Genel

Kaynak, Sadettin

Kaynak, Sadettin

(d. 1895, İstanbul – ö. 3 Şubat 1961, İstanbul), 20. yüzyılın en popüler Türk müziği bestecisi.
Müzik yeteneği henüz çok küçükken ortaya çıktı. Önce Hafız Melek Efendi’den, daha sonra Hafız Cemal Efendi’den ilahiler meşk etti. Ortaöğrenimi sırasında Kuran’ı ezberleyerek hafız oldu. Darülfünun-ı Os-mani Ulûm-ı Şeriye Şubesi’ne (bugün İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) girdi. Bir yandan da müzik kültürünü geliştirmeye çalıştı. Bu yıllardaki başlıca müzik hocalan Muallim Kâzım Bey (Uz) ve Neyzen Emin Efendi’ydi (Yazıcı). Askerlik görevi sırasında halk müziğini yakından inceleme olanağı buldu. Terhis olduktan sonra İstanbul’a dönerek yanm kalan öğrenimini tamamladı. Sultan Selim Camisi başimamı olarak çalışmaya başladı. 1925’e doğru, plağa okuduğu gazeller ve kasidelerle tanınmış hafızlar ve hanendeler araşma girdi. Bu sıralarda kendi kendine nota ve solfej öğrendi. 1926’da ilk bestesini yaptı, çok geçmeden de sevilen bestecilerden biri oldu. 1930’lann ikinci yarısında Türkiye’de çok gösterilen müzik-
li Mısır filmlerinin şarkılarım, Vecdi Bingöl’ün yazdığı Türkçe sözlere uyarladı; film ve revü müzikleri de besteledi. 1953’te Sultan Ahmed Camisi’nin ikinci imamlığına getirildi. 1955’te hastalandı ve ömrünün bundan sonrasını felçli olarak geçirdi.
1930-60 arasındaki dönemin en popüler bestecisi olan ve pek çok plak dolduran Sadettin Kaynak’ın şarkılannı, Münir Nurettin Selçuk, Müzeyyen Senar, Safiye Ayla gibi ünlü şarkıcılar da seslendirmişlerdir.
Sadettin Kaynak, esin beklemeden, kolay beste yapan bir müzikçiydi. Besteleri, geleneksel çizgiyi sürdürenler, fanteziler ve türküler ya da halk müziği tarzındakiler olmak üzere üç grupta ele alınabilir. Ama Kaynak asıl ününü, çoğunu filmler için bestelediği fantezilerle yapmıştır. Üslubu-
nun en belirgin olduğu yapıtlan da gene bu gruptakilerdir. Genellikle oldukça uzun manzumeler ya da şiirler üzerine bestelediği fantezilerindeki üslup, melodi zenginliğine, sözlerin (bazı prozodi yanlışlarına karşın) çoğu zaman konuşma dilindeki gibi telaffuz edilmesine, usul ve makam geçkilerinin bolluğuna dayanır. Bu tür yapıtlannda, başlama makamı ile bitiş makamının aynı olmaması gibi yenilikler de yapmıştır. Arapça şarkılann melodisini Türkçe sözlere uyarlaması dolayısıyla da arabesk tarzının öncüsü sayılabilir.
Türkü bestelerinde saz şairlerinden olduğu kadar çağdaş şairlerden de güfte seçmiştir. Sayılan oldukça kabank olan ve büyük kent müziğiyle kırsal müziği büyük bir başanyla kaynaştıran bu tür yapıtlan sık sık taklit edilmiştir.
Geleneksel tarzdaki yapıtlan sayıca daha azdır. Kaynak bunlarda da fantezilerindeki-ni anımsatan bazı yenilikler yapmışsa da, biçim, güfte seçimi ve melodik yapı bakımından eski bestecileri izlemiştir. Başlıca yapıtlan arasında “Söyleyin nerde o göz nuru” (acemkürdi), “N’ideyim bilmem senin elinden” (acemaşiran), “Bir esmer dilberin vuruldum hüsnüne” (kürdilihicazkâr), “Leyla” (hicazkâr), “Dertliyim, ruhuma hicranımı sardım da yine” (segâh başlar, nihavend biter), “Derman kâr eylemez” (segâh), “Enginde yavaş yavaş günün minesi soldu” (hicaz), “Akşam, yine gölgen, yine akşam” (muhayyerkürdi), “Kalplerden dudaklara yükselen sesi dinle” (nihavend), “Ne dert kalır ne hüzün” (nihavend), “Bahar bitti, güz bitti, artık bülbül ötmüyor” (nihavend) gibi fanteziler, “Çıkar yücelerden haber soranm” (hüzzam), “Yeşil gözlerini ufkuma ger ki” (hicaz), “Elâ gözlerine kurban olduğum” (hicaz), “Batan gün kana benziyor” (muhayyer), “Ben güzele güzel demem” (mahur) gibi türküler sayılabilir. Geleneksel tarzda ise güftesini Fuzulî’den aldığı “Merhem koyup onarma sinemde kanlı dağı” (acemaşiran nakış beste), güftesini Şeyh Galib’den aldığı “Fariğ olmam eylesen yüz bin cefa, sevdim seni” (ısfahan şarkı) ve güftesini Cenab Şahabeddin’den aldığı “Doğuyor ömrüme bir yirmi sekiz yaş güneşi” (evç şarkı) gibi besteler yapan Kaynak, ayrıca ilahiler de bestelemiştir.
kaynak dağılımı, üretken kaynakların ekonomi içinde değişik kullanım alanları arasında dağıtılması. Çeşitli kullanım alan-lan arasında yapılan seçim, üretilen malla-nn bileşimini belirler. Kaynak dağılımı sorunu, toplumdaki kaynakların sınırlı olmasına karşılık insan gereksinimlerinin genellikle sınırsız olmasından ve kaynaklann değişik kullanım biçimlerinin bulunmasından dolayı önem taşır.
Serbest girişime dayalı ekonomilerde kaynak dağılımını belirleyen ana mekanizma fiyat sistemidir. Planlı ekonomilerde ve karma ekonomilerin kamu sektöründe ise kaynaklar siyasal kararlara bağlı olarak dağıtılır. Ama hangi yolla belirlenirse belirlensin kaynak dağılımının amacı var olan teknolojinin sınırlan içinde, belirli bir kaynak bileşiminden en yüksek ürün miktarının elde edilmesidir.
kaynak hakkı, hak sahibine bir başkasının arazisindeki kaynağın sulanni alma ve kendi arazisine akıtma yetkisini sağlayan irtifak. Burada söz konusu olan kazı, artezyen ve kuyu aracılığıyla yeryüzüne çıkarılan “yapay kaynak” değil, bir taşınmazda yeraltından doğal olarak yeryüzüne çıkan sudur. Doğal kaynak, kaynadığı toprağın ayrılmaz parçası sayılır. İrtifakın kaynak hakkı niteli-
ğini kazanabilmesi için iki öğenin varlığı zorunludur: Kaynaktan su alınması ve suyun haktan yararlananın arazisine akıtılması. Bu nedenle kaynakta hayvan sulama yetkisinin tanınması kaynak irtifakı sayılmaz.
Kaynak hakkı, malikle lehine kaynak irtifakı kurulacak kişi arasında önce tapu sicilinde resmî olarak düzenlenecek bir kaynak irtifakı sözleşmesi, malikin tescil beyanı ve yüklü taşınmazın tapu kütüğündeki irtifak sütununa yapılacak tescil işlemiyle kurulmuş olur. Kaynak hakkı eşyaya bağlı irtifak ya da kişiye bağlı (şahsi) irtifak olarak kurulabilir. Eşyaya bağlı irtifakta durumun hem yüklenen, hem yararlanan taşınmazın, kişiye bağlı irtifakta ise yalnızca yüklenen taşınmazın sicil sayfasına tescil edilmesi gerekir. Sürekli ve bağımsız hak niteliği taşıdığı durumlarda kaynak irtifakı, taşınmaz olarak tapu kütüğünün ayrı bir sayfasına kaydedilebilir.
Taraflar kaynak irtifakı sözleşmesinde, tek kaynaktan ya da taşınmazdaki bütün kaynaklardan yararlanma, kaynaktan elde edilecek su miktan, günün hangi saatlerinde suyun alınabileceği, suyun tutulması ve akıtılması için kurulacak tesisler, bunlann bakım ve onarımı gibi konularda ayrıntılı hükümler öngörebilirler.
Kaynak hakkı kişiye bağlı irtifak olarak kurulmuşsa, taraflar sözleşmede tersini kararlaştırmadıkça devredilebilir ve miras yoluyla geçebilir. Eşyaya bağlı irtifak ise yararlanan taşınmazın el değiştirmesiyle geçer. Eşyaya bağlı olarak kurulmuş kaynak irtifakı, taşınmazlardan birinin yok olması, şahsi irtifak ise yüklü taşınmazın elden çıkmasıyla son bulur. Bu durum sicilden ilgili kaydın terkiniyle sağlanır.
kaynakça, bibliyografya (Yunanca bibli-on: “kitap” ve graphein: “yazmak”) olarak da bilinir, yayınların belirli bir sisteme göre sınıflandınlması. Bir bilim dalı olarak bibliyografya, yayınların biçimsel özelliklerini inceler.
Bibliyografya terimi, İÖ 2. yüzyıldan 17. yüzyıla değin “kitap yazmak” anlamında kullanılmış, ancak 18. yüzyıldan sonra ki-taplann sistemli tanıtımını ve tarihçesini belirten bir terime dönüşmüştür. Günümüzde ise yayınları belirli bir sisteme göre düzenleyen tanıtıcı kaynakçalar ve kitapları maddi nesneler olarak inceleyen eleştirel kaynakçalar olmak üzere, birbiriyle bağlantılı iki farklı anlam kazanmıştır.
Kaynakça belirli bir yazann yapıtları konusunda olabileceği gibi, belirli bir konu, ulus ya da dönemle ilgili yapıtlar üzerine de sistemli bilgi içerebilir. Ayrıca, kitaplann biçimsel özellikleri konusunda (kullanılan kâğıt, cilt, baskı, yazı karakterleri, yazım ve basım teknikleri vb) ayrıntılı bilgi verebilir. Kaynakçalar belirli bir alanda araştırma yapanların, bu alandaki kaynaklara ulaşma-lannı sağlar. Ayrıca bu kaynaklann basım tarihi, özgün kopya olup olmadığı, metin incelemesi açısından taşıdığı değer konusunda bilgi edinmelerine de yardımcı olur.
Tanıtıcı kaynakça. Bu tür kaynakçalarda çok sayıdaki kaynak arasından gerekli olanlar seçilir ve bunlann tek tek, sistemli ve ayrıntılı bir dökümü yapılır. İlk kaynakçalar, belirli bir yazann yapıtlannın dökümünden oluşurdu. Bu yapıt listelerini de yazarlann kendileri ya da yaşamöyküsü yazarlan hazırlardı. Yazarlann kendilerinin hazırladığı ilk kaynakçalar, 2. yüzyılda yaşamış hekim Galenos (Pergamonlu) ile Aziz Bede’ninkilerdir. Bede’nin kaynakçası, 731/732’de tamamladığı Historia ecclesiasti-ca gentis Anglorum (İngiliz Halkının Kilise Tarihi) adlı yapıtı içinde yer alır. Kaynak-
çaya yer veren ilk yaşamöyküsü yazarlarından biri, kilise yazarlarının yaşamöykülerini anlatan De viris illustribus (Ünlü Adamlar Üzerine) adlı yapıtıyla, 4. yüzyılda yaşamış Aziz Hieronymus’tur. Günümüzde bu uygulama, İngiltere’de yayımlanan Dictionary of National Biography’de de (Ulusal Yaşamöyküsü Sözlüğü) sürdürülmektedir.
Kitapların manastırlarda elle kopya edilip çoğaltıldığı ortaçağda kaynaklann dökümü kolaydı. 15. yüzyılda matbaanın bulunmasıyla birlikte, kitap sayısında büyük bir artış görüldü. Buna bağlı olarak da kitaplar üzerine bilginin dökümü gittikçe daha gerekli, daha yararlı olmaya başladı. 1545 gibi erken bir tarihte evrensel bir kaynakça oluşturmayı amaçlayan İsviçreli doğabilimci ve yazar Conrad Gesner, Bibliotheca uni-versalis (Evrensel Bibliyografya) adlı yapıtında geçmişte ve kendi döneminde Yunanca, Latince ve İbranice yazılmış bütün yapıtlara yer verdi. Bunu izleyen ikinci bir çalışmasında ise, daha önce alfabetik olarak düzenlediği yapıtlan bu kez konu başhklan-na göre yemden düzenledi. Uluslararası düzeydeki bu sınıflandırma çabalanyla Gesner “kaynakçanın babası” olarak ün kazandı.
1895’te Paul Otlet ile Henri-Marie Lafon-taine bütün dünyada yayımlanan kitap ve makaleleri içeren bir kaynakça oluşturmak amacıyla Brüksel’de Uluslararası Kaynakça Enstitüsü’nü (1938’den sonra Uluslararası Dokümantasyon Federasyonu) kurdular. Milyonlarca kitap ve makale fişi toplayarak, bunlan Ondalık Sınıflandırma Sistemi’ne göre sınıflandırdılar. Ama yayın alanındaki son derece hızlı gelişmeler ve döküm hazırlamanın artan maliyeti yüzünden amaçlannı gerçekleştiremediler. Günümüzde dünya çapında kaynakça gereksinimini bir ölçüde gidermek amacıyla British Museum (Londra) ve Ulusal Kitaplık (Paris) gibi büyük kütüphaneler kataloglar yayımlamaktadır. Aynca Kongre Kitaplığı (Washington, D.C.) da bilgisayar sistemi kullanarak yeni yayımlanmış yapıtlar üzerine bilgi derlemekte ve yaymaktadır.
Eleştirel kaynakça. Eleştirel ya da çözümleyici (analitik) kaynakça, uzmanlann 20. yüzyıl başlannda kitaplann biçimsel özelliklerini inceleyen teknikler geliştirmesiyle ortaya çıktı. Önceleri 16. yüzyılda basılmış incunabula(*) adlı kitaplar belirlenerek tarihlendirildi ve özgün olup olmadıkları saptandı. Oxford Üniversitesi’ndeki Bodlei-an Kütüphanesi’nde ve Robert Proctor tarafından British Museum’da geliştirilen tekniklerle, elle basılmış ilk kitaplann hangi ülkede ve kentte basıldığı, aynca hangi baskı ustasının elinden çıktığı belirlendi. Daha sonra bu teknikler, 19. ve 20. yüzyılda matbaa makinesiyle basılan kitapların biçimsel özelliklerinin belirlenmesinde de kullanıldı.
Eleştirel kaynakça tekniklerinin az sayıda kopyası bulunan değerli kitaplara, tarihleri kesin olarak belirlenememiş yapıtlara ve özgün olmayan basımlara uygulanması, metin incelemesi alanında önemli sonuçlar doğurdu. Örneğin C.J.K. Hinman, Shakespeare’» oyunlanmn “Birinci Folio” olarak bilinen ilk toplu basımının dizgisini inceledi ve beş ayn dizgici tarafından dizilip basıldığı sonucuna vardı. W.W. Greg, “Pavier Shakespeare Quartos” adıyla bilinen basımın, daha önce sanıldığı gibi 1610’dan önce değil, 1619’da basıldığını kanıtladı. 1934’te de John Cárter ve Graham Pollard, kâğıdın kimyasal analizi ve uygun olmayan yazı karakterlerinin belirlenmesi sayesinde, Tho-mas J. Wise tarafından ilk basım olduklan iddiasıyla 1890’larda yüksek fiyatlarla satılan 50’den fazla yapıtın özgün kopyalar olmadığını ortaya çıkardı.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra bütün dünya kütüphanelerinin kataloglarını tek bir katalogda toplamak amacıyla çeşitli girişimler yapıldı. 1950’de UNESCO, bütün ülkelerde ulusal kaynakça merkezlerinin kurulmasını kararlaştırdı. Bu karar uyarınca Türkiye’de Milli Kütüpharie Bibliyografya Enstitüsü oluşturuldu. Bu enstitü 1952’de süreli yayınlardaki önemli makaleleri içeren bir Türkiye Makaleler Bibliyografyası yayımlamaya başladı.
Türklerde kaynakça çalışmaları. Türklerin bu alandaki çalışmaları, daha çok bilim konulannın tanıtılmasına yönelik olarak gelişti. Bu çalışmaların ilk örneklerinden biri 10. yüzyılda Farabi’nin İhsaü’l-Ulûm (1931; İlimlerin Sayımı, 1955) adlı yapıtıydı. Latinceye de çevrilen bu yapıtta bilimler tarihleri ve konulan verilerek sınıflandınlmıştı.
Osmanlı Döneminde Abdurrahman Bista-mi Mevzuatü’l-Ulûm adlı yapıtında 100 kadar bilimsel konuyu tanıttı. II. Mehmed’ in (Fatih) hocası Molla Lütfi de el-Metalib-i İlâhiye adlı yapıtında gene bilimsel konulardan söz etti. Taşköprizade Kemaleddin Mehmed Efendi de babası Ahmed Efendi’ nin Miftahü’s-Saade ve Misbahü’s-Siyade adlı Arapça yapıtından çevirdiği altı bölümlük Mevzuatü’l-Ulûm’da (1897, 2 cilt; yb 1975) 500 kadar bilimsel konu ile bu alanlardaki ünlü yazarlann yaşamöyküleri ve yapıtlarına yer verdi.
Kâtip Çelebi Keşfü’z-Zünun (ös 1941-45, 2 cilt, yay. haz. Rifat Bilge ve Ş. Yaltkaya) adlı yapıtıyla bugün kullanılan kaynakça hazırlama yöntemlerinin öncüsü oldu. Arapça yazılan yapıtta zamanın 300 bilim dalı tanımlanıyor, 9.500 yazann 14.500 kitabı tanıtılıyor ve yapıtlar bilim dallanna göre alfabetik olarak sıralanıyordu. Kâtip Çelebi’nin ölümünden sonra, yapıtın sürekliliğini sağlamak için çeşitli Türk bilginleri pek çok zeyller hazırladılar. Bağdatlı İsmail Paşa’ya ait zeylde 18 bin yapıt yer alıyordu.
II. Abdülhamid döneminde, yayımlanan kitaplann kaynakçalan Devr-i Hamidi Âsâri (1891) adlı yapıtta toplandı. Önemli bir başka çalışma, Maarif-i Umumiye Nezareti’ nin sistematik biçimde hazırladığı Cedvel-i Mahsun adlı kaynakçaydı.
1923-39 arasında kaynakça çalışmalan Maarif Vekâleti tarafından çeşitli adlar altında aralıklı olarak yürütüldü. 2 Temmuz 1934 tarihli Basma, Yazı ve Resimleri Derleme Kanunu ile ulusal ve genel nitelikli resmî Türkiye Bibliyografyası yayımlanmaya başladı. 1939’a değin altı aylık sürelerle yayımlanan bu kaynakçanın 1928-38 ve 1939-49 dönemleri için iki adet 10 yıllık toplu ciltleri hazırlandı.
1928’den sonra Türkiye Bibliyografyası’nm yanı sıra çeşitli alanlarda birçok özel kaynakça da yayımlandı. Bunlar arasında, 24 sayı çıkan Ayın Bibliyografyası (1942-43), Avni Candar’m Bibliyografya, Halkevleri Neşriyatı (1944), Haşan Taner’in Halkevleri Bibliyografyası (1944), Türk Dil Kurumu’ nun 1928-43 arasındaki yayınlanm içeren Türk Dili Bibliyografyası (5 kitap), Adnan Ötüken’in Klasikler Bibliyografyası 1940-48 (1949), 1940-66 (1967), İstanbul Üniversitesi Yayınları Bibliyografyası 1933-45 (1947), Müjgan Cunbur’un Türk Kadın Yazarlann Eserleri-, Bibliyografya 1928-1955 (1955), Arif Müfid Mansel’in Türkiye’nin Arkeoloji Epigrafi ve Tarihi Coğrafyası İçin Bibliyografya (1948), Fehmi Ethem Karatay’ın İstanbul Üniversitesi Kütüphaneleri Türkçe Basmalar Alfabe Kataloğu, 1729-1928 (1956, 2 cilt), Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Arapça Yazmalar Kataloğu (1962-66, 2 cilt), Topkapı Sarayı Kütüphanesi Türkçe Yazmalar Kataloğu (1961, 2 cilt), Leman Bakla Şenalp’in İstanbul Üniversitesi Yayın-
111 kaynanadili
lar Bibliyografyası 1933-63 (1966), 1979-80 (1983, 14 cilt), Türkan Poyraz ve Nurnisa Tuğrul’un birlikte hazırladıktan Tiyatro Bibliyografyası 1959-28 (1967), Semahat Turan ve Behire (Abacıoğlu) Balkan’ın birlikte hazırladıkları Tiyatro Bibliyografyası 1928-59 (1961), Benal Acır’ın Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları Bibliyografyası 1935-66 (1968), Selim İleri, Tercan Baysan, Seyhan Erdoğ-du ve Orhan Kurmuş’un birlikte hazırladık-lan Türkiye Ekonomi Bibliyografyası 1950-65 (1969), Mahmut Tezcan’ın Türk Sosyoloji Bibliyografyası 1928-68 (1969), Türker Acaroğlu-Fıtnat Ozan’ın birlikte hazırladıktan Türk Halkbilgisi ve Halk Edebiyatı Üzerine Seçme Yayınlar Kaynakçası (1972), Milli Folklor Araştırma Dairesi’nin yayımladığı Türk Folklor ve Etnografya Bibliyografyası (1971-73, 3 cilt), Nurhan Atasoy’un Türk Minyatür Sanatı Bibliyografyası (1972), Ayla Ödekan’ın Türkiye’de50 Yılda Yayımlanmış Arkeoloji, Sanat Tarihi ve Mimarlık Tarihi ile İlgili Yayınlar Bibliyografyası (1923-73) (1974), Seyfettin Özeğe’ nin Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu (1971-79, 5 cilt), Muzaffer Gök-man’ın Atatürk ve Devrimleri Tarihi Bibliyografyası (1963-83, 3 cilt) ve Filiz Başbuğ-oğlu, G. Tuncer, S. Akıncı ve İ. Baydur’ un konulara göre hazırladıkları Cumhuriyet Döneminde Bibliyografyaların Bibliyografyası (1973) sayılabilir. Ayrıca bak. kütüphanecilik.
kaynama noktası, sıvılarda, çevrenin sıvı üzerinde etkidiği basınç ile sıvının buhar basıncının eşitlendiği sıcaklık. Bu durumda ısı artışı, sıcaklığında yükselme olmaksızın sıvının buhara dönüşmesine neden olur.
Belirli bir sıcaklığın üstünde sıvı, yüzeyinde atmosfere doğru kısmen buharlaşır; bu süreç, buharın etkidiği basınç, sıvının o sıcaklıktaki buhar basıncı denen karakteristik bir değere ulaşmasına kadar sürer. Sıcaklık yükseldikçe buhar basıncı da artar; kaynama noktasında, sıvı içinde oluşan buhar kabarcıkları yüzeye çıkar. Bir sıvının kaynama noktası, üzerinde etkiyen basınca bağlı olarak değişir; normal kaynama noktası, buhar basıncının deniz düzeyindeki standart atmosfer basıncına (760 mm cıva basıncı) eşit olduğu sıcaklıktır. Deniz düzeyinde su 100°C’de kaynar. Daha yüksek yerlerde kaynama noktası sıcaklığı daha düşüktür. Ayrıca bak. buharlaşma.
kaynanadili, kaktüsgiller (Cactaceae) familyasından Opuntia türlerine verilen ad. Yenidünya’ya özgü bu bitkiler Kanada’ nin batısından Güney Amerika’nın uç
Kaynanadili (Opuntia littoralis)
Dorothea W Woodruff
Kaynarca 112
noktasına kadar uzanan kesimlerde yaygındır; bazı türleri özellikle sıcak bölgelerde yaygın biçimde süs bitkisi olarak yetiştirilir. Kaynanadili türlerinin dallanmış gövdeleri silindir ya da yassı biçimli etli bölümlerden oluşur. Diken demetlerinin koltuğunda tek olarak bulunan küçük etli yapraklan vardır. Frenkinciri(*) (Opuntia ficus-indica) gibi bazı türlerinin meyvelerinden besin olarak yararlanılır.
Kaynarca, Marmara Bölgesi’nde, Sakarya iline bağlı ilçe ve ilçe merkezi kasaba. Yüzölçümü 360 km2’dir. Doğuda Karasu ilçesi ve Merkez ilçe, güneyde gene Merkez ilçe, batıda Kocaeli ili, kuzeyde de Karadeniz ile çevrilidir.
İlin kuzeyinde yer alan ilçe toprakları, Kocaeli Platosunun uzantısı olan alçak dalgalı düzlüklerden oluşur. Karadeniz kıyısında kumsalların uzandığı ilçenin başlıca akarsuyu Kunduz Deresi olarak da bilinen Değirmendere’dir. Büyük bölümü bataklıklardan oluşan Acarlar Gölünün çevresi sazlıklar ve ormanlarla kaplıdır.
İlçe ekonomisi tarıma dayalıdır. Başlıca bitkisel ürünler şeker pancan, buğday ve mısırdır; az miktarda ayçiçeği, fındık, elma, patates ve arpa da yetiştirilir. Bitkisel üretimin yanı sıra koyun ve sığır beslenir. Eskiden Şeyhler ve Hocaköy adlarıyla da anılan Kaynarca, Kocaeli ilinin Kandıra ilçesine bağlı bir bucak merkeziyken, 1957’de gene aynı ile bağlı bir ilçe merkezi durumuna getirildi. İlçe merkezi olarak 1966’da Sakarya iline bağlandı. Bugün kırsal nitelikli küçük bir yerleşmedir. Kasaba, il merkezi Adapazarı’na 29 km uzaklıktadır. İlçedeki tek tarihsel yapı, 14. yüzyılda inşa edildiği sanılan Şeyh Muslihiddin Cami-si’dir.
Kaynarca Belediyesi 1959’da kurulmuştur. Nüfus (1985) ilçe, 23.828; kasaba, 2.926.
kaynarca, mineral içeriği zengin sıcak madensularının yeryüzüne çıktığı kaynak. Yağmur suları, sıcak kayaç katmanlarının arasından dibe sızarken ısınır. Bu sular volkanik magmalar (erimiş kayaç) tarafından da ısıtılabilir. Kaynarca suları, çözelti halinde içerdikleri minerallere bağlı olarak, sülfatlı, klorürlü, karbonatlı ya da asitli olarak sınıflandırılır. Su soğuduğunda, mineraller kaynarcaların çevresinde havzalar ya da sekiler (taraçalar) oluşturabilir.
kayra, İnayet olarak da bilinir, Hıristiyan ilahiyatında, günahkârların kurtuluşu için Tanrı’nın insanlara sunduğu karşılıksız lütuf, insanın içsel yenilenmesini ve kutlulaş-masını sağlayan tanrısal etkilenim.
Kayra (Yunancada kharis) terimi, üçte ikisi Aziz Paulus’a atfedilen yazılarda olmak üzere, Yeni Ahit’te yaklaşık 150 kez kullanılır. Kilisenin ilk dönemlerinden bu yana, Hıristiyan ilahiyatçılar Kitabı Mukaddesteki kayra kavramını geliştirmeye çalışmışlardır. Kayra kavramı çevresinde gelişmiş üç büyük ilahiyat tartışması şunlardır: 1) İnsanın yozlaşmasının ve yenilenmesinin niteliği (bak. Pelagiusçuluk), 2) kayra ve özgür irade arasındaki ilişki (bak. Armi-niusçuluk, kader) ve 3) kutsal ayinlerin kayranın akışındaki etkisinin insanın işlediği iyi işlerle ya da kişinin imanıyla bağlantısı.
Geleneksel Hıristiyan inanana göre Tanrı ile insan arasındaki kayra ilişkisinde öncelik her zaman Tann’dadır. Ama Tanrı bir kez “ilk kayra”yı sunduktan sonra, insan buna bir yanıt vermek zorundadır ve ilişkinin sürekliliğinden o da sorumludur. “Kayraya hak kazanma” düşüncesi kendi içinde çeliş-
kili olmakla birlikte ne Aziz Augustinus, ne de inananın yalnızca kayrayla aklandığını savunan Protestanlar, kayraya hak kazanma sorununu tümüyle yok sayabilmişlerdir. Gerçekten de Yeni Ahit’in bazı bölümlerinde kharis sözcüğünün “ödül” anlamında kullanıldığı görülmektedir. Katolik Kilise-si’nin kayra kuramına göre kayranın insan yaşamına verdiği biçim bir alışkı niteliği kazanır; dolayısıyla insanın bu yaşam biçimiyle kayranın sürekliliğine hak kazanması da Tanrı yasalarına boyun eğmesinin ürünüdür. Klasik Protestanlık kayranın akışında insan etkinliğine de yer açabilmek için, inanan kişinin kiliseye üye olduktan sonra kayraya katkıda bulunduğunu öne sürer; ama insanın kayraya boyun eğerek bir şeyler kazanabileceği anlamına gelecek terimler kullanmaktan kaçınır.
Katolikler, Ortodokslar ve bazı Protestanlar kutsal ayinleri kayranın akışını sağlayan
Kayrevan Camisi, avludan kıble yönüne bakış, Tunus
Cari Frank – Photo Researchers
birer “araç” olarak görürler. Ama Reform Kilisesi ile Özgür Kilise’ye bağlı Protestanlar kayra ile kutsal ayinler arasında Katolikler, Ortodokslar, Anglikanlar ve Lutherci-ler kadar yakın bir bağ kurmazlar. Baptist-ler ve genel olarak öteki Protestanlar, kayranın, kutsal ayinlere katılarak değil, ancak kişisel iman yoluyla elde edilebileceğini savunurlar.
Kayrevan, el-, Tunus’un ortakuzey kesiminde kent. Tel Atlasları’nın güneydoğusunda yarı kurak bir alüvyon düzlüğü olan Alçak Steplerde yer alır. Müslümanlann kutsal kabul ettiği kentlerden olan el-Kayrevan 670’te, Kamouinia adlı Bizans kalesinin bulunduğu yerde kuruldu. Mag-rip’in (Kuzeybatı Afrika) İslam egemenliğine girmesiyle sonuçlanan saldırıda üs olarak kullanıldı. Yaklaşık 800’de Aglebi hanedanının ilk hükümdannca başkent yapıldı. 11. yüzyıla değin Fatımi ve Ziri hanedanlarının yönetim merkezi olan kent, bu dönemde İslam dünyasının en büyük yönetim, ticaret, din ve bilim merkezlerinden biri durumuna geldi. Ama 11. yüzyıldaki Bedevi akınları, bozkırda tanmın gerileyip yerini göçebe yaşamına bırakması ve Tunus’un başkent olması gibi nedenlerle bu niteliğini yitirdi ve göçebelerin alışveriş yapmak için uğradıkları, çevreden kopuk bir yerleşime dönüştü. Günümüzde tahıl ile hayvan ticareti yapılan önemli bir halıcılık ve el sanatları merkezi olan el-Kayrevan, 61 km doğudaki Susa’ya (Şousse) kara ve demir yoluyla bağlanır. Ünlü Kayrevan Camisi(*), surlarla çevrili eski kentte yer alır. Hz. Muhammed’in bir müridinin türbesinin bulunduğu Sidi Sahab Zaviyesi ile Aglebi döneminden kalma, 128 m çapında bir daire biçimindeki üstü açık su deposu ise kentin dışındadır.
Çevredeki yarı kurak bozkır bölgesi, tahıl ekimi, zeytincilik ve hayvancılığa elverişlidir; bu bölgedeki başlıca kentler Haffuz, Bu Hacala ve es-Subeyhe’dir. Nüfus (1984) 72.254.
Kayrevan Camisi, Tunus’ta, Kayrevan kentinde cami. Ukbe bin Nafi tarafından 670’te yaptırılmıştır ve Magrip’teki en eski camidir. Daha sonra pek çok kez yenilenmiş, büyütülmüş ve 9. yüzyılda, Aglebiler döneminde bugünkü biçimini almıştır. Çok ayaklı bir ibadet mekânıyla bunun kuzeybatısındaki büyük bir avludan oluşur. Planı yaklaşık 80 m x 130 m boyutlarında düzgün olmayan bir dikdörtgen biçimindedir. Kalın ve masif görünümlü beden duvarları dışarıdan çok sayıda payanda ayağıyla güçlendirilmiştir.
İbadet mekânı, kıble duvarına dik yönde
17 şahından oluşur. Ortadaki şahın öbürle-
rinden geniştir. Sahınlan birbirinden ayıran sütunlar da atnalı kemerlerle kıble duvarına dik yönde birbirlerine bağlanmıştır. Sütunların ve başlıkların çoğu çeşitli Roma ve Bizans yapılarından toplanmıştır. Tam ortasında mihrap nişinin yer aldığı kıble duvarının önünde, ibadet mekânının bütün enince uzanan sahm, orta şahınla bir “T” oluşturur. Orta sahnın iki ucunda, yani mihrabın ve cümle kapısının önünde birer kubbe vardır. Bunlann dışında bütün mekân düz bir çatıyla örtülmüştür. Mihrap önündeki kubbe dilimlidir ve köşelerdeki istiridye kabuğu biçimli dört trompun üstündeki bir kasnağa oturur.
Avlunun üç yanı çift sıralı, sütunlu revaklarla çevrilidir. Kuzeybatı kenarının ortasında, kıble ekseninin uzantısı üzerinde anıtsal minare yer alır. Suriye mimarlığının etkisini yansıtan kule görünümlü bu minare, her biri bir alttakinden daha küçük, kare prizma biçimli üst üste üç bölümden oluşur. En üstteki bölüm bir kubbeyle son bulmaktadır. Kuzey Afrika ve İspanya’da daha sonra yapılan camilerin minareleri bu minareden izler taşır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir