MEKKE’NİN FETHİ; sayıca az olan ilk Müslümanların
müşriklere karşı îmânlarını korumak
ve yaymak maksadıyla hicret ettikleri Mekke’yi,
on yıl sonra güçlü ve kalabalık bir ordu hâlinde
geri dönüp fethetmeleri. Hicretin altıncı yılında
Peygamber efendimizle Hudeybiye Antlaşmasını
yapan Mekkeli müşrikler, iki yıl sonra bu antlaşmayı
bozdular. Sulhun devamı için Müslümanlara yapılan
yeni tekliflere de uymadılar. Peygamber efendimizin
hazırladığı İslâm ordusu, hicretin onuncu yılında
müşriklerden Mekke’yi kan dökülmeden aldı.
Mekkeli müşrikler; Muhammed aleyhisselâma
Peygamberlik verilip insanlan şirkten, puta tapmaktan
vazgeçmeye ve Allahü teâlâya îmân etmeye
dâvete başladığı günden îtibâren sevgili Peygamberimizle
Müslümanlara şiddetli düşmanlık
gösterdiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ tarafından
Müslümanların hicret etmelerine izin verildi. Böylece
Mekkeli Müslümanlar mallarını mülklerini bırakarak
Medine’ye hicret ettiler. (Bkz. Hicret)
Peygamberimizin Mekkeli müşriklerle sulh ve
harp devri olmak üzere iki şekilde münâsebeti oldu.
Sulh devrinde müşriklerin alay, hakaret, işkence
bütün münâsebetleri kesme ve şiddete başvurma
gibi çeşitli safhalarda sürdürdükleri düşmanlık, hicretin
ikinci yılında harp şekline dönüştü.
Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicret
etmesinden sonra da düşmanlıklarını devam ettiren
müşrikler, ordu hazırlayıp Medine’de bulunan
Müslümanlar üzerine yürüdüler. Bedir, Uhud, Hendek
gibi kanlı savaşlar yapıldı (Bkz. İlgili mad.).Bu savaşlarda Müslümanlar karşısında tutunamayıp
perişan oldular. Nihayet hicretin altıncı yılında
Peygamberimizle sulh yapmayı kabul ettiler
ve Hudeybiye Antlaşmasını imzâladılar.
On yıl süre için imzalanan bu antlaşmanın bir
maddesine göre; Kureyş kabilesi dışında kalan diğer
Arap kabileleri, Müslümanlardan veya müşriklerden
istedikleri tarafın himâyesine girebileceklerdi
(Bkz. Hudeybiye Antlaşması). Bu antlaşma
gereğince Huzâa kabilesi Peygamberimizin,
Benî Bekr kabilesi de müşriklerin himâyesine girmişti.
Bu iki kabile arasında eskiden beri sürüp gelen
bir düşmanlık vardı. Bahaneler arayarak hâdise
çıkarmak isteniyordu. Bir gün Mekkeli müşriklerin
himâyesindeki Benî Bekr kabilesinden biri
şiir okuyarak Peygamber efendimizi hicvetmeye
yeltendi. Huzâa kabilesinden bir genç buna râzı olmayıp,
hicvedici şiir okuyan adama bundan vazgeçmesini
söyledi. Fakat o vazgeçmedi. Bunun
üzerine başına vurup, yardı ve susturdu. Benî Bekr
kabilesi bu hâdiseyi bahane ederek Huzâa kabilesi
üzerine âniden saldırdı. Kureyş müşrikleri de bu saldırıda
Benî Bekr kabilesine yardımda bulundukları
gibi kıyâfet değiştirerek onlarla birlikte Huzâa kabilesi
üzerine saldırdılar. Hudeybiye Antlaşması
gereğince emin bulunan Huzâa kabilesi, bu ânî saldırıda
hazırlıksızdı. Yerleşmiş oldukları Vetir Suyu
denilen yerden Mekke’ye kadar kaçmak zorunda
kaldılar. Kâbe’ye ve hareme sığınmış oldukları halde
üzerlerine hücum edildi ve neticede Huzâa kabilesinden
yirmi üç kişi öldürüldü.
Bu saldırıda himayelerinde bulunan Benî Bekr
kabilesine at ve silah vermek gibi yardımda bulunmaktan
başka bilfiil çarpışmaya da katılan Kureyş
müşrikleri, Hudeybiye Antlaşmasını bozdular.
Huzâa kabilesi durumu Peygamber efendimize
arz etmek üzere kabileden 40 kişilik bir heyeti
Medine’ye gönderdiler. Peygamberimiz Huzâa
kabilesinden gelen heyeti, kendilerine mutlaka
yardım edeceklerini vaad ederek, yurtlarına geri
gönderdi.
Sevgili Peygamberimiz bunun üzerine Mekkeli
müşriklere haber göndererek; “Ya Huzâa kabilesinden
öldürülenlerin diyetini (kan bedelini) ödeyiniz
veya Benî Bekr kabilesini himâyeden vazgeçiniz.
Bunlardan birini kabul etmezseniz Hudeybiye
Antlaşmasını bozduğunuzu ve bunun neticesi
olarak sizinle harb edeceğimizi biliniz.” teklifinde
bulundu.
Mekkeli müşrikler bu teklifleri kabul etmediklerini
ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler.
Böylece Hudeybiye Antlaşması resmen bozulmuş
oldu. Antlaşmayı bozan Kureyş müşrikleri, kısa bir
müddet sonra da antlaşmayı yenilemek istediler. Bu
maksatla o zaman henüz Müslüman olmamış olan
Ebû Süfyan’ı Medine’ye gönderdiler.Ebû Süfyan Medîne’de kendi kızı ve Peygamberimizin
zevcesi olan Ümmü Habibe’ye ve
Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerine, sonra da Peygamberimize
gidip, sulhu yenilemek istediklerini
söylediyse de müsbet cevap alamadı. Ebû Süfyan
son olarak hazret-i Ali ile görüştü. Ali radıyallahü
anh ona; “Sen Kureyşin ileri gelenisin, çıkıp
halk içinde antlaşmayı yeniliyorum.” dersin, diyerek
başından savdı.
Ebû Süfyan, Peygamberimizin mescidine girdi;
“Ey insanlar ben her iki tarafı da himâyeme alıyor
sulhu yeniliyorum.” dedi, peygamberimiz;
“Yâ Ebâ Süfyan! Bunu sen söylüyorsun, ben değil.”
buyurdu. Ebû Süfyan bundan sonra Mekke’ye
döndü. Mekke’ye varınca Kureyş müşriklerine
durumu anlatıp; “Hayatımda eshâbının Muhammed’e
gösterdiği bağlılık ve itâat gibi bir itaatle
bağlanan bir kavim görmedim.” dedi. Müşrikler;
“Sen hiçbir şey yapmamışsın, senin kendi
kendine îlân ettiğin sulhun hiçbir hükmü olmaz.
Sen bize sulh haberi getirmedin ki emin olalım,
harp haberi de getirmedin ki harbe hazırlanalım.”
diyerek Ebû Süfyan’a sitem ettiler.
Ebû Süfyan Mekke’den döndükten sonra, Peygamberimiz,
hazret-i Ebû Bekr’le Ömer’i çağırdı.
İstişare yaptı ve harbe karar verdi. Hazırlığa başlanıp,
ordu toplandı. Bütün hazırlıklar gizli tutuldu.
Mekke yollarının tutulması ve kontrol işi Huzâa
kabilesine verildi. Bu kontrol son derece titizlikle
yapıldı. Ancak bu durum Medine’den Mekke’ye
gitmekte olan bir kadın vâsıtasıyla gönderilen
mektupla Mekkelilere haber verilmek istendi.
Bâzı sebeplerle girişilen bu teşebbüs Peygamberimize
Allahü teâlâ tarafından Cebrâil aleyhisselâmla
gönderilerek bildirildi. Peygamberimiz, hazret-
i Ali ile hazret-i Zübeyr bin Avvam ve Mikdad
bin Esved’i (radıyallahü anhüm) çağırıp; “Süratle
gidiniz Hah denilen yere vardığınızda bir
hâtûn bulursunuz. Onda bir mektup vardır. O
mektubu alıp bana getiriniz.” buyurdu. Süratle
gidip kadını buldular. Mektubu istediklerinde kadın;
“Benim yanımda mektup yok.” diyerek gizlemek
istedi. Hazret-i Ali kılıcını çekip; “Resûlullah
asla yalan söylemez.” deyince kadın saç örgüsünün
arasına sakladığı mektubu çıkarıp verdi.
Böylece haber verme teşebbüsü engellendi.
Sevgili Peygamberimiz bütün hazırlıkları tamamladıktan
sonra on bin kişilik bir ordu ile Mekke’ye
doğru yola çıktı. Medîne’den hareket Ramazanın
ilk günlerinde idi. Bu sırada hazret-i Abbas
da Medine’ye hicret ediyordu. Yolda İslâm
ordusu ile karşılaştı. Daha önce Müslüman olduğu
halde durumu müşriklerden gizleyerek Mekke’de
kalmıştı. Peygamberimiz, amcası hazret-i
Abbas’a; “Muhacirlerin sonuncusu sen oldun.”
buyurdu.Peygamberimiz ordusuyla Mekke’ye yaklaşırken
yollar tamamen tutulmuş olduğu için Kureyş
müşrikleri üzerlerine gelen İslâm ordusundan habersizdi.
Sevgili Peygamberimiz, savaş düzenine
soktuğu ordusunda kabilelere bayrak ve sancaklar
verdi. Merru’z-Zahran denilen yere varınca karargâh
kuruldu. Burada Peygamberimiz, gece vakti
on bin ateş yakılmasını emretti. Her birlik kendi
çadırı önünde ateş yaktı. Bir anda her tarafı aydınlatan
binlerce ateşin yandığını gören Mekkeliler
neye uğradıklarını bilemeyip iyice şaşırdılar.
Hemen Ebû Süfyan’ın yanma toplandılar. Ebû Süfyan
yanma aldığı üç dört kişiyle durumu öğrenmek
için İslâm ordusunun bulunduğu yere doğru yürüdü.
Karargaha yaklaştığı sırada İslâm askerleri
onu yakaladılar. Hazret-i Abbas onu alıp Resûlullah’ın
huzuruna götürdü. Peygamberimiz Ebû
Süfyan’ı affedip, amcası Abbas’a; “Onu bu gece
çadırına götür sabah bana getir.” buyurdu. Sabah
olunca Resûlullah’ın huzuruna götürüldüğünde;
“Ey Ebû Süfyan! Henüz, Lâ ilâhe illallah, diyeceğin
vakit gelmedi mi?” buyurdu. Ebû Süfyan
Peygamberimize; “Anam babam sana feda olsun.
Bu kadar cefâdan sonra beni hidâyete çağırıyorsun,
ne hoş hilm ve ne güzel kerem sâhibisin. İnandım
ki Allahü teâlâdan başka ilah yoktur.” dedi. Sevgili
Peygamberimiz; “Benim peygamber olduğumu
da tasdik etme zamanın gelmedi mi?”
buyurunca Ebû Süfyan, Kelime-i şehâdeti söyleyerek
Müslüman oldu.
Peygamberimiz Ebû Süfyan’a (radıyallahü
anh); “Kim Ebû Süfyan’ın evine, Kâbefye, Mescid-
i Haramfa ve kendi evine sığınırsa emindir.”
buyurarak Mekkeli müşriklere bunu bildirmesini
emretti. Ebû Süfyan, Mekke’ye dönmek
üzere izin istediğinde Peygamberimiz amcası hazret-
i Abbas’a; “Ebû Süfyan’ı al, ordunun geçeceği
yolun dar bir yerine götür İslâm ordusunun
büyüklüğünü görsün.” buyurdu. Abbas (radıyallahü
anh); onu alıp ordunun geçeceği yolun
dar bir yerine götürdü. Ordu hareket edip, Eshâbı
kirâm kabile kabile Ebû Süfyan’ın önünden geçiyor
“Allahü ekber” sedaları her tarafı çınlatıyordu.
Her birlik geçtikçe Abbas (radıyallahü anh)
ona tanıtıyordu. En son Peygamberimizin bulunduğu
birlik geçti. Bundan sonra Ebû Süfyan süratle
Mekke’ye döndü. Mekke’ye varınca kendisini heyecan
ve endişe ile bekleyen Kureyşlilere: “Ey
Kureyş! Bu gelen Muhammed’dir (sallallahü aleyhi
ve sellem) karşısına çıkılmayacak bir kuvvetle
Mekke’ye geliyor. Her kim Ebû Süfyan’ın evine,
Mescide sığınır veya kendi evine kapanırsa emindir.”
dedi.
Ebû Süfyan’ın (radıyallahü anh) sözlerini heyecanla
dinleyen Kureyş müşrikleri büyük bir şaşkınlık
içine düşüp, bir kısmı Ebû Süfyan’ın evinebir kısmı Harem-i şerife girdi. Bir kısmı da kendi
evine kapanıp dışarı çıkmadı. Silâhım alıp sokaklarda
dolaşanlar da görülüyordu.
Peygamberimiz, Mekke’ye girerken kumandanlara
şehre hangi semtlerden gireceklerini gösterip,
orduyu dört kola ayırdı ve; “Size karşı konulmadıkça
ve saldırılmadıkça hiç kimseyle
çarpışmaya girmeyiniz! Hiç kimseyi öldürmeyiniz!”
buyurdu. Yalnız Mekkelilerden bâzı kimselerin
bunun dışında olduğunu bildirdi.
İslâm ordusu, kollar hâlinde Mekke’ye girdi.
Sâdece Hâlid bin Velid’in (radıyallahü anh komuta
ettiği birliğe karşı bir grup müşrik karşı koydu.
Hâlid bin Velid hücum edenlerin on üçünü öldürdü,
diğerlerini dağıttı.
Peygamberimiz, Kusva adlı devesi üzerinde
Fetih sûresini okuyarak Mekke’ye girdi. Sağında
Ebû Bekr, solunda Üseyd ibni Hudayr, etrâfında
Muhâcirîn ve Ensâr’dan bir kısım eshâb vardı.
Kâbe’yi görünce tekbir getirdiler. Yükselen tekbir
sadâlarının akisleri dağlardan geliyordu. Peygamberimiz
Kusva adlı devesinin üzerinde Harem-
i şerife girdi. Kâbe’yi deve üstünde yedi defâ
tavâf etti. Tavâf sırasında Kâbe’deki putlar, elindeki
değnekle işâret ettikçe ve dokundukça, devriliyor
ve; “De ki hak geldi bâtıl zâil oldu, çünkü bâtıl
yok olmaya mahkûmdur.” meâlindeki İsra sûresi
8. âyetini okuyordu. Yüksek yerlerde bulunan putların
da devrilmesi için Hazret-i Ali; “Yâ Resûlallah!
Omuzuma basarak deviriniz.” deyince, “Yâ
Ali, sen nübüvvet sikletine tahammül edemezsin,
sen benim omuzuma bas bu işi yerine getir.”
buyurdu. Allah’ın Arslanı, emre uyarak mübârek
omuzuna basıp yüksekte bulunan putları devirdi ve
büyük nimetlere kavuştu.
Peygamberimiz daha sonra Kâbe’nin anahtarım
isteyip kapısmı açtırdı. Hazret-i Ömer ile Osman
bin Talha’ya Kâbe’nin içine girip oradaki putları
devirmelerini ve putlardan temizlemelerini emretti.
Onlar da girip buradaki putları kırıp parçaladılar.
Böylece Kâbe’nin içi putlardan temizlendi. Sonra
Peygamberimiz, Ömer, Bilal-i Habeşi, Üsâme-tübni
Zeyd ve Osman bin Talha (radıyallahü anhüm) ile
birlikte Kâbe’nin içine girdi. İki rekat namaz kıldı
ve Beyt-i şerifin içini dolaşıp her tarafında tekbir getirdi
ve bir müddet Kâbe’nin içinde kaldı. Bu sırada
Mekkeli Kureyş müşrikleri de, Mescid-i Haram’a
toplanıp, Kâbe’nin etrâfım sararak haklarında
verilecek kararı heyecanla bekliyorlardı.
Peygamberimiz, Kâbe’nin kapısının eşiğine
durup sabırsızlıkla bekleyenlere karşı şöyle buyurdu:
” Allah’dan başka ilâh yoktur. Yalnız Allah
vardır. O’nun eşi ve ortağı yoktur. O vaadini
yerine getirdi. Kuluna yardım etti. Bütün düşmanlarımızı
dağıttı. İyi biliniz ki câhiliyye devrine
âit olan eski görenekler, kan ve mal dâvâlan artık şu iki ayağımın altındadır, ortadan
kaldırılmıştır. Yalnız Kâbe hizmetiyle hacılara
su dağıtma işi bırakıldı.
Ey Kureyş cemâati! Allah sizden eskiden
kalma gururu, babalarla, soylarla övünmeyi
giderdi. Bütün insanlar Âdem’den, Âdem de
topraktan yaratılmıştır.” Peygamberimiz devam
ederek; “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından
yarattık ve sizi milletlere, kabilelere
ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız (öğünesiniz
diye değil) Allah katında en iyiniz takvâsı en çok
olanınızdır. Şüphesiz ki, Allah her şeyi bilir,
her şeyden haberdârdır. Meâlindeki âyet-i kerîmeyi
okudu (Hucurât sûresi: 13).
Sonra da; “Ey Kureyş topluluğu! Şimdi size
nasıl muâmele edeceğimi sanıyorsunuz?” diye
sordu. Kureyşliler: “Hayır umarız, sen kerem ve
iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sâhibi
bir kardeş oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına
inanırız.” dediler. Peygamberimiz “Yûsuf’un
kardeşlerine dediği gibi ben de size: Bugün
artık size geçmişten sorumluluk yoktur,
derim. Haydi gidiniz, serbestsiniz.” buyurdu.
O gün öğle namazı vaktinde Bilâl-i Habeşî Sevgili
Peygamberimizin emriyle ezan okudu.
Mekke’nin fethinin ikinci günü Peygamberimiz
bir hutbe daha okudu. Bu Müslümanların kardeş olduğunu
ve karşılıklı haklarını ve daha birçok hususu
bildirdi. Peygamberimiz umumî af îlân ettikten
sonra, Kureyşliler Müslüman oldular. Seneler
önce kendilerini îmâna dâvet ettiğinde inanmayanlar,
o gün Safâ Tepesinde Peygamberimize
bîat ettiler. Erkekler, Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına,
Muhammed aleyhisselâmm Allahü teâlânın
kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederek
İslâmiyet ve cihâd üzerine; Kadınlar, îmândan
sonra Allahü teâlâya şirk koşmamak, hırsızlık ve
zinâ yapmamak, çocuklarını öldürmemek ve âsi olmamak
üzere biat ettiler.
Mekkeli müşrikler içinden bâzı azılı kimseler
umûmî aftan hâriç tutulmuştu. Bunlardan Mekke’nin
fethi sırasında kaçanların bâzısı yakalandıkları
yerde öldürüldü. Fakat pek çoğu yine affedildi.
Bunlardan affa uğrayıp, Müslüman olanlardan
Ebû Cehil’in oğlu İkrime, Abdullah bin
Sâd, Vahşi ve Ebû Süfyan’ın hanımı Hind, Safvan,
Ka’b ibni Züheyr ve Habban (radıyallahü anhüm)
gibi kimseler vardı.
Peygamberimiz fetihten sonra on beş gün Mekke’de
kaldı. Bu sırada Mekke çevresindeki yerlerde
bulunan putlar da kırıldı. Böylece Mekke
ve çevresi putlardan temizlendi. Orada bulunanlar
Müslüman olmakla şereflenerek dünyâ ve âhiret
saâdetine kavuştular.
Mekke’nin fethi İslâm târihinde değil, bütün cihân
târihinde benzeri bulunmayan bir hâdisedir.İmânları-İslâmlıkları sebebiyle yurtlarından ayrılan
Sevgili Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâma Allahü
teâlânm en büyük lütuflanndan biridir. Bu fetihle
Arabistan Yarımadasında şirkin (Allah’a ortak
koşmak) cemiyet ve güç hâlindeki varlığı sona
ermiş, Kâbe ve civârı putlardan temizlenmiş,
tevhid inancı kesin hâkimiyetini îlân etmiştir.
Mekke’nin fethi ile Arabistan Yarımadasında ilk İslâm
Devleti de kuruluşunu tamamlamış, bundan
sonra İslâmiyet üç kıtaya hızla yayılmaya başlamıştır.
Mekke’nin fethi, İslâmiyette öylesine derin
mânâ ve hikmetlerle doludur ki, daha sonraki asırlarda
yaşamış İslâm âlim, evliyâ ve kumandanları
da çeşitli vesilelerle bu fethi kendilerine örnek
alıp, hal ve işlerine de ölçü kabûl etmişlerdir.
MEKKE’NİN FETHİ
26
Eki