KAÇ MAÇA ASI GÖRDÜNÜZ
Bu oyun kâğıtlarına şöyle bir göz atanlardan çoğu uç tane gördüklerini söylerler. Esasında beş tane vardır. İnsanlar maçanın kırmızı değil siyah olduğunu bildiklerinden sadece siyah renkte olanları görme, elışılmış dışı kırmızı olanları görmeme eğilimindedirler. İşte böylece önceki şartlanmalar ve tecrübeler İdraki etkilemektedir.
en önemli olduğundan, hatırlanabilir; takat diğer teferruat, örneğin giyim ve renkler o kadar açıkça hatırlanamaz; zaman tahminleri özellikle abartılmıştır.
Gözlemcinin fizikî durumu genellikle bir faktördür. Bir kimse açıkça kavramak için belki çok yaşlı, çok hasta veya çok yorgundur; yahut da sadece gerekli melekeden yoksundur. Olaylardan birinde kırmızının tonlarına tanıklık eden şahısın büyük jüriye renk-körü olduğunu itiraf ettiğini gördüm. Mahkemede onun bariz şekilde esas renklerin ikisini görebildiğini veya kiranızı – yeşil renk-körü olduğunu ve böylece optik delillere dayanan bilgiler çerçevesindeki tanıklığının uydurma ola-
bileceğini ileri sûrdum. Davacı delillerin reddi için onun göz doktorunun davet edilmesini istedi ve doktor tanığın esasında renkleri hiç ayırdedemediğini bildirdi. Açıkçası tanık şehadetindeki boşluğu ‘dolduruyordu.’. Renk körleri günlük hayatta birbirinden ayırdedemedikleri renklerden bir mânâ, bir sonuç çıkarırlar, tanığın yaptığı da bir bakıma oydu.
«Eğitim» veya beklenen’in yargıyı daha etkili nasıl yaptığı üzerinde psikologlar yaygın araştırmalar yaptılar. Har-ward Üniversitesinde 1930’larda Jerome S. Bruner ve Leo Postman tarafından yapılmış klasik bir deneyde gözlemcilere birkaç saniye olmak üzere oyun kâğıtları
Gazeteciler ve psikologlar insanların, yaşadıkları yerlerin yakınında önemli bir tarihî olay olduğu zaman orada olmasalar dahi, orada imişler gibi eğilim gösterdiklerine dikkat ettiler. Bu gibi kimseler ilginç görünmek, tarihin küçük bir parçası olmak isterler.
Birçok araştırmanın doğruladığı bir gerçek de şudur: insanlar zaman aşımı nedeniyle işittiklerini ve duyduklarını unuturlar. Günlük yaşantıları ile öylesine meşguldürler ki, bir zamanlar işitmiş veya görmüş olduklarına dikkat bile etmezler; zaten bunların tam olarak hatırlanması da esas itibariyle gereksizdir. Polisin, bir vak’ayı aydınlatmak için göstereceği resimler, vak’adan geçen zamanın uzunluğu oranında, daha az teşhis edilecektir. Zamanla, örneğin, boşlukları taklit doldurmalar olur: tamam olmayan veya parça parça bir görüntü, daha sonra gözlemci tarafından «bütünleştirilir». Allport öğrencilerine eksik bir geometrik şekil gösterip bir ay, üç ay sonra (bk. şekil), şekli çizmelerini istedi: Önce şekli olduğundan daha simetrik yaptılar, daha sonra da onu eşkenarlı üçgen şeklinde çizdiler. Bu bulgu çeşitli şekiller ile tekrarlandı ve insanların hatırladıklarını «geliştirip» daha mantıkî şekle sokma eğilimleri belirdi.
Cinayet vak’alarında görgü tanıklarının raporlarının analizinde eğer tanık, polis raporunu dinledikten sonra jüri tarafından sorguya çekiliyorsa raporların daha doğru, daha tam ve daha az karmaşık olduğu görüldü. Boşlukları doldurma işlemi hatırlamak için etkili bir yoldur, fakat güvenilir olmayan teşhise de sürükleyebilir : tamk belleğini mevcut zanlılar veya resimlere uydurmağa kalkabilir; bu onun yalancılığından değildir; belleğini bozduğunun veya yeniden inşa ettiğinin farkında bile olmayabilir. Vicdanlı olmak gayreti ile hatırladıklarının bir kısmını icat edip soru soranlara karmakarışık hatıralarını anlaşılır hale koymağa çalışabilir. Sorular da bizzat böyle icatları körükleyebilir. Washington Üniversitesinden Beth Loftus filmi alınmış bir otomobil kazası hakkında sorulan soruların anlamsal değerlerini değiştirmekle tanıkların raporlarının nasıl tahrif olduğunu göstermiştir, «çarpmak» yerine «ezilmek» kelimesi kullanılarak tanıklara bir soru yöneltildiğinde hızın çok fazla olduğunu ve kırılmış camları gördüklerini söylediler, halbuki camlar kırılmamıştı.
Adaletsizce uygulanan sorgular genellikle hata doğurur. Bir şüpheliyi teşhis
için tanığın kabiliyetini yoklamak üzere fotoğrafların sıralanması veya tertiplenmesi birçok psikologun ayni fikirde olduğu kritere göre adaletli veya adaletsiz diye analiz olunabilir. Adaletli uygulamada fotoğraflar öylesine dikkatle tertiplenir ki zanlıyı görmemiş kimse tarafından bütün yüzlerin seçilme şansı eşit olsun; sadece tahmine dayanan bir kimseyi şaşırtacak şekilde yüzler yekdiğerinin ve zanlının tarifinin aynidir; deneme, soru sorulmadan veya herhangi bir imada bulunulmadan yapılır. Hemen daima fotoğraf sıralanmaları dikkatsizce birarava toplanmakta veya hattâ parçalar biraraya getirilmektedir. Eğer, örneğin, beş resim varsa, seçme tahmine dayanıyorsa, seçilme şansı da beşte bir olacaktır.
Mamafih, genellikle de tek bir resim —zanlının resmi— geriye kalmaktadır. Şiddet taraftan Zenci Angela Davis vak’a-smda dokuz fotoğraflık bir seri kullanıldı, hüviyeti tesbit için, bunlara sanığın açık-hava mitinginde çekilmiş üç resmi, nümayiş yapan başka kadınların polis tarafından cepheden çekilmiş iki resmi, 55 yaşında bir kadın ile diğerlerinin resimleri dahildi. Resimlerden beşini bir tanığın saçma olarak ayırması böylece denenen resimlerin, üçü Miss Davise ait olmak üzere dörde inmesini kolaylaştırdı. Bu nedenle de ihtimal % 75’e iniyor ve bir tanığın onu görmüş olsun veya olmasın resmini seçmesi kabil oluyordu. Böylesine bir deney bir psikolog için anlamsızdır ve mahkemede kullanılacak bir delil olarak da muhtemelen kusurludur.
Bellek üzerindeki araştırma yine göstermiştir ki, düzenlenen fotoğraflardaki bir husus, örneğin elbise, ırk, boy uzunluğu, cinsiyet veya fotojenik olup olmamak, farklı ise, o resmin diğerlerinden seçilmesi ihtimali fazladır. Test denebilmesi için böyle bir deneme yeterli şekilde şaşırtıcı değildir. Bir öğretmen başanh olmak için doğru cevabı bilmeyen kimse için birbirine benzer görünen çeşitli cevaplar alabileceği çok yönlü seçme testi uygulayabilir. Polis resim tanzimi ve sıralaması da buna benzer; testi tertiplemede eğer kaideler bilmemezlikten gelinirse, bu testler güvenilir olmazlar.
Resim seçmeleri imâdan uzak olamaz. Bir şahsı tesbit için polis tarafından getirilen tanık bir sebeple oraya getirildiğini düşünmektedir: ya yetkililerin akimda veya halen tutuklanmış bir zanlı olduğunu bilir. Onun için de, kendisine gösterilen resimler arasından birini seçmesi gerektiğini düşünür. Görgü tanıklarının
Boşlukların Doldurulması» : Gözlemcilere çizgisi tam olmayan kabaca bir üçgen gösterildi ve hemen arkasından gördüklerini çizmeleri istendi. Çizdikleri şekil (a) dakl idi. Ayni kimselere bir ay sonra hasırladıkları şekli çizmeleri istenildiğinde (b) yi çizdiler. Üç ay sonra ise çizilen şekil tam ve simetrik bir üçgendi ve orijinal şekilden çok uzaktı.
tanımlamaları hakkında temel kitapların tümü tanığa hiçbir ima, ikaz veya baskıda bulunulmamasını öğütler, fakat cinaî soruşturmalarda benim edindiğim tecrübe gayretkeş polislerin çoğu kez kötü muamelede; atlanan resim için «emin misiniz ?» gibi ihtarlarda ve tanık yanlış yaptığı zaman ikazda bulundukları, «doğru» resim seçilince ilgi gösterdikleri yolundadır.
Hemfikirlik bir diğer zorlu etkidir. İki —veya 10 veya 100— ayni fikirde tanığın bir tanıkdan daha iyi olduğunu bekleyebilirsiniz. Mamafih karar eşliği iki taraflı kılıç gibidir; insanlar gerçekte olduğu gibi yanılgıda da birleşirler. Geniş bir araştırma sonuçlan göstermiştir ki, bir gözlemci çoğunluğun kararlarına uyar, hatta o çoğunluğunkiler yanlış olsa bile. 1950’lerde Swarthmore Kolejde Solomon E. Asch yapılan denemede yedi gözlemciye iki doğru gösterilerek hangisinin daha kısa olduğu soruldu. Deneme yapanın önce ayarladığı altı kişi uzun olan dcğruya kısa dedikleri için acemi olan yedinci kişi de ayni şeyi tekrarladı. Gerçek karşısında hem de doğru cevap verdikleri takdirde herhangi bir problemleri olmayacağı halde çoğunlukla cevap böyle oluyordu (Bak. «Opinions and Social Pressure» by Solomon E. Asch; Scientific American, 1955).
Brooklyn Kolejde öğrencilerimden bir grup sınıfta bir «suç» temsil ettiler ve seyredenleri gruplara ayırarak zanlının tarifini istediler. Grup tarafından yapılan Urif fertlerin tek tek yaptıklanndan daha eksiksizdi, fakat doğru olmayan klişe halinde teferruatın yakıştırılmasıydı.
Denemeyi yapan sorumluların mevkiine göre imalar da artar. Laboratuvar araştırmasında bunu gayet açık gördük ; denemeyi yapan ne kadar yaşlı, yüksek
mevkili ise, iyi giyinmişse veya üniformalı ise veya hatta hoş bir genç hanım ise tesire kolay kapılma ve davranış değişikliği daha çok oluyordu.
Bilimsel araştırmalarda olduğu gibi, cezaî araştırmalarda da bir teori karışıklığı açıklığa kavuşturmada güçlü bir âlettir, fakat eğ6r kişler, belki de farkına varmaksızın, gerçekleri teoriye uydurmağa kalkarlar ve vakaların asıl anlamlarını görmemezlikten gelirlerse o zanam o, başka mâna vermeğe ve güvenilir olmamağa da yol açabilir.
Birşey söylemek için baskı altında olduğunu hisseden görgü tanığı belleğini teoriye uydurmağa çalışabilir. Hanvard’-tan Robert Rosenthal bu etkiyi inceledi. Bir seri fotoğraf arasında bir «başanlı» yüz seçmeleri istenen tanıklar, doğru olanı seçemediler fakat deneyci sonucun ne olması gerektiğine dair asistanlanna imada bulundu, onlar da seçicilere bilinçsiz de olsa, hangi resmi seçeceklerini az çok belli ettiler, böylece sonuç amirlerinin istediği gibi oldu. Yani herhangi bir test ayni zamanda bir sosyal his alış-verişidir.
Doğruluğu ölçmek için tam ölçü bulunamaz, çünkü birbirinden farklı birçok hata vardır ve bunlardan bazıları tanığın sorguyu yapanı memnun etme arzusundan doğabilir. Yaptığımız birçok denemeden scnra Massachusetts Teknoloji Enstitüsünden John A. Svvets’in tanığın durumu ile ilgili olarak benimsediği bir işaret keşif teorisi uygulaması kararlaştırdık.
Brocklyn Kolejdeki araştırmamızda Lynne Williams ve ben farzolunan bir suç hakkında bir film gösterdik ve seyircilere kaza hakkında 20 doğru, bir o kadar da hatalı ifadede bulunduk. Bu ifadelerin doğru olup olmadığına göre «evet» veya «hayır» demelerini, istedik. Hatalı ve ha-
11
O zaman, Evrenin bu parçası için, kendisine göre hareketsiz olan noktaların, daima hareketsiz (sükûnette) kalacakları ve düzgün hareket edenlerin de, sonsuz olarak, düzgün doğru hareketlerini koruyacakları bir Galilée referans cismi seçebiliriz. Referans cismi olarak da çok büyük bir kutu düşünelim ve içinde de deney âletleri ile birlikte bir gözlemci bulunsun. Bu gözlemci, döşemeye hafifçe vurunca, tavana doğru uçmamak için, kendini iplerle döşemeye bağlamak zorunda kalacaktır.
Kutunun çatısının ortasında bir çengel bulunduğunu ve herhangi bir varlığın da, bu çengele bağlı olan bir halatı, değişmeyen bir kuvvetle çektiğini düşünelim. O zaman, kutu ve içindeki gözlemci, düzgün değişen bir hareketle «yukarı» doğru uçmaya başlarlar. Kutunun, bu uçuşdaki hızı, çekilmeyen bir referans cismine göre, gitgide korkunç bir biçimde artacaktır.
Fakat, kutudaki adam (gözlemci), bu durumda ne düşünecektir? Kutunun ivmesi, ona, döşemenin yaptığı bir çekim gibi gelecektir. O da, döşemeye upuzun yapışmak istemiyorsa, bu çekimi, bacakları ile karşılayacaktır. Şu halde, o da tıpkı, dünyamızda odasında bulunan bir adam gibi, kutusunda ayakta duracaktır. Elinde tuttuğu bir cismi bırakırsa, kutunun ivmesi, artık bu cisme iletilmeyecek-tir. Bu nedenle de o cisim, düzgün değişen bir hareketle döşemeye yaklaşacaktır.. Bu durum karşısında, kutudaki gözlemci, kutusunun ve kendisinin, zamanla değişmeyen bir çekim alanında bulundukları sonucuna varacaktır. Gözlemci, bir aralık, kutusunun, böyle bir çekim alanında niçin düşmediğine şaşırırsa da, çatının ortasındaki çengeli ve gerilmiş olan halatı görünce, gayet mantıklı (lojik) olarak, kutunun bir yere asılmış olmasından ötürü hareketsiz durduğuna inanacaktır..» (3)
Einstein, şu basit örnek ile «Çekim Kuvveti» konusunda nasıl yanılgıya düştüğümüzü belirttikten sonra şöyle diyor : «îşte, bu nedenle klasik fizikçilerin önem vermedikleri bazı durumları dikkate almamız gerekmektedir. Yıldızlar da aynı biçimde hızla döndüklerinden çevrelerinde «Elektro-Magnetik Bir Alan» meydana getirmektedirler. Öylesine ki, bu yıldızların yanlarından geçen başka yıldızların ışınları da bu «Elektro-Magnetik Alan» içine girdiklerinden, sapmalara uğramaktadır. Bizim uzayda belirli bir noktada gördüğümüz yıldız, gerçekte bu
nokta da değildir. Bu yıldızın ışığı, önünde bulunan başka bir yıldızın elektro-magnetik alanı içinden geçerken bir sapmaya uğradığından, sanki o noktada duruyormuş gibi gözükmektedir».
Büyük bilgin, savunduğu görüşünü kanıtlamak için de şunları sözlerine ekliyordu : «Güneş’imizin çok parlak bir «ışık diski» olduğu için onun çevresinde bulunan yıldızlan göremezsiniz. Fakat, bir güneş tutulması olayı ânında, gözlem yapacak olursanız, daha önce uzay’da belirli bir nokta’da saptadığınız yıldız’ın,
1.75 saniyelik bir açı farkı ile daha uzakta bulunduğunu göreceksiniz !..»
1919 yılında, bir «Güneş Tutulması» olayı olacağı için, bu olayı tam olarak saptayabilmek ve Einstein’m savunduğu görüşün ne derecede doğru olduğunu kesinlikle bilebilmek için, iki bilim kurulu, güney bölgesine hareket etmişti. Bu bilim kurulundan biri, Güney Amerika’ya Bre zilya’nın kuzeyine, diğeri de Afrika’nın batısına Principle adalanna gitmişti. Bilim kurulunun içinde ünlü tngiliz Astronomi bilgini S ir Arthur Eddington da bulunuyordu. Tam «Güneş Tutulması» anında, güneşin çevresinde bulunan yıldızın fotoğraflarını çektiler. Fotoğraflar, Einstein’ı doğruluyordu. Yıldız, 1.64 saniyelik açı farkı ile belirlenen bir yerde bulunuyordu !..
Einstein, ortaya attığı «Relativite Teorisi »nin ana prensiplerinden hareketle
1.75 saniyelik bir açı farkı olabileceğini ileri sürmüştü. Yapılan gözlemler, çok ufak saniye farkı ile bunu 1.64 saniye olarak saptamışlardı.
Durumu, aşağıdaki şekilden kolayca izleyebileceksiniz.
İki bilim kurulunun saptadığı bu olay, bilim evreninde, büyük yankılar yaratıyordu. Olay’m ne kadar büyük bir heyecan yarattığını, bir başka kitaptan şöyle izleyebiliriz :
«.. İngiltere’de Royal Society’nin başkanı olan Sir J. J. Thomson, yaptığı konuşmada, Einstein’m «Relativite Teorisi» ni şöyle tanımlıyordu : «Bu olay, İnsan-oğlu’nun düşünce tarihi ve gelişiminin en büyük başansıdır. Bu olay, Newton’un «Birinci Prensibi»nden bu yana, «Çekim Kuvveti» hakkında en büyük buluştur…
Büyük siyah harfli başlık şöyle idi : BİLİMDE DEVRİM, NEWTON PRENSİPLERİ YIKILMIŞTIR, gerçekten de bütün dikkatler, büyük bir ölçüde bu yöne çekiliyordu..» (4)
Einstein, ortaya attığı «Relativite Teorisi» ile «’Evren içinde bulunan ci-
simlerin hız’lan ile meydana gelen durumu» incelerken yalnızca Newton Prensip-leri’ni s.arsmakla kalmıyor, aynı anda da «Zaman»ın, bu «Evreni Tamamlayan Dördüncü Bir Boyut» olduğunu belirtmiş bulunuyordu. Nitekim, bir diğer ünlü bilgin Minkowsky, «Zaman»ı da gözönüne alarak «Dört Boyut Kontinuum» (Dört Boyutlu Sürelilik) durumunu işlemeye başlayacaktı.
Buraya kadar olan satırları okuduktan sonra, bir an şöyle düşünebiliriz :
— Peki, «Zaman»a «Dördüncü Boyut» adını vermekle bilim ne kazanmıştır ?..
Bilim Evreni’nin kazançları o kadar çok büyük ki, ulaşılan sonuçların yalnızca başlıklarını vermemiz yetecektir sanırım. Şöyle ki :
«Evren, statik değil, dinamiktir».. «Yıldızların dönüşü nedeni ile bir Elek-trx>Magnetik alan meydana geldiğinden, evren içinde bütün hareketler «Sapmaya Uğramaya Zorunludur».. «Evren içinde en kısa yol Euklides’in savunduğu gibi, düz bir çizgi değü, tam tersine bir Eğri’dir».. «Zaman boyutu, süreli olduğu için, Evren içinde hareket eden her varlık kendi hız’ı ölçüsünde Zaman’ı kısaltır»….
Bu son söylediğimiz cümle o kadar önemli ki, insan ilk okuyuşta, birden farkına varamıyor. Şöyle açıklayalım :
Einstein, bu sözü ile şunu demek istiyor. «Yeryüzünden hızla hareket eden bir füze içinde bulunan pilot, çok hızla Evren içine daldığından «Kendi Zaman’ı-nı kısaltacaktır. Diyelim ki, bu pilot uzayda, bu hızla iki yıl kadar süren bir yolculuk yaptıktan sonra, yeryüzüne dönmüş olsun. Kendisi yalnızca iki yıl yaşlanmış olduğu halde, füzenin atıldığı hava alanında, oğlunu, sakallan bir kanş uzamış, beli iki büklüm bir ihtiyar olarak bulacaktır!..»
Aklımız, çok kanştı değil mi ? Zaten, bu nedenledir ki 70 yıldır Einstein’m görüşleri, Bilim Evreninde tartışılagelmi-yor mu ?…
(1) EINSTEIN A. INFELD L. : FİZİĞİN EVRİMİ. Çeviren : Öner Ünalan. Ankara 1972. Sa : 202.
(2) BARNETT LINCOLN, THE UNIVERSE AND DR. EINSTEIN: A Mentor Book. New- York. 1956, Sa: 57-58.
(3) EINSTEIN ALBERT, İZAFİYET TEORİSİ. Çeviren : Ali Tonkay, İstanbul 1956. Sa : 62-63.
(4) BECKHARD ARTHUR, ALBERT EINSTEIN.
Bard Books. New-York. 1959, Sa : 78.