KİMYANIN DALLARI
Kimyanın çeşitli alanları beş alt dalda sınıflandırılır: Organik kimya, inorganik (ya da anorganik) kimya, fiziksel kimya, biyokimya, analitik (ya da çözümleyici) kimya.
Organik kimya, başlangıçta canlılardan elde edilen bileşiklerle sınırlıyken, günümüzde hidrokarbonları (karbon ile hidrojenden oluşan bileşikleri) ve türevlerini de ele almaktadır, inorganik kimya, hidrokarbonlar dışında bütün elementlerden türeyen bileşikleri inceler. Biyokimya, canlı sistemlerle ilgili süreçlerin içerdiği bileşikleri ve tepkimeleri inceleyen alt bölümdür. Fiziksel kimya, maddenin yapısını ve maddedeki fiziksel ya da kimyasal değişiklikler sırasında oluşan enerji değişikliklerini ele alır. Bu alan, öbür alt bölümlerin kimyasal gözlemlerine kuramsal dayanak sağlar. Analitik (ya da çözümleyici) kimya, kimyasal maddelerin tanımlanmasıyla, bir karışımda bulünan maddelerin miktarlarının be-
Ayrıca, kimya ile öbür fiziksel bilimlerin kesiştiği alandaki konuları ele almak için günümüzde özel alt bölümler gelişmiştir. Sözgelimi, kısa bir süredir yaşamın kimyasal kökeni araştırılmakta, bu araştırmalarda, alçak basınçlarda basit moleküllerin tepkimeye girmelerinin sonucu olarak, canlı organizmalarda bulunan proteinler gibi karmaşık organik moleküllerin oluşumu İncelenmektedir.
Dallararası bir bilim olan astrokimya, evrendeki kimyasal bileşenlerin, özellikle de yıldızlararası maddenin kökenini ve etkileşmesini inceler. Yer kimyası, yerbilimin kimyasal yönleriyle (sözgelimi filiz işleme tekniklerinin iyileştirilmesiyle; kömürün kullanımıyla; şist yağının elde edilmesiyle) ve olağan standartlara göre kuru sayılan kuyulardan petrol özütlemek için kimyasal maddelerin kullanılmasıyla ilgilenir.
Nükleer kimya (ya da çekirdek kimyası), atom çekirdeğinin doğal ve yapay dönüşümlerini ele alır. Günümüzde bu alandaki çalışmalar, nükleer enerjinin güvenli, verimli kullanımı ve nükleeratıkların yok edilmesi üstünde yoğunlaşmıştır. Kimyasal elementlerin radyoaktif izotoplarıyla ilgilenen radyokimya, kimyasal ve biyokimyasal sistemlerin daha iyi anlaşılması için bu izotoplardan yararlanılmasını inceler. Çevre kimyası, çeşitli elementlerin ve bileşiklerin çevreküre (ekosfer) üstündeki etkisini ele alır.
KİMYANIN ARAÇLARI
Kimya bir laboratuvar bilimidir; kimya laboratuvarında- ki donanım da çoğunlukla ölçümlerle ilgilidir. Kütleyi ölçmek için terazi, hacmi ölçmek için pipet ve büret, renk yoğunluğunu ölçmek için renkölçer (kolorimetre), sıcaklık değişikliklerini ölçmek için sıcaklıkölçer (termometre) kullanılır. Elektronikte ve bilgisayar teknolojisinde sağlanan ilerlemeler, maddelerin kimyasal özelliklerini, yapılarını, içeriklerini doğru ve duyarlı olarak belirleyen bilimsel aygıtların geliştirilmesine olanak vermiştir.
Modern kimya araçlarının çoğunun üç ana bileşeni vardır: Enerji kaynağı; içine madde konularak enerji uygulanmasını sağlayan örnek bölmesi; enerjinin örnek üstündeki etkisini belirleyen bir tür detektör. Sözgelimi bir kimyacı, X ışınlarını saçan bir X ışını kırınımölçeıi kullanarak, billurları oluşturan atomların, iyonların ve moleküllerin düzenlenişini belirleyebilir. Modern labora- tuvarların çoğunda bulunan, morötesi, görünür ışık ve kızılötesi spektrofotometreleri, farklı dalga boylarındaki ışığı, gaz ya da sıvı örneklere uygular. Böyle bir yöntemle kimyacı, moleküllerde atomların düzenlenişini ve elektron konbiçimini belirleyebilir. Nükleer magne- tik rezonans spektrofotometresi, güçlü bir magnetik alan içindeki örneğe, radyo frekansı ışınımı uygular. Kullanılan örneğin bu enerjiyi soğurması, moleküller içindeki bağlanma konusunda kimyacıya bilgi sağlar. Kullanılan öbür aygıtlar arasında, enerji kaynağı olarak elektronları kullanan kütle spektrometreleri (tayfölçer) ve ısıdan yararlanan ayrımsal ısıl çözümleyiciler sayılabilir.
Karmaşık karışımları bileşenlerine ayırmak için kro- matografi yöntemini kullanan aygıtlar, bütünüyle farklı bir araç grubu oluşturur. Kimyacılar, kimyasal tepkimelerde mikrosaniye düzeyinde ortaya çıkan atom ve molekül süreçlerini araştırmak için, son derece kısa süreli lazer ışığı atımlarından da yararlanmaktadırlar. Bunlar ve başka aygıtlar öylesine çok veri sağlamaktadır ki, günümüzde kimyacılar, sonuçları çözümlemek için sık sık bilgisayar kullanmak zorunda kalmaktadırlar.
Kimyasal değişikliklerin denetlenmesi, çözümlenmesi, ölçülmesi ve bazen de yeniden oluşturulması, araştırma kimyacılarının başlıca görevleri arasındadır. |
ilişkilidir: Beslenme, giyinme, barınma, sağlık hizmetleri. Kimya uygulamaları, çoğunlukla, kimyasal madde üretimiyle uğraşan sanayileri akla getirir. Kimya sanayisinin önemli bir kesimi, inorganik ve organik kimyasal maddelerin üretimiyle uğraşır; bu maddeler, başka sanayi dallarında uygulanan kimyasal işlemlerde tepken olarak kullanılır.
Kimyasal bağlarla bağlanmış, birbirini yineleyen basit birimlerin oluşturduğu büyük moleküller olan poli- merleri inceleyen kimyanın alanı plastikleri, reçineleri, doğal ve yapay kauçuğu, yapay lifleri ve koruyucu kaplamaları kapsar. 1930 yıllarının sonlarından bu yana olağanüstü ölçüde gelişmiştir. Doğal tarım ürünlerinden elde edilen doğal kauçuğun ve kaplamaların (boyaların, verniklerin, cilaların ve emayların) yapımı, 150 yılı aşkın süreyle kimya sanayisinin temel işlevini oluşturmuştur.
Yeni enerji kaynaklarının aranması ve var olan kaynakların iyileştirilmesi de, birçok bakımdan kimyayla ilgili sorunlardır. Ham hidrokarbonlar arıtılarak benzin ve petrokimya sanayisi ürünleri gibi ürünlerin elde edilmesi, petrol sanayisinin özünü oluşturur. Nükleer enerjiden yararlanılması, büyük ölçüde, yakıtın kimyasal olarak hazırlanıp yeniden işlenmesine, nükleer atıkların yok edilmesine, korozyon ve ısı- aktarımı sorunlarına dayanır. Güneş enerjisinin elektrik enerjisine çevrilerek depolanması, öncelikle kimyasal bir işlemdir; yakıt hücrelerinin geliştirilmesi de, kimya teknolojisine ya da elektrokimya teknolojisine dayanır.
Kimyasal araştırma, ilaç sanayisindeki üretim işlemlerinin temeli olmuştur. Belirli kimyasal maddelerin denetimli olarak bedene verilmesi, hastalıkların teşhisine, tedavisine, çoğunlukla da bütünüyle iyileşmesine yardımcı olur, ilaç tedavisi ya da kimyasal tedavi (kemote- rapi), kanserle savaşta birinci tedavi yöntemidir.
Aşağı yukarı 1940 yıllarından bu yana, tarım alanında çok büyük gelişmeler gerçekleştirilmiştir; Bunun başlıca nedeni, çiftçilerin kimyasal gübreler, böcek ve zararlı ot öldürücü ilaçlar kullanmalarıdır. Kimya sanayisinin öbür dalları arasında sabun üretimi, besinlerin işlenmesi, cam, kâğıt, metal ve fotoğraf gereci üretimi sayılabilir.
Özel uygulamalar. Çok eski tarihlerden bu yana, kimyanın kapsamında sayılan ana etkinliklerin yanı sıra, başka meslekleri destekleyen araştırmalar da yapılmaktadır. Müzeler, sanat yapılarının korunmasında ve ^ai ı ı\ıı i i y uv-ııuı , uuu>w ,
testler uygularlar. Toksikologlar, kimyasal maddelerin canlı sistemler üstünde yolaçabilecekleri zararlı etkileri incelerler. Temizlik mühendisliği ve lağımların işlenmesiyle uğraşan kimya da, nüfus arttıkça ve çevreyle ilgili kaygılar yoğunlaştıkça, toplum açısından çok büyük önem kazanmıştır.
Sorunlar. Kimya ve ilgili teknolojilerin uygulaması, insanlara, hayvanlara ve çevreye hemen ya da uzun dönemde zarar veren kimyasal maddeler üretilmesine yol açmıştır. Çevre kirlenmesi yeni bir sorun değildir; ama kimya sanayisinin hızla büyümesi ve çok gelişmiş kirlilik saptama aygıtlarının kullanımı biraraya gelince, kirliliğin boyutu kamuoyunun dikkatini çekmeye başlamıştır.
Sanayi atıklarının atmosfere ve su kaynaklarına boşaltılması, çevrenin bozulması konusunda ciddi kaygılara yol açmaktadır. Çalışanların, işyerlerinde bazı zehirli maddelerin etkisinde kalmaları, uzun erimli sağlık sorunları doğurmuştur. Ayrıca, bazı böcek ve zararlı ot ilaçlarının kullanılması, etkileri günümüzde tam anlamıyla anlaşılamamış olan uzun dönemli zehirlenmeye yol açabilir. Kimyasal ve biyolojik savaş maddeleri ile nükleer atıkların güvenle depolanması ve yok edilmesi, ciddi bir sorun olmayı sürdürmektedir. Kimya teknolojisinde sağlanan bir ilerleme, hemen her zaman, çevrede değişikliğe yol açarak bir bedel doğurur.
Görevler ve eğilimler. Yeni enerji kaynaklarının yaratılması ve hastalıkların, kıtlığın, çevre kirliliğinin ortadan kaldırılması gibi teknoloji sorunları, kimyanın geleceğini büyük ölçüde belirleyecektir. Başka bir görev de, var olan kimyasal ürünlerin, sözgelimi böcek ve zehirli ot öldürücü ilaçların güvenliğinin artırılmasıdır. İnsan bedenindeki karmaşık kimyasal süreçler konusunda yapılacak araştırmalar, çeşitli hastalıklarla ve işlev bozukluklarıyla ilgili yeni kavrayışlar sağlayabilir. Sanayi süreçlerinin daha iyi duruma getirilmesinin, enerji ve hammadde kullanımının en aza indirilmesine yardımcı olarak, çevre üstündeki olumsuz etkileri azaltacağı sanılmaktadır.
kimya (tarih)
İnsanlar, kimya uygulamasına (yani, maddesel şeyleri dönüştürmeye) Tarihöncesi’nde ateşin kullanıma girmesiyle birlikte başladılar. İlkel insanlar önce odun yakma, yemek pişirme, çanak-çömlek ve tuğla fırınlama gibi kimyasal dönüştürmeleri gerçekleştirmek, daha sonra da bakır, gümüş ve altın gibi maden filizlerini işlemek için ateşi kullandılar. Çin’de, Mezopotamya’da ve Mısır’da uygarlık geliştikçe, zanaatçılar başka dönüştürmeler de gerçekleştirerek çeşitli boyarmaddeler, ilaçlar, sırlar, camlar, parfümler ve metaller ürettiler.
Kimyasal olgulara ilişkin ilk kuramsal açıklamalar, genellikle büyü ya da mitoloji nitelikliydi. Eski Yunanlılar, daha önceki uygarlıklardan ve komşu uygarlıklardan miras aldıkları kimya uygulamalarına pek az şey eklemekle birlikte, zanaatçıların atölyelerinde ve çevrede gözlemledikleri dönüşümlere ilişkin kuramsal açıklamaları derinleştirme başarısını gösterdiler. Değişmeyi evrensel bir olgu kabul ettiler; İ.Ö. VI. yy’da Heraklei- tos, görülebilen ya da görülemeyen şeyler arasında değişmeyen bir şey olup olmadığını soruyordu.
Birçok eski Yunan filozofunun bu soruyu uzun süre tartışmalarından sonra, İ.Ö. IV.|yy’da Aristoteles, neredeyse 2 000 yıl süreyle bilimsel düşünceye damgasını
vuracak bir kuram geliştirdi. Varsayımına göre, bir madde ve dört nitelik vardı; söz konusu nitelikler sıcak, soğuk, ıslaklık ve kuruluktu. İlk maddeye bu nitelikler verilince, dört temel öğe (töz) oluşuyordu: Ateş (sıcak ve kuru), hava (sıcak ve ıslak), toprak (soğuk ve kuru), su (soğuk ve ıslak). Bütün maddi şeyler de, bu dört öğenin farklı bileşimleriydi. Bu arada eski Yunan filozofları, atom kuramını da ortaya attılar: Anaksagoras ve Empe- dokles, bütün maddelerin sonsuz ölçüde küçük “to- humlar”dan oluştuğunu, Leukippos ile Demokritos da, bütün maddelerin, boşlukta hızla ve rastgele hareket eden bölünmez atomların birleşmesinden oluştuğunu ileri sürdüler.
Kimya tarihinin sonraki önemli evresi olan simya, Mısır’da İskenderiye kentinde gelişti; Yunan felsefesinin, Doğu zanaatçılığının ve dinsel gizemciliğin çeşitli yönlerini biraraya getiriyordu. Temel amaç, bayağı metalleri altına dönüştürmekti. Nesturi göçmenler, Mısırlı zanaatçıların becerilerini IV. ve V. yy’larda Araplara öğrettiler. Arap biliminin altın çağında (VIII. – XI. yy’lar), Aristoteles’in düşüncelerinde değişiklikler yapıldı ve sodyum hidroksit, amonyum klorür gibi birçok önemli madde kimyasal uygulama alanına sokuldu. Arap simyasının, gizemci düşüncelerinin XI. – XVI. yy’lar arasında Sicilya ve ispanya yoluyla Batı Avrupa’ya taşınmasına, kimyasal işlemlerde gerçekleştirilen damıtma gibi ilerlemeler ve yeni metallerin, yeni bileşiklerin bulunması eşlik etti. Metalürji sanatı daha da gelişirken, XVI. yy’da Paracelsus, kimyasal maddelerin tıpta kullanımını başlattı.
XVII. VE XVIII. YÜZYILLAR
XVII. yy’ın başında, kimyanın bir bilim olduğu kabul edilmeye başlandı. Andreas Libavius’un ilk yöntemli kimya ders kitabı olan Alchemia (Simya) adlı yapıtı 1597’de yayınlandı ve simya, “ayıraçlar üretme, karışımlardan saf özütler elde etme sanatı” diye tanımlandı. Bu yüzyılda, hayvansal ve bitkisel maddelerin damıtıl-
«irtl. .wU ı/nni KilaciL’ o I /-J o or-Tılrli* C. onro Frnct
bir madde yakıldığı ya da bir metal paslandığı zaman, “flojiston” adı verilen varsayımsal bir maddeyi yitiriyordu. Odunkömürü gibi kolay yanabilen maddelerin çok miktarda flojiston içerdikleri, flojistonun doğrudan doğruya pasa aktarılmasıyla metalin yenilenmesinin sağlanabileceği düşünülüyordu.
Teknikteki gelişme. Havalı teknenin ve terazinin bulunması, XVIII. yy’da kimyanın gelişmesini hızlandırdı. Önceki yüzyıllarda, sıvılar ve katilar laboratuvarda zorluk çekilmeden ele alınmaya başlanmıştı; ama maddelerin ısıtılmasıyla oluşan gazlar, ancak hayvanların idrar keseleri kullanılarak incelenebiliyordu. Suyla ya da cıvayla doldurulan ve içinde, ters çevrilip gene suyla ya da cıvayla doldurulmuş bir kap bulunan havalı tekne, gazların kolayca toplanmasına, taşınmasına ve incelenmesine olanak sağladı. Joseph Black, havalı tekneyi kullanarak karbondioksidi (1756), Kari Scheele (1772) ve Joseph Priestley (1774) de gene aynı aygıtla oksijeni buldular.
Antoine Lavoisier, XVIII. yy’ın sonunda, flojiston kuramını çürütmek, yanmanın, paslanmanın ve biyolojik solunumun gerçek niteliğini belirlemek için teraziyi etkili biçimde kullandı. Cıva pasının ısıtılmasıyla oksijen açığa çıktığını ve belirli bir ağırlık yitimi olduğunu, oksijen ve cıva daha düşük bir sıcaklıkta ısıtılınca bu yitimin geri kazanıldığını gösterdi.
Kuramlardaki ilerleme. Lavoisier, bu deneylerle, yanma sürecinin, oksijen ile karbonlu maddelerin tepkimeye girmesi sonucunda karbondioksit ve su oluşumu olduğunu, solunumun da biyolojik yanma olduğunu ortaya koymuş, daha genel olarak, kimyasal elementi, “ısıyla ya da kimyasal tepkimeyle daha basit maddelere ayrıştırılamayan madde” diye tanımlamıştı. Bileşik de, “iki ya da daha çok elementin belirli ağırlık oranlarıyla birleşmesi” diye tanımlandı. Bu yenilikçi anlayış, kimyayı niceliksel bir temele oturttu. Buna göre, her elemente bir sayı ya da bileşim ağırlığı verilebilirdi; bu sayı
w-» A -ı tnm l/TtİTrı olomontln hiloclL’ rJı ıctı ırHı ıoı ı aoırlıaı
birleşmesinden ya da yeniden düzenlenmesinden kaynaklanıyorlardı. Bununla birlikte, değişken olan bileşim ağırlıklarını atom ağırlıklarından ayırt etmenin kesin yolu, aşağı yukarı 50 yıl boyunca bulunamadı. Üstelik, molekül ağırlığı, yani belli bir bileşiğin standart sayıdaki molekülünün ağırlığı da, kesin olarak belirlenemedi.
- YÜZYIL VE XX. YÜZYIL BAŞI Yeni elementlerin bulunması ve sistemleştirilmesi. XIX. yy’ın ilk yarısında gün geçtikçe artan bir hızla yeni elementler bulundu. Elektrolizin, yani bileşiklerin elektrik akımıyla ayrıştırılmasının bulunması, o döneme kadar ısıyla ya da kimyasal tepkimelerle ayrıştırılamayan bileşiklerin parçalanmasını başlattı. Alkali metaller, toprak alkali metaller, silisyum ve halojenler laboratuvarda incelendi. Michael Faraday, bir elementin eşdeğer ağırlığını (bileşim ağırlığını) serbest bırakmak için gerekli akım miktarının bütün elementlerde aynı olduğunu gösterdi. Elektroliz, o dönemin kimyacılarının düşünüşlerini derinden etkiledi ve Jons Jacob Berzelius atomların birleşmesine ilişkin ikici ya da elektrokimyasal kuramı tanımladı: Bütün atomlar ya artı ya da eksi yüklüdürler ve moleküller, karşıt yüklü atomlar arasındaki elektrostatik çekimle oluşur.
Atom ağırlığı ile özgül ısının çarpımının bir değişmez olduğunu belirten (1819) Pierre Dulong ve A. T. Petit, bileşim ağırlıkları ile atom ağırlıkları arasındaki ayrım konusunda daha açık bir görüş ortaya attılar. Buna göre, bir elementin özgül ısısı belirlenince, yaklaşık atom ağırlığı elde edilebilir. Sonra, bileşim ağırlığının birtam- sayıyla çarpılmasıyla, kesin atom ağırlığı bulunabilir. Oksijene bağlanan söz konusu ağırlık kesin olarak belirlendi ve bu hesaplamada kullanılan tamsayı, “elementin değerliği” diye adlandırıldı. Yöntemi kullanan Berzelius, atom ağırlıklarını içeren bir çizelge oluşturmayı başardı.
Almanya’da Karlsruhe kentinde toplanan Birinci Uluslarası Kimya Kongresi’nde (1860), bileşim ağırlıkları ile atom ağırlıkları arasındaki fark, daha iyi açıklığa kavuşturuldu. Stanislao Cannizzaro, Amadeo Avogad- ro’nun ileri sürdüğü, aynı sıcaklıktaki ve basınçtaki gazların eşit hacimlerinde aynı sayıda molekül bulunduğu varsayımının, molekül ve atom ağırlıklarını belirlemekte kullanılabileceğini gösterdi. 1869’da Dmitri Mende- leyev’in, 1871’de de Lothar Meyer’in periyodik çizelgeyi hazırlamaları, atom ağırlığı programının doruk noktasını oluşturdu; çizelge, çok sayıda elementi atom ağırlıklarına göre sistemleştiriyor ve fiziksel özellikleri ile kimyasal özellikleri arasında bağıntı kuruyordu. Mendeleyev, bu sistemleştirmeyi daha da ileri götürerek, çizelgesini, o zamanlar bilinmeyen üç elementin özelliklerini tahmin etmek için kullandı. Söz konusu elementler (galyum, skandiyum ve germanyum), sırasıyla 1875’te, 1879’da, 1886’da bulundu ve özelliklerinin, Mendeleyev’in tahmin ettiği özelliklerle çarpıcı bir benzerlik sergilediği ortaya kondu. Daha sonra periyodik çizelge, Lord Rayleigh ve Sir William Ramsay tarafından bulunan helyum, argon ve neon gibi soy gazları da kapsayacak biçimde genişletildi.
Kimyasal bağlanma kuralları. XIX. yy’ın ilk yarısında birkaç karbon bileşiği yalıtılıp, arılaştırıldı ve tanımlandı. Bunun üstüne, Berzelius’un ikici elektrokimyasal kuramının, söz konusu bileşiklerin çoğunda rastlanan kimyasal bağlanmayı açıklamakta yetersiz kaldığı anlaşıldı.
özellikleri, atom ağırlıklarıyla ilişkilidir. Mendeleyev, artan atom ağırlığına göre bir elementler çizelgesi düzenlediği zaman, benzer özellikler taşıyan elementlerin periyodik olarak yinelendiklerini fark etmiştir.
Elektronegatif bir element olan klorun, metan (CH4) gazında elektropozitif bir element olan hidrojenin yerini alma yeteneği, bunu çarpıcı biçimde ortaya koydu. Durumu açıklamak için, köklerle ve türlerle ilgili bir kuram geliştirildi. CH3 gibi belirli atom gruplarının (köklerin), kimyasal tepkimelerde birer birim gibi işlev gördüğü ve sözgelimi HCI’de, hidrojenin yerini aldığı varsayımı ortaya atıldı. HCI, “tür” diye adlandırılan şeyi temsil ediyordu. Öbürtürlersu (HOH), amonyak(NH3), hidrojen (H2) ve metandı (CH4). Böylece bir kök, sudaki bir hidrojenin yerini alarak alkol, iki hidrojenin yerini alarak eter oluşturabiliyordu.
Kök ve tür kuramları, birçok bileşiği sistemleştirmesine karşın, günden güne artan sayıda tür bulunmadıkça, bütün bileşikleri sistemleştiremiyordu. Bu dönemde atom ağırlığı, eşdeğer ağırlık ve molekül ağırlığı arasında açık bir ayrım yapılamaması, karışıklığı daha da artırıyordu. Ama türler kuramının ve metal organik bileşikler üstündeki incelemelerin ortaya koyduğuna göre, her atom yalnızca değişmez sayıda atomu ya da kökü bağlayabilirdi; sözgelimi hidrojen bir, oksijen iki, azotsa üç atomu bağlayabilirdi. Ama Friedrich Kekule von Stradonitz ve A. S. Couper (1831-92), karbonun dört atomu bağlamakla kalmayıp, başka karbon atomlarına bağlanarak zincirler ve halkalar oluşturabildiğini ileri sürdüler. Böyle bağların sayısı, “elementin değerliği” diye adlandırıldı. Daha kolay anlaşılması için bu, elementin taşıdığı “kanca” sayısı gibi düşünülebilir.
Değerlik kuramı, Aleksandr Butlerov tarafından, organik kimyanın yapısal kuramının ortaya konmasınayol açtı. Bu kuram, bileşimi, molekül ağırlığı ve molekül formülü aynı, ama kimyasal özellikleri çok farklı olan metil eter ve etil alkol gibi iki bileşiğin (örnekte C2HsO) arasındaki farkları açıklamak için, bunları farklı yapısal formüllerle gösteriyordu (örnekte CH3—O—CH3ve C2H5—OH,-formüllerdekiçizgiler önemli değerlik bağlarını gösterir).
jacobus van’t Hoff (1852-1911) ve Joseph Le Bel, 1874’te bu formülleri genişletip üç boyutlu yaparak yeni bir alan olan stereokimyayı başlattılar. Stereokimya, yapıları aynı, ama özellikleri farklı bileşikler (stereoizo- merler) arasındaki farkları açıklamakla kalmıyor, yaşam süreçlerinde önem taşıyan belirli bileşiklerin optik etkinliklerini de açıklıyordu. Alfred Werner, stereokimya- nın ortaya çıkardığı düşünceleri çok geçmeden geçiş metallerinin karmaşık bileşiklerine uyguladı. XIX. yy’ın sonunda organik kimya, kapsamlı biryapı kuramına kavuşmakla kalmayıp, boyarmadde, parfüm, patlayıcı ve ilaç bireşimi için yeni yöntemler de geliştirmişti. Bu bireşimlerin başlangıç gereçleri, madenkömürü katranı
sanayisinden elde ediliyordu.
Fiziğin katkıları. XIX. yy’da kimyanın gelişmesi, mekanik, elektrik, magnetizma, termodinamik ve optik konularında önemli gelişmeler gerçekleştirilmiş olan fizikten büyük ölçüde bağımsızdı; bununla birlikte, iki alan arasında etkileşmeler vardı. Elektroliz ve kimyasal bataryalar (piller) elektrikle ilgiliydi. Bazı yeni elementler, özellikle Robert Bunsen tarafından, spektroskopiyle (“tayfgözlem”) saptandı. Sulu tuz çözeltilerinin elektrik iletkenliği, çözelti oluşturan tuzların yüklü parçacıklar halinde parçalandığını gösteriyordu. 1884’te Svante Arrhenius, elektrolitikle ayrışma kuramını geliştirdi. Yüzyılın ortalarında Germain Hess, Marcelin Berthelot ve julius Thomson, tepkime ısılarını ölçmek için termodinamiği kimyaya uyguladılar.| J.VVillard Gibbs Jr. heterojen dengelerin termodinamiğini geliştirdi ve evre (faz) kuralını belirledi (1876). Ayrıca istatistiksel mekanik dalını geliştirdi.
Spektroskopiyle kimyasal çözümleme. Gazların içinden elektrik akımı geçirerek bunları spektroskopi (tayfgözlem) yöntemiyle çözümleme olanağı, çok önemli bir yeni çözümleme yöntemi oldu. Erimiş katiların ve sıvıların içinden elektrik geçirmek için kimyasal elektrik bataryalarının kullanılması, yeni elementlerin yalıtılmasını ve ikili molekül yapısı kuramının geliştirilmesini sağladı. Bununla birlikte, bir cam tüp içinde düşük basınçlı gaz sağlayacak verimli bir vakum pompası bulununcaya kadar, gazların elektrolizi gerçekleştirilemedi. Böyle bir gaza elektriksel potansiyel uygulandığında, gaz iletken duruma gelir ve spektroskopla (tayfgözler) çözümlene- bilen gözle görülür bir ışıma üretir.
Bu boşalım tüpünün geliştirilmesi, modern fiziğin ve kimyanın gelişmesinde temel etkenlerden biri oldu. Boşalım tüpünün içindeki elektrik yükü taşıyıcılarının hem artı (kanal), hem de eksi (katot) ışınlar içerdikleri saptandı. Artı ışınlar, boşalım tüpünde farklı gazlar bulunduğu zaman farklı iyonlaşmış atomlardan oluşuyordu; ama katot ışınları, tüpte kalan gaz ne olursa olsun her zaman aynıydı. Sir Joseph John Thomson, 1897’de katot ışınlarının elektronlarolduklarını belirledi. Francis Aston, magnetik ve elektriksel alanları uygun biçimde düzenleyerek, bir kütle spektroskopu yaptı ve artı yüklü ışınların iyonlarını atom ağırlıklarına göre ayırmakta kullandı. Bu yolla, farklı türdeki atomları birbirinden ayırma olanağının bulunmasının yanı sıra, bazı elementlerin farklı ağırlıklarda atomlardan oluştukları da belirlendi (bunlara “izotop” adı verildi).
Boşalım tüpünden yayılan ışıma, görülür bir parlamadan oluşuyordu; bu parlama bir spektrografla (tayf- çeker) çözümlendiğinde, boşaltılmış boşalım tüpündeki gaz izlerine özgü ayrı tayf çizgileri gösteriyordu. En basit atom olan hidrojenin tayfının bile karmaşık görünmesi şaşırtıcı bir sonuçtu: Dalga boyları büyük bir kesinlikle belirlenebilen bir dizi ayrı çizgiden oluşuyordu. Bu karmaşıklığın açıklaması aşağı yukarı kırk yıl sonra yapılabildi. 1885’te Johann J. Balmer, hidrojenin görünür tayfındaki çizgiler arasında basit bir matematiksel ilişki bulunduğunu gösterdi. En uç morötesi (morüstü) ve kızılötesi (kızılaltı) bölgelerde de benzer bir ilişki saptandı. Böylece, hidrojen atomunun \ dalga boyundaki her tayf çizgisi, aşağıdaki tek formülle gösterilebildi.
1 _ / 1 1 \
çizgileri için de benzer bir formül bulundu.
Atomun yapısı. Niels Bohr, hidrojen atomuyla ilgili kuramını 1913’te ortaya attı. Bu kuram, hidrojen atomunun, çok büyük bir artı yüklü çekirdek ile çekirdeğin çevresinde belirli ayrı yörüngelerde (yörüngeler, “ku- vantum sayıları” denilen ve n harfiyle gösterilen tamsayılarla tanımlanır) dolaşan bir elektrondan oluştuğunu varsayıyordu. Bohr, atomun enerjisi ile elektronun yörüngesi arasında da bağıntı kurdu ve bu bağıntının r/ n2‘ye eşit olduğunu belirledi (burada r, elektron yörüngesinin yarıçapıdır). Ayrıca, ışık yayımının ve soğuru- munun, atomdaki iki yörünge arasında gerçekleşen “kuvantum sıçramasıyla belirlendiğini savundu. Rydberg değişmezini (R), bilinen fiziksel değişmezler açısından tanımlamayı ve değerini birkaç yüzdelik nokta içinde hesaplamayı başardı. Sonradan basit Bohr kuramı, başka atomları da kapsayacak biçimde genişletildi ve hidrojenle ilgili bir dizi kuvantum sayısı kullanılarak daha da geliştirildi.
Çok değerli yönlerine karşın, Bohr kuramının bazı eksikleri vardı; özellikle, kendi içinde tutarlı değildi. 1925’te Louis de Broglie, elektronların dalga özellikleri taşıdıklarını ileri sürdü. ABD’de Clinton Davisson ve Lester Germer, İngiltere’de de Sir George Thomson, elektronların billurlarla kırınımını göstererek bu savı doğruladılar. Erwin Schrödinger, kavramı geliştirerek, dalga mekaniğini kurdu; Paul Dirac, Werner Heisenberg ve John von Neumann da dalga mekaniğini geliştirdiler. George Uhlenbeck ve Samuel Goudsmit tarafından elektron dönüsünün (spin) bulunması, atom ve molekül yapısının anlaşılmasında çok büyük bir ilerleme sağladı; magnetizma ve kimyasal bağlanma kuramlarını önemli ölçüde etkiledi. Wolfgang Pauli’nin 1925’te dışlama ilkesini, Heisenberg’in de 1927’de belirsizlik ilkesini tanımlamaları, yeni bir kuvantum kuramının oluşturulmasını sağladı.
Gaz boşalımı tüpü de maddenin yapısı konusunda yeni bilgiler sağladı. 1895’te Wilhelm Roentgen, boşalım tüpünün yaydığı, maddelerin içinden geçebilen görünmez bir ışımayı (X ışınımı ya da röntgen ışını) buldu. Bu ışımanın ayırıcı özelliklerini, boşalım tüpündeki elektrot belirliyordu. 1913’te Henri Moseley, her elemente özel bir tamsayının, yani atom sayısının verilebileceğini göstermek için X ışını spektroskopisinden yararlandı ve atom sayısının çekirdekteki artı yüke eşit olduğunu, ayrıca elementin periyodik çizelgedeki konumuyla da ilgisi bulunduğunu ortaya koydu. Böylece Bohr’un basit kuramı genişleyerek, karmaşık atomları da kapsamına aldı. 1916-1920 yılları arasındaki dönemde Gilbert Lewis, Walter Kossel, İrving Langmuir ve Nevil Sidgvvick, atomun yapısı konusundaki bu son düşüncelerden yararlanarak, değerlikle ilgili bir kuvantum kuramı geliştirdiler. Kuram, Linus Pauling, Erich Huckel ve Henry Eyring tarafından daha da geliştirildi.
XX. yy’ın ilk yarısında, çekirdekle ilgili uzun erimli buluşlar yapıldı. Boşalım tüpünün yaydığı ve maddelerden geçebilen ışımayla dolaylı ilgisi bulunan deneyleriyle Antoine Becquerel, bütün uranyum tuzlarının bu tür ışınım yaydıklarını buldu. Buluşu, radyoaktiflik (ışınetkinlik) çağını başlattı. Marie ve Pierre Curie, radyoaktif polonyum va radyum elementlerini buldular. Sir Ernest Rutherford, doğal radyoaktiflik konusunda “ken-
Alman fizikçisi Wilhelm Conrad Roentgen, 1895’te X ışınlarını bulmuş ve 1901 ‘de ilk Nobel Fizik Ödülü’nü almıştır. Buluşu, bilim adamlarına atomun yapısına ilişkin
araştırmalarını genişletme olanağı sağlamıştır.
nükleer kimyanın başlamasını sağladı. 1932’de Sir ja- mes Chadwick’in nötronu bulması, İrene ve Frederick Joliot-Curie’nin yapay radyoaktifliği bulmasına, uran- yumötesi elementlerin bireşiminin yapılmasına ve çekirdek bölünmesinin (fisyonun) gerçekleştirilmesine yol açtı. Periyodik çizelge, Glenn Seaborg tarafından 103 atom sayısına kadar, karşımaddenin bulunmasıyla da eksi atom sayılarına kadar genişletildi. Çizgelgedeki boşluklar, gün geçtikçe artan sayıda izotopla dolduruldu.
YAKIN DÖNEMLERDEKİ GELİŞMELER inorganik kimya. İkinci Dünya Savaşı’nda yapılan araştırmalar, inorganik (ya da anorganik) kimya alanında gerçekleştirilen önemli ilerlemelerin itici gücü oldu. Atom silahı ve nükleer enerji projeleri nedeniyle, uranyum ve uranyumötesi elementlerle, flüor bileşiklerinin kimyasıyla, zirkonyum gibi yakıt elementi bileşenlerinin metalürjisiyle ilgili araştırmalar yoğunlaştı. Çekirdek bölünmesiyle (fisyon) oluşan ender toprak elementleri, kromatografi yöntemiyle arı halde ayrıştırıldı ve kimyasal incelemelerde’kullanıldı. Neil Bartlett, soy gazlardan bileşikler elde etti.
Günümüzde modern elektronik, inorganik kimyaya büyük ölçüde bağımlı duruma gelmiştir. Katı hal aygıtlarının yerini vakum tüpleri almış, vakumun yerine son derece saf katı matris kullanılmaya başlanmıştır. Germanyumun, silisyumun ve başka yarıiletkenlerin tek billurlarının oluşturulması, bir sanayiye dönüşmüştür. Renkli televizyon ekranlarında, güneş pillerinde, lazerlerde, ışıliletkenlerde, fotokopi işlemlerinde ve ısılelek- trik aygıtlarında bileşik, yarıiletkenler kullanılmaktadır. Modern bilgisayarlarda, ses ve görüntü kaydedici aygıtlarda, bilgileri depolamak için magnetik gereçler kullanılmaktadır. Mikroelektronik alanı, tek billur yongalar üstünde çok saf filmler oluşturmak için inorganik kimya tekniklerinden yararlanmaktadır.
“Karmaşık bileşikler” diye adlandırılan inorganik bileşikler grubunun, klasik değerlik bağlarının yanı sıra, düzenleşim bağlarıyla birleşmiş atomlar ya da atom grupları içerdiği de bulunmuştur. 1891’de Alfred Werner, butüraminleri, hidratları, çift siyanürleri, çift tuzlan sınıflandırmış ve bu atom gruplarını birleştiren ikincil bağların varlığını öngörmüştür. 1920 yıllarında Nevil Sidgwick, merkezdeki bir alıcı atom (çoğunlukla bakır gibi bir geçiş elementi) ile amonyak ya da klorür iyonu gibi belirli sayıdaki verici molekülleri göz önüne alarak, Werner’in kuramını yeniden tanımlamış, ikincil değerlik bağı, elektron çiftleri içeren bir düzenleşim bağı olarak gösterilmiştir. Karmaşık bileşiklerin stereokimyası, izomerliği ve optik özellikleri geniş biçimde incelenmiş, vericinin bir organik kök olduğu organometalik bileşikler, XX. yy’ın ortalarında yoğun biçimde araştırılmış, inorganik ve organik bileşikleri birbirine bağlayan yeni bir kimya geliştirilmiştir. Polimerler, plastikler (silikonlar), yükseltgenme gidericiler, böcek ve zararlı ot öldürücü tarım ilaçları gibi organometalik bileşikler geniş bir kullanım alanı bulmuşlardır. Ayrıca, hidrojenle- me ve polimerleştirme işlemlerinde katalizör olarak da kullanılmaktadırlar.
XX. yy’da, yapısal belirleme için birkaç teknik geliştirilmiştir. Bunların en önemlisi, X ışını kırınımıdır. Max von Laue, bir tek billurun (çinko sülfür billurunun) kırınım biçimini ilk olarak 1912’de elde etmiş, Von Laue, William H. Bragg ve oğlu William L. Bragg, bu kırınım biçimlerinin, billurdaki atom dizilişini belirlemekte kullanılabileceğini göstermişlerdir. Gaz moleküllerinin yapısı, elektron kırınımıyla, kızılötesi spektroskopisiyle ve mikrodalga spektroskopisiyle belirlenmiş, moleküller içindeki elektrik yükü dağılımı, maddelerin dielektrik özelliklerinden çıkarsanmış, magnetik ölçümlerden de önemli yapısal bilgiler elde edilmiştir. E. K. Zavoiski’nin 1945’te bulduğu paramagnetik elektron yankılaşımı, geçiş elementlerinin inorganik kimyasında ve köklerin incelenmesinde önemli bir araştırma tekniği olmuştur. Organik kimya. Organik kimya da XX. yy’da hızla gelişti. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce organik kimya kömür katranı sanayisine dayanırken, savaştan sonra petrol, başlıca organik bileşik kaynağı oldu. Plastik, lif ve çözücü sanayileri için petrokimya sanayisi ürünleri, binlerce tonluk partiler halinde üretildi. Değerli yeni ilaçların bireşimi yapıldı: Paul Ehrlich salvarsanın ( 1909) Sir Robert Robinson tropinonun (1917) ve antosiyaninlerin (1931), Sir Walter Haworth, E. L. Hirst ve Thadeus Reichstein C vitamininin (1933), Robert Woodward karmaşık alkaloyitlerin, Lord Alexander Todd nükleotitle- rin ve koenzimlerin, Gerhard Domank ilk sülfa ilacı olan prontosilin(1932), J. Trefoel sülfanilamitin (1936) bireşimini gerçekleştirdiler. Antibiyotik penisilin, 1957’de laboratuvarda elde edildi.
Organik kimyada yapısal belirlemeyi ve çözümlemeyi, modern teknikler kolaylaştırmıştır. Morötesi, görünür tayf ve kızılötesi spektroskopisi, X ışını kristalo- grafisi, kütle spektrometrisi, magnetik yankılaşım spekt- rometrisi, söz konusu tekniklerin başlıcalarıdır. Çeşitli kromatografi yöntemleri, karmaşık karışımların ayrıştı- rılmasını kolaylaştırmıştır.
Fiziksel kimya. Fizik ile kimyanın kesiştiği alandaki bir dal olan fiziksel kimya, kimyasal maddelerin makro özelliklerini ve basınç, sıcaklık, ışık, elektrik gücü, magnetik güç koşulları altında uğradıkları değişiklikleri inceler. Bir çözücü içinde erimenin (ya da kimyasal tepken- liğin) neden olduğu değişiklikleri de araştırır. Fiziksel kimyanın ayrı bir bilim olarak tanınmasına, Wilhelm Ostwald katkıda bulunmuştur.
XX. yy’da özel olarak incelenen konular arasında, İr- ving Langmuir’in incelediği gazların yüze tutunması, Giulio Natta ve Kari Ziegler’in inceledikleri kataliz, Sir Cyril Hinshelwood ve Nikolay Semenov’un inceledikleri kimyasal tepkimelerin kinetiği sayılabilir. Gazlara ilişkin kinetik kuramı, sıvı hal, çözelti kuramı, elektro- kimya ve termodinamik, Lars Onsager tarafından incelenmiş, İlya Prigogine, evre dengesi ve ışılkimya alanları ile maddelerin elektriksel ve magnetik özelliklerini araştırmıştır. “Üstüniletkenlik” adı verilen düşük sıcak- lıkolgusunun ilkolarak 1911’de gözlenmesinden sonra gerçekleştirilen gelişmelerle, 1980 yıllarında bilim adamları, nispeten yüksek sıcaklıklarda üstüniletken olan maddeler bulmuşlardır.
Kimyasal fizik. XX. yy’ın ikinci üçte birlik bölümünde,
kimyasal fizik, yeni bir bilim dalı olarak ortaya çıkmıştır. Kimyasal fiziğin fiziksel kimyadan ayrıldığı nokta, farklı kimyasal maddelerin mikroskopik özellikleriyle (tayflar, X ışını yapıları, mikrodalga spektroskopisi, magnetik yankılaşım incelemesi) ilgilenmesi ve ulaştığı sonuçları, atom ve molekül kuramları açısından yorumlamasıdır. Bu yorumlar, kuvantum kuramını temel alır.
Analitik kimya. Çözümlemede kullanılan standart ağırlık ve hacim ölçüm işlemlerinin yerini XX. yy’ın son yarısında araçsal yöntemler almıştır. Günümüzde uygulanan kimya öğretimi programında, söz konusu klasik çözümleme tekniklerinin öğretimi çok az yer tutar. Birkaç miligram ağırlığındaki örneklerin çözümlenmesine olanak sağlamak için1917’deFritz PregTingeliştirdiğimik- roteknikler, mikrokimyanın gelişmesinde ilk aşamayı oluşturmuştur: Günümüzde bu dal, nötron etkinleştirme, kütle spektrografisi ya da flüorışıl spektrometri yöntemlerini kullanarak yalnızca 100 atomu bile inceleyebilmektedir. X ışını soğurum spektrometresi, araştırmacılara, kimyasal maddelerin atom ve molekül yapılarını aydınlatma olanağı sağlamıştır. Bilim adamları, maddeyi atom düzeyinde ele almak için, bir tür elektron mik- roskopu olan tarayıcı tünelli mikroskopu kullanmakta, hızlı kimyasal tepkimelerin ayrıntılarını gözlemlemek için, kısa süreli ışık atımları yayan lazerlerden yararlanmaktadırlar.
Özet olarak, günümüzde kimya, deneysel çalışmalarda karmaşık araçlar kullanan, sonuçlan yorumlarken son derece gelişmiş bir kuramsal yaklaşımı benimseyen ve dünya ekonomisinin her kesimini etkileyen son derece gelişmiş bir bilim dalı haline gelmiştir.
kimya, fiziksel
Kimya biliminin temel alt bölümlerinden biri (öbür bölümler analitik kimya, organik kimya, inorganik kimya ve biyokimyadır). Fiziksel kimya, maddenin yapısını ve fiziksel ya da kimyasal dönüşümler sırasında ortaya çıkan enerji değişikliklerini inceleyerek, kimyasal gözlemleri kuramsal bir temele oturtmaya ve kimyasal tepkimeleri önceden kestirmeye çalışır. Adından da anlaşılacağı gibi, maddenin niteliğini inceleyen kimya ile enerjiyi inceleyen fiziğin kesişme alanında sayılabilir.
Fiziksel kimya terimi XVIII. yy’dan bu yana kullanılmakla birlikte, uzmanların çoğu, bir kimya alt dalı olarak fiziksel kimyanın, 1887’de Wilhelm Ostwald’in Zeitschrift für Physikalische Chemie’y\(Fiziksel Kimya Dergisi) kurmasıyla doğduğunda görüş birliğindedirler.
1900’e kadar, Alman üniversitelerindeki kimyacılar, fiziksel kimyada ağırlıklı rol oynadılar. Elektrolitlerin çözeltiler içinde ayrışması konusunda Svante Arrheni- us’un çalışmaları, Jacobus van’t Hoff’un çözelti incelemeleri, Walther H. Nernst’in elektrokimya ve termodinamik konusundaki çalışmaları, fiziksel kimya araştırmalarının ilk evresini oluşturdu. Bu ilk evre araştırmalarını yapanların öğrencileri başka ülkelere yerleştikçe, fiziksel kimya da, kimya biliminin temel bölümlerinden biri haline geldi.
- yy’da fiziksel kimyanın kapsamı genişlemiştir; günümüzde, kimyasal dengenin, yapının ve değişikliğin bütün yönleriyle fiziksel kimya kapsamına girdiği düşünülmektedir. Kimyasal sistemlerin gün geçtikçe daha kesin olarak ölçülmesi ve bu gözlemleri yeterince açıklamak için modeller ve kuramlar önerilmesi de, fiziksel kimyanın kapsamındadır. Fiziksel kimya, kimyasal sistemleri ve geçirdikleri değişiklikleri tanımlamak için, yaklaşık 50 yıldan bu yana gün geçtikçe artan bir biçimde, karmaşık matematik ve istatistik yöntemlerinden yararlanmaktadır. Günümüzde bilgisayar, birçok alandaki araştırmaların temel öğelerinden biridir.
Fiziksel kimya, maddelerin (katı ya da başka türlü) yığışım durumları, bu durumların özellikleri, sürdürülmelerinde rol oynayan güçler, bir durumdan öbürüne geçişler, farklı evrelerin kesişme alanında oluşan özellikler ve tepkimeler (sözgelimi, yapışma kimyası) gibi çeşitli bağımsız konular üstünde yoğunlaşmıştır. Fiziksel kimyacılar, maddenin bileşenlerinin atom ve molekül ölçeğinde düzenlenişini, atomların temel parçacıkları arasındaki güçleri, büyük moleküllerin ve karmaşık iyonların geometrisini ortaya çıkaran kimyasal bağları ve öbür güçleri incelemektedirler. Fiziksel kimyanın yoğunlaştığı başka bir alan da, kimyasal kinetik ve dengedir. Bu alan, atom düzeyinden molekül düzeyine kadar tepkimelerin hızlarını, bu hızları etkileyen etmenleri ve tepkimeleri denge durumuna getiren güçleri ele alır; kimyasal sistemler için geçerli olan termodinamik yasalarını inceler; bu incelemelerde, tepkimeler sırasında açığa çıkan enerji ile bu enerjinin yararlı işe çevrilmesine özel bir ilgi gösterilir. Çözeltilerin fiziksel ve kimyasal özellikleri ile özelliklerde yer alan parçacıklar arasındaki güçler de, temel inceleme konuları arasındadır.
Sözü edilen konuların tümü, temel fiziksel ve kimyasal özellikler ile değişiklikleri ayrıntılı bir matematiksel yaklaşımla ele alan kuramsal kimya kapsamında sınıflandırılabilir. Fiziksel kimya, daha birçok uzmanlık alanına da ayrılır. Sözgelimi, reoloji, maddenin biçimsel bozulmasını ve akışını inceler. Elektrokimya, sıvı haldeki ya da çözeltiler içindeki iyonları inceler (çünkü bunlar, uygun koşullar altında tepkimeye girerek elektrik enerjisi açığa çıkarır ya da dış kaynaklı bir elektromotor gücün etkisiyle tepkimeye girerler). Işılkimya, ışık ile maddenin etkileşmelerini ve farklı enerjili fotonların atomlar ve moleküller tarafından soğurulması sonucunda oluşan dönüşümleri ele alır. Polimer kimyası, yinelenen birimlerin oluşturduğu makromoleküllerin (kauçuğun, plastiklerin ve yapay liflerin) oluşumunu, yapısını ve özelliklerini inceler. Bununla birlikte, bazı bilim adamları fiziksel kimyayı böyle ayrı alanlara bölmeye çalışmak yerine, genelde bütün kimya alanlarına yönelik temel bir yaklaşım olduğunu ileri sürmektedirler.
kimyasal bağ
Ayrı atomların, elektron paylaşımı ya da aktarımı yoluyla bir molekül oluşturmak için biraraya gelmesi. Kimyasal bağlar, etkileşmelerin niteliğine bağlı olarak, zayıf ya da güçlü olabilir. Bileşiklerin çoğunun fiziksel ve kimyasal özellikleri, büyük ölçüde, bu bağlanma güçlerinden ileri gelir.
iyon bağı, iki ya da daha çok atom birleşerek molekül oluşturduğunda, var olan elektronlar için bir yarışma başlar ve sonuçta bir ya da daha çok elektron aşağı yukarı tam olarak aktarılır. Geriye kalan yüklü atomlar, eksi yüklü anyonlar ile artı yüklü katyonlar arasındaki elektrostatik güçlerle sağlam biçimde bağlanır. İyon bağının oluşması için, “iyonlaşma” adı verilen süreçle bir atomdan bir elektronun uzaklaşması gerekir; bunun için gerekli enerjiye, “atomun iyonlaşma potansiyeli” adı verilir; öbür atom bir elektron kazanır ve elektron kazanma yeteneğine, “elektron ilgisi” denir. Sözgelimi, sodyum ve klor atomları biraraya geldiğinde, sofra tuzu (NaCI) oluşur; bu olay, daha doğru olarak Na+ Cl’ biçiminde gösterilebilir.
iyon bağı, tuzlar gibi inorganik bileşiklerde yaygın-
dır: Bunlarda yükler, nispeten küçük iyonlara kolayca yerleşebilir. Daha karmaşık katilarda, iyonlar üçboyutlu düzenlemeler oluşturur; bunlarda temel bir çatı, billurlarda çok açık olarak gözlenen yapıları oluşturmak için yinelenir. Tek bir anyon birkaç komşu katyon tarafından paylaşılabilir; böylece oluşan yığışım ağı, çok basit örgülü yapılara yol açar. İyon bağları nispeten güçlü olduğu için, bu bağları içeren katilar genellikle sağlam gereçlerdir; belirli dilinme biçimleri vardır; ergime noktaları yüksektir.
İyon bağı, var olan elektronlar için girişilen yarışmanın sonucunda oluşur. Bu özelliğin pratik bir ölçüsü, “atomun elektronegatifliği” diye adlandırılır. Bu konuda birkaç göreli ölçek önerilmiştir; bunların tümü, her atomun elektron ilgisi ile iyonlaşma potansiyelini karşılaştırır. Linus Pauling’in geliştirdiği başka bir yöntemdeyse, bir atomun bir dizi bileşik içindeki bağlanma enerjileri ve o atomun kendisiyle bağlanma enerjisi karşılaştırılır.
Elektronegatifliği yüksek bir element, genellikle, kimyasal bağ oluştururken bağlanan elektronlardan daha çok pay alır. Belirli bir bileşikteki atomların elektro- negatiflikleri arasında büyük uyuşmazlık varsa, eşitsiz paylaşım sonucunda bir ya da iki elektron bütünüyle aktarılabilir ve bir iyon bağı oluşabilir.
Ortaklaşma bağı. Elektronları bağlamak için girilen yarışma, iyon bağında olduğu kadar şiddetli değilse, atomların varolan dış elektronları paylaşılır ve bir ortaklaşma bağı (“ortak değerlikli bağ” ya da “kovalent bağ” da denir) oluşur. Kolayca katkıda bulunan dış elektronlar, değerlik elektronları diye adlandırılır. Sözgelimi, her birinin değerliği bir olan iki hidrojen atomu birleşe- rek iki atomlu H2‘molekülünü oluşturabilir; paylaşılan iki elektron, tek bir ortaklaşma bağı oluşturur. İki atom birbirine yaklaştıkça, atomlardan birinin elektron bulutu, öbürünün artı yüklü çekirdeğinin çekim gücünü “algılar”. Atomlar arasındaki kısa uzaklıkta, bu çekim, artı yüklü iki çekirdeğin ve iki elektron bulutunun itmeleriyle karşılaşır. Dengelenmenin en çok olduğu noktada, istenen ayrılma gerçekleşir ve bu uzaklık, çekirdeklera- rası denge uzaklığına ya da bağ uzunluğuna eşittir. H2‘de bu ayrılma uzaklığı 0,74 angströmdür (1 angstrom = 10‘10 metredir). Ayrılan atomların enerjisi (genellikle 0 olarak alınır) ile H/nin dengelenme enerjisi arasındaki fark, bağ enerjisidir ve her mol için 435i kilo- jouledir (kj/mol).
Genel olarak, atomların elektron dizilişlerinde, ortaklaşma bağına katılan svepyörüngeleri(yadayörün- gemsileri) bulunur; ama bu katılımın oluşabilmesi için, atomların elektronegatiflikleri arasındaki fark, iyon bağına yol açacak kadar büyük olmamalıdır. Birçok kararlı bileşik, değerlik kabuğundaki açıklıkları doldurmak için elektronların paylaşılmasıyla oluşur; iki elektron, bir s yörüngesini ve altı elektron, üç pyörüngesini doldurur. Bileşiğin her atomunda toplam 8 olan kapasiteye ulaşılırsa, “sekizli kuralı” denilen kurala uyulur. Sözgelimi, flüor atomunun 7 değerlik elektronu vardır ve iki atomlu F2 molekülünde bir elektronu da paylaşarak 8 elektronlu kapalı kabuk düzenlenişini sağlar.
Birden çok elektron çiftinin paylaşıldığı çoklu bağlar da oluşabilir. Değerliği 6 olan oksijen atomu, iki elek- tron çiftim paylaşarak sekizli kuralına uyar. Azot molekülü (N2), 3 elektron çiftinin paylaşıldığı üç\ü bağ oluşumuyla gerçekleşir. Ortaklaşma bağları, özellikle çoklu bağlanma gerçekleştiğinde, nispeten güçiüdürler ve bu maddelerin artan kimyasal kararlılığı dikkat çekicidir. Büyük hacimdeki maddenin fiziksel özellikler», çok daha zayıf olan moleküllerarası güçler tarafından denetlenir; dolayısıyla, ortaklaşma bileşiklerinin çoğununerime ve kaynama noktaları düşük ya da orta derecededir.
Periyodik çizelgedeki daha ağır elementlerde, |d elektronları da bağ oluşumuna katılabilir; bu durumda değerlik kabuğu genişleyerek sekizli sınırını aşar. Sözgelimi, kükürt heksaflüorürde (SF6), altı S-F bağı vardır ve merkezdeki kükürt atomu altı elektron çiftini paylaşır. Birçok durumda, tek biratom, başka biratomun boş yörüngesine tam bir elektron çifti verebilir. “Düzenle- şim ortak bağı” denilen bu tür bağlar, geçiş metali bileşiklerinin ve karmaşık bileşiklerin kimyasında yaygındır.
Ayrıca bazı bağları, “iyon ortaklaşma bağı” diye adlandırmak uygun olur; çünkü elektronların paylaşılmasına karşın, bileşikteki atomların elektronegatiflikleri arasındaki fark, paylaşmanın eşitsiz olmasına yol açar. Atomlardan biri elektronları yanına çektiği için hafifçe negatif yüklü, öbür atomsa hafifçe pozitif yüklü olabilir. Küçük yüklerin bu biçimde ayrılması, moleküler çift kutup momentine yol açar ve kutupsal bağla sonuçlanır. Hidrojen klorürde(HCI), klor atomu daha elektronegatiftir ve kısmen eksi yüklüdür. Hidrojen atomuysa kısmen artı yüklüdür. Elektron tam olarak aktarılmadığı halde, artan iyon özelliği, bağın nispeten güçlü olmasını sağlar.
Metal bağı. Periyodik çizelgedeki metalik elementlerin iyonlaşma potansiyeli nispeten düşük olduğu için, elektronlar kolayca uzaklaştırılırlar ve metalik katiların çoğunda hareketlidirler. Bunun sonucu olan artı iyonlar, genişlemiş bir üçboyutlu diziliş içinde yer alırlar; ama elektronlar yöresizleşir. Bu maddelerin yüksek ısı iletkenliği, dayanıklılık, yüksek kaynama noktası, yüksek yoğunluk, renk veelektrik iletkenliği gibi özelliklerinin birçoğu, hareketli elektronlardan kaynaklanır. Yalnızca birkaç iyon yığışması şeması uygulanabilir ve X ışını çözümlemesi, metal iyonlarının genişlemiş örgülü yapı içinde kazandığı bağ uzunlukları ve geometrik şekiller konusunda ayrıntılı bilgi sağlar. Basit küp biçimi şekiller, ortada başka bir iyonun bulunduğu küp biçimi şekiller ve altıgen yığışma, en sık rastlanan şekillerdir. Metal alaşımları, erimiş haldeki metallerin karıştırıldıktan sonra dikkatlice soğutulmasıyla elde edilir. Bu yolla oluşan gereçlerin özellikleri, bileşenlerinin özelliklerinden genellikle çok farklıdır.
Van der VVaals bağı. Kapalı kabuklu iki kararlı molekül de, “Van der Waals” güçleri ve “London güçleri” adı verilen zayıf güçler aracılığıyla etkileşmeye girebilir. İki molekülün elektron bulutları etkileştiğinde zayıf bir itme ortaya çıkar; “Van der VVaals gücü” adı verilen bu dengesizleştirici etkileşme sonucunda, elektron dağılımı kısa süre bozulabilir ve anlık (kalıcı olmayan) bir çift- kutup momenti oluşabilir. Bu geçici çiftkutuplar (London güçleri) etkileştiğinde, “Van der VVaals” itmesini alt edebilen küçük çaplı bir dengesizleşme geçekleşir ve zayıf, kimyasal olmayan bir bağ oluşur. Bu bağlanma biçimi, en çok, kapalı kabuklu ender gaz atomlarının etkileşmelerinde ve küçük moleküllerin düşük sıcaklıklarda birleşimsel bağlanmasında önem taşır. Bu bağ zayıftır (gücü genellikle ortaklaşma bağının binde biri kadardır). Sıvı azot ve helyum gibi düşük sıcaklıklı kriyoje- nik maddelerin ya da bunların daha da düşük sıcaklıktaki katı hallerinin özellikleri, bu tür zayıf etkileşmelerden kaynaklanır.
Hidrojen bağı. Birçok ortaklaşma molekülünde bulunan çiftkutup momentlerinin etkileşmesinin yol açtığı zayıf çekim güçleri, kararlılaşmaya ve birleşimsel bağlanmaya neden olabilir. Su (H20) ya da amonyak (NH3> gibi moleküllerdeki hidrojen atomları, ikinci bir bileşikte bulunan oksijen ya da azot atomlarının üstündeki yalnız elektron çiftleri gibi eksi yüklü bir merkezle etkileşmeye girebilirler. Etkileşme enerjileri, tipik olarak, bir ortaklaşma bağının enerjisinin yalnızca % 5’i kadardır; ama birçok fiziksel ve kimyasal süreç açısından çok önemlidir. Sözgelimi, suyun ve buzun yapısı, “hidrojen bağı” denilen bu bağların karışık etkileşmelerinin sonucudur. Buz, gerçekte, sıcaklığa ve uygulanan basınca bağlı olarak birçok farklı billur yapısı oluşturur; bu çeşitlilik, karmaşık hidrojen bağı şekillerinin farklı biçimlerde düzenlenebilmesinden ileri gelir. Çoğunlukla biyokimyasal sistemlerin yapıları da kısmen, hidrojen bağı etkileşmelerinin sonucu olarak belirlenir; bu, DNA’da özellikle belirgindir. Ortaklaşma bağıyla bağlanmış birçok kutupsal bileşiğin erime ve kaynama noktaları, hidrojen bağlarını kırmak için ek enerji gerektiğinden, anormal derecede yüksektir.
Bağ uzunlukları ve bağ enerjileri. Çeşitli bileşiklerin yapısal özellikleri ve kimyasal kararlılıkları, bağlarının güçlerini yansıtır. Bir dizi ortaklaşma bileşiği içinde, bağ gücü, genellikle, “bağ düzeni” diye adlandırılan bağların sayısıyla ilgilidir. LJçlü bağlar genellikle çift bağlardan daha güçlüdür; tek bağlarsa, ikisinden de zayıftır. Çekirdeklerarası uzaklık ya da bağ uzunluğu, genellikle bir bağıntı eğilimi gösterir; bağ uzunluğu azaldıkça bağ güçlenir.
Molekül yörüngesi kuramı. Ortaklaşma bağlarında paylaşılan elektronlarla ilgili tablo, bağ oluşumu ve enerjisi konusunda niceliksel ilişkiler geliştirmek için yararlı olmakla birlikte, daha genel ve gerçekçi bir yaklaşımda, kuvantum mekaniğinden yararlanılır. Bütün atomların değerlik elektronları, bileşiğin bağ özelliğine katkıda bulunur ve bütün molekül için bir dizi enerji düzeyi, atom yörüngelerinin basit tasarımlarından yararlanılarak yaratılabilir. Nitekim, 5 yörüngeleri, H2‘de bağlanmayı sağlayan molekül yörüngesinin oluşumuna katkıda bulunabilir; atom yörüngeleri yıkıcı bir katkıda bulunarak, bağlanmada kullanıldığında kararlılığı ortadan kaldıran başka bir molekül yörüngesi oluşturabilir; vb. Böyle bir yaklaşım, farklı atom yörüngelerinin karışarak eşdeğer yörüngeler oluşturduğu durumlarda özellikle yararlıdır. “Melezleşme” adı verilen bu olgu, çok atomlu moleküllerinibağlanma şemalarında önemjtaşır.
Birçok sistemde, paylaşılan elektron tablosunu oluşturmak güçtür; çünkü bütünsel olmayan bağ düzenleri, bağlanma olayını daha kolay tanımlamaktadır. Benzende (C6H6) her karbon, hidrojenle bir elektron çiftini, komşu iki karbonun her birisiyle de birer elektron çiftini paylaşır. Geriye kalan altı değerlik elektronu, sanki her karbon atomu çiftinin arasında başka bir yarım bağ varmış gibi, benzen halkasının çevresinde paylaşılır ya da yöresizleşir. Bu yöresizleşmiş elektron tasarımı, altı kar- bon-karbon bağının tümünün aynı uzunlukta olduğu ve bağ uzunluğunun, karbon- karbon tek bağlan ile çift bağları için beklenen uzunluklar arasına düştüğü yolundaki gözlemle uyuşmaktadır. Rezonans (yankılaşım) yapılarının çoğunlukla, birbiriyle alışverişe girebilen almaşık tek ve çift bağlan tanımladığı kanıtlanmış olmakla birlikte, bu yalnızca, yöresizleşmiş elektronlara ilişkin şematik birgörüştür. Basittekyadaçoklu bağları bulunmayan moleküller ele alınırken, rezonans yapılarının kullanılması yararlı bir tekniktir.
kimyasal bileşik
İki ya da daha çok elementin kimyasal bağlarla birleşe- rek oluşturduğu madde. Kimyasal bileşik, kimyasal tepkime yoluyla oluşturulabilir ya da parçalanabilir; ama kromatografi gibi mekanik ya da fiziksel ayrıştırma teknikleriyle oluşturulamaz ve parçalanamaz. Kimyasal bileşiğin en küçük birimi moleküldür; bununla birlikte, molekül her zaman bir kimyasal bileşik değildir; bazen aynı elementin atomlarından da oluşur. Sözgelimi, su molekülü (H20) bir bileşiktir; ama oksijen gazı molekülü (02) kimyasal bileşik değildir.
Elementler, belirli bir bileşik oluşturduklarında bireysel özelliklerini yitirirler. Sözgelimi, tepkimeye girme özelliği çok yüksek bir metalsi element olan sodyum (Na) ve zehirli bir gaz olan klor (Cl) birleşerek, beyaz billurlu bir yapı olan sofra tuzunu (NaCI) oluştururlar. Kimyasal bileşiklerdeki elementler her zaman belirli oranlarda birleşir; sözgelimi, su molekülü (H20) iki hidrojen atomu ve bir oksijen atomundan, hidrojen peroksitse (H202), iki hidrojen atomu ve iki oksijen atomundan oluşur. Buna karşılık, bir karışımı oluşturan maddeler değişken oranlardadır ve her madde kimliğini korur. Karışımı hazırlamak ya da ayrıştırmak için kimyasal tepkime gerekmez. Hava, buzlu çay ve çimento, karışımlara örnek gösterilebilir.
Elementlerin bileşik oluşturma yollarını tanımlamakla ve ölçmekle uğraşan kimya dalı, “stokiyometri” diye adlandırılır. Kimyasal bileşiklerin yapısını tanımlarjıak için, kimyasal simgeleme sisteminin standart biçimleri kullanılır (Bk. KİMYASAL SİMGE). Stereokimya alt dalıysa, kimyasal bileşiklerin olası üçboyutlu düzenlenişini tanımlar. Canlı organizmalarda kimyasal bileşiklerin ortaya çıkması ve parçalanması olgusu, “metabolizma” diye adlandırılır.
kimyasal bileşim yasaları
XIX. yy. başlarında ortaya konan, kimyada nicel ölçüm- lemenin ilk kez kullanılmasının sonuçlarından biri olan yasalar.
1799’da Joseph Proust, belirli oranlar yasasını (“değişmez bileşim yasası” da denir) ortaya atmıştır. Buna göre bileşikler, nasıl elde edilirlerse edilsinler, her zaman belirli ve değişmez oranlarda elementlerden oluşurlar. Sözgelimi tebeşir ya da kalsiyum karbonat (Ca- C03), her zaman ağırlıklı olarak % 40 kalsiyum, % 12 karbonat ve % 48 oksijenden oluşur.
1803’te John Dalton, katlı oranlar yasasını geliştirmiştir. Bu yasaya göre, iki element birden çok bileşik oluşturmak için birleşirse, birinci elementin değişmez bir ağırlığıyla birleşen ikinci elementin ağırlıklarının oranı küçük bir tam sayı olur. Sözgelimi, karbon ve oksijen iki bileşik oluşturabilir: Karbon monoksit, karbon diok- sit. Karbon monoksitte 12 g karbon 16 g oksijenle birleşir; karbon dioksittevseaynı ağırlıktaki (12 g) karbon, 32 g oksijenle birleşir. Dolayısıyla, 12 g karbonla birleşen oksijenin ağırlık oranı 32/16 ya da 2’dir. Dalton’un da önerdiği bileşim ağırlıkları yasasına göre, her bileşikte bir elementin ağırlık oranı, o elementin atom ağırlığıyla ya da atom ağırlığının katlarıyla gösterilir (bu yasa, atom kuramından önce ortaya atıldığı için, daha genel sözlerle dile getirilmiştir). Bileşim ağırlıkları yasasının, doğrudan doğruya atom kuramından yola çıktığı saptanabilir. Su (H20) örneği ele alındığında, her su molekülü iki hidrojen atomu (atom ağırlığı 1) ile bir oksijen atomundan (atom ağırlığı 16) oluşur. Yani bütün su molekülleri, ağırlık olarak 2 bölüm hidrojen ile 16 bölüm oksijenden olmuştur. Bütün öbür bileşikler de benzer biçimde çözümlenebilir.
Nicel deneysel tekniklerin ilk kez kullanılmasına dayanılarak önerilen bu üç yasa, Dalton’un atom kuramını geliştirmesini (1803) sağlamıştır.
kimyasal denge: Bk. kîmyasal kînetİk ve
kimyasal enerji
Kimyasal tepkimeler, genellikle, ısı ya da ışık soğurul- ması ya da yayılması biçiminde gözlemlenen enerji değişiklikleriyle birlikte oluşur. Kimyasal bağların oluşmasıyla ve kopmasıyla ilgili olan söz konusu enerji, “kimyasal enerji” diye adlandırılır. Germain Henri Hess, kimyasal tepkimelerde açığa çıkan ısı miktarlarını dikkatle ölçüp, oluşan ya da soğurulan ısı miktarının, ara maddelere bağlı olmaksızın, belli bir tepkenler ve tepkime ürünleri dizisi için aynı olduğunu ortaya koymuştur. Bu genellemeye “Hess yasası” adı verilir. Yaptığı pek çok katkıdan dolayı Hess, “ısılkimyanın kurucusu sayılmaktadır.
Enerji değişiklikleri bir ısıölçerle (kalorimetre) ölçülür. Isıölçer, genellikle, tepkimeden önce ve sonra sıcaklığı ölçülen belirli miktarda suyla çevrili bir tepkime kabıdır. Suyun ve kabın ısı sığaları bilindiği için, soğurulan enerji miktarı (sıcaklığın tepkime nedeniyle düşüşü) ya da açığa çıkan enerji miktarı (sıcaklığın tepkimeyle yükselişi) hesaplanabilir. Tepkime, ısı soğurulursa “ısıalan” (endotermik), ısı açığa çıkarsa ısıveren (ekzoter- mik) diye nitelendirilir (Bk. ISIALAN VE ISIVEREN TEPKİMELER).
Molekül yapısı, kimyasal bağdan dolayı, kimyasal enerjiyle ilgilidir. İki atom arasındaki bağı kırmak için, enerji gerekir. Bunun tersi olan bağ oluşumu süreciyse, enerji açığa çıkarır. Dolayısıyla, bağ kopması ısıalan, bağ oluşumuysa ısıveren birer tepkimedir. Bağ ne kadar güçlüyse, koparmak için de o kadar çok enerji gerekir. Buna karşılık, bağ oluşurken de, daha çok enerji açığa çıkar. Bir kimyasal tepkimenin ısı etkisi, tepkime sürecinde oluşan ya da kopan kimyasal bağların tipine ve sayısına bağlıdır.
Kimyasal enerji, farklı bir enerji biçimine çevrilerek çok çeşitli alanlarda kullanılır. Kömür ve petrol gibi fosil yakıtlar, sanayide kullanılan enerjinin çoğunu sağlarlar. Kömür temel olarak karbondur ve oksijenli bir ortamda karbon dioksit ile ısı enerjisi üreterek yanar. Bu tepkime, yanan her karbon molekülü için 94,1 kcal (kilokalori) verir. Benzinin bileşenlerinden biri olan oktan (C8H1B), oksijenle yanarak her bir mol oktan için 1 300 kcal verir. Pil, kimyasal enerjiyi doğrudan elektrik enerjisine çevirir; bazı kimyasal maddeler birbirine karıştırıldığında, ateşböceğinin ışığına benzer biçimde doğrudan ışık üretirler.
Bütün canlılar kimyasal enerji kullanır. Bu enerji bütün yaşam süreçlerinin itici gücüdür. Organizmadaki ısıveren tepkimelerde açığa çıkan kimyasal enerji, yaşam için gerekli olan ısıalan tepkimelerde yakıt olarak kullanılır. Bu enerji aktarımı, kimyasal enerjinin doğrudan kullanımıdır.
kimyasal fizik: Bk. kimya (tarih).
kimyasal kinetik ve denge
Bir kimyasal tepkimenin yararlı bir ürün oluşturmak için sürme derecesi ve bu dönüşümün tamamlanması için gerekli süre, modern kimyanın iki önemli yönüdür. Kimyasal kinetik, bir tepkimenin ürün molekülleri oluşturma hızında önem taşıyan etmenleri inceler; ürünlerin ve tüketilmeyen tepkenlerin (tepkimeye giren elementlerin) sonuçtaki dağılımı, sürecin niteliğine dayanılarak çoğunlukla önceden belirlenebilir ve bu dağılım, ulaşılan kimyasal dengeyi temsil eder.
KİMYASAL KİNETİK
Kimyasal kinetik, kimyasal tepkimelerin hızlarını ve hem ürün molekülü veriminde, hem de tepkiyen türlerin tüketilmesinde belirleyici olan etmenleri inceler. Bu süreci en basit düzeyde tanımlayan ayrıntılı molekül tablosu, “tepkime mekanizması” diye adlandırılır. Tepkime hızlan. Bir tepkimenin ürün oluşturmak için ilerleme hızının ölçüsü, deneysel ölçümlere dayalı bir bağıntı olan tepkime hızı yasasıyla dile getirilir. A ve B molekülleri, Cve Dürünlerini oluşturmak için tepkimeye girerse, bu süreç şöyle yazılabilir:
A + B -> C + D Tepkime hızı, /\ ya da B’nin tükenme ya da C ya da C7nin oluşma hızını belirtir ve
Hız = k [ A] | B |
denklemiyle gösterilebilir; burada k, oransallık değişmezidir (hız değişmezidir); A ve 6’nin çevresindeki köşeli parantezlerse, hız denkleminde bunların derişimle- rinin kullanılacağını gösterir. Tepkime, A’nın bir molekülü ile B’nin bir molekülünün çarpışması sonucunda kimyasal ürünlerin oluştuğu bir çarpışmadan ileri geliyorsa, bu tür yalın bir hız yasası uygundur. Söz konusu çarpışma, temel bir sürecin (bu durumda, iki moleküllü bir tepkimenin) örneğini oluşturur ve basit hızla birleşme doğrudan doğruya gerçekleşir. Tepkimenin mole- külerliği (moleküllüğü) temel sürece katılan tepken moleküllerinin sayısıdır (örneğimizde, iki).
Yalnızca iki kimyasal bileşenin katıldığı birçok tepkime bundan daha karmaşıktır ve “kimyasal ara maddeler” adı verilen kararsız türleri de kapsar; bu kararsız türler, tepkime denkleminde görülmez. Böyle durumlarda tepkimenin gösterilmesi daha karışıktır ve tepkimeye giren bileşenlerin derişimlerinde deneysel değişiklikler yapılarak belirlenmelidir.
Yüzeydeki tepkimeler, kimya sanayisinde son derece önemlidirler ve genellikle çok verimli olurlar. Katı bir madde, bir tepkime karışımında çözündürülürse, parçacıkların yüzey alanı, maddenin karışımla temasını ve tepkime hızını kısıtlar. Çok ince öğütülmüş tozların büyük yüzey alanları, genellikle tepkenliğin artmasına yol açar.
Sık oluşan başka birtepkime de tek moleküllü süreçtir; Bu süreçte tek bir kimyasal bileşen ayrışarak ürün oluşturur. Bunun kinetik gösterilişi şöyledir: Hız = k [Tepken], Bu tepkimenin moleküllüğü birdir. Yüksek sıcaklıkların ya da morüstü ışımanın neden olduğu birçok basit tepkime böyle ilerler.
Bir tepkimenin derecesi, hız formülündeki derişim terimlerinin üst sayılarının basit toplamıdır. Tek moleküllü süreçte tepkime derecesi birdir. İki moleküllü tepkimedeyse derece ikidir, çünkü hem [A], hem de [B]birinci kuvvete yükselir. Daha karmaşık süreçler söz konusu olunca, hız yasasında kesirli üstler ve eksi üstler bulunabilir; tepkimenin derecesi, ara maddelerin varlığını ya da tepkimenin gizli karmaşıklığını yansıtır.
Ürünlerin ya da kimyasal ara maddelerin oluşumunu çoğunlukla moleküller arasındaki çarpışmalar denetlediği için, tepkimelerin dinamikleri, kinetik madde kuramına dayanan basit bir modelle ele alınabilir. Tepkenlerin derişimlerindeki artışın, gözlenen tepkime hızı üstündeki etkisi, artan çarpışma sayısı açısından incelenebilir. Genellikle karmaşık bir konu olan sıcaklığın tepkime hızı üstündeki etkisi, tepkime karışımının sıcaklığı
arttıkça, tepkenlerin de daha yüksek hızlara ve enerjilere ulaşmalarıyla ilgilidir. Ürünlerin oluşmasını saklamak için bir miktar enerjinin eklenmesi gerekiyorsa, yalnızca moleküllerin bir araya getirilmesi yeterli değildir. Söz konusu enerji, tepkimenin “etkinleşme enerjisi”dir. Etkinleşme enerjisinin yüksek olması, genellikle tepkimeyi kısıtlar ve tepkime hızının yavaş olmasına yol açar. Sıcaklığın, dolayısıyla da tepkenlerin enerjilerinin yükseltilmesi, tepkime hızını artırma yöntemlerinden biridir. Katalizörler. Tepkime sürecini hızlandırmak için tepkime karışımına katılan, ama kendisi tüketilmeyen maddelere “katalizör” (tezgen) denir. Bu maddelerin çok az miktarlarda katılması, tepkime hızını birkaç kat ‘artırabilir. Katalizörün rolü, mikroskopik ölçekte karmaşık olabilir; ama sonuçta bu madde, tepkimenin etkinleşme enerjisini belirgin biçimde düşürür. Birçok durumda, normal olarak yüksek sıcaklıklar gerektiren tepkimeler oda sıcaklığında gerçekleştirilebilir; bu da elektrikten ya da ısıtma yakıtından önemli tasarruf sağlar. Biyolojik sistemlerde, “enzim” adı verilen çok seçici biyokimyasal katalizörler kullanılarak, birçok yavaş süreç hızlandırılır.
KİMYASAL DENGE
Tepkime hızlarıyla ilgili yukardaki bölümde, belirtilen genel süreçler ürün oluşmasıyla sonuçlanıyordu ve tepkimeler, yazıldığı gibi soldan sağa ilerliyordu. Oysa birçok süreç tersinir nitelik taşır ve
aA + bB cC + dD
biçiminde yazılması daha doğru olur. Burada ileri ve geri adımlar iki yönlü okla gösterilir. Ave B bileşenlerinin, Cve D bileşenlerinin ya da üç bileşenin (ya da dört bileşenin) tümünü oluşturduğu karışım, değişmez sıcaklıkta bir tepkime kabına konulursa, tepkimeler ilerler ve sonunda özel bir duruma ulaşır. İleri ve geri tepkimenin hızları bu noktada eşittir. Bu son duruma, karışımın özgün bileşiminden bağımsız olarak ulaşılır ve kendiliğinden bir biçimde yaklaşılır. Bu noktada kimyasal denge kurulmuştur ve daha sonra karışım incelendiğinde, kimyasal bileşenlerin derişimlerinde hiçbir net değişiklik olmadığı görülecektir.
Denge durumunda tepkime bileşenlerinin derişim- leri, kütle eylemi formülüyle şöyle gösterilebilir:
„ _ ıcr ¡D]d
eq |A]J |B]b
Burada her bileşenin derişimi, tepkime denklemindeki stokiyometri katsayısının gücüne yükseltilir. Sonuçta oluşan denge değişmezinin (Keq) değerleri, tepkimenin soldan sağa ilerleme|derecesini yansıtacak biçimde büyük ya da küçük olabilir. Hidrojen ve oksijenin suya dönüşmesi
2H2 + 02 ^ 2H20 biçiminde yazılır. Kütle eylemi formülüyse şöyledir:
Değerin büyük olması, tepkimenin çoğunlukla soldan sağa ilerleyerek su oluşmasını sağladığını gösterir. Tepkimelerin hızları konusunda ya da sistemin bu dengeye ulaşması için gerekli |süre konusunda|bir şey (söylenemez. Gerçekte, tepkimeyi hızlandırmak için bir katalizör ya da aşırı yüksek sıcaklıklar kullanılmazsa, bu denge durumuna ulaşmak için gerekli süre yüzyıllarla ölçülebilir.
LeChatelier İlkesi. Bir kimyasal sistem denge durumuna ulaşınca, sıcaklık ya da basınç değişikliklerinden ya da kimyasal türlerin eklenmesinden (ya da çıkarılmasından) kaynaklanan etkiler, Henry Le Chatelier’in 1884’te tanımladığı basit ilişkiler kullanılarak önceden kestirilebilir. Baskı altındaki bir sistem, bu baskıyı hafifletecek biçimde özelliğini uyarlar. Sözgelimi, aşağıdaki gaz evresi tepkimesinde amonyak oluşur:
N2 + 3H) ^ 2NHj
Denge durumunda N2 eklenirse, tepkime sağa yöneltilerek baskı azaltılır; böylece, bir bölüm N2 (ve H2) tüketilerek amonyak oluşur. Amonyak eklenmiş olsaydı, denge sola dönerdi. Dış basınç artılırsa, tepkime, ürüne doğru hareket ederek daha küçük bir hacim kaplayabilir; tepkenlerin 4 mol hacminden 2 mol hacimde ürün oluşur. Tepkimenin, ürün oluştururken enerji açığa çıkardığı bilinmektedir. Bu nedenle, artan sıcaklığın etkisi, ek enerjiyi tüketen tepkenler oluşturularak hafifletilir. Bununla birlikte, denge değişmezinin çoğunlukla değişmez sıcaklıkla ilişkili olduğu ve değerinin sıcaklığa bağlı olarak çarpıcı biçimde değişebileceği unutulmamalıdır.
Enerjibilim ve kimyasal denge. Denge durumunun özelliği, termodinamiğin iki temel kavramı arasındaki duyarlı dengeyi yansıtır. Bu kavramlar entalpi ve entro- pidir. Moleküllerin kimyasal bağlarında birikmiş enerjinin ölçüsü olan entalpi, tepkenlerin ve ürünlerin göreli kararlılıklarının karşılaştırılmasını kolaylaştırır. Tepkenler ile ürünler arasındaki yarışta, bağ oluşumu ve enerji kararlılaşması yeğlenir. Entropi, maddenin fiziksel özelliklerinde yeğlenen serbestliğin ya da rastgeleliğin ölçüsüdür. Bu iki etmen AG simgesiyle gösterilen tepkimenin serbest enerjisinde özetlenir. AG değerinin eksi olması, tepkimenin kendiliğinden bir biçimde ürünlere doğru ilerleyeceğini ve ilgili denge değişmezinin büyük olacağını gösterir. AG değerinin artı olmasıysa, tepkenlerin, yeğlenen enerji durumunu temsil ettiklerini gösterir. Gerçekte, tepken ve ürün türlerinin her birisinin entalpisi ve entropisi bilinirse, AG belirlenebilir ve denge değişmezinin yaklaşık değeri hesaplanabilir. Denge formülleri. Denge sistemleri konusunda yukardaki bölümlerde anlatılanların, gazlar ya da çözünmüş moleküller arasındaki basit tepkimeler üstünde yoğunlaşmasına karşılık, birçok başka durum ortaya çıkabilir. Tuz (NaCI) gibi birçok iyonik katı madde, çözelti içinde kolayca erir ve iyonik denge formülleri uygulanabilir. Sodyum katyonları ve klor anyonları, katı NaCI’yle dinamik denge durumundadır. Birçok sanayi işleminde, çözeltiye karışmayan bir katı katalizör (heterojen katalizör) eklenerek tepkime kolaylaştırılır ve uygun bir denge ifadesi uygulanabilir. Birçok yükseltgenme ve indirgenme tepkimesi, elektrokimya ve metalürji alanlarında önem taşır. Bu işlemlerde tepkenler ya da ürünler arasında elektron alışverişi olur ve tepkimelerin yönünü ve verimini kestirmek için denge formülleri kullanılır. Kendine yeterli bir kimyasal sistem olan elektrik pilinde, kendiliğinden elektron aktarımıyla gerçekleşen enerji alışverişi, küçük bir voltaj üretmek için kullanılır. Sık rastlanan bu kimyasal sürece katılan tepkenlerin ve ürünlerin miktarlarını belirlemek için, denge forümleri kullanılabilir.
kimyasal simge
Kimyasal adların, tepkimelerin ve süreçlerin yeralması- nı basitleştirmek için kimyacılar tarafından geliştirilen özel simgeler sistemi. Kimyasal simge sistemi, atomların ve tepkimeye giren kimyasal maddelerin matematiksel ilişkilerini, atomların biraraya gelerek karmaşık moleküller oluşturma biçimini, atomlar arasındaki kimyasal bağ türlerini ve bazen, karmaşık yapıların üçbo- yutlu yapılanmasını da gösterir.
Atomlar ve moleküller. İlk simyacılar, kullandıkları kimyasal maddeleri göstermek için çeşitli simgeler kullandılar; bu gelenek, XIX. yy’a kadar sürdürüldü. Elementleri göstermek için harfleri kullanan ilk kişi, İsveçli Jöns Jakob Berzelius oldu. Pek çok durumda elementin adının ilk harfini simge olarak kullanma olanağı bulundu: Oksijen O, karbon C, hidrojen H’yle vb., gösterildi. Baş harfleri aynı olan elementleri birbirinden ayırmak içinse iki harf kullanıldı: Sözgelimi, azot N’yle, neon Ne’yle, nikelse Ni’yle gösterilir. Bazı simgeler, elementin Latince adından türetildi: Altın (aurum) Au, demir (ferrum) Fe ve kurşun (plumbum)Pb, vb. Elementiki harfle sim- gelendiğinde, birinci harf büyük, ikinci harf küçük yazılır. Böylece, Co simgesiyle gösterilen kobalt elementi, formülü CO olan karbonmonoksit bileşiğinden ayırt edilir.
İki ya da daha çok atom, kimyasal bağla birleşerek bir molekül oluşturabilir. Moleküller, katılan atomların simgeleri birleştirilerek gösterilir. Sözgelimi, sodyum (Na) ve klor (Cl) birleşerek sodyum klorür (sofratuzu) molekülünü oluşturur; bu da NaCI biçiminde yazılır. Birden çok atom varsa, sayısal bir alttakıyla gösterilir; sözgelimi, H20 su molekülünün iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomundan oluştuğunu gösterir.
Belirli atom bileşimleri, “kök” adı verilen kararlı gruplar oluşturur; bunlarda kimyasal bağlar sağlam bir birim olarak ortaya çıkar. Bir molekül, belirli bir kökü birden çok sayıda içeriyorsa, molekülün yazılı formülünde parantez kullanılarak bu durum belirtilir. Kemiklerin ve dişlerin çok önemli bir bileşeni olan kalsiyum fosfat, |Ca3 PjOa biçiminde yazılmayıp, molekülde ¡PO4 fosfat kökünün iki birim bulunduğunu göstermek için Ca3(P04)2 biçiminde yazılır.
Moleküller, tam kimyasal bağlar yerine elektrostatik çekimle birleşmiş birimler içerebilirler. Sık rastlanan al- çıtaşı minerali, CaS04*2H20 biçiminde yazılır; ortadaki nokta, iki su molekülünün bir kalsiyum sülfat molekülüyle elektrostatik olarak birleştiğini gösterir. Alçıtaşı ısıtılarak bu su giderilebilir ve kalsiyum sülfat elde edilir. İyonlar. İyon, elektrik yükü taşıyan bir kimyasal türdür (bir atom, atom grubu ya da atomaltı parçacık olabilir). Elektrik yükü, artı ya da eksi işaretli bir üsttakıyla gösterilir; hidrojen iyonu H+, amonyum iyonu NH+4, elektronsa e‘ biçiminde yazılır. Her tür bir tek yük taşır; çoklu yükler, ya C03 ya da jCO^’Kkarbonat iyonu) biçiminde gösterilir.
Tepkimeler. Maddelerin kimyasal bağlanma süreciyle değişikliğe uğradıkları tepkime olgusu, kimyanın özüdür. Kimyacılar, oluşan değişiklikleri, sağa doğru ok işareti kullanarak gösterirler; tepkenler ya da başlangıç maddeleri solda, oluşan ürünlerse sağda görülür:
hidrojen + oksijen —> su
Her maddenin simgesi kullanılarak bu tepkime şöyle yazılır:
2H2 + 02 -> 2H20
Bu denklem dengelidir; yani, tepkimenin her iki yanında elementlerin atomları eşit sayıda bulunur. Dolayısıyla, iki hidrojen molekülü bir oksijen molekülüyle tepkimeye girerek, iki su molekülü oluşturur.
Tepkinin ya da ürünün fiziksel durumu da çoğunlukla gösterilir. Sık kullanılan simgeler, katı için (k), sıvı için (s), gaz için (g) ve sulu için (su)’dur. Bu nedenle çinko ve hidroklorik asitten hidrojen elde edilmesini tanımlayan tepkime şöyle yazılabilir:
Zn{k) + 2HCI(su)—> H2(g) + ZnCI2(su)
Amonyağın (NH3) suda çözünerek ¡amonyum ve hidroksit iyonları oluşturması şöyle gösterilebilir:
NHj(g) + H20(/) -► NHV(su) + OH “(su)
Benzer biçimde, gaz oluşumu yukarı dönük okla, çökelti (çözünmez katı) oluşumuysa aşağı dönük okla belirtilir. Bu simgeler yalnızca şu iki ürün için kullanılır:
CaC03 + 2HCI – CaCI2 + H20 + «M
AgNOj + KCI -* KNOj + AgClj
Denge. Birçok tepkimede yeni ürünler, hemen özgün tepkenlere geri dönebilir. Hem ileri, hem de geri tepkimeler aynı anda olduğunda, gerek tepkenler, gerek ürünler, kimyasal sistemde bulunur, sonunda denge durumuna ulaşırlar. Bu durum çift yönlü okla gösterilir:
H2 + l2 ^ 2HI
Burada hidrojen ve iyot tepkimeye girerek hidrojen iyodür oluşturur; bu da elementlerine ayrışabilir. Nükleer tepkimeler. Nükleer kimyada çekirdeğin bileşenleri, yani protonlar ve nötronlar da değişikliğe uğrar. Tepkimenin gelişmesini izlemek için, bunların her birinin sayısı belirtilmelidir. Söz konusu sayıların toplamı, belirli bir atomun kütle sayısıdır ve atom simgesine üst- takı olarak ya da elementin adından sonra bir sayı olarak yazılır. Sözgelimi, hem ¡H5U’hem de uranyum-235, toplam 235 protonu ve nötronu bulunan uranyum izotopunu temsil eder.
Bütün urayum izotoplarının 92 protonu vardır; bu bilgi bazen bir üsttakıyla gösterilir. Nitekim, 2$jU ve 2|fU, uranyumun iki izotopunu gösterirler; bunların birincisinde 143, İkincisinde 146 nötron vardır. Protonun simgesi\]p*, nötronun simgesi j’n, elektronun simgesiyse çoğunlukla e-‘dir. Bir nükleer tepkimenin denklemi, kütle sayısına, protonlara ve yüke göre dengelenmelidir:
+ ¿n -» 2$U – 2||Np + e~
Uranyumun başkalaşarak neptünyuma dönüştüğü yu- kardaki denklemde, bir nötronun bir protona ve bir elektrona dönüşmesi, atom sayısının artmasıyla sonuçlanır; ama kütle sayısında ya da toplam yükte hiçbir değişiklik olmaz.
Bağlanma ve molekül yapısı. Atomların molekül içindeki düzenlenişi, kimyacılar için belirleyici önem taşır. Kimyasal bağ türlerinin sayısı, molekülün özelliklerini ve tepkimeye girme biçimini belirler. Elektron noktalı gösterim ya da Lewis simgeleri, kullanılan tanımlama biçimlerinden birisidir. Lewis simgeleri, elementin simgesi ile bu simgeyi çevreleyen ve değerlik elektronlarını temsil eden noktalardan oluşur.
- + *cı: — h : cı:
0 • • •
hidrojen klor hidrojen
klorür
Daha pratik bir yöntemse bağı bir çizgiyle göstermek (H.-H) ve normalde bağa katılmayan elektronları çıkarmaktır. Çift ve üçlü bağlar da benzer biçimde gösterilir: H O
I II
H—C—— C—– O—- H H—– C^C——— H
I
H asetik asit asetilen
|
|||||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||||
|
kimyasal tepkime
Tepkime, kimya biliminin özüdür. Bütün kimyasal tepkimeler, moleküllerdeki kimyasal bağların, farklı maddeler oluşturmak için kopmasını ve yeniden kurulmasını kapsar. Dolayısıyla kimya, “maddeleri (maddelerin bileşimini, yapısını, özelliklerini ve bir maddeyi başka bir maddeye dönüştüren tepkimeleri) inceleyen bilim” diye tanımlanabilir.
Hidrojen gazı oksijen gazıyla birleşerek su bileşiğini oluşturduğunda, basit bir kimyasal tepkime gerçekleşir. Molekül düzeyinde, iki hidrojen molekülü (H,) bir oksijen molekülü (O ) tepkimeye girerek iki molekül su (H,Q) oluşturur. Bu tepkimenin denklemi şöyledir:
t ()., 2H X) + enerji
Kimyasal bağlar, gerçekte, elektron bulutlarının ör- tüşmesinin sonuç udur; ama şematik kolaylık sağlamak için düz, çizgi olarak gösterilirler. Bu gösterimlerinde, yukarrlaki tepkime şöyle verilir:
M M II O II
t O () •
II II H o II
Burada oksijen molekülündeki iki çizgi, çift bağı temsil eder.
- .O (katı) (sıvı) H.;() (gaz)
Bu değişikliklerde hiçbir kimyasal tepkime olmaz; çünkü ne kimyasal bağların kopması, ne de yeni bağların oluşması söz konusudur.
Enerji. Hidrojen ve oksijen arasındaki tepkime, çoğunlukla ısı halinde bulunan büyük miktarda enerji açığa çıkarır. Enerji açığa çıkaran bu tür tepkimelere “ısıveren tepkime” denir. Ne var ki, su molekülleri oluştuktan sonra, yeni oluşan su, yalnızca soğutularak (enerjisi giderilerek) yeniden hidrojene ya da oksijene çevrilemez. Suyu yeniden hidrojene ve oksijene dönüştüren tersine kimyasal tepkimenin gerçekleşebilmesi için, hidrojen ve oksijen atomlarını bir arada tutan bağları koparacak aynı miktarda enerjinin (belki de elektrik enerjisi biçiminde) yemden su moleküllerine verilmesi gerekir. Enerji gerektiren böyle bir’tepkime, “ısıalan tepkime” diye adlandırılır. (Ayrıca Bk.ISIALAN VE ISIVEREN TEPKİMELER.)
Özellik değişiklikleri. Kimyasal tepkimeler, tepkime sürecinde maddelerin kimyasal özelliklerinde oluşan değişikliklerle tanınır. Sözgelimi, sofra tuzu (sodyum klorür, NaCI) eritildiğinde, eriyikten bir elektrik akımı geçirilerek elementlerine ayrıştırılabilir. Eksi elektrotta gümüş renginde erimiş sodyum metali (Na) oluşur; artı elektrottaysa zehirli, yeşilimsi sarı renkli klor gazı (C\,)
|
|||||||||||||||||||
|
|
||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||
|
kimyasal tepkime
Tepkime, kimya biliminin özüdür. Bütün kimyasal tepkimeler, moleküllerdeki kimyasal bağların, farklı maddeler oluşturmak için kopmasını ve yeniden kurulmasını kapsar. Dolayısıyla kimya, “maddeleri (maddelerin bileşimini, yapısını, özelliklerini ve bir maddeyi başka bir maddeye dönüştüren tepkimeleri) ine eleyen bilim” diye tanımlanabilir.
Hidrojen gazı oksijen gazıyla birleşerek su bileşiğini oluşturduğunda, basit bir kimyasal tepkime gerçekleşir. Molekül düzeyinde, iki hidrojen molekülü (H,) bir oksijen molekülü (O.) tepkimeye girerek iki molekül su (H.O) oluşturur. Bu tepkimenin denklemi şöyledir:
t O., – 211,0 + enerji
Kimyasal bağlar, gerçekte, elektron bulutlarının ör- tüşmesînin sonuç udur; ama şematik kolaylık sağlamak için düz, çizgi olarak gösterilirler. Bu gösterimlerinde, yukardaki tepkime şöyle verilir:
H H 11 O 11
t (> () •
II II H O- II
Burada oksijen molekülündeki iki çizgi, çift bağı temsil eder.
tro (katı) -^rHjOisıvı) ^^11,0 (gaz)
Bu değişikliklerde hiçbir kimyasal tepkime olmaz; çünkü ne kimyasal bağların kopması, ne de yeni bağların oluşması söz konusudur.
Enerji. Hidrojen ve oksijen arasındaki tepkime, çoğunlukla ısı halinde bulunan büyük miktarda enerji açığa çıkarır. Enerji açığa çıkaran bu tür tepkimelere “ısıveren tepkime” denir. Ne var ki, su molekülleri oluştuktan sonra, yeni oluşan su, yalnızc a soğutularak (enerjisi giderilerek) yeniden hidrojene ya da oksijene çevrilemez. Suyu yeniden hidrojene ve oksijene dönüştüren tersine kimyasal tepkimenin gerçekleşebilmesi için, hidrojen ve oksijen atomlarını bir arada tutan bağları koparacak aynı miktarda enerjinin (belki de elektrik enerjisi biçiminde) yemden su moleküllerine verilmesi gerekir. Enerji gerektiren böyle bir’tepkime, “ısıalan tepkime” diye adlandırılır. (Ayrıc a Bk.ISIALAN VE ISIVEREN TEPKİMELER.)
özellik değişiklikleri. Kimyasal tepkimeler, tepkime sürecinde maddelerin kimyasal özelliklerinde oluşan değişikliklerle tanınır. Sözgelimi, sofra tuzu (sodyum klo- rür, NaCI) eritildiğinde, eriyikten bir elektrik akımı geçirilerek elementlerine ayrıştırılabilir. Eksi elektrotta gümüş renginde erimiş sodyum metali (Na) oluşur; artı elektrottaysa zehirli, yeşilimsi sarı renkli klor gazı (C\2)
adlarını yeğlemektedir. Bu nedenle, ikili bileşiklerde, daha elektropozitif olan bileşene elementin adı verilir, sonra daha elektronegatif olan elementin -ürolarak değiştirilmiş adı eklenir:
Lityum hidrür Sodyum klorür
Her elementin atomlarının sayısını göstermek için sayısal öntakılar kullanılır ya da değişken birleşme yeteneği bulunan elementlerin oksitlenme durumu (savısı) belirtilir.
Demir diklorür Demir (II) klorür
(Solda) Farklı maddelerin tepkime hızları büyük değişiklik gösterir. Sözgelimi demir, oksijenle öyle yavaş tepkimeye girer ki, gözle görülür bir değişiklik göstermeden akkor derecesine kadar ısıtılabilir. Oysa ısıtılan bir magnezyum şerit, hızla yanarak oksit oluşturur. (Sağda) Kahverengi halka tepkimesi, nitrat iyonlarını saptamak için basit bir yöntemdir. Potasyum sülfat çözeltisi, asitli bir nitrat çözeltisinin üstüne, iki sıvı karışmayacak biçimde dikkatle dökülür. Nitrat iyonu varsa, iki tabaka arasında niteleyici bir kahverengi halka oluşur.
açığa çıkar. Bu elektroliz tepkimesi aşağıdaki denklemle gösterilebilir:
, v elektrik akımı 2NaCI (sıvı) > 2Na (sıvı) + Cl, (gaz)
Bu denklemde, okun her iki yanında aynı sayıda sodyum ve klor atomu görülür; çünkü kimyasal tepkime sırasında hiçbir madde atomu yok edilemez. Tek değişiklik, bunların birbirlerine bağlanma biçiminde olabilir.
kimyasal terimleme
Bilinen kimyasal bileşiklerin sayısı 4 milyondan çoktur; üstelik bu sayı gün geçtikçe artmaktadır. Her bileşiğe, bütün öbür bileşiklerden ayırt edilmesini sağlayacak en az bir anlaşılır ad vermek için kimyasal terimlemeden yararlanılır. Bazı güçlükler varlığını sürdürmekle birlikte, bu iş büyük ölçüde başarılmıştır. Üstelik, sistematik kimyasal terimlemenin kullanımını basitleştirmeye yönelik çalışmalar da sürdürülmektedir.
Kimyasal terimlemenin dayandığı ilke, adı bir yapıyla ilişkilendiren sistemlerin geliştirilmesidir. Kimyasal terimlemenin gelişmesinde, üç olay önemli rol oynamıştır. Bunlardan birincisi, aralarında Antoine Laurent Lavoisier ve Claude Louis Berthollet’nin de bulunduğu bir Fransız kimyacılartopluluğunun, inorganik (ya da anorganik) bileşikler için 1787’de genel bir sistem önermeleridir. İkinci olay, 1892’de toplanan ve organik bileşiklerin adlandırılmasıyla ilgili ilkeleri ortaya koyan Cenevre Kongresi’dir. Üçüncü olaysa, Uluslarası Saf ve Uygulamalı Kimya Birliği’nin (İUPAC) çalışmalarında önemli bir yer tutan terimleme komisyonlarının kurulmasıdır, ilk olarak 1911 ‘de Uluslarası Kimya Birliği (İUC)ıadıyla örgütlenen İUPAC, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1920’de yeniden kurulmuş, Organik Terimleme Komisyonu 1930’da, İnorganik Terimleme Komisyo- nu’ysa 1940’ta birer kesin rapor yayınlamışlardır; bu raporların her ikisi de, o tarihten bu yana genişletilmektedir. Günümüzde kimyasal terimleme alanındaki bütün gelişmelerle İUPAC terimleme komisyonları ilgilenmektedir.
İnorganik bileşikler. Kimyacılar, birç ok inorganik bileşik için, uzun süredir yapısal adların yerine stokiyometri
Oksitlerde iki ya da daha çok oksijen atomunun varlığını göstermek için per- öneki kullanılır:
Potasyum peroksit
Bazı inorganik bileşiklerin, hidrokarbonların adlarına çok benzeyen hidrürler temel alınarak adlandırılması kolaylık sağlar.
H2P-PH, H3Sİ-SİH,-SİH3
Bunlar, hidrokarbon türevlerinde olduğu gibi, ver değiştirme (ornatma) adlarına kavnak oluşturur:
(C6H5)2P-P(C6H5),
HSİCI3
Basit birer hidrür olmayan birkaç başka bileşik de terim lemede kaynak bileşik olarak işlem görür.
HjPO
(CH3)3PO
Bor hidrürlerinin özel olarak ele alınması gerekir; çünkü bu bileşiklerin çoğu, bor atomu kümeleri içerir. Bor hidrürlerinin adları, bor atomlarının sayısını gösteren sayısal bir öntakı, genel boran terimi ve hidrojen atomlarının sayısını gösteren parantez içinde bir doğal sayıdan oluşur.
Boran (3) Diboran (6)
Geniş bir asit grubunun ve tuzlarının adları, çeşitli so- nekler ve önekler kullanılarak ortadaki atomun oksitlenme durumuyla genel biçimde ilişkilendirilmiş adlardır. Ama bu adlar ne stokiyometrik ne de yapısaldır:
HCİ hidroklorikasit NaCI sodyum klorür
HOCI hipoklorözasit NaOCI sodyum hipoklorit
HCİO2 klorozasit NaCIO: sodyum klorit
HCIOj klorikasit NaCIOı sodyum klorat
HCIO4 perklorikasit NaClOt sodyum perklorat
iyonların (yüklü atomların ya da atom gruplarının) çoğunun adları, tuzlarda kullanılan adların aynıdır:
Katyonlar Anyonlar
H+ Hidrojen H Hidrür
Mg2+ Magnezyum CIO1‘ Klorat
Bir hidriire bir protonun eklenmesiyle oluşan katyonların adları, ana hidrürün kök adına -yum eklenerek elde edilir:
NH4+ Amonyum SH,+ Sülfonyum
Hidrürün bir proton yitirmesiyle oluşan anyonlara, kalan hidrojen belirtilerek ya da belirtilmeksizin, -(716 biten adlar verilir:
|
|
|
|||
|
|
KARMAŞIK BİLEŞİKLER
Karmaşık bileşikleri terimleme yöntemi, inorganik bileşikleri adlandırmanın belki de en genel yöntemidir. Bu yöntem eklemeli bir sistemdir; bağlayıcılar, merkezdeki atomu oluşturan elementin adına abecesel sırayla eklenen öntakılardır. Elementin (merkezdeki atomun) oksitlenme durumu ya da düzenleşme biriminin parantez içinde gösterilmen yükü, merkezdeki atomun adına eklenir. Bileşik, anyon niteliği taşıyorsa, merkezdeki atomun adı -at eklenerek değiştirilir. Birleşik yüksüzse ya da katyon niteliği taşıyorsa, merkezdeki atomun adı değiştirilmez.
CslCUl sezyum tetrakloro iyodat
bağlayıcılar merkezdeki oksitlenme atom durumu
sezyum tetrakloroiyadat (1-)
Merkezdeki atomla birden çok noktada bağlanmış bağlayıcılar (çelat bağlayıcıları), tek çıkıntılı gruplar olarak ele alınır:
CH3( iic II/ i I,
Çoklu bağlar, tanımlayıcı -en ve -in sonekleriyle gösterilir; bunların zincirdeki konumu, doğal sayılarla belirtilir:
CHjCH=CHCH j 2-büten CH)C=CCH,C=CH 1,4-heksadin
Önce en düşük doğal sayılar doymamış bağlara, sonra da yer değiştiren zincirlere verilerek, zincir boyunca kesin sayılama elde edilir.
Aşağıda anlatılan aromatik sistemler dışındaki doymuş hidrokarbon halkaları, aynı sayıda karbon atomu bulunan dallanmamış hidrokarbon zincirinin önüne yapısal öntakılar konularak adlandırılır. Siklo-, bisiklo-, tri- siklo-vb. önekleri, halka sayısını gösterir; spiro, dispiro vb. önekleriyse, iki halkada ortak atomu bulunan sistemleri ve böyle atomların sayısını belirtir. Halkasız hidrokarbonlarda, -en ve -in sonekleri doymamışlığı gösterir ve sistemin tanımlanmış sayılarına uygun en düşük doğal sayılar çoklu bağlara verilerek kesin sayılama elde edilir.
|
||||||||
|
||||||||
|
|
|||||||
|
||||||||
|
||||||||
|
||||||||
|
||||||||
|
|
|||||||
|
||||||||
|
Triamm i ntrin itrito-N-kobalt Pentaamminnitrito-O-kobalt
Bazı bileşikler, sergiledikleri davranıştan dolayı, “katılma bileşikleri” diye tanımlanır. Formülleri şöyle vazı- lır: CaCI,-6H,0; (CH^N-BF,; CrCIj-GNH,. Tuzların suyla oluşturduğu katılma bileşikleri çoğunlukla “hidrat” diye amonyakla oluşturduğu katılma bileşikleriyse “amonyat” diye adlandırılır. Bu tür bileşiklerin sistematik adları şöyledir:
Sodyum karbonat-su (1/10) Kalsiyum klörür-amonyak (1/8)
ORGANİK BİLEŞİKLER
Organik bileşikler terimlenirken, ana bileşiklerde bulunan hidrojen atomlarının yer değiştirmesi (ornatılması) kavramı temel alınır. Halkasız (ya da alifatik) bileşikler, sistemin temelini oluşturur. Dallanmamış hidrokarbon zincirlerinin ve bunlarla ilgili köklerin temel adları şöyledir:
Hidrokarbon | Kök | ||
ch4 | Metan | ch3– | Metil |
CH3CH3 | Etan | ch3ch2– | Etil |
CH3CH2CH3 | Propan | ch3ch2ch2– | Propil |
CH3(CH2)2CH3 | Bütan | CH3(CH2)2CH2– | Bütil |
CH3(CH2)3CH3 | Pentan | CH3(CH2)3CH2– | Pentil |
CH3(n-<‘ ^h3 | Heksan | Heksil | |
Pentanla başlayarak, sayısal öntakılar karbon atomlarının sayısını belirtir. Dallanmış hidrokarbon zincirleri, dallanmamış hidrokarbon zincirlerinin ornatma türevleri sayılır; ornatma konumları doğal sayılarla gösterilir:
Son derece önemli bir halkalı hidrokarbon grubu “aromatik bileşikler” diye adlandırılır. Bunlar, çoğunlukla almaşık çift ve tek bağlarla gösterilen yöresizleş- miş 7r- bağlanma sistemi bulunan doymamış yapılardır. Temel halka sistemleri, uzun süredir ornatma türevlerinin ve öbür halkalı sistemlerin adlandırılmasına kaynaklık eden gelişigüzel adlarla bilinmektedir:
Halka yapısı içinde karbon atomlarından başka atomlar içeren halka sistemlerine “karma halkalar” denir. Bunların birçoğu, uzun süredir, türevlerin ve öbür karma halkalı bileşiklerin adlandırılmasına kaynaklık eden gelişigüzel adlarla bilinmektedir.
ya da |
piridin |
‘O