Genel

Klapka, György

Klapka, György

(d. 7 Nisan 1820, Temeş-var, Macaristan – ö. 17 Mayıs ,1892, Budapeşte, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu), Macar komutan. 1848-49 Devrimleri’ nin önderlerindendir.
1838’de Avusturya ordusuna girdi. 1848 ilkbaharında Macaristan’da Avusturya ege-
Klapka’nın bir sikke üstündeki portresi; Macaristan Ulusal Müzesi, Budapeşte
Hungarian National Museum, Budapeşte
menliğine karşı ulusal bir ayaklanma başlayınca yeni oluşturulan Macar birliklerine katıldı. Yeteneği sayesinde hızla yükselerek 12 Ocak 1849’da kolordu komutanlığına, 6 Nisan’da da orgeneralliğe getirildi. 1848 ilkbaharındaki saldırıda Komârom (Komarno) Kalesi’nde üslenen 20 bin kişilik bir orduya komuta ederek Avusturya ordusuna karşı başarıyla çarpıştı. Komârom’u 27 Eylül 1849’a değin elinde tutmayı başaran Klapka, sonunda teslim olmak zorunda kaldı.
Daha sonra uzun yıllar İngiltere ve İsviçre’de sürgünde yaşadı. Macaristan’ın bağımsızlığı için yürüttüğü mücadeleyi yurtdı-şında da sürdürdü. Avusturya ile Sardinya-Piemonte arasındaki savaş (1859) sırasında İtalya’da bir Macar alayının kurulmasına yardımcı oldu. 1866’daki Avusturya-Prusya Savaşı’nda (Yedi Hafta Savaşı) Prusya ordusunda tümgeneral olarak görev aldı ve Silezya’da bir Macar kolordusu oluşturdu.
1867’de çıkarılan aftan sonra Macaristan’a döndü. Macaristan’a yönetimde Avusturya ile eşit haklar tanıyarak Avusturya-Maca-ristan İmparatorluğu adıyla anılan ikili monarşinin kurulmasına olanak sağlayan Ausgleich’ı destekledi ve parlamentoya seçildi. Osmanlı Devleti ile Rusya arasında savaş tehlikesinin belirdiği 1877’de, Osmanlı ordusunun yeniden düzenlenmesi için sürdürülen çalışmalara katıldı.
Başlıca yapıtları Memoiren (1850; Anılar), Der Nationalkrieg in Ungarn (1851, 2 cilt; Macaristan’da Ulusal Savaş), Kırım Savaşı’ m konu alan Der Krieg im Orient (1855; Doğu’da Savaş) ve anılarını topladığı Aus meinen Erinnerungen’dir (1887; Anılarım).
Klaproth, Heinrich Julius (d. 11 Ekim 1783, Berlin, Almanya – ö. 28 Ağustos 1835, Paris, Fransa), Alman Doğubilimci ve kâşif. Başlıca yapıtı olan Asia polyglotta nebst Sprachatlas (1823; Asya Dilleri Atlası), Asya’da konuşulan diller, özellikle de Kafkas dilleri üzerine ilk önemli araştırmalardan biridir. Ayrıca artık konuşulmayan bazı Kafkas dilleriyle ilgili tek bilgi kaynağıdır.
Kimyacı Martin Heinrich Klaproth’un oğlu olan Heinrich, dil araştırmalarıyla dikkat çekerek Petersburg (bugün Leningrad) Akademisi’nde öğretim üyeliğine atandı. 1805’te bir Rus diplomasi heyetiyle birlikte Çin’e gitti. Petersburg’a döndükten sonra Kafkas halklarıyla ilgili ayrıntılı etnografi ve dil araştırmaları yaptı (1807-08). Araştırma sonuçlarını Reise in den Kaukasus (1814, 2 cilt; Kafkasya’ya Yolculuk) adıyla yayımladı. 1815’te Paris’e yerleşti. 1816’da Prusya kralının hizmetine girerek Asya dilleri ve edebiyatı üzerine ders vermeye başladı. Hint-İran dil öbeğine bağlı Oset diline ilişkin bilgilerin çoğu Klaproth’un araştırmalarına dayanır. Asia polyglotta, günümüzde birçok bakımdan aşılmış olmasına karşın, Asya dillerinin sınıflandırılmasına önemli katkılarda bulunmuştur.
Klaproth, Martin Heinrich (d. 1 Aralık
1743, Wernigerode, Brandenburg – ö. 1 Ocak 1817, Berlin), 1789’da uranyum ile zirkonyumu, 1803’te de seryumu bulan Alman kimyacı. Bu elementleri yalın metal halde elde edememekle birlikte farklı elementler olarak tanımlamıştır.
Uzun yıllar eczacılık, daha sonra da askeri kimya öğretmenliği yapan Klaproth, 1792’de kimya dersleri vermeye başladı ve 1810’da yeni kurulan Berlin Üniversitesi’ne kimya profesörü olarak atandı.
Döneminin önde gelen kimyacılarından olan Klaproth dikkatli ve titiz çalışmalarıyla analitik kimyanın ve mineralojinin sistematik hale gelmesine ve gelişmesine katkıda
379 klarnet
bulundu. Stahl’ın filojiston kuramını yıkan Antoine Lavoisier’nin görüşlerini Fransa dışında benimseyen ilk kimyacılardan biriydi. İlk buluşundan yaklaşık dört yıl sonra, 1795’te titanı yeniden buldu ve adlandırdı.
Martin Heinrich Klaproth, bir oymabaskı
Bavarıa-Verlag
Ayrıca tellür, stronsiyum, berilyum ve krom bileşiklerini de içeren pek çok maddenin bileşimini belirledi. İki yüzden çok makalenin yanı sıra F. B. Wolff ile birlikte 1807-10 arasında beş ciltlik bir kimya sözlüğü ve 1815-19 arasında da bunun dört ciltlik ekini yayımladı.
klaren, kömürün gözle görülebilir büyüklükteki bir bileşeni. Çoğunlukla, birbirini izleyen parlak ve donuk siyah renkli katmanlar halinde bulunur. En parlak katmanları temel olarak maseral(*) grubu vitrinit-ten, daha mat katmanlan ise öteki maseral grupları eksinit ve intertinitten oluşur. Kla-renin ipeksi parlaklığı, vitreninkinden daha donuktur. Oluşum koşulları ise, düren ile vitrenin oluşum koşullarının bir kanşımı halindedir. Karş. düren, füzen, vitren.
Klarendoniyen Kat, Kuzey Amerika’da Pliyosen Bölümde (y. 7-2,5 milyon yıl önce) oluşan kayaç katmanlarının en alt ve en yaşlı bölümü ve bu kayaçlann çökeldiği zaman dilimi. Miyosen Bölümde (y. 26-7 milyon yıl önce) oluşan Barstoviyen Katın üzerinde ve Hemfiliyen katın altında yer alır. Adını, Texas’taki Clanderon yakınlarında saptanan yüzey oluşumlarından alır. Ayırt edici fosil faunası çeşitli memeli türlerinden oluşur. Klarendoniyen’in Avrupa’daki karşılığı Sarmatiyen Kattır.
klarnet, tek kamışlı tahta üflemeli çalgı. Orkestralarda, askeri bandolarda ve bakır üflemeli çalgı topluluklarında önemli bir yeri vardır. Bunun yanı sıra solo çalgısı olarak da seçkin bir dağarcığa sahiptir. Genellikle, Afrika’da yetişen koyu mor renkli sert bir ağaç olan Dalbergia mela-noxylon’dan yapıhr. İç çapı yaklaşık 1,5 cm olan silindirik bir boru biçimindedir; ağzı çan gibi hafifçe genişleyen bir kalakla son bulur. Metal klarnetler de vardır, ama bunlar fazla yeğlenmez. Klarnetin üflenen bölümüne bek adı verilir. Bek genellikle ebonitten yapıhr; bekin ucunda bir kertik vardır; kamış bu kertiğe vidalı bir bilezikle oturtulur. (Kamış eskiden iple sarılarak beke bağlanırdı; Almanya’da bugün de çoğunlukla bu tür kamış kullanılır.) Çalınırken bek (kamış altta olmak üzere) ya dudakların ya da alt dudakla üst dişlerin arasına alınır.
En çok kullanılan klarnet Si bemol tonun-dadır. Boyu yaklaşık 66 cm’dir. Çaldığı notalar, bir büyük 2’li aşağıdan duyulur. (Om. Re notası çalındığında, duyulan Do sesidir.) Bekin takıldığı gövde akustik bakımdan bir ucu kapalı boru gibi çalışır. Bu
Klaros 380
düzenin sağladıktan şunlardır: 1) Geniş bir ses alanı orta Do’nun altındaki Re’den (Si bemol klarnet olduğundan Mi olarak yazılır) yukanya doğru tam 3,5 oktavlık ses genişliği, 2) çalgı üflendiğinde boru içindeki kapalı hava sütununun titreşmesiyle oluşan armoniklerin yapısı nedeniyle ortaya çıkan kendine özgü bir ses rengi (tınısı), 3) bir başparmak perdesi ile sağlanan tam 12’li aralığına kolayca atlama yeteneği.
Klarneti 17. yüzyılın sonlarında tanınmış çalgı yapımcısı Johann Christoph Denner icat etti. Daha önceleri tek kamış yalnızca orglarda ve halk müziği çalgılannda kullanılırdı. Denner klarneti, tek kamışlı bir halk çalgısı olan konik obuadan geliştirdi. Ama klarnet daha uzundu ve konik obuanın çıkarabildiği temel seslere yardımcı olmak üzere öncelikle üst ses alanında çalınabili-yordu. Böylece, daha sağlam, daha berrak trompetinkine benzer bir ses alanı (clarino) sağlanıyordu.
Klarnet için yapılmış en eski bestelere Amsterdamlı Estienne Roger’ın yayımladığı müzik kitaplannda rastlanır. Kamışı yukarı getirilerek çalman (kamış aşağıda çalış ancak 1800’den sonra Almanya’da görüldü) o dönemdeki klarnetin iki perdesi vardı, en pes notası ise orta Do’nun altındaki Fa idi. 1720’de çalgıya kısa bir kalak eklendi, 1740-50 arasında da pes Mi ve eskiden çok temiz çıkanlamayan tiz Si seslerine yer vermek için borunun boyu uzatıldı. 18. yüzyılın sonlanna gelindiğinde klarnetin beş ya da altı perdesi olmuştu, aynca çeşitli tonlarda (La, Do, Mi bemol vb) klarnetler yapılıyordu. Bu değişik tonlardaki klarnetlerde, parmak pozisyonlannı koruyabilmek için müzikler transpoze ediliyordu. Yaklaşık 1780’de büyük orkestraların çoğunda klarnet kullanılmaya başladı.
Günümüzdeki klarnet 1800-50 arasında gelişti. Çalgıya bazı notalann temiz çıkmasını sağlamak için yeni perdeler eklendi. Daha büyük ses gürlüğü sağlamak için boru çaplan ve bekler büyütüldü. 1840’lara gelindiğinde destekler üstüne yerleştirilmiş perde düzeni, komuta düzeneği, flüt yapımcısı Theobald Böhm’ün uyguladığı halka biçimli perdeler ve Auguste Buffet’nin iğneli yayları gibi teknolojik ilerlemeler klarnette iki çağdaş temel sistemin başlıca özelliklerini belirlemişti. Bunlardan yapımcısının adıyla anılan Albert sistemi, klarnetçi ve çalgı yapımcısı Iwan Müller’in daha önceki
13 perdeli klarnetinin modernleştirilmiş biçimiydi. Bu klarnet Almanca konuşulan ülkelerde karmaşık bir yardımcı perde düzeni eklenerek kullanıldı; ama daha derin bir ses rengi sağlayan çapı, ağızlığı ve dili olduğu gibi korundu. Hyacinthe E. Klose ile Buffet’nin 1844’te Paris’te patentini aldıkları ve bugün de birçok ülkede hâlâ standart olarak kabul edilen Böhm sisteminin uygulandığı klarnetlerde, Böhm’ün 1832’de geliştirdiği ve birçok teknik üstünlük sağlayan, flütteki parmak kullanma düzeninin büyük bölümü yer alır. Bu klarnette ötekinden farklı olarak arkada bir başparmak halkası, bir de sağ küçük parmağın kullandığı dört ya da beş perde vardır. İtalya’da çok daha geliştirilmiş gerçek bir Böhm klarneti kullanılır; İtalyan klarnetçiler La klarnet partilerini Si bemol çalgıya transpoze ederek çalarlar.
Si bemolden başka değişik tonlarda klarnetler de vardır. Bunlar 18. yüzyıl ile 19. yüzyılın başında çok kullanılan ve çoğu zaman Alman orkestralarında yerini hâlâ
koruyan Do klarnet; Avrupa büyük topluluklarda yer verilen La bemol oktav klarnet; eskiden çok yaygın olan Fa tonundaki (sopranino) ve daha sonraki Mi bemol tonundaki klarnetler; 18. yüzyıl sonlannın La bemol, Sol ya da Fa clarinette d’amore’m ardından yapılan alto (ya da tenor) klarnetler; daha başanlı bir alto klarnet olan Fa sesli basset horn ve ondan sonraki, kalağı yukanya doğru dönen ve beki tutan kavisli bir metal kangalı bulunan Mi bemol alto klarnetlerdir. Si bemol bas klarnetler önce deneme olarak üretildi, 1810’dan sonraysa birçok çeşidi yapıldı. Belçikalı çalgı yapımcısı Adolphe Sax’ın 1838’de yaptığı modele yukanya doğru dönen bir kalağın eklenmesiyle beki iki kıvnmlı olan bugünkü bas klarnet oluşturuldu. Kontrbas klarnetler ise Mi bemol ya da Si bemol tonunda olurlar.
Türkiye’ye klarnet 19. yüzyılın sonlannda, gazinolarda çalan fasıl heyetleriyle girdi. İlk klarnetçilerin çoğu Rumelili Çingenelerdi. Günümüzde ise klarnet, klasik yapıtlar seslendiren topluluklar dışında neredeyse bütün Türk sanat müziği topluluklannda çalınır. Klasik Türk müziğinde kullanılan klarnetin temel sesi Si bemol değil, Sol tonunda olduğu için, alaturka klarnet daha uzun olur. Aynca malzemesi ağaç değil, metaldir.
Anadolu’nun bazı yörelerinde (örn. Silifke halk çalgısı olarak da kullanılan klarnet davul-zurna İkilisinde zurnanın yerini alır.
Klaros, bugün ahmetbeylî, İzmir’in 55 km güneyinde antik kutsal alan ve kehanet merkezi. Burada ilk kazıları 1907’de Müze-i Hümayun adına Theodor Makridi Bey gerçekleştirmiştir. Ayrıntılı kazıları ise 1950-60 arasında Fransız Louis Robert yapmıştır.
Klaros, yakınlanndaki Kolophon ve Nati-on kentleriyle birlikte Ales Çayı vadisinde
Klaros Apollon Tapınağı’nın kalıntıları, İzmir
Gün Kut
yer alır. Dor düzenindeki Klaros Apollon Tapmağı, Anadolu’daki büyük tapınakların pek çoğu gibi düz bir arazi üstünde kurulmuştur. Bugün kahntılan görülen tapınak Helenistik Dönemin başlannda inşa edilmiş olmakla birlikte, Klaros kutsal alanının en azından İÖ 13. yüzyıla değin uzanan bir geçmişi olduğu anlaşılmaktadır. İÖ 2. yüzyıl Klaros’un en parlak dönemi oldu. Bu çağda Roma imparatoru Hadrianus tapınağı onarttı. Ama daha sonra Hıristiyanlığın gittikçe yayılması karşısında kehanet merkezi yavaş yavaş önemini yitirdi.
Klaros Apollon Tapınağı kutsal alanına, denizyoluyla gelindiğinde İÖ 2. yüzyılda inşa edilmiş bir kapıdan (propylaion) girilmekteydi. Bu anıtsal geçitten sonra kutsal bir yol izlenerek tapmağa ulaşılıyordu.
26 m x 46 m boyutlanndaki perípteros planlı tapınağı, uzun kenarlannda 11’er, kısa kenarlannda da altışar sütun çevrelemekteydi. Tapınağın en ilginç yanı, en içteki kutsal odaydı. Buraya yabancılar
giremez, rahip geceleri gizli bir kaynaktan su içtikten sonra kehanette bulunurdu. Tapınağın 27 m doğusunda 9 m x 18,45 m boyutlannda bir sunak vardır. Güneyinde de, olasılıkla Artemis’e adanmış, önünde küçük bir sunak bulunan, İon düzeninde küçük bir tapmak yer alır.
Klarsfeld, Beate ve Serge, Beate Klarsfeld eö KUNZEL (sırasıyla, a. 13 Şubat 1939, Berlin; d. 17 Eylül 1935, Bükreş), Nazi karşıtı karı koca. Uluslararası alanda İsrail yanlısı etkinlikleriyle tanınırlar.
Bir Protestan Alman ailesinden gelen Beate 21 yaşındayken Berlin’deki sekreterlik işini bırakarak Fransızca öğrenmek amacıyla Paris’e gitti. Bir Fransız Yahudisi olan Serge ise 1943’te babası Nazilerce tutuklanınca, annesi ve kız kardeşi ile birlikte Nice’e giderek Gestapo’dan gizlendi. Babası sonradan Auschwitz toplama kampında öldü. Serge 1950’lerde Sorbonne’da tarih öğrenimi gördü. Ardından Paris Üniversi-tesi’ndçn hukuk diploması aldı. 1963’te Paris Siyasal Bilimler Enstitüsü’nde öğrenimini sürdürdüğü sırada tanıştığı Beate ile evlendi.
1953’te İsrail’deki bir kibutzda çalışan Serge 1959’da “İsrail Ekonomisinin Kolektif Yapısı” başlıklı incelemeyi de kaleme aldı. 1966’da Auschwitz’i ziyaret etti. 1967’de Altı Gün Savaşı’nda gönüllü olarak İsrail ordusunda çarpıştı.
Beate Combat adlı sol eğilimli gazetede yazdığı bir dizi makalede AFC şansölyesi Kurt Kiesinger’i II. Dünya Savaşı sırasında bir Nazi propaganda görevlisi olmakla suçladı. 1968’de bir toplantı sırasında kürsüye çıkarak o sırada konuşmakta olan Kiesinger’i tokatladı. Bu olay üzerine tutuklanıp ceza aldıysa da cezasının tecil edilmesi üzerine serbest bırakıldı. Klarsfeldler daha sonraki yıllarda birçok Nazi ve işbirlikçisinin geçmişlerini kamuoyunda açığa çıkararak bazı üst düzey görevlileri istifaya zorladılar. Aynca Kurt Lischka, Herbert Hagen, Ernst Heinrichsohn, Jean Leguay, Werner Best, Gustav Richter, Theodor Ganzemüller, Alois Brunner ve Klaus Barbie gibi Nazi olduğunu öne sürdükleri kişilerin yargılanmaları için çaba gösterdiler. Yürüttükleri kampanyalar ve gösteriler sırasında Beate birçok kez tutuklanarak kısa süreler için hapsedildi. Klarsfeldler bu etkinlikleri nedeniyle çeşitli tehditlerle karşılaştılar, evlerine bombalı paket gönderildi ve araba-lan havaya uçuruldu.
Beate aynı zamanda Rabat, Şam ve Beyrut gibi Arap başkentlerinde giriştiği kampanyalarla Araplan “barbarlıkla” suçladı ve onlardan İsrail’in “banş içinde yaşama” hakkını tanımalarını istedi. Hemen her yaz bir aylarını İsrail’in çeşitli kibutzla-nnda geçiren Klarsfeldlerin etkinlikleri Beate Klarsfeld Vakfı’nca finanse edilmektedir.
klasik bale, romantik bale olarak da bilinir, kurallaşmış kol, ayak ve vücut hareketleri ve duruşlarıyla dansçıya çok çevik, denetimli, hızlı, hafif ve zarif hareket olanağı sağlanmasına dayanan dans sistemi. Tekniği bacaklann dışa dönük duruşunu temel alır. Bu duruş kalça eklemine büyük hareket olanağı sağlayarak hareket alanını genişlettiği gibi böylelikle uzatılan bacak çizgisine de hoş bir görünüm kazandmr. Klasik bale romantik, gerçekçi ya da mitolojik konulu olabilir; çok çeşitli sahnelerin ve duyguların canlandınlmasına olanak verir. Klasik bir yapım üç bölüme ayrılır: Giriş
bölümünü oluşturan ikili dans (pas de deux) adagio olarak da bilinir. Ardından önce erkeğin, sonra kadının gerçekleştirdiği çeşitlemeler, yani tekli yorumlar gelir. Koda denen son bölüm ise gene ikili danstan oluşur.
17. yüzyıl Fransız saray balesi içinden doğan klasik bale, 19. yüzyılda Marius Petipa’nın yönettiği Çarlık Bale Okulu’nda ve Italyan koreografi ustalan Carlo Blasis ve Enrico Cecchetti’nin yapıtlarıyla olgunlaştı. Blasis Traité élémentaire, théorique et pratique de l’art de la danse (1820; Dans Sanatının Kuramı ve Uygulaması Üzerine Başlangıç Çalışması) adlı yapıtında ilk kez klasik bale tekniğini sistemleştirdi. Milano’ da La Scala’daki bale okulunun müdürüyken biçime büyük önem verdi ve katı kurallar uyguladı. Bu okuldan yetişen dansçılar klasik baleyi bütün Avrupa’ya yaydı. Bütün dünya repertuarlarında yerini koruyan iki klasik bale örneği Kuğu Gölü ile Fındıkkıran’dır.
Klasik Dönem, sanat tarihinde, bir uygarlığın en olgun düzeye ulaştığı evre. Terim daha çok Eski Yunan uygarlığında İÖ 480-323 arasında kalan zaman dilimini belirtmek için kullanılır. Bu uygarlığın gelişim süreci içinde Arkaik Dönemden (*) (İÖ y. 650-480) ve Helenistik Dönemden (İÖ 323-30) önce yer alan Klasik Dönemde, Yunan kültürü daha çok Atina’da odaklaştı ve devlet adamı Perikles’in becerikli yönetimi altında günden güne gelişti. Bu dönemde uzun süren savaşlara sahne olan İonya’nm, uygarlık alanında, Arkaik Dönemdeki üstünlüğünü korumasına olanak kalmamıştı. Atina’nın siyasal rakibi Sparta da kültür alanındaki bu önderliği onun elinden almak niyetinde olmadığı gibi, böyle bir işi başarabilecek güçte de değildi. Klasik Dönem Atina uygarlığı o kadar sağlam temellere dayanıyordu ki, uzun süren Peloponnesos Savaşı’nda (İÖ 431-404) kentin uğradığı birçok felakete karşın hiçbir biçimde sarsıl-madığı gibi, İÖ 5. yüzyılın sonlarına doğru Yunanistan’ın tümünü etkisi altına aldı.
klasik edebiyat, Eski Yunan ve Latin metinleri için kullanılan terim. Herhangi bir edebiyatta yetkin ve kalıcı yapıtların verildiği dönem için de kullanılır. Eski Yunan edebiyatının Klasik Dönemi(*) İÖ 480-323 arasını, Latin edebiyatının Altın Çağ’ı ise İÖ y. 70 – İS 18 arasını kapsar. Fransız edebiyatında 17. yüzyılın ikinci yarısı, İngiliz edebiyatında ise 1660-1714 arası klasik dönem İcabul edilir. Her iki dönemde üretilen yapıtlarda ve geliştirilen eleştiri ölçütlerinde Eski Yunan ve Latin edebiyatının klasik dönemleri örnek alınmıştır. Ama bu, başka edebiyatlann klasik dönemleri için geçerli olmayabilir. Aynca bak. Klasikçilik.
klasik iktisat, 18. yüzyıl sonlarında Adam Smith’le başlayan, David Ricardo ve John Stuart Mill’in yapıtlarıyla olgunlaşan İngiliz iktisadi düşünce okulu. İngiltere’de 1870’lere değin iktisadi düşünceye egemen olan klasik okulun kuramları, daha çok iktisadi büyümenin dinamiklerini inceleme amacını taşıyordu. Bu çerçevede iktisadi özgürlüğü öne çıkaran okulun temsilcileri, laissez-faire (bırakınız yapsınlar) ve serbest rekabet gibi düşüncelere ağırlık verdiler.
Klasik iktisadın temel kavramlarından ve ilkelerinden birçoğu Smith’in Inquiry into the nature and causes of the Wealth of Nations (1776; Uluslann Zenginliği, 1985) adlı yapıtında ortaya konmuştur. Ingiltere’ de 16. yüzyıldan sonra egemen olan mer-kantilist kuram ve politikaya şiddetle karşı
çıkan Smith, bir ulusun iktisadi büyümesini sağlayacak en önemli etkenin serbest rekabet ve serbest ticaret olduğunu, devletin ne engelleyici, ne de aşın koruyucu biçimde davranması gerektiğini savundu. Ona göre, bir topluluğun üyelerinin her biri kendi kişisel çıkan peşinde koştuğunda topluluğun tümü bundan en büyük yaran sağlardı. Serbest girişime dayalı bir sistemde bireyler, başkalannın satın almak istediği malları üreterek kâr elde ederler. Aynı biçimde insanlar, paralarını en çok istedikleri ya da gereksinim duydukları mallara harcarlar. Smith, rekabetin görünüşteki kaosunun, alım satım karmaşasının düzenli bir iktisadi işbirliği sistemine nasıl dönüştüğünü, bu sistem aracılığıyla, merkezî yönetim yerine bireysel özgürlük altında ulusun gereksinimlerinin sağlanıp servetinin artırıldığını gösterdi.
Smith, serbest girişimin işleyişini çözümlerken, bazı bakımlardan emek değer kura-mınınÇ) ve bölüşüm kuramınm(*) temellerini de attı. Her iki görüşü ele alarak Principles of Political Economy and Taxation (1817; Siyasal İktisadın İlkeleri ve Vergilendirme) adlı yapıtında daha da geliştiren ve yetkin biçime kavuşturan Ricardo, kendi emek değer kuramında, rekabet koşulları altında üretilen ve satılan malların değerlerinin (yani fiyatlarının) üretimleri sırasında katlanılan emek maliyetleriyle orantılı olacağını vurguladı. Bununla birlikte kısa dönemlerde fiyatlann arz ve talebe göre belirlendiğini de kabul etti. Ricardo’nun bölüşüm kuramı ise milli hasılayı emekçilerin, kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin oluşturduğu üç toplumsal sınıf arasında sırasıyla ücret, kâr ve rant biçiminde paylaş-tmyordu. Herhangi bir ulusal ekonominin sınırlı büyüme potansiyelini veri olarak alan Ricardo, belirli bir toplumsal sınıfın toplam hasıla içindeki payının artmasının ancak bir başkasının aleyhine olabileceğini savundu. Ricardo’nun kuramlarını temel alan Mili, klasik iktisadın doruğu sayılan Principles of Political Economy (1848; Siyasal İktisadın İlkeleri) adlı yapıtında soyut iktisadi ilkeler ile gerçek dünyanın toplumsal koşulları arasında ilişki kurarak bu ilkelere yeni bir güç kazandırdı.
Klasik iktisatçılann öğretileri 19. yüzyıl ortalannda geniş ilgi gördü. Örneğin emek değer kuramını benimseyen Karl Marx, bütün mantıksal içermelerini işleyerek geliştirdiği bu kuramı, insan emeğinin tek başına bütün değeri yarattığını ve kârın tek kaynağını oluşturduğunu öngören artıdeğer kuramıyla birleştirdi. Klasik iktisat düşüncesi serbest ticaret öğretisi üzerinde daha derin bir etki bıraktı. Ricardo’nun karşılaştırmalı üstünlük(*) kuramı, 19. yüzyıl uluslararası ticaret kuramının temelini oluşturdu.
klasik-modern tartışması, 17. yüzyılda Fransa’da ve İngiltere’de ortaya çıkan edebi tartışma. “Klasikler” olarak adlandırılan yazarlar, yetkin bir edebiyat ortaya koyabilmek için Eski Yunan ve Latin edebiyatının klasik dönemlerini örnek almak gerektiğini savundular. “Modernler” olarak adlandırılan yenilikçiler ise klasik edebiyatın aşılabilir olduğunu öne sürdüler. İki grup arasındaki tartışma, modern bilimin etkisindeki bazı Fransız yazarların, Descartes’ın eski bilimi aştığı gibi, yeni yazarlann da klasik edebiyatı aşabileceğini savunmasıyla başladı. Klasik yazarlara yönelik ilk saldırılar, Desmarets de Saint-Sorlin’in klasik mitolojiye değil, Hıristiyan mitolojisine dayanan kahramanlık şiirlerini savunan Descartes’çı çevrelerden geldi. Nicolas Boileau’nun
381 Klasikçilik
klasik şiir geleneğini savunan L’Art poétique (1674; Şiir Sanatı) adlı yapıtının yayımlanmasıyla tartışma daha da şiddetlendi ve kişisel bir nitelik kazandı. Yenilikçilerin önde gelenleri arasında Charles Perrault ve Bernard de Fontenelle vardı. La Fontaine ve La Bruyère ise klasikleri savunanlardandı.
Tartışma İngiltere’de 18. yüzyıl başlarına değin sürdü. 1690’da Sir William Temple, Essay upon Ancient and Modern Learning (Klasik ve Modern Bilim Üzerine Deneme) adlı yapıtında ilerleme öğretisine karşı çıkarak klasik bilimin yetkinliğini savundu ve Royal Society üyelerine saldırdı. William Wotton da Reflections upon Ancient and Modem Learning (1694; Klasik ve Modern Bilim Üzerine Düşünceler) adlı yapıtında Temple’ı yanıtladı; genellikle yenilikçileri övmekle birlikte klasik yazarlann şiir, sanat ve hitabet alanındaki üstünlüğünü kabul etti. Watton’in tutumu, tartışmanın ana noktalannın daha belirsiz ve karmaşık bir nitelik kazanmasına yol açtı. Ama zamanla tartışmalar iki ana konu çevresinde yürütülmeye başladı. Bunlardan ilki, edebiyatın da bilim gibi, Klasik Dönemden günümüze bir ilerleme gösterip göstermediğiydi. İkincisi ise, eğer bir ilerleme söz konusu ise, bunun çizgisel mi, yoksa döngüsel mi olduğuydu. Tartışma bu konular çevresinde ciddi ve şiddetli bir biçimde sürdü. Koruyucusu Temple’ı savunarak tartışmaya katılan Jonathan Swift ise A Tale of a Tub’da (1704; Bir Fıçının Öyküsü) ve aynı yapıt içinde yer alan “The Battle of the Books”ta (Kitapla-nn Çarpışması) tartışmayı alaya aldı. Aynca daha sonra yazdığı Gulliver’s Travels’m (Gulliver’ın Seyahatleri) üçüncü kitabı “The Voyage to Laputa”da (Laputa’ya Yolculuk) Royal Society’ye daha da şiddetle saldırdı.
Klasikçilik, yenî-klasIk akim olarak da bilinir, güzel sanatlarda Eski Yunan ve Roma sanatını temel alan tarihselci yaklaşım ve estetik tutum. Genelde tarih, arkeoloji, mimarlık ve sanat tarihinde “klasik” terimi Antik Çağda üretilen sanat yapıtlan için kullanılır; Klasikçilik ise yalnızca Antik Çağdan esinlenerek üretilmiş yapıtlara ilişkindir. Gene de “klasik” ve “klasikçi” terimleri çoğu zaman birbiriyle kanştırılır.
Klasik terimi bir estetik tutumu belirtmek için kullanıldığında, Antik Çağ sanatının uyum, açıklık, sınırlılık, evrensellik ve idealizm gibi özelliklerini çağrıştırır. Antik Çağ sanatına duyulan büyük saygı nedeniyle, bazen bir örneğin kendi türünün en iyisi olduğunu belirtmek için de kullanılır (örn. klasik bir villa). Benzer biçimde bazı tarihçiler ve estetikçiler de her üslubun gelişme sürecinde belli özellikler gösteren bir klasik evrenin varlığından söz ederler. Buna göre klasik evre bir üslubun en yetkin ve en uyumlu ifadesini bulduğu dönemdir; genellikle ilkel ya da olgunlaşmamış bir “arkaik” evrenden sonra başlar ve yerini başlangıçtaki gücün yitirildiği, yapıtlann aşın biçimde süslenerek işlendiği bir “maniyerist”, “barok” ya da “dekadan” evreye bırakır.
Batı’daki klasikçi dönemlerde Antik Çağ yapıtlarının örnek alındığı görülür, ama bu örneklerin yorumlanışı ve uygulanışı zamana ve türlere (resim, mimarlık, edebiyat ve müzik gibi) göre değişir. Görsel sanatlarda Klasikçiliğin estetik tutumu ile ilgili genel niteliklerin yanında daha özgül niteliklere de yer verilir; örneğin, renkten çok çizgi, eğrilerden çok düz çizgiler, derin mekânda diyagonal kompozisyonlardan çok yakın planda kapalı kompozisyonlar ve özelden
Klaus, Karl Karloviç *382
çok geneli vurgulama yeğlenir. Gene de Antik Çağ yapıtlarını örnek alan sanatçılar kendi çağlarının sorunlarını ve ülkülerini yapıtlarında yansıtmaktan kaçınamadıkla-nndan, aldıkları esini farklı biçimlerde yorumlamışlardır. Klasikçilik de değişik dönemlerde çeşitli karşıtlıkların bir kutbunu oluşturmuştur. Bu kutuplaşmalar klasik-romantik, klasik-yenilikçi örneklerindeki gibi estetik ve eleştirel temellere dayandın-labildiği kadar, tümüyle tarihsel karşıtlıkları da belirtebilir; örneğin Rönesans’a karşı Gotik, Yüksek Rönesans’a karşı Maniye-rizm ya da Poussinciliğe karşı Rubensçilik dendiğinde, klasikçi estetik özelliklerini hep ilk sayılan dönemin barındırdığı kabul edilir.
Klasik gelenek ortaçağda da sürdürülmekle birljkte, Klasikçilik asıl 15. ve 16. yüzyıllarda İtalyanların Antik Çağın klasik kültürünü özümseme çabalarının yol açtığı İtalyan Rönesansı’yla doğdu. 15. yüzyılda Kla-sikçiliği güzellikle özdeşleştiren Leon Bat-tista Alberti, mimarlıkta güzelliği, “bütün parçalar arasında (klasik yapıtların incelenmesiyle elde edilmiş) sağlam kuralları izleyerek ulaşılan uyum ve bağdaşmışlık; herhangi bir ekleme, çıkarma ya da değiştirmenin yalnızca bozulmaya yol açacağı kusursuz birlik” biçiminde tanımladı. Alberti’ye göre “heykelci, figürünün bütün duruşu ve etkisiyle, konu aldığı insanın yaşamını ve kişiliğini yansıtmaya çalışmalıydı.” Bu dönemde ressamlar insanı yücelten konuları seçtiler; betimlenen eylemlere uygun figürleri kullandılar; eylemlerin doğadaki görünümünü taklit ettiler. Görsel sanatlarda Michelangelo’nun “Davud” (1501-04, Floransa Akademisi) heykeli, Raffaello’nun “Baldassare Castiglione Portresi” (1516, Louvre Müzesi, Paris) ve Donato Braman-te’nin günümüze ulaşmayan Caprini Villası (y. 1510, Roma) Rönesans Klasikçiliğinin en üstün örneklerindendir.
Roma’daki Antik Çağ ve Rönesans örnekleri 200 yıl boyunca İtalya’da geçerli olan Klasikçilik ölçütlerini sağlarken, Fransız sanatçılar 17. yüzyılda bu örneklerden ve Alberti’nin kuramlarından etkilenerek arıtılmış bir Klasikçiliğe yöneldiler. Resimde Nicolás Poussin (“Phokion’un Cenaze Töreni”, 1648, Louvre Müzesi, Paris) ve mimarlıkta François Mansart (Val-de-Gra-ce Kilisesi, 1645-67, Paris) bu sanatçıların en önemlileri oldu. 18. yüzyılda İngiltere’de mimarlık sanatı İtalyan mimar Andrea Pal-ladio’nun Eski Roma ve Rönesans’tan esinlenen görüş ve yapıtlarını temel aldı. Bu üslup, Ingiliz ve Amerikan mimarlığına 19. yüzyılın başına değin egemen olacak Klasikçiliğin ölçütlerini getirdi; Lord Burlington’ m Chiswick Evi (Middlesex, 1725’te başlandı) ve Thomas Jefferson’ın Monticello Malikânesi (Charlottesville, Virginia, 1809’da tamamlandı) gibi yapıtlarına yansıdı. Kraliyet Akademisi’nin ilk başkanı olan Sir Joshua Reynolds gibi İngiliz ressamlarının eğitime verdiği önem de İngiliz ve Amerikan resminde Rönesans Klasikçiliğinin etkisindeki benzer bir gelişmeye yol açtı.
18. yüzyılın ortasında Klasikçilik iki yönden saldırıya uğradı. Yücelik özlemi ve arayışı içinde güzelliği Klasikçilikle bir tutan anlayışa karşı çıkıldı ve romantik fanteziler, geniş çağrışımlı göndermeler ve garip yenilikler, Klasikçiliğin duruluğundan ve soyluluğundan değerli görülmeye başladı. Benzer biçimde Yunan sanatının savunulması da Eski Roma sanatının kabul edilmiş üstünlüğünü sarstı. Örneğin Antik Çağ sanatlarına ilk eğilen sanat tarihçisi Johann
Winckelmann, Yunan heykelinde “soylu bir yalınlık” görüyor, sanatçıları, insanın yüceliğini onaya çıkaran Yunanlı sanatçılar gibi doğaya öykünmeye çağırıyordu. Klasikçi öğreti Roma’dan Eski Yunan’a yöneldi. Heykelde bu yolu özellikle Antonio Canova izledi. Resimde ise Jacques-Louis David, Raffaello’nun ve Augustus dönemi Roma’ sının biçimsel ölçütlerini yeniden yerleştirerek Klasikçiliği ressamlann işlemeleri istenen yüce konular için bir araca dönüştürdü (örn. “Horatius Kardeşlerin Yemini”, 1784, Louvre Müzesi, Paris). Sınırlılık, görkem ve yalınlığın yanında belirgin biçim ile soylu içeriğin tam anlamıyla bağdaştınlarak bütün aynntılanyla yansıtılması Pablo Picasso, Aristide Maillol ve Henry Moore gibi daha sonraki sanatçılann çoğu yapıtında Klasikçiliğin sürmesini sağladı.
Mimarlıkta Klasikçilik, 18. yüzyılın ortasından sonra akılcı tutumla birleşti. Eski Yunan, Roma ve Rönesans örneklerinin üstün sayılması pek çok yeni-klasik yapıtın doğmasına yol açtı. 20. yüzyılın başında uyum ve oran gibi klasik ölçütlerin, yeni teknolojinin yarattığı malzemelere ve yeni tekniklere uygulanmasıyla farklı üsluplara ulaşıldı. Le Corbusier ve Ludwig Mies van der Rohe Klasikçiliğin çağdaş sorunlara ve malzemeye uygulanışının iki değişik örneğini verdiler.
Edebiyat ve müzikte Klasikçilik, genel olarak görsel sanatlardaki Klasikçilik ile aynı döneme rastladı. Örneğin edebiyatta Klasikçiliğin canlanması Cicero’nun taklit edildiği Rönesans sırasında gerçekleşti. Fransa’da 17. yüzyılda görsel sanatlarda olduğu gibi edebiyatta da çeşitli türlerde klasikçi tutum gelişti. Pierre Corneille ve Jean Racine gibi oyun yazarlarıyla René Descartes ye Blaise Pascal gibi düşünürler öne çıktı. İngiliz edebiyatında Fransa’dan sonra ortaya çıkan “klasik” yöneliş 18. yüzyılda John Dryden ve Alexander Pope ile doruk noktasına ulaştı. Gotthold Ephraim Lessing, Johann Wolfgang von Goethe ve Friedrich Schiller ise “klasik” Alman edebiyatının önde gelen adları oldular. 20. yüzyılın başında T .S. Eliot ve Yeni Eleştiri akımının üyeleri de biçime verdikleri önem ve düşünsel disiplinleri yüzünden bazen klasikçi olarak nitelendirildiler.
Müziğin “Klasik Dönem”i 18. yüzyılın sonunda başladı, Almanya ve Avusturya asıllı Joseph Haydn, Wolfgang Amadeus Mozart, George Frideric Handel, Christoph Gluck ve genç Ludwig van Beethoven gibi bestecilerin katkılarıyla sürdü. Bu bestecilerin müziği işlenmiş, incelikli ve melodikti. Çalgı müziği de ilk kez bu dönemde vokal müziğin önüne geçti. Bu tür müziğe ve kuralına uygun “klasik” biçime gösterilen yoğun ilgi, senfoni orkestralanmn ve oda topluluklannın yanında piyanonun ve çeşitli müzik formlannın standart hale gelmesine yol açtı.
Klaus, Karl Karloviç, carl ernst claus olarak da bilinir (d. 23 Ocak 1796, Dorpat [bugün Tartu] – ö. 24 Mart 1864, Dorpat, Rus Çarlığı), 1844’te rutenyum elementini bulan Alman asıllı Rus kimyacı.
Öğrenimini Dorpat’ta tamamladıktan sonra bir süre eczacılık yapan Klaus, daha sonra Dorpat ve Kazan üniversitelerinde kimya ve eczacılık dersleri verdi. Klaus osmiyum, palladyum, iridyum ve rodyum gibi platin metalleri üzerinde yaptığı araştırmalarla dikkati çekti ve Petersburg’daki (bugün Leningrad) platin arıtma tesisinin atıklannı incelerken rutenyumu keşfetti.
klavikord, telli klavyeli çalgı. Bir ortaçağ çalgısı olan monokorddan geliştirilmiştir.
Yaklaşık 1400-1800 arasında yaygın olarak kullanılmış, 20. yüzyılda yeniden ilgi gören bir çalgı olmuştur. Çoğunlukla dikdörtgen biçimindedir. Kasası ve kapağı boya ve kakmalarla süslenir. Sağda, tiz seslerin bulunduğu tarafta göğüs tahtası, eşik ve akort çivileri bulunur. Teller akort çivilerinden başlayıp köprü (eşik) üzerinden geçer, solda, bas seslerin bulunduğu taraftaki kavrama pimlerine bağlanır. Tellerin arası susturucu görevi gören keçe şeritlerle örülüdür. Her tuşun kendi telinin tam altında
Alman klavikordu, 1764
Raymond Russell
küçük bir pirinç çubuk bulunur. Tuşa basıldığında bu pirinç çubuk tele çarpar ve teli iki bölüme ayırır. Böylece telin titreşecek bölümünün uzunluğunu belirleyerek istenen sesin çıkmasını sağlar. Telin pirinç çubukla eşik arasında kalan sağdaki bölümü belli bir ses oluşturacak biçimde titreşirken, soldaki bölümün sesi keçeyle bastırılarak kesilir. Tuş bırakılınca pirinç çubuk telden ayrılarak yerine döner. Ama keçe gene teli susturmayı sürdürür.
Klavikordun ses sınırı normalde 3,5-5 oktav arasındadır. Her ses için bir ya da iki teli vardır. Birlikte çalınma olasılığı bulunmayan sesleri çıkaran komşu tuşların çubukları bazen aynı tel çiftinin altında yer alır. Bu türleri bağlı klavikord, her tuş için ayrı teli bulunanlarsa bağsız klavikord olarak adlandınlır.
Klavikord çalınırken sırf tuşeyle ses gürlüğünde değişiklik (örn. piano, forte, crescerı-do, diminuendo) yapılabilir. Piyanonun öncüsü olan çalgılar arasında bu olanak yalnız klavikordda vardır. Parmakların tuşların üstündeki basıncında değişiklik yaparak vibrato (titreşimli) ses elde edilebilir.
klavsen, telleri mızrapla titreştirilen klavyeli çalgı. Genel olarak iki ya da üç tel takımı vardır. Takımlardan biri, öbürlerinden bir oktav tiz ses verebilir; buna 4-ayak (tiz oktav) ses alanı denir. Ses alanı normal olan tel takımına 8-ayak (normal oktav) ses alanı denir. Bazı çağdaş klavsenlerde buna, bir oktav pes ses veren bir 16-ayak (pes oktav) ses alanı eklendiği olur. 8-ayak iki tel takımı, ayrı ayrı noktalarda ya da farklı malzemeden yapılmış mızraplarla çekildikleri için tınılan farklı olabilir.
Klavsende sesi, tellerin yatay düzlemi altına yerleştirilen bir ses tablası yükseltir. Teller, titreşimlerini ses tablasına ileten (ona tutkallanmış) bir köprünün (eşik) üstünden geçer. Mızraplama düzeneği, tuşla-nn öbür ucundaki, altta sabit bir yatağın içinde bulunan, üstte ise bir sürgünün ya da hareketli bir yatağın içinden geçen düşey tahta çıtalardan oluşur. Sürgü, belli bir çıta takımını kendi tel takımına ya hafifçe yaklaştırır ya da uzaklaştınr. Bu, o tel takımının kullanılıp kullanılmayacağına bağlıdır. Her çıtanın tepesindeki saplama mil, kuş teleğinin sivri ve sert ucundan ya da köseleden yapılmış mızrabın, içine oturabileceği bir biçimde delinmiştir ve telden ya da kıldan bir yay aracılığıyla dik tutulur. Çıta, bezden ya da keçeden bir susturucu ile son bulur. Tuş serbest bırakılıp da mızrap telin altına düştüğü zaman bu bez ya da keçe teli susturur.
Bilinen en eski klavsen, 1521’de Roma’ da Gerolamo Bolognese tarafından yapılmıştır ve bugün Londra’da Victoria-Albert
Müzesi’ndedir. Geçmişi konusunda fazla bilgi bulunmayan klavsen, 17. yüzyılda büyük bir evrim geçirerek Avrupa müziğinde en önemli çalgılardan biri durumuna geldi. Bir türü de günümüze 15-18. yüzyıllar arasında yapılmış örnekleri ulaşan clavicy-therium’du. Fazla yer kaplamaması için ses tablası ve telleri, konsol piyanoda olduğu gibi klavyeye dik olan bu çalgı yaygınlaşmadı. İtalya, Flandre, Fransa, İngiltere ve Almanya başta olmak üzere, ulusal klavsen yapım okulları ortaya çıktı, boyalı kapaklı süslü kasalar moda oldu. Barok Dönemin büyük bestecilerinin çoğu klavsen çaldıkları gibi, klavsen için besteler de yaptılar. 18. yüzyılın ortalarında klavsende beş tam ok-tavlı normal bir ses alanı, üç ya da daha fazla tel takımı, çoğunlukla da iki klavye yer alıyordu. Ama bu sıralarda, parmakların tuşlar üstündeki basıncına göre hafif ya da kuvvetli çalınabilen yeni bir çalgı olan pianoforte’nin rekabeti ortaya çıktı. Bu gürlük nüanslarına olanak vermeyen klavsen, piyano karşısında yenik düştü. 19. yüzyıl sonlarında yeniden ilgi çekmeye başladı; günümüzde de yapımcıların ve bestecilerin elinde evrimini sürdürmektedir. Ayrıca bak. epinet, virginal.
klavyeli çalgılar, yorumcunun, önüne dizilmiş tuşlara, düğmelere ya da pedallara basmasıyla ses veren çalgılar. Bütün klavyeli çalgılarda sesler kromatik olarak birbirini izler ve soldan sağa, bastan tize doğru sıralanırlar. Klavyeli çalgılar üç temel grupta toplanabilir: Org, melodyum ve armonyum gibi havanın borulardan geçirilmesiyle ses veren aerofonlar; basılan tuşun klavsendeki gibi bir telin mızraplanmasını ya da klavikord ve piyanodaki gibi telin üstüne vurulmasını sağlayarak doğrudan doğruya mekanik bir etki yaratmasıyla ses veren kordofonlar; elektrikli org ve synthesizer gibi klavyenin elektronik bir ses üretme düzeneğini çalıştırdığı elektrofonlar.
Antik Çağda bazı klavyeli çalgı türlerinin kullanıldığı anlaşılmakla birlikte bu konudaki bilgiler çok yetersizdir. Avrupa ve Kuzey Amerika dışında ise fazla gelişmemiş birkaç örnekten başka klavyeli çalgıya rastlanmaz. Dolayısıyla Batı müziğini derinden etkileyen klavyeli çalgıların gene Batı’ya özgü olduğu söylenebilir. Birçok sesi aynı anda çalabilme olanağına sahip klavyeli çalgılar ve bu çalgıların teşvik ettiği eşit aralıklı tampere sistem (tuşlar arasındaki ses aralığının yarım perde olduğu ve bir oktavın 12 sesten oluştuğu sistem) olmaksızın batı armonisinin bugünkü karmaşıklığına ulaşabileceğini düşünmek zordur.
Günümüze ulaşmış en eski klavye müziği Robertbridge Codex’i (y. 1320), en eski klavyeli çalgı da gene 14. yüzyılın daha geç döneminden kalma bir İsveç orgudur. Bu çalgının klavyesi bütün diyezlerle bemolleri içeren bir oktav ve bir altılı aralığı kapsıyordu. Ama bu aşamada tuşlar genellikle birkaç cm genişlikteydi ve dolayısıyla daha çok ağır tempoda basit armonilere olanak veriyordu. 16. yüzyıla değin klavye müziğinde önemli bir gelişme görülmedi. 16. yüzyılda ise günümüzde de standart sayılan özelliklerde klavyelerin yapılmaya başlaması klavye müziğinde atılıma yol açtı. Bir oktavın yaklaşık 16,5 cm’ye sığdırılması tek elle yetişilebilir hale gelmesini sağladı. Bu arada diyatonik tuşlara (Do majör dizisi) beyaz, biraz geriye alınan kromatik tuşlara da siyah renk verildi. Bazen renklerin ters kullanıldığı da oldu.
Klavyenin modernleştiriimesiyle birlikte telin mızraplanmasıyla ses veren klavsen, epinet ve virginal gibi yeni çalgılar gelişti. Hepsine ilk kez 15. yüzyıl metinlerinde
rastlanırsa da hiçbirinin 16. yüzyıldan önceki örnekleri günümüze ulaşamadı; klavsen ve benzeri çalgıların yaygınlaşması ise kuşkusuz 16. yüzyılda gerçekleşti. Bu gelişme klavye müziği bestelerinin sayıca çok artmasına yol açtı. Klavye tekniğinin olanakları özellikle Mulliner Book (16. yy üçüncü çeyreği; Mulliner Kitabı) ve Fitzwilliam Virginal Book (y. 1609-19; Fitzwilliam Virginal Kitabı) gibi önemli Ingiliz derlemelerinde değerlendirildi. Besteciler kırık akor-lar (arpejler) ve triller gibi, klavyeli çalgılara öbür çalgılardan daha kolaylıkla yapılabilen süslemeler buldular.
Klavyeli çalgıların ve klavye müziğinin gelişmesi 17. yüzyıl boyunca ve 18. yüzyılın ilk yansında özlü bir değişme göstermeden sürdü. 18. yüzyılda ise klavsen yavaş yavaş yerini piyanoya bıraktı. Piyanonun temel özelliği tellerin mızrapla çekilmesi yerine çekiçle vurulması, dolayısıyla da çalgıcının vuruş şiddetini ve ses gürlüğünü ayarlamasına olanak sağlamasıydı. Piyanonun asıl adı olan pianoforte (İtalyancada “yumuşak-güçlü”) sözcüğü, bu çalgının tuşlara basma kuvvetine göre piano ve forte yapabilme özelliğini belirtiyordu. Oysa hep aym gürlükte ses veren zamanın öteki klavyeli çalgılan org ve klavsen, bu hünere sahip değildiler. İlk kez yaklaşık 1709’da Floransa’da Bartolomeo Cristofori’nin yaptığı piyano yüzyılın ikinci yansına değin etkili olmadı. Bu tarihte ise kuyruklu piyano gibi kavisli ya da kare piyano gibi dikdörtgen biçimli olmak üzere iki temel biçimi ortaya çıktı. Konsol (ya da dik) piyano ilk kez 1800’de Philadelphia’da John Isaac Hawkins tarafından yapıldı.
19. yüzyılda piyanolar büyüdü ve ağırlaştı; piyano müziğinde de bu gelişmeye uygun değişiklikler görüldü. Klavsen ise neredeyse kullanılmaz duruma geldi ve ancak 20. yüzyılda yeniden canlandı. 1886’da Paris’te Auguste Mustel, tel yerine metal plakalara vuran çekiçlerle çana benzer ses çıkaran çelestayı yaptı. Özel bir orkestra çalgısı olan ve birkaç yıl sonra Çaykovski’nin Fındıkkıran Süiti’nde (1891-92) yer verilen çelesta ise org, klavsen ya da piyano gibi alıştırma ve konserlerde kullanılabilecek bir çalgı değildi.
Elektronik klavyeli çalgılar arasında Fransa’da Maurice Martenot’nun icat ettiği on-des martenot, ABD’de Laurens Hammond’ m geliştirdiği Hammond orgu ve çeşitli synthesizer türleri sayılabilir.
Klazomenai, İzmir’in 30 km kadar batısında, Urla ilçesinde antik İon kenti. Burada 1979’da Çetin Anlağan başkanlığında başlayan kazıları günümüzde Güven Bakır sürdürmektedir.
Klazomenai’de ilk yerleşimin tarihi İÖ 3. binyıla değin geri gider. Bugün Limantepe denen höyükte İlk Tunç Çağına ait kalıntılar ortaya çıkarılmıştır. İÖ 1000’lerde Yunanistan’dan göçlerle gelen ve İon lehçesi konuşan halk buraya yerleşmeye başladı. Klazomenai 12 İon kentinin oluşturduğu birliğin de üyesiydi.
İÖ 7. yüzyılda Lydialılann saldınlarına uğradıysa da, kendini başarıyla savundu. Mısır’da bir pazaryeri kuracak kadar güçlendi. İÖ 545’te Anadolu’yu istila eden Perslere karşı direnen Klazomenaililer, daha iyi bir savunma yapabilmek amacıyla, bugün Karantina Adası denen yerde yeni bir kent kurdular. İÖ 499’da Pers egemenliğine karşı ayaklanan öbür İonlara katıldı-larsa da, sonunda teslim olmak zorunda kaldılar. Kent İÖ 5. yüzyılın ortalarına doğru Delos Birliği’ne katıldı. İskender’in Granikos Çarpışması’nı (İÖ 334) kazanması üzerine Batı Anadolu’daki bütün öbür kentler gibi özgürlüğüne kavuştu. İskender’in ölümünden sonra Antigonos Monophtal-
383 Kléber, Jean-Baptiste
mos’un denetimi altına girdi. Daha sonra Pergamon (Bergama) Kralhğı’nm egemenliğini tanıdı. İÖ 133’ten sonra Roma’nın Asya Eyaleti kentlerinden biri olduysa da gittikçe küçüldü ve önemini yitirdi.
Geniş bir alana yayılan Klazomenai, Karantina Adası ve onun hemen karşısındaki Limantepe’den, batıdaki Ayyıldıztepe’yle Cankurtarantepe’nin eteklerine kadar uzanmaktaydı. Merkezini, bugün tümüyle dolmuş olan iki körfezin arasındaki Limantepe Yarımadasıyla onun batısındaki alan oluşturuyordu. Günümüze fazla kalıntının ulaşmadığı kent Antik Çağda boyalı figürlerle bezeli pişmiş topraktan lahit üretmekle ünlüydü.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir