Genel

İslam’da Hoşgörü (Müsamaha)

İslam'da Hoşgörü (Müsamaha)

İslam, zaman zaman Müslüman­lardan bazılarının, zaman zaman da gayri müslimlerin yarattığı hava ve iz­lenimin tersine hoşgörü temeline da­yalı bir dindir. Ne Kur’an-ı Kerim’de, ne de Peygamberimizin söz ve davranışlarında, dar görüşlülüğe, ta­assuba bir dayanak, bir zemin bul­mak mümkün değildir. İslam tarihin­de Kur’an ve hadisten kaynaklanma­dığı bilinen, şahsi çıkarlar, itikadi ve siyasi taassup yüzünden çıkan iç çe­kişme ve hesaplaşmalarda maalesef ipin ucu kaçırılmış, İslam’ın güzel yü­zünü lekeleyen zulüm sahneleri sergi­lenmiştir.

Ama Müslümanlar ayrı din ve imandan düşmanlarına karşı, ba­rışta da, savaşta da, önlenmesi kolay olmayan kişisel aşırılıkların dışında daima açık yürekli, âdü ve insancıl ol­muşlardır. İslam tarihi bunun kanıt­larıyla doludur. Dargörüşlülük ve ta­assup İslam’da hiçbir zaman benim­senen genel bir politika olmamıştır. Bu dinde esas olan hoşgörü ve bağış­lamadır.

Taassup (bağnazlık), bir kimsenin bir dine bir felsefeye aşın taraftarlık ve bağlılığı değil, o bağlılık yüzünden başka inanç ve düşüncelere ve bunla­rın sahiplerine hoşgörüyle yaklaşma-masıdır. Yoksa, “Arkadaş, benim inancım ve kanaatim bu, doğruluğu­na da kesin olarak inanıyorum, ama senin inanç ve kanaatine de saygım var…” diyebilen kimse, kendi kana­atinde ne kadar katı olursa olsun, bağnaz sayılamaz. Bütün sorun, bu saygı ve anlayışın gösterilip gösterile-memesinde düğümlenmektedir.

İs­lam’da ise bu anlayış bu hoşgörü var­dır. Kur’an-ı Kerim’de, “Dinde zor­lama yoktur, artık doğru, eğri ve yan­lıştan ayrılmıştır” (1) “Sizin dininiz size, benim dinim bana” (2) anlamın­daki ayetler bunu göstermektedir. Yi­ne Kuran’da dinin nasıl telkin edile­ceği, inanmayanların dine nasıl çağ­rılacağı dahi açıklanmıştır. (“Ey Mu-hammed), sen Rabbin yoluna (insan­ları) hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla mücadeleni en güzel şekilde yap” (3).

Peygamberimizin bütün uygula­malarında hoşgörü ve bağışlama te­mel olmuştur. Peygamberlik görevi­nin en zor anlarında dahi anlayış ve hoşgörüden uzaklaşmamış; katı, kin­ci, intikamcı bir tutumu, böyle bir tu­tuma ortamın son derece elverişli ol­duğu, bu da kendisine önerildiği hal­de bile benimsememiş, bu yöndeki önerilere hiçbir zaman iltifat etme­miştir.
Her alanda geçerliliği olmakla birlikte bilhassa din alanında uygu­lanmasını istediği şu hadisi, hoşgörü­nün, insanlara karşı yapılacak mua­melede onların durum ve şartlarının göz önüne alınması gereğinin ebedi bir prensibidir:

“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; sevdirin, nefret ettirmeyin” (4).

Allah Resulü’nün engin anlayış ve hoşgörüsünü belgelendirmek için onun birçok söz ve davranışını sıra­lamak mümkündür. Biz bunlardan yalnızca iki tanesine daha yer verece­ğiz:

“Eğlenin, oynayın; dininizde ka­balık, katılık görmekten hoşlanmam

çünkü” (5).

İslam’ın çeşitli dönemlerinde, Müslümanlar birbirinden esirgedikleri anlayış ve hoşgörüyü, düşmanların­dan asla esirgememişler, bu balomdan olsun Allah ve Peygamberi’nin buy­ruklarına uygun davranmayı başar­mışlardır. Bu gerçeği kabul eden gayri müslimler az değildir.
Hıristiyanlarca kutsallığı olan Ku­düs, Müslümanların eline ilk defa Hz. Ömer’in halifeliği sırasında geçmişti. Şehri kuşatan İslam ordusu komuta­nına, yapabileceği bir şey bulunma­dığı için teslim olmayı kabul eden Pat­rik Elias, şehrin anahtarını ancak Ha­life Hz. Ömer’e teslim edeceğini bil­dirdi. Bunun için Hz. Ömer Medine’­den kalkıp Kudüs’e geldi, Patrik’ten Kudüs’ü teslim aldı. Bütün bunlar olurken hiçbir Hıristiyan’a dokunul­madı. Ama bundan yaklaşık 5 yüzyıl sonra 1. Haçlı Seferi sırasında Hıris­tiyanlar Kudüs’ü Müslümanlardan geri alırken onbinlerce Müslümanı, kadın, çocuk, yaşlı demeden kılıçtan geçirmişti. Tarihin en utanç verici say­falarından biri olan bu olay sonradan Hıristiyan yazar ve tarihçiler tarafın­dan bile kınanmıştır. Aynı Kudüs, 2. Haçlı seferi sırasında Müslüman hü­kümdar ve komutan Selahaddin Eyyübi tarafından tekrar eh geçirilmiş, yine hiçbir Hıristiyan’ın burnu kana-tılmamıştı. Hatta bu sefer sırasında hastalanan Haçh komutam Aslan Yü­rekli Rişar’a, S.Eyyübi, doktor, ilaç göndermiş ve âcil şifa dileğinde bu­lunmuştur. Savaş zamanlarında böyle olduğu gibi, barış zamanında da gayri müslimler en büyük rahatlığı Müslü­manların yönetiminde bulmuşlardır. Fatih’in ve diğer Osmanlı padişahla­rının, İspanya’da Emevilerin gayri müslimlere ne kadar insancıl ve mü­samahalı davrandıkları tarihin bildi­ği ve takdir ettiği gerçeklerdendir.

Yazar ve din adamı L’Abbe Mic-hon, “Milletlerin birbirlerine saygı ve şefkat göstermelerinin en büyük kai­desi olan dini müsamahayı Müslü­manlardan öğrenmiş olmak, Hıristi­yanlar için çok elem vericidir” di­yerek, bilinen tarihi gerçeklere tanık­lık edenlerden yalnızca biridir.
Tarih boyunca insanların yaşadı­ğı acıların çoğunda, katılığın bağnaz­lığın payı vardır. Müslümanların düş­manlarına olsun bu acıya tattırmadık­ları tarihin açık ger çek ler indendir.
İnsanlık madeninin en kıymetli cevheri olan hoşgörü, her zaman ki­şisel ve toplumlararası sevginin, ba­rış ve dostluğun temel öğesi olmuştur. İslam’ın da kavgayı değil barışı, nef­reti değil sevgi ve dostluğu egemen kıl­maya çalışan bir din olarak hoşgörü­den yoksun olması akıl ve izanla bağ­daşmaz.

Eğer İslam hoşgörü sahibi bir din olmasaydı, İslam’dan ilham aldıkla­rı kesin olan bir Mevlânâ, bir Yunus Emre yetişmezdi. Mevlânâ ki hoşgö­rünün sınırlarını ayırım yapmadan tüm inssanları kucaklayacak kadar genişlemiştir. Yunus Emre daha da ileri gitmiş, “Yaratılmışı hoş gör yaratandan ötürü” diyerek bütün var­lıkları hoşgörünün kapsamına almış­tır,

Islami hoşgörüye başka hiçbir kanıt gösterilmeseydi dahi Mevlânâ ve Yunus tek başına bunun için yeterli olurdu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir