdisesinin sebebini açıkladı. Sohbet devâm etti. Ko­nu, Tîmûr Hanın huzûrunda Sey- yîd Şerîf Cürcânî ite Sâdeddîn Teftâzânî’nin karşılıklı münâzara- sına gelince, Ali Kuşçu, Teftâzânî tarafını tercih etti. Hocazâde ise; “Ben bu konuyu tahkik ettim, Seyyid Şerîf Cürcânî’nin haklı ol­duğu kanâatine vardım.” dedi. Ali Kuşçu, Hocazâde’nin yazdığı hu­sustan mütâlâa etti ve haklı oldu­ğunu anladı. Yine Fâtih Sultan Mehmed, Ali Kuşçu’ya; “Hocazâ- de’yi nasıl buldunuz?” diye runca, Ali Kuşçu; aRum’da>jfl Acem’de emsâli yok.” cevüMH verdi. Pâdişâh da; “Arap’ta d?H eşi yoktur.” diyerek onun ilimdal üstünlüğünü fşâret etti.

Molla Abdurrahmân bin Mİfl eyyed, Celâlüddîn ed-Devânî’ nfl hizmetine kavuşunca, CelâlüddJ ed-Devânî ona; “Hangi hediye geldin?” dedi. O da; “HocazH de’nin Tehâfüt-ül-Felâsife adijfl kitabıyla geldim.” dedi. CelâlüdH dîn ed-Devânî o kitabı mütâlafl edince; “Bu konuda bir kitap yazfl mak istiyordum. Eğer bü kitafij görmeden o kitabı yazsaydım, b< kitabın yanında sonuk kalırdı, dedi.

j-İocazâde nın, Tehâfüt-üt- Felâsife adlı meşhur eserinden başka, Hâşlye-i Şerh-i Mevâkıf, Hâşiye-i Şerh-i Hidâyet-ül-Hik-* me, Şerhu Tevâli-ul-Envâr. Şerh-ul-İzzi fıt-Tasrîf, Hâşiyetü alet-Telvîh fil-Usûl gibi birçok Riymetli eserleri de vardır.

Hocazâde en iyi bildiği me- selelerde dahi fetvâ kitaplarını ka- nştırmadan cevap vermezdi. Hat- i tâ bir günde aynı konu iki defâ sorulsa yine kitâba başvurup < açıklamasını öyle yapardı. Yanın- J da duran talebeleri bâzan; “Efen- dim daha yeni kitâba bakmıştınız, i Bu defâ da bakmadan cevap ve­remez miydiniz.” diye sordukla- ] nnda; “Eğer ilmime güvenip bak- j masam, gönül tenbelliğe alışır.” 1 derdi.

1) Mu’cern-ill-Müeltiftn; c.12, s.290

2)  Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi; s.145

3) Şezerât-üz-Zeheb; c.7, s.354

4) Fevâid-ül-Behiyye; s.24

5) Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.433

6)  Keşf-üz-Zünûn; c.1, s.497, c.2, S.1139,1892

7) Brockelman; Sup.2, s.322

8) Tâcü’t-Tevârih; c.5, s.110

9) Kârtıûs-ül-A‘lâm; c.3, s.2063

10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.93

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir