Genel

Keşab Çandra Sen

Keşab Çandra Sen

(d. 19 Kasım 1838, Kalküta – ö. 8 Ocak 1884, Kalküta), Hindu düşünce sistemine Hıristiyan ilahiyatını katmayı deneyen Hindu filozof ve toplumsal reformcu.
Brahman kastından değildi ama, ailesi Kalküta’nın önde gelen ailelerinden biriydi. Gerekli eğitimi gördükten sonra 19 yaşındayken, Hindu din ve toplum reformcusu Rammohan Ray’ın 1828’de kurduğu Brah-mo Samac’a (Brahma’nın Cemiyeti) girdi. Cemiyetin amacı, eski Hindu kaynaklarına ve Vedalara dönerek Hindu dinini canlandırmaktı. Sen ise yalnızca Hıristiyan öğretisinin Hindu toplumuna yeni bir canlanma getirebileceğine inanıyordu.
Hıristiyan misyonerlerin hızlı sonuç veren, pratik yöntemlerinden yararlanan Sen, Hindistan’da büyük gereksinim duyulan toplumsal reformları gerçekleştirdi. Yoksullar için yardım kampanyaları düzenledi; çocuk ve yetişkinlere yönelik okullar açarak okuma yazma oranını yükseltti ve herkesin ulaşabileceği çok sayıda ve ucuz yayma ön ayak oldu. Çocuk yaşta evliliğe karşı çıkarak, 1872’de Hindu toplumundaki evlilik töreninin, yasal bir uygulama haline getirilmesine katkıda bulundu. Dulların yeniden evlenebilmesini, hatta kastlar arası evliliği savundu. Çağdaşları Debendranath Tagore ve Ramakrishna tümüyle Hindu bakış açısına bağlı kalırken, Sen neredeyse Hıristiyanlığı benimsedi. İnancının tek eksik yanı İsa’nın, ne kadar hayranlık uyandırsa da, tek örnek olmadığını düşünmesiydi. Gene de kemikleşmiş kast sistemine dayalı Hindu toplumunun ancak canlı bir Hıristiyanlıkla kurtarılabileceği inancıyla, halkının İsa’yı örnek almasını istedi. Dinin düşünsel derinliğinden çok, toplumsal koşullara uygulanışıyla ilgilendi. Debendranath Tagore ile arasındaki görüş ayrılıkları, 1866’da Hindistan Brahmo Samac’ı adlı yeni bir cemiyet kurmasına yol açtı. Brahmo Samac’ın adı ise Adi (ilk) Brahmo Samac olarak değiştirildi ve kısa sürede Hıristiyan öğretiden tümüyle arındırıldı.
1870’te Sen İngiltere’de birçok konferans verdi ve Kraliçe Victoria ile tanıştı. Bir kez
daha, Hıristiyanlığın İngilizlerin yaşamındaki öneminden etkilendi. Ama Hindistan’a dönüşünde 14 yaşındaki kızının Koçh Bihar mihracesinin çocuk yaştaki oğlu ile evlenmesine izin vererek kendi ilkelerini çiğnedi.
Bazı izleyicilerini yitirmesine yol açan bu olaydan sonra 1881’de Naba Bidhan ya da Nava Vidhana (Yeni Takdir) adlı yeni bir dinsel örgüt kurarak Hindu felsefesiyle Hıristiyan ilahiyatını kaynaştıran görüşleri savunmayı sürdürdü. Birçok eski Veda uygulamasını canlandırdı; 12 izleyicisini üzerinde hilal, haç ve üçlü mızrak bulunan bir bayrak altında vaaz vermek üzere ülke- J nin çeşitli yerlerine gönderdi. Sen ölümüne ;| değin halktan büyük saygı gördü. |
Keşan, Marmara Bölgesi’nin Trakya kesi- • 1
minde, Edirne iline bağlı ilçe ve ilçe |

Şemsi Guner
uzantıları engebelendirir. İlçe sınırları dışından doğan ve Muzalı Deresi olarak da adlandırılan Keşan Deresi, bazı kesimlerinde Çamlıca Deresi olarak da anılan Büyük-doğanca Deresiyle birleşerek Karahisar köyünün batısında Telmata Bataklığına dökülür. Büyükdoğanca Deresinin ilçe sınırlarına girdiği noktada içme, kullanma, taşkın önleme ve sulama amaçlı Kadıköy Barajı kurulmuştur. Saros Körfezi kıyısında, Erikli köyü yakınında sığ Tuzla Gölü yer alır.
İlçede temel ekonomik etkinlik tarımdır. Başlıca bitkisel ürünler buğday, ayçiçeği, şeker pancarı ve arpadır. Kavun, karpuz ve sebze üretimi de önemli düzeydedir. Az miktarda pirinç, mısır, üzüm, elma, susam, armut ve baklagiller yetiştirilir. İlçe halkının önemli uğraşlarından biri de hayvancılık ve buna bağlı olarak mandıracılıktır. Mandıralarda kaşkaval adıyla anılan bir tür kaliteli kaşarpeyniri üretilir. Koru Dağı orman içi dinlenme yeri, ilçenin başlıca mesire alanıdır. İlçe topraklarında linyit yatakları vardır.
Yöreye ilk kez İÖ 1200’lerde Trakların yerleştiği sanılır. Pers, Odrys, Makedonya, Roma ve Bizans yönetiminde kalan Keşan, 1354’te meydana gelen bir depremde büyük ölçüde hasara uğradı. Yöre, Orhan Bey (Gazi) döneminde Osmanlı topraklarına katıldı. 1829 ve 1877’de Ruslar tarafından işgal edilen Keşan, 19. yüzyıl sonlarında Edirne vilayetinin Gelibolu sancağına bağlı bir kaza merkeziydi. 20. yüzyıl başlarında Bulgar saldırısına uğradı. Kurtuluş Savaşı sırasında 1920’den 1922’ye değin Yunan işgalinde kaldı.
ilin Edirne’den sonra ikinci büyük kenti olan Keşan, çevresindeki geniş ve zengin tarımsal alanın toplama ve dağıtım merkezidir. Aynı zamanda önemli bir askeri merkez olan kent, Gelibolu’dan gelen E-24,
İpsala sınır kapısından gelen E-25 karayollarının kavşağında yer alır. Bu kavşağı kuzeydeki E-5 Karayolu’na bağlayan yolla il merkezi Edirne’ye 102 km uzaklıkta olan kentin canlı bir ticari yaşamı vardır. Başlıca ticari ürünler canlı hayvan, süt ürünleri, yumurta, yün ve deridir. Kentte tarımsal ürünleri işleyen küçük ve orta büyüklükte sanayi kuruluştan vardır. Bunlann başlıca-lan bitkisel yağ, tuğla ve kiremit fabrikaları ile çeltik atölyeleridir. Keşan Devlet Hastanesi kent ve çevresine sağlık hizmeti verir. Keşan Belediyesi 1866’da kurulmuştur. Nüfus (1985) ilçe, 71.982; kent, 34.518.
Keşap, Karadeniz Bölgesi’nin doğu kesiminde, Giresun iline bağlı ilçe ve ilçe merkezi kasaba. Yüzölçümü 222 km2’dir. Doğuda Espiye, güney ve güneybatıda Dereli ilçeleri, batıda Merkez ilçe, kuzeyde de Karadeniz ile çevrilidir.
İlçe topraklan dar bir kıyı şeridi ile hemen geride bir duvar gibi yükselen dağlardan oluşur. Bu dağlardan kaynaklanan Keşap Deresi, güney-kuzey doğrultusunda akarak kasabanın doğusunda Karadeniz’e ulaşır. Bol yağış alması nedeniyle doğal bitki örtüsü bakımından zengin olan dağlar kızılağaç, kayın ve ladin ormanlarıyla kaplıdır. İlçe ekonomisi fındık ve mısır üretimine dayanır. Fındık üretimi pazara, mısır üretimi ise yerel tüketime yöneliktir. Ekime elverişli alanı sınırlı olan ilçede elma, armut ve patates de yetiştirilir. Kıyı kesiminde balıkçılık, dağlık alanlarda da hayvancılık önemli bir geçim kaynağıdır.
Tarihine ilişkin bilgi olmayan Keşap, 19. yüzyıl sonlannda Trabzon vilayeti Merkez sancağının Giresun kazasına bağlı bir nahiye merkeziydi. 1945’te ilçe merkezi yapıldı. Karadeniz kıyı yolu kasabadan geçer. Bu yolla il merkezi Giresun’a yalnızca 12 km uzaklıkta olduğu için pek gelişemeyen kasabada fındık kırma, un, tuğla ve kiremit fabrikalan vardır.
Keşap Belediyesi 1945’te kurulmuştur. Nüfus (1985) ilçe, 29.889; kasaba, 7.381.
keşf (Arapçada “ortaya çıkarma”), muta-savvıflann iç deneyim yoluyla ve Tann’yı doğrudan görerek (rü’yet) edindikleri ayn-calıklı bilgi.
Esine dayalı bir bilgi olan keşfin, mutasavvıfın maddi ve bedensel bulanıklıklardan annma düzeyine göre üç aşaması vardır. Birinci aşama olan “muhazara”, kalbin Tann’yla birliktelik durumunda bulunmasıdır ve kişinin ilme’l-yakine(*) erişmesini sağlar. İkinci aşama olan “mükaşefe”, kalbin huzurda bulunması durumudur. Ama bu huzur, kanıtları düşünmeye ve yolu aramaya gereksinim göstermeyecek, kuşku doğuran nedenlerin varlığı durumunda şaşkınlığa düşmeyecek ve gizliliklere ilişkin niteliklerin örtülmesine neden olmayacak bir açılmayı içerir. Mükaşefe, kesin bilgi aşamalanndan ayne’l-yakine(*) karşılık düşer. Keşfin üçüncü ve en yetkin aşaması “müşahede” ise mutasavvıfı hakke 1-yaki-ne(*) ulaştınr. Müşahede, Tann’nın nitelikleri, eylemleri ve görülmeyen evrenin gizleri hakkında en yetkin bilgidir. Müşahede sayesinde, öbür dünyada gerçekleşeceği vaat edilen rü’yet bu dünyada gerçekleşir. Keşf, yoğun bir riyazet ve mücahede sonucunda gerçekleşir. Çile ile bedensel güçlerin işlemez duruma getirilmesi, beşeri niteliklerin silinmesi, neredeyse ölü durumuna gelinmesi ve bu yolla kalbi örten, ruhu kaplayan perdelerin kaldırılması gerekir. Ama salt çileyle ulaşılabilecek bu durum yalnızca mutasavvıflara özgü değildir; bir Hıristiyan ya da Hindu rahibi de bu yolu izleyerek aynı duruma ulaşabilir. Bu nedenle, keşfin İslam açısından güvenilir ve
sağlıklı olabilmesi için bazı koşullar öngörülmüştür. Birinci koşul, gerçek bir dindar olabilmek için gereken takva (Tanrı korkusu) mücahedesidir. Bu, kişinin Tanrı buy-ruklanna eksiksiz uymasını, buyruklara aykırı davranmaktan kaçınmasını ve iç dünyasını denetim altına almasını sağlar. İkinci koşul, kişiyi bir üst düzeye çıkaran istikamet (Tann’ya kulluk etme) mücahedesidir. Burada amaç, benliğin anndınlması yoluyla sağlam bir ahlak, dürüst bir kişilik ile gerçek erdemler edinmektir. Üçüncü koşul ise aynı süreci yaşamış, deneyimli ve yetkili bir yol göstericiye, gerçek bir şeyhe bağlanmaktır. Bu yolda mutasavvıfın yanlışlara düşmemesini ancak onu sürekli denetleyen ve tehlikelere karşı uyaran bir şeyh sağlayabilir.
Bütün bu koşullara uygun biçimde ulaşılsa da, keşfin sağladığı bilgi başkaları için bağlayıcı değildir. Çünkü doğruluğu ancak bireysel deneyimle, aynı süreci yaşayarak kavranabilir.
Keşfü’z-Zünun, tam adı keşfü z-zünun an esâmİ’l-kütübî ve’l-fünun (Adlardan ve Çeşitli Konularda Yazılmış Kitaplardan Kuşkuları Gidermek), Kâtip Çelebi’nin Arapça bibliyografya sözlüğü. Osmanlı Döneminde yazılmış benzerleri içinde en kapsamlısı plan yapıtın hazırlanması 20 yıl sürmüştür. İçinde yaklaşık 10 bin kadar yazarın kısa yaşamöyküleri verilmiş, 14.500 kadar kitap ve risale de alfabetik olarak tanıtılmıştır. Yazar ve kitap adlanndan çoğuna başka kaynaklarda rastlanmaması, Kâtip Çelebi’ nin gördüğü ya da bildiği yüzlerce kaynağın sonradan kaybolduğunu ya da unutulduğunu gösterir. Türkiye ve Avrupa kütüphanelerinde çeşitli yazmaları bulunan kitabın ilk basımını Flügel 1835-58 arasında Latince çevirisi ile birlikte yedi cilt olarak gerçekleştirmiştir. Şerafettin Yaltkaya ve Rıfat Bilge, daha önce basılmış nüshalarla özgün yazmayı karşılaştırarak kitabı yeniden baskıya hazırlamış ve 1941-43 arasında iki cilt olarak yayımlamışlardır. Bağdatlı İsmail Paşa (1839-1920), Keşfü’z-Zünun’a yazdığı zeyl-de (İzahü l-Meknûn fi’z-Zeylî alâ Keşfü’z-Zünun an-Esamü’l-Kütübî ve’l-Fünun) Kâtip Çelebi’nin ölümünden sonra yazılan 4 bin kadar kitabı daha tanıtmıştır. Bunun dışında Keşfü’z-Zünun’a birçok yazar da zeyller yazmıştır.
keşide (Farsçada “uzatılmış, çekilmiş”), hat sanatında bir harfin uzatılarak yazılan bölümü. Arap harflerinin bazısının son bölümleri uzatılarak da yazılabilir. Harflerin uzatılmasıyla hem kompozisyona güzellik katılır, hem de satırlann uzunluklan birbirine denk getirilir. Yazı türüne göre değişik ölçüde olan keşidenin uzunluğu, yazının yazıldığı kalemin noktasıyla belirlenir. Örneğin nestalik yazıda bu uzunluk 10 noktadır ve çok gerekmedikçe 9 ya da 11 nokta ölçüsünde olmaz. Yalnız aklâm-ı sitte denen altı çeşit yazıda, divani ve celi divanide yerine göre belirli ölçülerin dışına çıkılabilir. Genellikle bir satıra üçten fazla keşide konmaz. Keşidenin kısası yazıyı çirkin ve bodur, fazla uzunu da cılız gösterir.
keşif, hukuk yargılama usulünde uyuşmazlık konusu taşınmazın, ceza yargılama usulünde ise suç konusunun ya da delillerinin yargıç tarafından incelenmesi.
Hukuk yargılama usulünde yargıç keşfe taraflann istemi üzerine ya da kendiliğinden karar verebilir. Toplu mahkemelerde yargıçlardan biri keşif yapmakla görevlendirilir (naip üye). Davanın taraflarına da keşifte hazır bulunmaları için duyuru yapılır; taraflann gelmemesi keşif yapılmasını engelle-
221 keşif
mez. Keşifte tutanak yazmanı da hazır bulunur. Ceza yargılama usulünde keşif kural olarak yargıç tarafından yapılır. Gecikmesinde sakınca bulunan durumlarda cumhuriyet savcısına da keşif yapma yetkisi tanınmıştır. Keşif çoğunlukla özel ve teknik bilgiyi gerektiren bir iş olduğundan, keşif sırasında bilirkişiye de başvurulabilir. Davanın taraflarından birinin ruhsal ya da fiziksel sağlığının söz konusu olduğu durumlarda yapılan tıbbi muayene de geniş anlamda keşif kavramına girer. Ceza yargılaması usulünde ölünün muayenesi de bir tür keşif olmakla birlikte yasada ayrı hükümlere tabi tutulmuştur.
Gelenek hukuku sisteminin geçerli olduğu hukuk düzenlerinde keşif ve muayene sorgulama yoluyla da yapılabilir. Bu durumda taraflar birbirlerine yazılı sorular yöneltebilecekleri gibi iki tarafın avukatlarının aracılığıyla yeminli bir tanığa da sorular sorulabilir ve bunlara verilen cevaplar tutanağa geçirilir. Yargıç keşif sonucunda elde ettiği bilgileri serbestçe değerlendirerek karara varır.
keşif, Yer’in bilimsel, ticari ya da askeri amaçlarla araştırılması. 20. yüzyılın son çeyreğine değin Yer yüzeyinin hemen hemen tamamı keşfedilmiş ve çalışmalar büyük ölçüde yüzeyaltı bölgelerin ve denizlerin incelenmesi üzerinde yoğunlaştınlmıştır. Günümüzde ayrıca uzayın keşfi de büyük bir ilgi alanı durumuna gelmiştir (bak. uzay araştırmaları).
Bugüne değin yapılan yüzeyaltı araştırmalarının çoğu yerkabuğunun üst bölümleriyle sınırlı kaldığından, Yer’in derinlikleri henüz keşfedilmeyi beklemektedir. Günümüzde yerkabuğunun daha derin bölgelerinin keşfine yönelik çalışmalar metal, fosil yakıtlar (petrol, doğal gaz ve kömür) ve ticari öneme sahip öteki mineral çökellerinin, jeotermal enerji kaynaklarının ve yeraltı suyu yataklarının araştırılması ile enerji santrallarının, fabrikaların kurulması ve zararlı atıkların depolanması için uygun yerlerin belirlenmesi amaçlarına yönelik olarak sürdürülmektedir.
Yerkabuğunun derinlikleri (kimi durumlarda yüzeyi de) dolaysız ya da dolaylı yöntemlerle araştırılır. Dolaysız araştırma yöntemleri sondaj, kazı ve örneklemeye dayanır. Dolaylı yöntemler ise, jeokimyasal çözümleme ve ölçümler ile yansıma derecesi, yerçekimi, magnetizma, deprem dalgala-n ve ısı akışı gibi jeofiziksel olguların araştırılmasını kapsar. Dolaylı yöntemlere dayalı araştırmalar genellikle uçaklardan radar yardımıyla harita çıkarma ve Yer yörüngesindeki yapay uydulardan optik-mekanik kızılötesi tarayıcılarla ve çoktayflı tarayıcılarla gerçekleştirilen yüzey araştırmalarıyla başlar. Bu tür uzaktan algılama teknikleriyle araştırmacılar, yeraltı suyu hareketlerini, hidrotermal alanları ve değerli mineraller içeren bazı yüzeyaltı kayaçlan-nı belirleyebilirler. Petrol, maçlen arama ve çıkarma çalışmaları ile binalar için temel atma alanlarının incelenmesinde jeofiziksel ölçümlerden yararlanılır. Jeokimyasal araştırma yöntemleri ise, belirli bir alandaki cevher yataklarının bulunmasına yönelik olarak kayaç, su, bitki örtüsü ve öteki yüzey malzemesi örneklerinin incelenmesinde uygulanır. Bir bölgenin araştırılmasında önce dolaylı yöntemler kullanılır ve umut verici bulgular elde edilirse, dolaysız yöntemlerle araştırmaya geçilir. Maden cevherlerinin, petrolün ve öteki yeraltı kaynaklarının müspet (varlığı kanıtlanmış) incelemesinde,
keşiş cübbesi 222
genellikle sondaj kuyularının yardımıyla gerçekleştirilen doğrudan örnekleme yöntemi uygulanır. Bu maddelerin miktarlarının ve uygun elde edilme tekniklerinin belirlenmesinde de bu yöntemden yararlanılır.
Sondaj ve öteki doğrudan araştırma yöntemleri, Yer’in derinliklerinin incelenmesinde fazlaca kullanışlı değildir. Sondaj, oldukça masraflı bir tekniktir, ayrıca bu yöntemle yerkabuğunun derin kesimlerine inmek pek olanaklı değildir. Bugüne değin bu yöntemle ancak 20 km derine inilebilmiştir. Bu nedenle Yer’in iç kesimlerine ve buralardaki dinamik süreçlere ilişkin bilgiler, daha çok yerkabuğu hareketlerine (depremler) bağlı olarak gelişen sismik dalgaların incelenmesiyle elde edilmeye çalışılır. Örneğin 1980’lerin başında ABD’nin Apalaş Dağları bölgesinde yapılan sismik araştırmalar, bu kıtanın oluşumuna ilişkin kuramları etkileyen, çoğunda önemli değişikliklere yol açan buluşlarla sonuçlanmıştır.
Denizlerin ve okyanusların keşfine ise, denizaşırı mal ve yolcu taşımacılığı yapan, ulusal güvenlik nedenleriyle deniz trafiğini denetleyen ya da doğal deniz kaynaklarından yararlanan ülkeler ağırlık verdi. Ayrıca, deniz suyunun kimyasal ve fiziksel özelliklerinin, deniz yaşamının bütün biçimlerinin ve okyanus tabanının jeolojik ve jeofiziksel özelliklerinin incelenmesine yönelik bilimsel araştırmalara da önem verilmektedir. Bilim adamları, deniz-atmosfer arayüzeyindeki karşılıklı etkileşimleri inceleyerek uzun dönemli iklim ve hava değişikliklerini büyük bir duyarlıkla tahmin edebilmektedirler. Öte yandan deniz tabanının ve bu bölgelerdeki kütleçekimsel ve magnetik özelliklerin keşfi, levha tektoniği(*) kuramının yaygınlaşmasına ve daha da’ geliştirilmesine katkıda bulundu; bu kuram, Yer’in dinamik özelliklerinin kavranmasında büyük bir aşama oluşturmakla kalmadı, aynı zamanda deniz tabanında son derece değerli metal cevher yataklarının bulunmasını da olanaklı kıldı. Okyanus derinliklerinin keşfi ayrıca, denizlerdeki bilinmeyen daha önceki yaşam biçimlerinin ve değişik balık topluluklarının dağılımının belirlenmesini sağladı.
Okyanus üzerine yapılan bilimsel çalışmalar, yüzeydeki ve derinlerdeki okyanus akıntılarına, deniz suyunun sıcaklığına ve tuzluluğuna, denizlerde yaşayan canlılara ve okyanus tabanının yüzey şekillerine ilişkin olarak toplanan verilere dayalı olarak sürdürülür. Çoğu keşif çalışması, sabit ya da seyir halindeki araştırma gemileriyle yürütülür. Böyle bir araştırma gemisi sağlam yapılı, dayanıklı ve araştırma amaçlı vinçlerle, çeşitli ölçüm ve sondaj aygıtlarıyla donatılmış olmalıdır. Bu gemilerde uygun çalışma güverteleri, laboratuvar ve labora-tuvar malzemeleri, uzun süre ikmal yapmadan seyretmeye yetecek kadar yakıt ve öteki kullanım maddeleri ile bilim adamlarının ve mürettebatın rahat çalışabilmesini sağlayacak öteki donanımlar ve düzenekler bulunur.
Derin deniz sondaj gemisi “JOIDES Reso-lution”, bugüne değin geliştirilen araştırma gemilerinin en üstün olanlarından biridir. (“JOIDES” adı, jeofizik araştırma programı Joint Oceanographic lnstitutions for Deep Earth Sampling [Yer’in Derinliklerinden Örnek Toplama İçin Birleşik Denizbi-lim Enstitüleri] sözcüklerinin başharflerin-den gelir.) “JOIDES”, 8.300 m derinlikte sondaj yaparken, su üzerinde sabit kalabilmesini sağlayan özel bilgisayar denetimli dinamik konumlandırma sistemleriyle do-
natılmıştır. Gemiden, deniz tabanının en derin kesimlerindeki tortul kayaçlardan ve korkayaçlardan karotlar alınabilmektedir.
Son yıllarda denizaltı araştırmalarında batiskaf gibi suya dalabilen araçlardan yararlanılmaya başlamıştır. 1960’ta bu araçlarla Mariana Çukurunda deniz düzeyinden 10.740 m aşağıya inilerek, insanlı dalışlarda bir rekor kırılmıştır. Yüzeydeki gemilere oranla birçok üstünlüğe sahip olan bu araçların en önemli özelliği, çeşitli derinliklerde doğrudan ve ayrıntılı gözlemler yapılabilmesini sağlamasıdır.
Deniz tabanının altındaki yerkabuğunun kalınlığının ve yapısının belirlenmesine yönelik sismik deneylerde şamandıra gibi çeşitli aletlerle donatılmış insansız araştırma platformlarından yararlanılır. Sismik deneyler, şamandıralara asılan bir dizi basınç detektöründen kaynaklanan ses enerjisinin yayılma oranının ölçülmesine dayalı olarak sürdürülür. Ölçümler, dalga hareketinin etkileyebileceği düzeyin altındaki derinliklerde yapılır.
Deniz araştırmalarında günümüzde uzaktan algılama aygıtlarından ve uydulardan giderek daha çok yararlanılmaktadır, çünkü bu tür aygıtlar, araştırma gemilerine oranla daha geniş alanlan daha kısa sürelerde tarayabilmektedir. Örneğin, kutup yörüngesindeki uydulardan toplanan ısıl kızılötesi verilerden, akıntılardaki dalga özelliklerinin izlenmesinde yararlanılır. Başka bir yöntemde ise uyduya yerleştirilen radarlı yük-seltiölçerler (altimetre) sayesinde, deniz yüzeyindeki dalgaların yükseklikleri ölçülür.
Denizde yaşayan canlı türleri, plankton ağlarıyla ve çeşitli derinliklere serilen trollerle toplanır. Plankton ağları nicel ve nitel ömekleyiciler olarak ikiye ayrılabilir. Nitel örnekleyicilerde, suyun hacmine bakılmaksızın, içindeki organizmalar sudan toplanır. Nicel örnekleyicilerde ise belirli bir birim hacimdeki suyun içindeki organizma yoğunluğu belirlenir ve suyun hacmi ölçülür. Bazı örnek toplama ağlan gemi sabitken, bazıları ise gemi hareket halindeyken kullanılır.
Alfabetik sıralama sözcük esasına göre yapılmıştır.
keşiş cübbesi, keşişlerin giydiği başlıklı üstlük. Genellikle ilgili tarikatın giysisi ile
Fransisken cübbesi, del Castro’nun pano üstüne yağlıboya çalışmasından ayrıntı, 15. yy; John G. Johnson Collection, Philadelphia
John G. Johnson Collection, Philadelphia
aynı renkte olur. Başlangıçta hem erkek, hem de kadınlar giyerdi. Cübbeyi ilk kez Aziz Benedictus kendi tarikatından keşişler için zorunlu kıldı (y. 530).
keşiş foku, Phocidae familyasının Mona-chus cinsini oluşturan üç fok türünün ortak adı. Tropik ya da astropik bölgelerde yaşayan bu foklar özellikle V biçimindeki arka ayaklanyla tanınırlar. Keşiş foklan-nın yavruları kahverengi ya da siyah, erişkinlerinin üst bölümleri koyu boz ya da kahverengi, alt bölümleri daha soluk renkte ya da beyazdır. Başlıca besinlerini balık ve yumuşakçalar oluşturur. Erişkinlerin uzunluğu 2-3 m, ağırlıkları 225-275 kg dolayındadır.
Eskiden beri postu, yağı ve eti için yaygın bir biçimde avlanan keşiş foklarının her üç türü de soyu tükenme tehlikesi gösteren öbür hayvanlarla birlikte Red Data Book kayıtlarına girmiştir. 1970’lerin başlannda soyunun tükendiği sanılan Karayip keşiş foklarının (M. tropicalis) yanı sıra öbür iki türün de sayıları çok azalmıştır. Günümüzde varlığını sürdüren Akdeniz foku(*) (M. monachus) sayısı 500-1.000, Hawaii keşiş foku (M. schauinslandi) sayısı da 700-1.000 olarak tahmin edilmektedir.
keşiş ıstakozu bak. pagur
Keşiş Yohannes, ortaçağda, Etiyopya’da ya da Uzakdoğu’da hüküm sürdüğüne ve Müslümanlara karşı Batı’nın yardımına geleceğine inanılan efsanevi Hıristiyan hükümdarı. Yazılı belgelerin, Keşiş Yohan-nes’in ülkesinin Asya’da, özellikle de Nas-turilerin yoğun bulunduğu bölgelerde olduğunu belirlemesine karşın, 14. yüzyıldan sonra efsanevi hükümdarın Etiyopya’da hüküm sürdüğü inancı yaygınlaşmıştır.
Keşiş Yohannes efsanesi, Avrupalı Hıristiyanların Filistin’i Müslümanlardan geri almayı umdukları Haçlı seferleri sırasında (11. yy sonlan – 13. yy) doğdu. Kudüs 1071’ae Selçukluların eline geçmişti. Suriye’deki Gebal’in (bugün el-Cubeyl, Lübnan) piskoposu Hugues’ün Keşiş Yohan-nes’le ilgili olarak 1145’te İtalya’da Viter-bo’da bulunan papalık sarayına gönderdiği bir rapor üzerine, Freising piskoposu Otto aynı yıl yazdığı Chronica sivc historia de duabus civitatıbus’ta (İki Devlet Üzerine Vakayiname ve Tarih) öyküyü ilk kez kaleme aldı. Buna göre varlıklı ve güçlü bir keşiş-kral olan Yohannes, İsa’nın doğumu sırasında ona tapınan Müneccim Krallann soyundan geliyordu. İran’daki Müslüman hükümdarlan bir savaşta yenilgiye uğratmış, başkentleri Ekbatana’yı (bugün Heme-dan, İran) yerle bir etmiş, Kudüs’ü ele geçirmek için harekete geçmiş, ama Dicle Irmağını aşamadığı için amacına ulaşamamıştı. Hugues’ün söz ettiği savaş büyük olasılıkla 1141’de Katvan’da (İran) Örta Asya’daki Karatay Devleti’nin kurucusu Moğol hanı Yelu Dashi’nin Selçuk sultanı Sencer’i yenilgiye uğrattığı çarpışmaydı. Karatay hükümdarlarının unvanı olan Gürhan ya da. Korhan fonetik bir değişim sonucunda İbranice’de “Yohanan” (Sürya-nicede “Yuhanan”, Etiyopya dilinde “Yohannes”) biçimini almış, bundan da Latince Johannes türemiş olmalıydı. Moğol soyundan gelen Gürhan’ların Budacı olmasına karşın, önde gelen uyruklarının çoğu Nastu-riydi.
Fransisken misyoner Willem van Ruys-broeck’in 1235’te yazdığı bir rapora göre, Orta Asya halklanndan Naymanların Kralı Küç-lüg’ün karısı olan sonuncu Gürhan’ın kızı da Hıristiyandı. Tayang Han’ın oğlu olan Küçlüg 1218’de Cengiz Han karşısında yenilgiye uğramıştı. 1221’de Akkâ piskoposu
Jacques de Vitry ve Dimyat’ta Haçlılara eşlik eden Batılı din adamı kardinal Pelagi-us, Roma’ya, Keşiş Yohannes’in oğlu ya da torunu olarak tanıttıkları Davud adlı bir Hint kralının Müslümanları yenilgiye uğrattığına ilişkin bilgiler gönderdiler. Bu Davud, büyük olasılıkla Cengiz Han’dan başkası değildi. Söylentiler, güvenilir bilgi eksikliği ve Avrupalı Hıristiyanların beklentileri ile gerçeklerin birbirine karışması, Keşiş Yohannes efsanesinin doğmasıyla sonuçlandı.
13. yüzyıl vakanüvislerinden Alberic de Trois-Fontaines, Keşiş Yohannes’in 1165’te Bizans İmparatoru I. Manuel Komnenos ile Kutsal Roma-Germen imparatoru I. Friedrich Barbarossa gibi Avrupalı hükümdarlara gönderdiği bir mektuptan söz ediyordu. Latince yazılmış olan bu uydurma mektup, İbranice ve Eski Slavca gibi çeşitli dillere de çevrilmişti. Ama Bizans imparatoruna gönderildiği halde Yunanca metni hiçbir zaman ortaya çıkmadı. Ayrıca Bizans imparatoruna “imparator” değil de “Romalıların hükümdarı” biçiminde seslenmesi, gerçek yazarın Bizans’a karşı olan yanlı tutumunu yansıtıyor olmalıydı. Mektupta Yohannes’in ülkesi, doğal zenginlikler ve harikalarla dolu, barışın ve adeletin egemen olduğu, başpiskoposların ve keşişlerin krallarla birlikte hüküm sürdüğü bir ülke olarak betimleniyordu. Presbyter (Latince “rahip”, “keşiş”) gibi yalın bir unvan kullanan Yohannes mektupta ordularıyla Filistin’e giderek Müslümanlarla savaşmak ve İsa’nın gömülü olduğu Kutsal Kabir’i geri almak istediğini bildiriyordu. Mektupta ayrıca Yohannes’in, Hindistan’a gönderilen Havari Aziz Tomas’ın Mylapor’daki tapınağının da koruyucusu olduğu belirtiliyordu.
Papa III. Alexander, 1117’de Yohannes’e, “Hintlilerin şanlı ve görkemli kralı, Mesih’ in sevgili oğlu” biçiminde seslenen bir yanıt göndermişti. Alexanderen büyük olasılıkla
I. Friedrich’le (Barbarossa) arasındaki anlaşmazlıklarda destek kazanmak amacıyla kaleme aldığı bu mektubun başına ne geldiği bilinmemektedir, 13. ve 14. yüzyıllarda Keşiş Yohannes’in ülkesini arayan misyonerler ile Giovanni da Pian del Carpi-ni, Giovanni da Montecorvino ve Marco Polo gibi gezginler böylece Moğollarla doğrudan ilişki kurmuşlardır.
keşişlik, Hıristiyanlıkta ve Doğu dinlerinde, öteki inananlar ile ruhani önderlerin görev ve sorumluluklarının ötesinde yükümlülükler üstlenmiş bireylerin yaşamını özel kurallarla düzenleyen kurum. Büyük çoğunlukla, özel bir tüzüğe bağlı ve özel yeminleri gerektiren tarikatlar biçiminde örgütlenmiştir. Keşiş yaşamını benimseyenler, inzivaya çekilerek ya da aynı konumu paylaşanlardan oluşan manastır (Yunanca-da monasterion “inziva hücresi”; monaze-m’den “yalnız yaşamak”) toplulukları biçiminde yaşayarak kendilerini inananlar bütününün dışında tutarlar. Bu nedenle keşişlik, inananlar adına kutsal ayinleri yürütmek ve yönetmek, onlar ile tanrısal varoluş arasında bağ kurmak işlevini üstlenen ruhbanlıktan ayrılır. Çilecilik(*) keşişlik kuru-munun evrensel bir özelliğidir; bekâret de keşişliğin en genel kurallarından biridir. Belirli bir tarikat tüzüğü uyarınca özel yeminlerle dinsel yaşama bağlanan kadınlar da rahibe toplulukları biçiminde kendilerine ait manastırlarda ortak bir yaşam sürdürürler.
Hıristiyanlıkta keşişlik. İlk Hıristiyan keşiş toplulukları Mısır çöllerinde kuruldu. Çöl Babaları geleneğinin en iyi temsilcisi Mısırlı Aziz Antonios (y. 250-356) 4. yüzyıl başlarında müritlerini ilkel keşiş ve rahibe toplu-
luklarında bir araya getirdi. Bu topluluklar aile bağlarım, cinsel ilişkiyi ve her türlü mülkiyeti yadsıyarak sürekli ibadetle aşırı çileci bir yaşam sürdüler. Çileci yaşam biçiminin amacı günahın kışkırtmalarına karşı sürekli tinsel bir savaş vererek kişisel kurtuluşa erişmek ya da Tann’ya ulaşmaktı. Toplum yaşamından bütünüyle uzaklaşmaya dayanan münzevi (Yunanca eremites; eremia’dan, “çöl”) keşişlik düzeninin tefekkür ve sürekli ibadet ülküsü, Ortodoks Kilisesi’nde hesykhiaÇ*) (tanrısal dinginlik) akımı biçiminde günümüzde de sürmektedir. Yunanistan’daki Aynaroz Dağı(*) münzevi keşişlik düzeninin en büyük merkezi durumundadır. Münzevi keşişlerin belirli bir ruhani üste bağlı olmaksızın kendi yaşamlarını düzenlemelerini belirtmek için idiorrythmos (özel kuralları olan) terimi de kullanılır.
Hıristiyanlığın ilk dönemindeki keşişlik geleneğinin kaynaklarından Aziz Büyük Basileios (y. 329-379), ablası Genç Makri-na’yla (327-379) birlikte, ailesinin Kapado-kia’daki topraklarında biri erkekler, öbürü kadınlar için iki manastır kurdu. Münzevilik yerine yaşam ¡ortaklığını (koinobion) ve manastır düzenini benimseyen Basileios’un Aziz Pakhomios’tan (y. 290-346) esinlenerek düzenlediği kurallar çöl keşişliği kadar katı olmasa da bir başkeşiş ya da başrahibe yönetiminde kesin kurallara bağlı çileci bir yaşam düzenini öngörüyordu. Toplumdan tümüyle uzaklaşmak yerine, topluma hizmet etmeyi amaçlayan ve kol emeğine ağırlık veren manastır düzeni Nursialı Aziz Benedictus (y. 480 – y. 547) tarafından Ba-tı’ya aktarıldı ve Benedikten tarikatının temelini oluşturdu.
4-7. yüzyıllar arasında keşişlik hareketi Bizans İmparatorluğu’nun her köşesine hızla yayıldı; 1050’de Kiev’de, 1354’e değin de Moskova’da kurumlaştı. Toplu manastır örgütlenmesi 5. yüzyılda Batı’ya ulaştı, ama Hippolu Augustinus ve başka din adamlarının yorumuyla biçim değiştirerek piskoposluğa bağlı rahiplerle bakire toplulukları için özel bir yaşam düzenine dönüştü. Mısır’a özgü münzevi keşişlik disiplini ise Galya’da çok sayıda çileci ve keşiş tarafından izlendi. Tours piskoposu Aziz Martin (y. 316-397) Galya’daki bu akıma önderlik etti. Martin’ in Marmoutier’deki büyük manastır topluluğunda yetişen Hıristiyan misyonerler bütün Avrupa’ya dağıldılar. Özellikle İrlanda’da kök salan Gal keşişlik geleneği burada yüksek bir yazınsal kültür geliştirdi, batıdaki adalar ile Kuzey ve Güney Britanya’nın Kelt kanadında koloniler oluşturuldu.
Latin dünyasında manastır kurallarının babası sayılan Aziz Benedictus’un İtalya’da Monte Cassino’daki keşişleri için hazırladığı Benedikten Tüzüğü geçmiş örneklerden esinlenmekle birlikte toplu manastır düzeninin üstünlüğünü, başkeşişin yetkilerini, çileciliğin ılımlı yorumunu ve zorunlu dua saatlerinin önemini vurgulayan bir başyapıt niteliğindeydi. Benedikten keşiş ve rahibeleri manastıra girerken üç yemin ediyorlardı: İtaatkârlık, manastır içinde düzeni koruma ve kendini değiştirme (conversio). Yoksulluk ve iffet yeminleri, geleneksel olarak kendini değiştirmenin parçası sayılıyordu. Bu tüzük, Avrupa koşullarına uyarlanabilir olduğu için, çoğu zaman başka tüzüklerle de birleşerek adım adım yaygınlık kazandı ve sonunda tek kurallar bütünü durumuna geldi.
Çöl keşişliği gibi Benedikten manastır hareketi de üyelerine kişisel kurtuluş ya da Tanrı’ya ulaşma yolunu sunuyordu. Zamanla Benediktenler başkalarının, özellikle de tek tek manastırlara yardım eden hayırseverlerin kurtuluşu için dua etmeyi üstlendiler.
223 keşişlik
Ortaçağ boyunca keşişlik akımının toplumda yerine getirdiği öteki yaşamsal işlevler şunlardı: Hıristiyanlığın yayılması, papalığın otoritesinin güçlenmesi, bilgi birikiminin korunması ve çoğaltılması. En gelişkin aşamasında keşişlik ekonomik ve kültürel bakımdan da önemli bir güç oldu.
Hıristiyanlıkta, pek çok oluşum gibi keşişlik kurumu da sık sık reform gereksinmesiyle karşılaştı. 8. yüzyıl başlarında Aniane’lı Benoit, 10. yüzyılda Cluny ve başka yerlerdeki Benedikten toplulukları, 12. yüzyılda da Cistercium tarikatı en önemli reform hareketlerini gerçekleştirdiler. 13. yüzyılda Aziz Domingo de Guzman ile Assisili Aziz Francesco’nun iki büyük gezici keşişler tarikatını (Dominikenler ve Fransiskenler) kurması ve üniversitelerin gelişmesi, geleneksel manastır düzeninin kültürel önemini yitirmesine yol açtı. Yoksulluk yemini ederek yalnızca emeğinin karşılığıyla ve hayırseverlerin sadakalarıyla geçinen keşiş ve rahibelerin oluşturduğu iki tarikat kısa sürede Avrupa ve Asya’da on binlerce üye kazandı. Batı Avrupa’nın bütün büyük kentlerinde frer(*) ocakları kuruldu, üniversitelerdeki ilahiyat kürsülerine Dominikenler ve Fransiskenler yerleşti. 13. yüzyılın sonlarına doğru Karmelitler, Augustinusçu Keşişler ve Meryem Ana’nın Hizmetkârları (Servitler) gibi yeni gezici tarikatlar kuruldu. Hemen bütün irerlerin zamanla kilise hiyerarşisinde görev alması ve tarikatların büyümesi, keşiş yaşamında kol emeğiyle çalışmanın yerini gitgide bağışların almasına yol açtı. Aziz Domingo ile Aziz Francesco’ nun mutlak mülksüzlük ilkesi de hemen bütün tarikatlarda çiğnendi. Ancak Fransis-kenlerin bir kolu olan Kapuçinler arasında bu ülkü günümüze değin korunabildi. 16. yüzyıldan sonra keşişlik kurumu, toplumdaki eski egemenliğine olmasa da başlangıçtaki ülkülerine yeniden yaklaştı. 19. yüzyılda keşişliğe duyulan ilginin canlanması çok sayıda Katolik, Ortodoks, Anglikan ve bazı Protestan topluluklarının, ayrıca TaizĞ Cemaati gibi ekumenik grupların oluşmasına yol açtı. Günümüzde Katolik Kilisesi’nde, din adamlarının ya da cemaat üyelerinin bağlayıcı yemin etmeksizin, yaşam ortaklığı kuralına uymaksızın ya da ayırt edici bir giysi giymeksizin, bir yandan özel işlerini ve mesleklerini sürdürürken yoksulluk, bekâret ve itaat kurallarına uyarak kilise adına çalışmasını amaçlayan topluluklar da vardır.
Doğu dinlerinde keşişlik. Doğu dinlerindeki en eski keşiş türü büyük olasılıkla gene münzevilerdi. Hindistan’daki bazı eski İlk-Dravid (Proto-Dravid) ya da Aryan-öncesi yerleşmelerde, İÖ y. 1500’lerden önce de şramana’ların (Sanskrit dilinde “çileci”) olduğu sanılmaktadır. Erken Hindu dönemlerinde (İÖ y. 600-200) tam anlamıyla örgütlü bir ortak yaşam sürmeseler de ashram’lar-da(*) gruplar halinde yaşayan münzeviler vardı. Gerçekten örgütlü bir keşişlik düzeni geliştirdiği söylenebilecek ilk din olan Cay-nacılıkta da bu düzen büyük olasılıkla ashram topluluklarından türemiş’ti. Cayna-cılığın kurucusu sayılan Mahavira, müritlerini kusursuz biçimde inanmış keşiş ve rahibe gruplarıyla, bunların gereksinmelerini karşılamak üzere çalışan ve daha esnek yükümlülükleri bulunan cemaat üyeleri biçiminde ikiye ayırarak örgütlemişti. Cayna-cılıkta daha sonra ortaya çıkan mezheplerden Digambaralar rahibeliği yasakladılar. Caynacı topluluklarda benliği yadsıma ve köreltme çabası aşırı biçimlere büründü. Günümüzde de Caynacı keşişler hayvan yaşamına bile zarar vermekten kaçınırlar,
keşkek 224
bazıları her türlü giysiyi reddeder, çoğu ölümle sonuçlanan oruçlar tutar.
Budacılık öncelikle bir keşiş dinidir ve Budacı topluluklar da sangha (keşiş örgütlenmesi) adıyla anılır. Hıristiyanlıktaki Be-nediktenler gibi Budacılar da genellikle benliğe düşkünlük ve benliği yok etmek gibi aşın uçları reddederek ılımlı kurallarla yaşarlar. Caynacılar gibi Budacılar da keşiş topluluklannda kast ayrımını önemsemezler. Keşişlerle cemaat üyeleri arasında başlangıçta var olan yakın ilişki Güneydoğu Asya’da Theravada Budacılığına bağlı ülkelerde günümüzde de sürmektedir. Budacı rahibelerin sayısı hiçbir zaman çok olmamıştır; Buda’mn da rahibe toplulukları kurulmasını gönülsüzce karşıladığı söylenir. Buna karşın, keşiş topluluklarından aşağı sayılmakla birlikte birçok Budacı rahibe topluluğu oluşmuştur. Az yemek, sade giyinmek, çalışmak ve tefekkür gibi ilkeleri vurgulayan Zen Budacılığı ise ilk keşiş topluluklannın katı ilkelerine dönmeyi denemektedir.
Taoculukta ortaya çıkan az sayıda keşiş topluluğu meditasyon uygulanan Budacı topluluklara bir ölçüde benzer. İS 9. yüzyılda Hindu filozof ve din bilgini Sankara’nın, bir olasılıkla Budacılığın etkisiyle kurduğu dört keşiş topluluğu bugün de etkinliğini sürdürmektedir. Sankara’nın belirlediği kurallar uyannca bu topluluklann merkezî bir başı yoktur, her manastırın başkeşişi kendi ardılını atar. Önceki Budacı ve Caynacı manastırları ile Ortadoğu ve Batı Avrupa’daki Hıristiyan benzerleri gibi Hindu keşiş topluluklan da birer bilgi ve eğitim merkezi olarak gelişmiştir.
keşkek, dövülmüş et ve buğdayla pişirilen yağlı yemek. Etsiz de yapılabilir. Düğünlerde, özel günlerde, toplantılarda ziyafet yemeği olarak yapıldığında mutlaka et katılır. Düğünlerde baş yemek olarak verilen geleneksel keşkek aşı düğünün son günü yenir.
Keşkek için iyi cins, özlü buğday gereklidir. Islatılıp soku içinde dövülerek kabuğundan aynlan ve bu aşamadan sonra “yarma” adı verilen buğday kazanda iyice haşlanır. Ayrıca pişirilmiş ve küçük parçalara ayrılmış etler eklenir ve kanştırılarak suyunu çekene değin pişirilir. Sonra kepçelerle iyice dövülerek macun durumuna getirilir. Bu aşamada kavrulmuş soğan da eklenebilir. Tabak ya da büyük sahanlara konarak üzerine eritilmiş tereyağı gezdirilir. İstenirse kırmızıbiber ya da tarçın da serpi-lebilir.
Anadolu’nun hemen her yöresinde ufak tefek değişikliklerle pişirilen geleneksel kış yemeklerinden biri olan keşkek, ramazanda sahur ve iftarda da yenir.
keşkül, eskiden dervişlerin, daha sonra dilencilerin kullandığı hindistancevizi ya da abanozdan yapılmış küçük çanak. Bakır, pirinç, tunç ve gümüşten yapılanlan, aynca çeşitli dua ve örgelerle bezeli olanlan vardır. Anadolu Selçukluları ve Osmanhlann ilk yıllarından başlayarak abdalların, Kalen-derilerin ve Bektaşilik içinde eriyen batini zümrelerin dervişlerince yaygın olarak kullanılmıştır.
Üstü kesilip içi oyulan hindistancevizinin iki yanına birer küçük halka geçirilir. Halkalara da zincir takılır. Dervişler sadaka toplamak için boyunlarında ya da kemerlerinde taşıdıkları bu çanağı ellerine alır ve ilahi ya da dua okuyarak halka uzatırlardı. Mevlevilik ve Melâmilik dışındaki tarikatlarda “nefsi alçaltmak” için dervişlerin di-
lenmelerine izin verilirdi. Bir Bektaşi dervişinin ve babasının özel giysileri ve takıları arasında keşkül önemli bir yer tutardı. Derviş keşkülünü boşaltmak için tekkesine döndüğünde önce “aşevi”ne uğrar, keşkülden çıkan yiyecekleri burada bırakır, paraları ise şeyhe ya da babaya teslim ederdi.
İçinde çok çeşitli konularla ilgili bilgiler bulunan ve genellikle mecmua olarak adlandırılan bazı kitaplar da, kitapseverler ve eski kütüphaneciler arasında keşkül olarak anılır. Muhallebiye benzeyen bir tür tatlının keşkülüfukara ya da keşkül adıyla anılmasının bu derviş çanağıyla ilgili olduğu söylenir.
keşkülüfukara, keşkül olarak da bilinir, muhallebi türünden hafif bir sütlü tatlı.
Kaynamakta olan süte önce şeker, daha sonra pirinç unu ya da sübye (dövülmüş badem içi ya da kabak çekirdeğinin sütte ezilmesiyle yapılan boza kıvamında şerbet) katılır ve orta ateşte kanştıra karıştıra pişirilerek koyulaştırılır. Sıcakken kâselere doldurulur ve üstüne dövülmüş fındık, fıstık ya da badem içi ile rendelenmiş hindistancevizi serpilir.
Keşkülün biraz daha katı olması istenirse, kaynarken içine çırpılmış bir yumurta katılır ve bir süre de böyle pişirilir.
Keşm Adası, Farsça cezîre-î-keşm. Arapça cezİretüt-tavİle. İran’ın Basra Körfezindeki en büyük adası. Arapça adı “uzun ada” anlamına gelir.
Clarence Boğazıyla ayrıldığı İran kıyılarına koşut uzanan adanın yüzölçümü 1.200 km2’dir. Kıyılan, kuzeybatısındaki kumlu körfezler ve çamurlu düzlükler dışında genellikle kayalıktır. Adanın büyük bölümü, birçoğunun yüksekliği 270 m’yi aşan ve Kiş Dağında (Kuh) 406 m’ye ulaşan yassı tepelerle kaplıdır. Güneydoğu kıyılarından tuz ve nafta elde edilir. Ada genelde kıraçtır; bununla birlikte tahıl, sebze, karpuz ve hurma yetiştirilmektedir. Balıkçılık ve dokumacılık da önemlidir. Adayı İran hükümeti adına Banu Ma’in kabilesinin şeyhi yönetir. Nüfus (son tah.) 15.000.
Keşmir bak. Cemmu ve Keşmir
Keşmir dili, Keşmir Vadisiyle çevresindeki dağlık bölgelerde konuşulan dil. Başlangıçta Dard dillerine bağlı olmakla birlikte, zamanla Hint-Âri özellikler edinmiştir. Yörenin tarihsel gelişimine bağlı olarak, Dard, Sanskrit ve Pencap dilleriyle Farsçadan birçok sözcük almıştır. Sözcük dağarcığı ve alfabesi, dinsel farklılıklara göre değişiklik gösterir. Müslümanlar, birçok Farsça ve Arapça sözcük ile Keşmir dilindeki birçok ünlüyü gösterir işaretleri bulunmayan Fars kökenli bir alfabe kullanır. Okuryazar nüfusun çoğunluğunu oluşturan Hindular, Sanskrit dilinden alınmış sözcüklerle Hint kökenli Sarada alfabesini yeğler. Kitaplar ise, Devanagari yazısıyla basılır. Keşmir edebiyatı fazla gelişmemiştir. Konuşma dilinin önemli lehçeleri Kiştvari, Poguli ve Rambanidir.
Keşmir şalı, Keşmir’de dokunan bir tür yün şal. Üretiminin 15. yüzyılda Keşmir’i yöneten Zeynel Abidin’in Türkistan’dan dokumacılar getirtmesiyle başladığı kabul edilir. İÖ 3. yüzyıl ve İS 11. yüzyıl metinlerinde yün şallardan söz edilmekle birlikte, özellikle Keşmir şalının adı ilk kez 16. yüzyılda anılmaya başlamıştır.
İlk örneklerin zemini düz, iki uçtaki bor-dürleri büyük çiçekli dallar, çiçek vazoları ve çam kozalaklan gibi örgelerle bezeliydi. Tümü ya da bir bölümü pashmina (peşmi-
Bir Keşmir şalının bordüründen ayrıntı,
18. yy sonu; Batı Hindistan Galler Prensi Müzesi, Bombay
P Chandra
na) denen keçi kılından dokunuyor, 19. yüzyılda peşm şale (evcil keçi kılından yapılanlar) ve asli tuş (yaban keçisi kılından yapılanlar) biçiminde iki grupta toplanıyordu. Bu sıralarda Keşmir şallarının Avrupa’da moda olması, geleneksel desenlerin yerini, yabancı beğenilere uygun ve yabancı tüc-carlarca sağlanan modellere bırakmasına yol açtı. Fransa ve Büyük Britanya’da makineyle üretim başlatıldı; İskoçya’daki Paisley, makineyle taklit Keşmir şalları dokunan en önemli merkezlerden biri oldu. Bu ucuz ürünlerin rekabeti Keşmir dokumacılannı nitelikten ödün vermeye ve Paisley imalathanelerinin desenlerini taklit etmeye zorladı. Gene de Keşmir’deki üretimin çökmesi önlenemedi ve yaklaşık 1870’te tezgâhlar hemen hemen boş kaldı. 20. yüzyılın ortalannda ise devlet Keşmir şalı üretimini canlandırmak için önemli girişimlerde bulundu.
Keşmir Şivacılığı, pratyabhicnâ (Sanskrit dilinde “tanıma”) olarak da bilinir, Hindistan’da Tann Şiva’yı en yüce gerçeklik olarak kabul eden din ve felsefe okulu. Gerçekçi ve dualist Şaivasiddhanta okulundan farklı olarak idealist ve monisttir (tekçi).
Okulun temel metinleri arasında Vasugup-ta’ya indiği kabul edilen Şiva-sutra, Vasu-gupta’nın Spanda-karika (Eylem Üzerine Dizeler) adlı yapıtı, Utpala’nın İşvara-prat-yabhicna (y. 900; Tanrı’yı Tanıma) adlı kitabı, Abhinavagupta’nın Paramarthasara (En Yüce Gerçeğin Özü), İşvara-pratyab-hicna-vimarşini (Tanrı’yı Tanıma Üzerine Düşünceler) ve Tantraloka (Öğretinin Aydınlatılması) adlı çalışmaları ile Kshemara-ça’nın Şiva-sutra vimarşini’si (Şiva Konulu Özdeyişler Üzerine Düşünceler) sayılabilir.
Okulun görüşlerine göre Şiva tek gerçeklik ve evrenin hem maddi, hem de hareket ettirici nedenidir. Gücü beş alanda ortaya çıkar: Çit (bilinçlilik), ananda (mutluluk), iça (arzu), cnana (bilgi) ve kriya (eylem). Keşmir Şivacılığını benimseyenler, düşüncelerini Tanrı üzerinde yoğunlaştırarak ve kendi ruhları ile Tann’mn doğasının aynı olduğunu anlayarak özgürleşeceklerine inanırlar.
Keşmir Vadisi, Hindistan’ın kuzeybatısında, kuzeydoğuda Büyük Himalayalar ile güneybatıda Pir Pencal Sıradağları arasında vadi. 140 km uzunluğunda ve 32 km genişliğinde kuru bir göl havzasıdır. Deniz
düzeyinden yüksekliği ise 1.620 m’dir. Suları Cihelum Irmağı tarafından toplanan vadi, iki yanında uzanan 3.657-4.876 m yüksekliğindeki dağlarla, güneybatıdan esen nemli muson rüzgârlarından korunur. Keşmir yöresinin nüfusun en yoğun olduğu alanıdır; Cemmu ve Keşmir’in Hindistan’ın elinde tuttuğu bölümünün yönetim merkezi Srinagar burada kurulmuştur. Vadinin verimli alüvyonlu topraklarında pirinç, mısır,
Keşmir Vadisinde prinç tarlaları, Hindistan
Christina Gascoigne
meyve ve sebze yetiştirilir. Vular ve Dal gibi göller başta olmak üzere, doğal güzellikleriyle yöre çok sayıda turist çeker. Vadi, Hint-Türk imparatorlarının dinlenme yeri olarak kullanılmış; özellikle de, 17. yüzyıl başlarında hüküm süren Cihangir, karısı Mihrü’n-Nisa (Nur Cihan) için burada güzel bahçeler ve binalar inşa ettirmiştir. Keşmir Vadisi kimi zaman “mutlu vadi” olarak anılır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir