KUR’AN’I ANLAMAK FARZDIR

KUR’AN’I ANLAMAK FARZDIR

 

Allah demek anlam demektir. Varlıktaki anlamlılık ve amaçlılık Allah’ın eseridir. Bu yüzden ilahi elin değdiği hiçbir şey anlamsız ve amaçsız değildir. Allah’ın hak ile (bi’l-hak) yaratması, anlamlılık ve amaçlılığa tekabül eder.

 “O öyle bir zattır ki, gökleri ve yeri anlamlı ve amaçlı olarak O yaratmıştır.” (EN’ÂM 6/73).

 

Âyette, Allah’ın gökleri ve yeri “hak ile” (bi’l-hak) yarattığı buyrulmaktadır. Hak ile yaratmak, yaratılıştaki anlamlılığa ve amaçlılığa delalet eder. Göklerin ve yerin anlamlı ve amaçlı olarak yaratılışı isbat yoluyla Kur’an’da defaatle ifade buyruluyor..

Göğü, yeri ve bu ikisi arasındakileri bir anlam ve amaçtan yoksun olarak (bâtılen) yaratmadık.” (SÂD 38/27).

 

Kur’an’da anlamlı ve amaçlılığa yapılan sadece gökler ve yerler için vurgu yapılmaz. Göklerin ve yerin Allah tarafından anlamlı ve amaçlı olarak yaratılışından daha fazla vurgu, vahyin anlamlı ve amaçlı olarak (bi’l-hak) gönderilişine yapılır:

Bütün bunlar Allah’ın mesajlarıdır. Bunları belli bir anlam ve amaç uğruna sana bildiriyoruz.” (ÂL-İ İMRAN 3/108).

 

Kur’an “mübin” olarak nitelendirilmiştir. Zira Kur’an bizzat manaların taşıyıcısıdır ve taşıdığı manaları okuyacak olana doğrudan söyler.

MUBÎN geçişsiz olarak “AÇIK VE ANLAŞILIR” manasına, geçişli olarak ise “AÇIKLAYAN VE ANLAŞILIR KILAN” manasına gelir.

 

İşte size Allah’tan bir nur ve mubîn kitap gelmiştir.” (MAİDE 5/15).
Elif-Lâm-Râ. İşte bunlar, mubîn bir Kitab’ın âyetleridir.” (YUSUF 12/1).
Elif-Lâm-Râ. İşte bunlar, Kitab’ın, yani mubîn Kur’an’ın âyetleridir.” (HİCR 15/1).
Tâ-Sîn. İşte bunlar, Kur’an’ın, yani mubîn Kitab’ın âyetleridir.” (NEML 27/1)

 

Böyle devam edip gidiyor… Kur’an’da bu kadar sık vurgulanan mubîn sıfatı, mucizevî bir ihbar niteliğindedir. Adeta gelecekte, “Biz Kur’an’ı anlayamayız”, “Kur’an’ı anlamak nerde, biz nerde!”, “Kur’an’ı üstadlarımız anlar, bize de anlatır” diyecek zümrelerin çıkacağını zımnen haber vermektedir.

 

Tabi ki Kur’an “hem açık ve anlaşılır, hem açıklayan ve anlaşılır kılan” manasına gelen bir sıfatla (mübin) kendisini nitelemekle, bu mantığı reddetmektedir.

Zira bu mantık, FURKAN SÛRESİ’NİN 30. âyetinde Hz.Peygamber’in kıyamette ümmetini Allah’a şikâyet edeceği “Kur’an’ı mehcur bırakma” cinayetinin de sebeplerinden birini teşkil etmektedir.

Kur’an kime hitap etmişse, anlamak da ona düşer. Eğer Kur’an’ı anlamaktan muaf tutulan bir zümre varsa, bu zümre Kur’an’ın hitap etmediği bir zümre olmalıdır.

Şu halde cevabını aramamız gereken sual:

 

KUR’AN KİME HİTAP ETMEKTEDİR?

Bu sualin cevabı belli: Kur’an avamı ve alimiyle tüm mü’minlere hitap etmektedir. Onlarca kez gelen “Siz ey iman edenler” hitabı bunun delilidir.

Dahası KUR’AN TÜM İNSANLIĞA hitap etmektedir. Defalarca gelen “Ey insanlık” hitabı bunun delilidir.

 

Şu halde, bizzat Kur’an’ın kendisi, insan olan hiç kimseyi kendisini anlamaktan muaf tutmamaktadır.

 

Kur’an’ın Hedef kitlesi insandır. Hele kendisine iman eden bir mü’mini kendisini anlamaktan muaf tutması olacak şey değildir!!!!

Birine hitaben gönderilmiş her mesaj, muhatabından kendisini anlamasını ister. Bu hem mesajı gönderenin hakkı, hem de gönderilen mesajın hakkıdır.

Kur’an’ı anlamak Allah’ın özelde mü’min, genelde tüm insanlık üzerindeki hakkıdır.

Yine Kur’an’ı anlamak, Kur’an’ın kendisine hidayet rehberi olarak inanan tüm mü’minler üzerindeki hakkıdır.

Kur’an’ı anlayamayacaklarını düşünenler, Allah’ın ve Kur’an’ın hakkına geçiyorlar demektir.

Kur’an’ı anlamak için gayret edenler ise, Allah’ın ve Kur’an’ın hakkına riayet ediyorlar demektir. Kur’an kendisine iman eden kimseye kendisini anlamayı bir farz olarak yüklemektedir.

 

Kendisini Kur’an’a doğrudan muhatap kabul etmeyen biri, çıkıp şöyle diyebilir: “Kur’an ulema tarafından okunmuş, anlaşılmış, yorumlanmış ve kodlanmıştır; bize bunlar yeter”. Böyle bir mantık, Kur’an’ı anlamanın sadece mü’minler içinden belli bir zümreye has olduğunu iddia eden mantıktır.

 

 

Bu yaklaşım Müslümanlara diğer kültürlerden intikal etmiş bir hastalıktır. İslam’da her mü’min dininin adamıdır.

Böyle yapmak, tam da Hz. Peygamber’in Hesap Günü’nde ümmetini Allah’a şikâyet edeceği husus olan; “Kur’an’ı mehcur bırakmak” cinayetini işlemektir (FURKAN 30) .

Bir şeyi MEHCUR BIRAKMAK; o şeyi terk etmek değil, onu işlevsiz kılmak, onunla aktif ve aktüel ilişki kuramamak demektir.

Kur’an’ın anlamıyla buluşmayan, Kur’an’la buluşmuş sayılamaz. O olsa olsa mushafla buluşmuştur, fakat Kur’an’la buluşmamıştır.

 

Kur’an muhatabını inşa eden özne bir hitap olarak indi, fakat biz onu özne olmaktan çıkarıp nesneleştirdik.

Kur’an’ı nesneleştirme üç alanda şöyle tezahür etti:

* Kur’an’dan Mushaf’a (vahiyden, kitaba).

* Tertilden tecvide(tane-tane ve anlamlı okumadan, sadece makamlı okumaya).

* Manadan lafıza (anlamdan, sözcüğe).

Kur’an’ın anlamıyla buluşmak için bu üç sonucu doğuran sürecin tersine döndürülmesi gerekir.

Yeniden Kur’an Mushaf’ın önüne, Kur’an’ın emrettiği tertil ile okuma tecvit ile okumanın önüne, Kur’an’ın manası lafzının önüne alınmalıdır.

Kur’an Mushaf’ın imamı, tertil tecvidin imamı, mana lafzın imamı olmalıdır. İmamla cemaat yer değiştirmemelidir.

Okumaktan murat anlamak olan Kur’an, lafzı bir kez manası sonsuz kez inen ilahi bir hitaptır.

Kur’an, kelimenin tüm olumla anlamlarıyla “sürekli okunan” demektir.

 

Kur’an okumak, “nakarat söylemek” manasına değildir.

Kur’an vahyini “ikra” emriyle indirmeye başlayan Allah –hâşâ- içinde anlam olmayan bir okumayı emretmiş olamaz. O zaman “Oku” emri anlamsızlaşırdı.

Oku” emri, anlamsız bir emir değil, içinde anlam olan ve anlamı da içeren bir emirdir.

Yani “Oku, ama anlamasan da olur” şeklinde bir okuma, Kur’an’ın kıraat dediği bir okuma değildir.

Birine oku denildikten sonra ayrıca bir de “anla” denilmez. Zira “Oku” emri, aynı zamanda “anla” emrini içerir.

Anlamadan okumak, akleden kalbi işin içine dâhil etmeden yapılan bir eylemdir. Bunun adı kıraat olamaz.

 

 

Kur’an muhatabından aklını işe dâhil etmesini ister.

 

Akletmezler mi?” diye sorar.

Ne kadar da azınız aklediyor?” diye sitem eder.

Onlar Kur’an’ı hiç tedebbür etmezler mi?” diye sorar.

Biz Kur’an’ı hatırlamak için kolaylaştırdık; o halde yok mu öğüt alan?” (KAMER 54/17) diye sorar.

Bu soruyu bir tek sûrede (Kamer) tam altı kez sorar.

 

İbret alın ey aktif akıl sahipleri!” diye nida eder.

Biz âyetlerimi tefekkür eden bir topluluk için işte böyle tafsilatlı kıldık” (YUNUS 10/24) der.

 

Kur’an baştan sona yaklaşık 800 yerde düşünme ve düşünmenin türevlerine atıf yapar.

Kur’an “VARLIKLARIN EN ŞERLİSİ KİMDİR?” sorusuna hiçbirimizin durup dururken vermeyeceği muazzam bir cevap verir:

 

Allah katında hareket eden varlıkların en şerlisi, akletmediği için hakikate kör ve sağır davranan kimselerdir.” (ENFAL 8/22).

 

AKIL KUR’AN’DIR, KUR’AN AKILDIR.

Aklın Kur’an, Kur’an’ın akıl olması için o aklın Kur’an’la inşa olması gerekir.

Hamil-i Kur’an (Kur’an sahibi) olmak,

hâfız-ı Kur’an (Kur’an ezberleyicisi) olmakla eş değer değildir.

 

Hamil-i Kur’an olmak, önce aklı Kur’an’a vermek, sonra o akılla iki ayaklı Kur’an olmaktır.

KIRAAT, akleden kalbin işe dâhil olduğu bir okuma biçimidir.

Akleden kalbin içinde yer almadığı bir okuma biçimi kıraat değil, olsa olsa tilavet’tir.

Kıraat anlamak için okuma, tilavet aktarmak ve duyurmak için okumadır.

Kur’an kıraat etmek, Kur’an’ı makamınca seslendirmek değil, Kur’an’ı tedebbür etmektir.

 

Kur’an muhatabından kıraat etmesini istemekle yetinmeyip, daha ileri giderek tedebbür etmesini istemektedir:

Yoksa onlar Kur’an’ı hiç tedebbür etmezler mi?” (Nisa’ 4/82).

Yoksa onlar Kur’an’ı hiç tedebbür etmezler mi, ya yoksa kilit vurulmuş kalplere mi sahipler?” (Muhammed 47/24).

 

TEDEBBÜRarka, art, sırt, görünmeyen taraf” manalarını taşır. Âyet, Kur’an’ın satırlarından satır aralarına, oradan da satır arkalarına geçmemizi istemektedir. Tedebbür anlamaktan da çok daha derin bir şeydir. Eğer Kur’an muhatabından tedebbür istiyorsa, anlamayı haydi haydi ister. Zira tedebbür kıraattan çok daha derin bir şeydir. Buna “DERİN OKUMA” da diyebiliriz.

Kıraat Kur’an’ın ne dediğini anlamayı, tedebbür ise Kur’an’ın ne demek istediğini anlamayı ifade eder.

 

Zaten Kur’an muhatabından sadece tedebbür istemez, başka şeyler de ister.

TEZEKKÜR: Geçmişe yönelik derin düşüncedir. İstikameti mazidir. Hatırlama eksenlidir. Unutulan veya aktif ve aktüel olarak kullanılamayan bir bilgi veya tecrübenin varlığına vurgu yapar. Vahyin bir adı da zikr’dir. İnsana fıtratını, unuttuğu hakikatleri, insanlığın değişmez değerlerini hatırlattığı için tüm vahiyler bu sıfatla anılmıştır.

 

TEDEBBÜR: Geleceğe yönelik derin düşüncedir. İstikameti istikbaldir. Tedbir alma eksenlidir. Zaten tedbir de tedebbür ile aynı kökten gelir. Tedebbür eden tedbir alabilir. Tedebbür yaparak aldığı tedbirlerle, gaybı bilmemekten doğan cehalet açığını kapatır.

 

TAAKKUL: Derinliğine bağ kurmaya yarayan düşüncedir. Sebeplerle sonuçlar, eserle müessir, faille fil, sanatla sanatkâr, Halik ile mahluk, Rasuller ile Risalet, duygu ile düşünce, parça ile bütün kısaca her şeyle her şey, her şeyle bir şey arasında bağ kuran düşünceye taakkul denir. Akla, bağ kurduğu için akıl denmiştir. Bağ kuramayan akıl akıl denmeyi hak etmeyen akıldır. Düşünce faaliyeti içerisinde taakkul, geçmişe yönelik düşünce olan tezekkür ile geleceğe yönelik düşünce olan tedebbür arasında bağ kurma yeteneğini kullanmaktır.

 

TEFAKKUH: Olan biteni derinliğine anlayıp bu anlayışı şimdi ve buradaya taşımaya yarayan düşüncedir.

 

TEFEKKÜR: Tezekkür, tedebbür, teakkul ve tefakkuh’tan oluşan bütün bu dörtlü süreci içine alan düşünme faaliyetinin tümünü birden kapsayan geniş kapsamlı düşünme faaliyetidir.

 

 

Esasen bu beş kelimenin de aynı kalıpla (tefa’ul) gelmiş olması tesadüf değildir.

Bu beş tür düşünme faaliyetinin olmazsa olmazı “külfete katlanmak”tır.

 

Aklı zahmete sokmadan tefekkür faaliyeti gerçekleşmez!!!.

Bedel ödemeden, akıl teri dökmeden, külfete katlanmadan, hakkını vermeden tefekkür yapılamaz!!!.

Anlamaktan gaye yaşamaktır ve Kur’an Allah’ın muradını taşır. Bu murad sadece Kur’an’daki emir ve yasaklarda kendini açığa çıkartmaz. Bununla birlikte Kur’an kıssalarında, geçmiş kavimlerin haberlerinde, dramatize etmenin en güzel yöntemi olan Kur’an mesellerinde, ahirete ilişkin gaybi haberlerde, doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü, hak ve batılı, zalim ve mazlumu tavsif eden ibarelerde de açığa çıkartır.

Allah’ın muradı vahiy olarak insanların önüne geldikten sonra, ilahi muradı anlamak farzdır.  Yoksa farzı edâ eder insanlar, fakat onu îfâ etmezler, yani farzın arkasındaki muradı ilahiyeye vefa göstermiş olmazlar.

Kur’an’ı okumaktan murad anlamak, anlamaktan murad ise yaşamaktır. Anlamak okumanın gayesi, yaşamak anlamanın gayesidir. Bir şey anlaşılmadan yaşanmaz, yaşanmadan hayat olmaz ve hayat vermez.

Kur’an hayat kitabıdır. Beşere hayat vererek onu insan etmek için üflenmiş ruh gibidir.

Kur’an, sahibi Allah olan hayat okulunun yine Allah’a ait olan ders programıdır.

 

Kur’an’dan ders almayan Allah’tan ders almıyor demektir.

 

Vahiy kendisini “düşünen bir topluma” ithaf eder. Dersi ise vahiyle hayatına yön vermek isteyenler alır.

Hz.Ömer şöyle der:

BİRİNİN KUR’AN TİLAVET ETMESİ SİZİ ALDATMASIN! O DİLİMİZDEKİ BİR SÖZDÜR! ASIL SİZ ONU KİM HAYATINA KOYUYOR, ONA İTİBAR EDİN!

 

Fudayl b. Iyaz şöyle der:

KUR’AN SADECE KENDİSİYLE AMEL OLUNMAK İÇİN İNDİRİLDİ; FAKAT İNSANLAR ONU KIRAAT ETMEYİ AMEL EDİNDİLER”.

 

 

 

Efendimiz “ÜMMETİMİN EN ŞEREFLİLERİ KUR’AN’I TAŞIYANLARDIR” buyurur.

Dikkat! Burada Kur’an’ı taşımak Kur’an’ı hıfzetmek (hafız olmak) değildir!!!

 

Burada taşıma anlamı veren kelime HAML’dir. Kur’an hamili olmak, Kur’an hammalı olmak değil, Kur’an âmili (onunla amel eden) olmaktır.

Aksi durumda kişi Tevrat’ı taşıma sorumluluğu kendilerine verilip de, sorumluluğunun gereğini yerine getirmeyenlerin durumu; kitaplar yüklenmiş (fakat sırtındaki yükün değerinden habersiz olan) eşeğin durumu gibidir.” (Cuma 62/5) ayetindeki canlıyla eş konumda olur!!!  

Demek ki Kur’an’ı taşımanın hafız olmayla alakası yok.

Kur’an’ı taşımak; Kur’an’ı hayata taşımaktır. Kur’an’ı akleden kalbe taşımaktır. Kur’an’ı duyguya ve düşünceye, göze, kulağa, dile, dudağa, ömre taşımak… Allah Rasulü gibi Kur’an’la inşa olmak… Kuran’ı usta bilmek, “Ey ustam! Beni yetiştir, ben senin çırağınım” demek.

 

Okumak anlamaktır, “ikra” (oku) dediğiniz birine “ifhem” (anla) demezsiniz. Çünkü oku dediğinizde anla da demiş olursunuz. Onun için anlamadan okumak kıraat sayılmamıştır. Tilavet sayılmıştır. Tilavet, nakletmek için okumak; kıraat, anlamak ve yaşamak için okumak…

Adı Kur’an’dır, unutmayalım. Yani anlamak için sürekli okunan, yaşamak için sürekli okunan…  Dolayısıyla okumakla anlamak birbirinin devamıdır. Vahyi okumak aslında cennete girmektir.

 

Tirmizi’nin naklettiği o hadiste efendimiz öyle buyuruyor ya,  Kur’an okuyan kimseye şöyle denir: “Oku ve Yücel! Dünyada okuduğun gibi oku, makamın son okuyacağın âyetin yanındadır.

 

Dünyadayken son okuduğun yani son anladığın, yani son yaşadığın âyet neyse şimdi ahirette makamın da oradadır.” Dünyada Kur’an’ı okumak ve anlamak cennete yürüyüştür, başka bir şey değil.

 

Nice Kur’an okuyan vardır ki –Enes bin Malik’e atfedilir bu söz- Kur’an ona lanet eder.

KUR’AN’IN ANLAMIYLA BULUŞMAK ALLAH İLE BULUŞMAKTIR.

HAYDİ O HALDE, ANLAMLA BULUŞMANIN DOYUMSUZ HAYRINI VE HAZZINI YAŞAMAYA!..

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*