MEDÎNE-İ MÜNEVVERE; Arabistan Yarımadasında,
Hicaz bölgesinde bulunan meşhur iki
mübârek şehirden biri; İslâm Devletinin ilk başşehri.
Hicaz’da bulunan ikinci mübârek şehir Mekke’dir.
İkisine berâber “Haremeyn” ve “Hicaz”da
denir. Son Peygamber hazret-i Muhammed Mekke’den
çıkarak Medîne’ye hicret etmiş, burada ilk
İslâm Devletini kurmuştur. Peygamberimizin kabri
şerîfleri ve Mescid-i Nebî de bu şehirde bulunmaktadır.
Bu sebeplerden dolayı Medîne-i münevvere
yâni nurlanmış şehir ismiyle anılır. İlk
halîfeler zamânında İslâm devletinin idâre merkeziydi.
Medîne yeryüzünün 25° 20′ kuzeyi ile 37° 03′
doğu meridyeni arasında olup, Mekke’nin dört
yüz kilometre batısında ve Kızıldeniz’in yüz kilometre
güneyinde bulunan çölün bittiği yerde, güneye
doğru uzanan az dalgalı, bir ovanın eteğindedir.
Medîne’nin kuzeyinde ve dört beş kilometre
uzağında Uhud; doğusunda Taberiye; güney
doğusunda Ayr Dağı bulunmaktadır.
Medîne; Hicaz’da, Akik, Batıhan, Mehzur,
Müzeynip, Kanat gibi vâdilerin güzelliği, tatlı sulu
kuyu kaynaklarının bolluğu ile tanınır. Medîne’nin
suları, güneyden ve Harre mevkilerinden çıkar.
Medîne’ye çok yağmur yağar yağmurların sellere
sebebiyet verdiği çok olur. Medîne arâzisi
çok verimli ve zirâata elverişlidir. Medîne’de lahana,
kamıbahar, pırasa ve enginardan başka, her
çeşit sebzeyle karpuz, kavun, şeftâli, incir, limon,
turunç, acur, üzüm, elma, nar, muz ve hurmanın en
iyileri yetişir. Hava raporlarına göre Medîne’nin ensoğuk ayı aralık olup, bu ayda ısı ortalaması (10 –
11) derecedir. En sıcak ay ise, temmuz ayı olup bu
ayda ısı ortalaması (32) derecedir.
Medine’nin isimleri: Târihî kayıtlara göre
Amâlika kavminden, Medîne’ye ilk önce gelip yerleşen
kimsenin ismi Yesrib olduğundan, Medîne, o
zamandan îtibâren bu isimle anılmıştır. Yesrib, lügatta
“fesad, ayıplanmış, cimri” mânâlarına geldiğinden,
peygamberimiz, halkın Medîne’ye Yesrib
demelerini hoş görmemiş, O, ’’Medine’dir.” demiştir.
Peygamberimiz; ’’Medîne’ye bir defâ Yesrib
diyen kimse, on defâ Medîne desin!”, ”Medîne’ye
Yesrib diyen kimse, Allah’tan af dilesin!
O, Tâbe’dir.” demiş ve ’’Allah’tan af dilesin!” sözünü
de üç defâ tekrarlamıştır.
Medîne’nin; Tâbe, Tayyibe, Âsime, Dârulîmân,
Dârüs-Sünnet, Bârreh, Beytür-Resûl, Habîbe,
Mahbûbe, Dârül-Ebrâr, Dârül-Hicre, Dârüs-
Selâm, Dârül-Feth, Mehfûza, Harem-i Resûl, Medînet-
ür-Resûl (Peygamber Şehri) gibi birçok isimleri
vardır. İslâm târihi yazarlarından Semhûdî,
Vefâ adıyla yazdığı kitabında; “İsim çokluğu, isim
sâhibinin şerefliliğine delâlet eder.” dedikten sonra,
çeşitli kaynaklara dayanarak, Medîne’nin doksan
dört ismini sayar ve bunlar hakkında geniş
açıklama yapar. Ayrıca, Medîne’nin Tevrât’ta kırk
isminin bulunduğunu da bildirir.
Peygamberimiz, Tebük Gazâsından dönerken
Medîne görününce; ’’İşte Tâbe!” demiş, Tâb ve
Tayyibe isminin, Medîne’ye Allahü teâlâ tarafından
verildiğini açıklamıştır. Peygamberimiz, İsrâ
ve Mi’rac hâdisesini anlatırken de şöyle buyurmuştur:
” Burak’a bindim. Yanımda Cebrâil de
bulunuyordu, gittim. Cebrâil, in ve namaz kıl!
dedi. Kıldım. Nerede namaz kıldın biliyor musun?
Tayyibe’de kıldın ve oraya hicret edeceksin!”
Medîne’nin haremliği ve dokunulmazlığı
hakkında Peygamber efendimiz; ”Her peygamber
için, bir Harem, dokunulmaz bir yer vardır.
İbrâhim aleyhisselâm Mekke’yi haremleştirdiği
gibi, ben de Medîne’nin iki kara taşlığı (Ayr
ve Sevr tepeleri) arasını haremleştirdim. Onun
otları biçilmez, ağaçları kesilmez, orada çarpışmak
için silâh taşınmaz. Orada kötü bir âdet
çıkarana veya o âdeti çıkaranı evinde barındırana
Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti
olsun! Onun, ne tövbesi, ne de fidyesi kabûl
olunur!” buyurmuşlardır. Medîne-i münevverede
Mescid-i Nebevî; Mekke-i mükerremede Mescidil-
Harâmdan sonra dünyânın en kıymetli yeridir.
Mekke-i mükerreme ayrıca Müslüman devletin
ilk başşehridir.
Medîne târihi: Tufan olayından sonra, hazret-
i Nûh neslinden Amâlika kavmi; Hicaz’da,
Mekke’de ve Medîne’de yerleşmişler, ilk önce ev
bark yapmak, hurma yetiştirmek sûretiyle Medîne’yi
de onlar kurmuş ve îmar etmişlerdir.
Buhtunnasar, Beytül-makdis’i (Kudüs’ü) yıkıp
ahâlisini sürüp İsrâiloğullarını esir ettikten
sonra, İsrâiloğullarmdan bir topluluk, Hicaz’a giderek
Vâdilkurâ’da, Teymâ’da ve Medîne’de yerleştiler.
O zaman, Medîne’de Amâlika’nın kalıntıları
ile Cürhümîlerden bir kavim yaşamaktaydı.
Bunlar, Medîne’de hurmalıklar ve tarlalar meydana
getirmişlerdi. Yahûdîler de orada yerleşmeye
ve gittikçe çoğalmaya başladılar. Yahûdîler,
günden güne azalan Cürhümîlerle Amâlikalılan zamanla
Medîne’den sürüp çıkardılar; onların mallarını,
mülklerini ele geçirdiler.
Yemen’deki Me’rib Şeddini (Barajını) ilk önce,
fâreler oymaya başlamış, sonra da Allahü teâlâ,
dehşetli bir sel gönderip bu şeddi yıkmıştır.
Kur’ân-ı kerîmde Sebe’ sûresinin 15-17. âyetleri bu
şeddin yıkılış sebebini îzâh etmektedir.
Evs ve Hazreclilerin ataları, Me’rib Şeddi yıkılıp
yurtları seller altında kaldıktan sonra Medîne’ye
gelip yerleştiler. Medîne’ye gelen ve önceleri,
Medîne’nin dış kısımlarında yerleşen Evs ve Hazrec
kabîlelerinden Hazrec’in büyük babası Sa’lebe
bin Amr, sayıca çoğalıp kuvvetlenince, Yahûdîleri
Medîne’den çıkardı. Şehre kendi kavmini yerleştirdi.
Bu defâ da Yahûdîler, Medîne’nin dış kısmında
yaşadılar.
Evs ve Hazrec adlı bu iki büyük kabîle, Hârise
bin Sa’lebe’nin oğulları idi. Annelerinin ismi
Kayle olduğu için, Kayleoğulları diye de anılırlardı.
Târihî silsile cetvelinde görüleceği üzere
Medîne’de ikâmet eden Hazrecliler kavmi Resûlullah
efendimize, dedesi cihetinden Abdülmuttalib’in
annesi “Selmâ, Âmir bin Zeyd’in kızı olduğundan,
Hazreclilerle Resûlullah efendimizin akrabâlıkları
târihen sâbittir. Ayrıca, “Neccârîler”
Peygamber efendimizin dayıları olmaları sebebiyle
şerefleri daha fazladır. Peygamber efendimiz,
babası hazret-i Abdullah cihetinden mekkeli ise de,
annesi hazret-i Âmine tarafından Medînelidir. Bununla berâber gerek annesi hazret-i Âmine’nin nesebi,
gerek babası hazret-i Abdullah’ın nesebi Kusay
bin Kilâb’ta birleşmektedir. Ayrıca Peygamber
efendimizin Medine’ye hicret buyurduklarında evlerinde
misâfir kaldıkları hazret-i Hâlid Ebû Eyyûbel
Ensârî de Hazrec kabilesinden olup, o da Resûlullah
efendimizin akrabâsıdır.
Evs ve Hazrec kabileleri, iki kardeşten üreyip,
çoğalmış oldukları halde aralarında sık sık anlaşmazlıklar
çıkar, kılıçlara sarılırlar, birbirleriyle çarpışırlardı.
Yahûdîler de, bunları birbirine düşürmek
için, aralarına fitne sokmaktan geri durmazlardı.
Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki çarpışmaların
sonuncusu Buâs çarpışması idi ki, hicretten
beş altı yıl önce olmuştu. Hazret-i Aişe’nin buyurduğu
gibi, hicret sırasında Evs ve Hazrec kabilelerinin
toplulukları dağılmış, en asil ve şerefli adamları
öldürülmüş veya yaralanmış bulunuyordu.
Medînelilerden altı kişilik bir kâfile, Mekke’de
Akabe denilen yerde Peygamberimizle buluşup
Müslüman oldukları zaman, Peygamberimize şöyle
demişlerdi: “Biz kavmimizi, hem birbirlerine
karşı, hem de kavmimizden olmayan bir kavme
(Yahûdîlere) karşı, aralannda düşmanlık ve kötülük
olduğu halde, geride bırakmış bulunuyoruz. Umulur
ki Allahü teâlâ, onları da senin sâyende bir araya
toplar. Biz, hemen Medine’ye dönüp onları da senin
buyruğuna dâvet edecek, bu dinden kabul ettiğimiz
şeyleri, onlara da anlatacağız. Eğer Allahü teâlâ,
onları bu din üzerinde toplar, birleştirirse, senden
daha aziz ve şerefli bir kimse olmaz!”
Bundan sonra Medînelilerden on iki kişilik ikinci
kâfile, Mekke’ye gelip Akabe’de Peygamberimize
îmân ve bîat etti. Peygamberimiz, Mus’ab bin
Umeyr’i, Kur’ân-ı kerîm ve din muallimi (öğretmeni)
olmak üzere onlarla birlikte Medine’ye gönderdi.
Aynca Abdullah bin Ümmül Mektûm’u da gönderdi.
Nübüvvetin 13. yılında Akabe’de Peygamberimize
îmân ve bîat eden Medîneliler 73 erkek ve 2 kadındı.
Bu zamanda Medine’de hemen hemen Peygamberimizin
ismi anılmayan ev kalmamış gibiydi.”Hiçbir şehir, kolay kolay fetholunmamıştır.
Medine ise, Kur’ânla kolayca fetholunmuştur”
sözü bir vâkıayı, bir gerçeği ifâde etmektedir.
Bununla berâber, hicret gerçekleşmeden önce
Medine’de Peygamberimize henüz îmân ve bîat
etmemiş olanlar da vardı. Medîneli Müslümanlara
“Ensâr” denir. Ensâr, Evs ve Hazrec kabilelerine
mensup Müslümanların herbirine verilen bir
isimdir. Gaylan bin Cerir’in “Siz, öteden beri mi
Ensâr ismiyle anılırdınız, yoksa bu ismi size Allahü
teâlâ mı koydu?” sorusuna, Enes bin Mâlik;
“Evet, bize bu ismi Allahü teâlâ koydu.” demiştir.
Kur’ân-ı kerîmde Ensâr hakkında meâlen şöyle
buyurulur: “Muhâcirlerle Ensârdan ilk önce,
İslâmiyeti kabul ile başkalarını geçenler ve
onlara ihsân ile tâbi olanlar var ya, Allah, onlardan
râzı oldu. Onlar da Allahftan râzı oldular.
Onlar için, altından ırmaklar akan, içinde
devamlı kalacakları Cennetler hazırladı.
İşte bu, en büyük bir kurtuluştur.” (Tevbe sûresi:
100)
Hicret olayı ve Medîne: Peygamber efendimiz,
Allahü teâlânın emri üzerine yol arkadaşı
hazret-i Ebû Bekir ile Mîlâdî 622’de Mekke’den
Medine’ye hicret etmek üzere yola çıktılar. Rebî’ul-
evvelin on ikinci Pazartesi günü, Medine’de
Kubâ köyüne geldiler. Peygamber efendimiz burada
üç gün kaldılar ve Kubâ Mescidini yaptılar. Bu
mescitte ilk Cumâ namazını kıldılar ve hutbe okudular.
Bu mescid günümüze kadar gelmiştir. Hicrî
655, 671, 733, 840, 877, 881 yıllarında ve son
olarak Hicrî 1244’te Osmanlı pâdişâhlarından İkinci
Sultan Mahmud tarafından yıktırılıp yeniden
yaptırılmıştır. Mihrap, kubbe, tak ve kuyu üzerindeki
kitâbeler de o zaman yazdırılmıştır.
Peygamberimiz, Kubâ’dan Medine’ye hareket
etmek istediği zaman, dedesi Abdülmuttalib’in
dayıları olan Neccaroğullarına haber gönderdi.
Onlar da silâhlanıp geldiler. Peygamberimizle hazret-
i Ebû Bekir’e selâm verdiler ve; “Emniyetiniz
sağlanmıştır. Sizlere yardımcı olarak geldik, develerinize
bininiz!” dediler.
Cumâ günü, güneş yükselince, Peygamberimiz,
devesi Kusvâ’ya bindi. Hazret-i Ebû Bekir arkasında,
Neccaroğullarının yiğitleri de sağ ve sollarında
olduğu halde Kubâ’dan yola çıktılar.
Peygamberimiz, Kubâ’dan çıkıp Ensâr (Medîneli
Müslümanlar) m evlerinin önlerinden geçerken
onlar, Kusvâ’nın önüne geriliyorlar: “Yâ
Nebiyyallah! Yâ Resûlallah! bizde kuvvet, cemâat
ve servet var! Bize buyur bize!” diyerek yardım
ve himâye vâdinde bulunuyorlar. Peygamberimiz
de gülümsüyor: “Allah, onları size hayırlı ve
mübârek kılsın!” diyerek duâ ediyor ve; “Devenin
yolunu açınız! Nereye çökeceği ona buyrulmuştur!”
diyorduPeygamberimiz, Medîne’nin içine doğru ilerlediği
zaman, Medîne sevinçten çalkalanıyordu.
Erkekler, kadınlar, evlerin üzerlerine çıkmışlar;
gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüş, “Yâ Muhammed!
Yâ Resûlallah! Yâ Muhammed! Yâ Resûlallah!”
diyerek bağırıyorlardı. Çocuklar ve hizmetçiler
yollarda ve damlarda, “Resûlullah geldi!
Allahü ekber! Muhammed (sallallahü aleyhi ve
sellem) geldi!” diyorlardı. Habeşîler de sevinçlerinden,
harbelerle kılıç kalkan oyunları oynuyorlardı.
Kadınlar ve çocuklar, bir ağızdan:
“Vedâ yokuşundan doğdu dolunay bize! Allahü
teâlâya yalvaran oldukça şükretmek gerekir
hâlimize.
Ey bize gönderilen Peygamber! Sen
Boyun eğmemiz gereken bir emir ile geldin bize!”
diye şiirler okuyorlardı. Bu günün kıymetini
anlatmak bakımından Enes bin Mâlik; “Ben, Resûlullah’ın
Medîne’ye girdiği günden daha güzel,
daha parlak bir gün görmedim!” demiştir. Peygamberimiz,
hazret-i Ebû Eyyûbel Ensârî’nin evinde
altı ay kaldılar. (Bkz. Hicret)
Peygamberimizin Medine’de icraatları: Peygamberimiz
Medîne’de önce “Mescid-i Nebevî”yi
yapmıştır. Bu mescid, dörtgen şeklinde yükseltilen
dört duvarla bir mihrap ve üç kapıdan ibâretti.
Peygamberimizin âileleri için mescidin yanma
kerpiçten iki oda yapıldı ve bu odaların üzerleri
hurma kütüğü ve dallarıyla tavanlandı. Âişe’nin (radıyallahü
anhâ) odasının kapısı mescide giden yola
doğru idi. Peygamberimiz, başka hanımlar ile
evlenince oda sayısı arttırıldı. Peygamberimizin
odasının örtüsü, servi ve ardıç kütüğü üzerine gerilmiş
bir kıl dokumadan ibâretti. Oturduğu sedir,
kuru ağaçlar, hurma lifi ile birbirlerine sıkıca
bağlanmak sûretiyle yapılmıştır. Bütün eşyâsı çok
sâdeydi. Gösterişten uzaktı.
Mescidin kuzey duvarında, hurma dalları ile
bir gölgelik ve sundurma da yapılmıştı ki, buna
Suffa denirdi. Burada “Ehl-i Suffa”, yâni Medîne’de
kavim ve kabîleleri, evleri barkları bulunmayan,
mescidin sofasında yatıp kalkan fakir sahâbiler
kalırlardı. Ehl-i Suffa, geceleri namazla,
Kur’ân-ı kerîm okumakla ve ders görüp ilim öğrenmekle
geçirirler, gündüzleri de su taşır, odun
toplayıp satarlar ve bunun parası ile yiyecek alırlardı.
Suffa, ilim öğrenme yeriydi. Peygamber
efendimiz mescidde vaaz eder, namazı Ehl-i Suffa
ile kılardı. Kur’ân-ı kerîm öğreten hâfızlar, Ehli
Suffa’ya Kur’ân-ı kerîmi tecvit ile kırâat ve tâlim
ettirirlerdi. Burası sonradan medreselere model, olmuştur.
Ehl-i Suffa’dan Ebû Hüreyre ve Selmân-ı
Fârisî gibi yüksek ilim sâhibi sahâbîler yetişmiştir.
Peygamberimiz, Medîne’de Müslümanlar arasında
selâmlaşmayı, aralarında müsâfehalaşmayı teşvik etmiş, Mekkeli Muhâcirlerle Medîneli
Müslümanlar (Ensâr) arasında kardeşlik bağları
kurmuştur. Peygamberimizin ikişer ikişer birbirleriyle
kardeş yaptığı Müslümanların sayısı, ellisi
Muhâcirlerden, ellisi Ensârdan olmak üzere
yüz kişiydi. Bunların arasında kurulan kardeşlik,
maddî mânevî yardımlaşma ve birbirlerine çoluk
çocuklarından önce vâris olma esâsına dayanıyordu.
Sonradan gelen bir âyetle bu şekilde vâris
olma durumu ortadan kaldırılmıştır. Bunun sebebi,
yurttan, yuvadan, kavim ve kabîleden ayrı
düşmenin Muhâcirlere verdiği garipliği, mahzunluğu
gidermek; Mekkelileri Medîne’ye ve
Medînelilere ısındırmak, kendilerine destek ve
kuvvet kazandırmak gâyesini güdüyordu. Muhâcirlerle
Ensâr arasında sıkı bağlarla kurulmuş
olan bu kardeşlik daha sonra, gelişmiş, kaynaşmış
ve ilk İslâm devletinin temellerinin atılmasına
sebep olmuştur. Netîce olarak da, bundan sonra
Peygamber efendimiz Medîne İslâm Devletini
kurmuştur. Peygamberimiz, Medîne İslâm Devleti
için dünyâda ilk defâ olmak üzere elli beş
maddelik bir Anayasa hazırlamıştır. Yabancı
devletlere elçiler gönderip onları Müslüman olmağa
dâvet etmiştir. Bu Anayasa, Medîne’nin
bütünleşmesini temin etmiş ve Peygamberimizin
son zamanlarında bütün Arabistan’ı kuşatan
bir yayılmaya zemin hazırlamıştır.
Peygamberimiz Medîne’de ayrıca çarşı pazar
işlerini düzene koymuş, ticârî hayâtı Yahûdîlerin
tekelinden alarak, Medîneli Müslümanların zenginleşmesine
yardımcı olmuştur. Alım-satımda
fâizi önlemiş, ticâretin bereketli olmasını sağlamıştır.
Medîne’de, Müslümanların ilim öğrenmelerini
emretmiş, ilim öğrenenlerden en ehliyetlilerini
devlet işlerinde çalıştırmıştır. Medîne’de zirâatı
geliştirmiş, hastalıkların önlenmesine çalışmıştır.
Medîne ve civârmda bulunan Yahûdîleri
İslâmiyete dâvet etmiş, bunlardan bâzıları İslâmiyetle şereflenmiştir. Çokları da inatlarından ve
fesatlıklarından Müslüman olmamışlardır.
Medîne’de, Peygamberimizin hicretinden sonra
bir şehir devleti kurulacak çapta siyâsî ve dînî
gelişmeler, Mekkeliler tarafından dikkatle tâkip
ediliyordu. Gelişmelere mâni olmak maksadıyla
Mekkeliler, Medîneli Müslümanlara tehdit dolu
ültimatom gönderiyorlardı. Bu arada hicret dolayısıyle
Medîne’ye göç eden Müslümanların geride
kalan mallarına da Mekkeliler el koymuşlar, göç etmeyenlere
de İslâmiyeti kabul ettiklerinden dolayı
çok çeşitli işkenceler yapmışlardı. Bütün bunlarda
ulaşılmak istenen hedef îslâmiyetin yayılmasını
engellemekti.
Mekkelilerin bu davranışlarına karşı Peygamber
efendimiz bâzı tedbirlere başvurdu. Aynı
zamanda hasım tarafı iktisâden güçsüz düşürmek
için, Medîne havâlisinden, Mekkelilere âit kervanların
geçmesini yasakladı. Zîrâ Mekkeliler,
Suriye ve Mısır’a gitmek istedikleri takdirde, Medîne
yakınlarından geçmek mecbûriyetindeydiler.
Nihâyet Mekkeliler bu yasağa uymayıp yasak edilen
yerden geçmek istediklerinde Medîne’den,
Mekkelilere âit kervanlara zarar vermek, onları
müşkülâta uğratmak üzere askerî müfrezeler gönderilmeye
başlandı. Bu duruma Mekkelilerin tepkisi,
kuvvet kullanarak kervan yolunu açık tutmak
isteyişleri olmuştur. Taraflar arasında bu mücâdele
zamanla harplere dönüşmüştür.
Hicretten sonra 624 yılında Bedir Muhârebesi
oldu (Bkz. Bedir Savaşı). 627’de Uhud (Bkz.
Uhud Savaşı), yine 627’de Hendek Muhârebeleri
yapıldı. Hendek Muhârebesinde Selmân-ı Fârisî’nin
tavsiyesiyle şehrin etrâfına hendek kazıldı
(Bkz. Hendek Savaşı). 628’de yapılan Hudeybiye
Muâhedesiyle Medîne’nin önemi arttı (Bkz. Hudeybiye
Antlaşması). 630’da Mekke kan dökülmeden
fetholundu (Bkz. Mekkenin Fethi). Huneyn
ve Tebük seferleri yapıldı.
Peygamberimizin vefâtından sonra sırasıyla
hazret-i Ebû Bekir, hazret-i Ömer, hazret-i Osman
ve hazret-i Ali Müslümanların başına halîfe
seçildiler. Bu halîfelerden ilk üçü zamânında Medîne
şehri devlet merkezi olarak kaldı. Hazret-i Ali
zamânında devlet merkezi Kûfe’ye taşındı. Bu târihten
sonra sâkin bir hayat geçirmek isteyenler,
kutsal hâtıralarla dolu olan bu şehre gelip yerleştiler.
Medîne, bundan sonra da bâzı olaylara şâhit
oldu. Halîfe Yezîd zamanında Medîne halkı isyân
etti (M. 683), fakat halîfenin orduları, Harra Savaşında
onları yendi. Emevîlerin son zamanlarında
Hâricîler, Kubayd yakınında Medînelileri yendiler.
Fakat Emevî halîfelerinden İkinci Mervan,
bunların isyânım bastırdı. Hâricîlerin elebaşlarını
cezâlandırdı (M. 745). Abbasîler zamânında da
sözde hazret-i Ali taraftarı görünen bâzı kimseler(M. 762’de) iktidarı (hilâfeti) ele geçirmek için
teşebbüste bulundular, fakat sonuç alınamadı. Hazret-
i Ali’nin torun ve akrabâlarının bunlarla ilgisi
yoktu. Mısır’daki Abbâsi halîfesi Vâsık’ın halîfeliği
zamânında, Süleym ve Benî Hilâl kabilelerinin
saldırıları, şehir halkına (Medînelilere) çok
zarar verdi. Fâtımîler, Mısır’a hâkim olunca Hicaz’ın
kutsal olan Mekke ve Medîne şehirlerini
tehdide başladılar. Büveyhoğullarından Adudüddevle,
Medîne’nin iç kısmını tehlikelerden emin olmak
için bir surla çevirtti (M. 974). Medînelilerin
büyük bir kısmı sur dışında oturduğundan, göçebelerin
saldırılarına uğruyordu. Suriye Atabeki
Nûreddîn Mahmûd bin Zengi, şehrin daha büyük
bir kısmını içine alan, kapı ve burçları bulunan
ikinci bir sur yaptırdı (1162). Medîne’nin etrâfım
kuşatan ve 35-40 ayak yükseklikte olan bugünkü
suru yaptıran da Osmanlı Devleti Sultanlarından
Kânûnî Sultan Süleymân Handır. Sultan Abdülazîz
Han ise, sur yüksekliğini yirmi beş metreye çıkartmıştır.
Osmanlı Devleti, Mısır’ı aldığı sırada, Memlûklerin
nüfûzu altında bulunan Hicaz emîri Şerif
Ebü’l-Berekât, oğlu Ebû Numey’i göndererek Yavuz
Sultan Selim’e bağlılığını bildirdi. Bu sûretle
Medîne Türk hâkimiyeti altına girdi (1517). Yavuz
Sultan Selim Han 1517’de Hicâz’ı fethettiği zaman
hutbede kendi ismini “Hâkim-ül Haremeyn”
olarak okuyan hatîbe îtirâz etmiş, “Biz bu mübârek
şehirlerin hâkimi olamayız! Ancak hâdimi,
yâni hizmetçisi oluruz” demiş, Kâbe’nin içini süpürmeye
mahsus olan süpürgelerden birisi getirildikte,
süpürgeyi bir taç gibi kaldırarak başına
koymuştur. Kendinden sonra gelen sultanların taçlarına
koydukları süpürge işâreti buradan gelmektedir.
O zaman Mekke ve Medîne’nin güvenliği
için, her yıl sıra ile Mısır’daki yedi ocaktan Pâdişâhın
buyruğuyla Mekke ve Medîne’ye koruma
ve kollama görevlisi olarak muhâfız askerler gönderilir,
bu iki şehrin kâdıları tâyin edilirdi.
Osmanlılar zamânında şehirde on mescid, on
yedi medrese, bir orta, bir ilk mektep, on iki kütüphâne,
sekiz tekke, 932 dükkân ve mağaza, dört
han, iki hamam, yüz sekiz misâfirhâne vardı. Nüfusu
da yirmi bin kadardı. Son asırlardaki Osmanlı Sultanlarından,
Sultan İkinci Mahmud-ı Adlî, Sultan
Abdülmecîd, Sultan Abdülazîz ve Sultan İkinci
Abdülhamîd Han zamanlarında sayılamayacak kadar
kıymetli hizmetler bu şehrin halkına ve bilhassa
Mescid-i Nebî ve Harem-i Şerîfe yapılmıştır.
Sultan İkinci Mahmûd Han, yıkılan ve harâb
edilen bütün İslâmî eserleri yeniden inşâ ve ihyâ
eyledi. Hücre-i Saâdete hediyye ettiği şamdanla
birlikte gönderdiği şiiri kendisinin ve bütün OsmanlI
Sultanlarının Resûlullah’a olan hürmet ve
sevgisinin bir vesîkasıdır. Bu şiir:Şamdan ihdâya eyledim cüret yâ Resûlallah!
Murâdımdır -Ulyâya hizmet, yâ Resûlallah!
Değildir ravdaya şâyeste, destâviz-i nâçizim,
Kabûlünde kıl ihsân ve inâyet, yâ Resûlallah!
Kimim var hazretinden gayri hâlimi eyleyem i’lâm,
Cenâbındandır ihsân ve mürüvvet, yâ Resûlallah!
Dahilek-el-emân, sad-el-emân, dergâhına düştüm,
Terahhüm kıl, bana eyle şefâat yâ Resûlallah!
Dû-âlemde kıl istishâb Hân-ı Mahmûd-i Adlîyi,
Şenindir evvel ve âhırda devlet yâ Resûlallah!
Kendisinden sonra oğulları Abdülmecîd ve
Abdülazîz Hanlar da, yapılan hizmetleri tezyin
için şaşılacak bir himmet ve gayret göstermiştir.
Yaptıkları hizmetleri şan ve şöhret için değil, bu
beldelerin hâdimi (hizmetçisi) olarak yaptıklarını
da ayrıca tekrar tekrar zikretmişlerdir.
Abdülmecîd Han, Medine’deki Ayn-ı Zerka
adındaki çeşmeyi tâmir edip genişletti. Sultan Abdülazîz
Han da Medîne çevresindeki sur duvarlarını
sağlamlaştırdı. Ayrıca büyük bir tophâne, hükümet
konağı, hapishâne ve bir de cephânelik (silah
deposu) yaptırdı.
İkinci Abdülhamîd Hanın yaptıkları daha öncekilerin
yaptıklarını geride bıraktı. Medîne-i münevvereye
1900’de telgraf hattı döşetti. 1902’de
Hamidiye-Hicaz demiryolu Zerka’ya kadar işletildi.
Mescid-i Nebevî’yi ve Mekke’de bulunan Mescid-
i Haram’ı gözleri kamaştıracak derecede tâmir
ve tezyin ettirdi. Peygamberimizin ilk hanımı Hadîcetül-
Kübrâ’nm türbesini, Fâtımatüz-Zehrâ’nm
doğum yerlerini de târifsiz güzellikte ihyâ ettirdi.
Minâ şehrini su şebekeleriyle donattı. Eshâb-ı kiramın,
S ey y id Ahmed Rufâî hazretlerinin ve birçok
velînin kabir ve türbelerini de tâmir ve ihyâ ettirdi.
Daha sayılamıyacak hizmetleri târihe mâl oldu.
Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvere,
Osmanlılar tarafından adâlet ve hürmetle idâre
edilip, milyonlar sarfedilerek, mukaddes makamlar
Vehhâbilerin yıkımından sonra tekrar tâmir ve
tezyin edildi. Haremeynin mübârek ahâlisi, rahat
ve refah içinde yaşadı. Bu saâdet zamanı Birinci
Cihân Harbine kadar devam etti. Birinci Cihan
Harbi, (1914-1918) sonunda, İslâm birliğini parçalamak
arzusuna kavuşan düşmanlar, Mekke emiri
olan Şerîf Hüseyin bin Ali’yi ve Ehl-i sünnetten
ileri gelenleri, Hicaz’dan çıkardılar. Suûdoğullarmı
Mekke’ye getirerek, bunları Hicâz ülkesine emir ve
hâkim yaptılar. (Bkz. Vehhâbilik)
Medîne, mukaddes bir şehirdir. Çünkü burada
bulunan Peygamberimizin kabri “Ravda-i Mutahhera”
yeryüzünün en kıymetli üç yerinden biridir.
Diğerleri Kâbe ve Mekke şehridir. Bu sebeple
Hacca giden Müslümanlar, bu mübârek şehirde
bulunan yerleri ziyâret etmeyi vazîfe bilirler. Nitekim
Peygamberimiz; “Beni ziyâret için gelip,
başka bir iş yapmayarak, yalnız ziyâret edene,
kıyâmette şefâat etmek, bende hakkı olur.”
“Bana selâm verene, ben de selâm veririm.”
buyurmaktadır.
Bugünkü Medîne: Medîne, “şehir, medenî
yer” demektir. Medîne sokakları temizdir. Evlerin
ekserisi sağlam binâ edilmiştir. Çoğunun etrafında
bahçeleri vardır. Şehrin doğusunda Bakî Kabristanı
yer alır. Burada sevgili Peygamberimizin yakınlarından
birçok sahâbî, hazret-i Osman-ı Zinnûreyn,
hazret-i Haşan ve daha pekçok Eshâb-ı kiramın
kabirleri bulunur. Medîne şehri otuz metre
yüksek bir duvarla çevrilidir. Bunun kırk kulesi,
dört kapısı vardır. Harem-i şerifin boyu yüz altmış
beş, eni yüz otuz adımdır. Harem-i şerifin güneybatı
köşesinde mermerler ve altın yazılarla süslü
“Bâbüsselâm” kapısı vardır. Harem-i şerifin içinde
güney doğu köşesinde “Hücre-i Nebevî” bulunur.
Kıble duvarı önünde, kıbleye karşı duran kimsenin
sağ tarafında Bâbüsselâm, sol tarafında da
Hücre-i Seâdet yer alır. Bunun her yeri kıymetli zînetlerle
süslüdür. Medîne evleri, Mekke evleri gibi
kargir olup, çoğu dört beş katlıdır. Güneyde, şehre
5 km mesâfede (Kubâ) köyü bulunur. Sultan
Süleymân Han, Kubâ’dan şehre su yolu yaptırmıştır.
Uhud Dağı şehre iki saat mesâfede ve kuzeydedir.
Medîne-i münevverede ve civârmda bulunan
mübârek yerlerden bâzıları şunlardır: Mescid-i
Nebevî: Peygamberimiz hazret-i Muhammed’in
yaptırıp namaz kıldırdığı ve o zamandan beri namaz
kılma ve ziyâret yeri, Kâbe ve Mescid-i haramdan
sonra en kıymetli mesciddir. (Bkz. Mescidi
Nebî)
Ravda-i Mutahhera (Cennet Bahçesi): Mescid-
i Nebevî içerisinde, Peygamberimizin kabr-i
şerifi ile câminin o zamanki minberi arasındaki
yerdir. Ravda-i Mutahhera’nın sütunları beyaz
olup mescidin diğer kısımlarının (Mescid-i Nebî’ye
sonradan ilâve edilen) sütunları değişik renktedir.
Burası Cennet bahçelerinden bir bahçedir.
(Bkz. Ravda-i Mutahhera)
Ehl-i Suffe yeri: Peygamberimizin mübârek
arkadaşlarından olup vakitlerini ilim ve ibâdetle
geçiren kimsesiz Müslümanların Mescid-i Nebevî’deki
yeridir. Önce Mescid-i Nebevî’ye bitişik idi.
Mescid-i Nebevî genişletilirken burası Mescid-i
Nebevî’ye dâhil edilmiştir.
Fedek: Hayber yakınlarında hurmalığı çok
ve meşhur olan yerdir.
Cennet-ül Bakî: İçerisinde sahâbe-i kirâmın
kabr-i şeriflerinin bulunduğu Medîne mezarlığıdır.Bu kabristandaki türbeler ve mezar taşları Vehhâbîler
tarafından yıktırılmıştır. Şimdi bu mezarlık bir
tarla gibidir. (Bkz. Vehhâbilik).
Uhud Şehitliği: Uhud Dağı eteğinde, Uhud
Savaşında şehit olan başta hazret-i Hamza ve diğer
sahâbe-i kirâmın kabir ve türbelerinin bulunduğu
yerdi. Türbe ve mezarlar Vehhâbîler tarafından
yıkıldığı için şimdi yalnız hazret-i Hamza’nın
mezar yeri türbesi yıkılmış hâlde mevcuttur.
Kubâ Mescidi: Medîne’ye yaya bir saat uzaklıktaki
Kubâ köyündedir. Bu mescid Peygamberimizin
Mekke’den Medîne’ye hicretleri sıralarında
yapılmıştır. Kâbe, Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî,
Mescid-i Aksâ’dan sonra câmilerin en faziletlisidir.
Medîne-i münevverenin fazîleti hakkında hadîs-
i şeriflerin bâzıları şunlardır:
“Beyt-i şerifi (Kâ’beyi) ziyâret edip de beni
ziyâret etmeyen bana cefâ etmiş olur.” “Her
kim benim mescidimde (Medîne-i münevvere
mescidi) hiçbir vakit kaçırmayarak kırk vakit
namaz kılarsa, onun için Cehennemden âzâd olmak
ve azâb ve nifaktan kurtulma berâtı yazılıdır.
tf
“Bir kimse Haremeyn (Mekke ve Medîne)
ahâlisine ezâ ederse Cenâb-ı Hak onu suyun
tuzu erittiği gibi mahveder.”
“Sizden biriniz Medine’de vefât etmeye gücü
yetiyorsa, orada vefât etsin! Çünkü ben Medîne’de
vefât edenlere kıyâmet gününde şefâat
ederim.”
“Medîne’ye Mesih Deccâl’ın (değil kendisi)
kokusu (bile) giremeyecektir. O fitne günlerinde
Medine’nin yedi kapısı olacak her kapıda
(muhâfız) iki melek bulunacaktır.”
“Mescidimde kılman bir namaz, Mescid-i
Haram hâriç, başka mescitlerde kılman bin namazdan
hayırlıdır. Mescid-i Haram’da kılman
bir namaz da, şâir mescitlerde kılman yüz bin
namazdan efdaldir.”
MEDÎNE-İ MÜNEVVERE
26
Eki