Modern Zamanın Sufileri Dinleri Dindarlıkları

Gerçek din ve  tasavvuf bu değil

Bir ahir zaman modası olarak görülmesi

umhuriyetin ilk yıllarında tekkelerin, zaviyelerin kapatılması hakkında kanun çıkarılmış olmasına rağmen, son yıllarda tasavvuf kültürüne büyük ilgi gösterildiğini görüyoruz. Son zamanlarda ilim ve sa­nat çevrelerinde, tasavvuf üzerine çok sayıda kitap

fa olan ilgisinin de etkisi var.

Tasavvuf tarihi, tasavvufi şahsiyetlerin hayatı ve dünya görüşü, ilk dönemlerden itibaren oryantalist­lerin (Batılı, Doğu-islam dünyası araştırmacılarının) ilgisini çeken konuların başında gelmişti. Genellikle İslam tarihinde tartışmalı konuları kurcalamayı se­ven bu araştırmacılar, Hallac-ı Mansur’un idamı, Hz. Mevlana ve Hz. Şems’in arasındaki muhabbet ve vahdet-i vücud düşüncesi gibi mevzuları çarpıcı bir üslupla gündeme getirmişlerdi.

Ancak, ne maksatla yapılmış olursa olsun yapılan bu araştırmalar, Batı âleminin maneviyata susamış ruh­larını tasavvufu araştırmaya yöneltti. Hz. Mevlânâ, Muhyiddin-i ArabF Hazretleri gibi sûfiler, batıda po­püler olmaya başlayınca, her hususta Batıyı takip eden entellektüellerimiz arasında da tabiri caizse moda haline OĞİdi.

Llüdttc idoavvuii mcvz.uiüii uuuimm

ren bu kesimler, onu kaynağından, yaşayarak ak­taran rehberlerden alan salikleri endişelendirmeye başladı. Çünkü Batılılar, oldum olası tasavvufu beşeri bir kültür, bir felsefe veya dünya görüşü gibi görme eğilimindeydiler. Yani sanki tasavvuf, !latif Kitap ve Nebevi Sünnet kaynaklı bir hakikat değil de çeşitli kültürlerin kaynaşmasının sonucunda ortaya çıkmış, derleme bir dünya görüşü gibi kabul ediliyordu.

Bu anlayışın, tasavvufu “kurtuluş yolu” olarak gören ve onu “hayatının gayesi” telakki edenleri, rahatsız etmesinin DirçoK sebeoı var. her şeyden once, ta­savvufun gelip geçici bir ahir zaman modası gibi görülmesi, insanlığın son kurtuluş ümidinin de hızla tüketileceği endişesine sebep olmakta…

Gerçekten de son zamanlarda tasavvuf kültürünü, tıpkı uzak doğuluların veya Hintlilerin kendi mistik inançlarını pazarladığı gibi pazarlayan bir anlayışın doğması, tasavvufa ciddi ve hakiki bir değer atfe­denleri korkutmaktadır. Çünkü bu anlayışta tasavvu­fun aslı, hakikati değil, daha çok sembolleri ve yan unsurları öne çıkarılmaktadır. Bu sembollerin mane­vi muhtevası, bazen tamamen unutulmakta bazen de çarpılmaktadır. Hepsinden önemlisi, tasavvuff kültür ve anlayışı modern insanı avutan bir manevi oyuncağa dönüştürülerek piyasaya sürülmektedir.

Artık; kitaplar, hat levhaları ve teşbih gibi eşyalar, iş­levsiz bir hediyelik eşyaya, kültür veya hatıra değeri olan bir nesneye dönüşmektedir.

oModern zaman dervişleri’ (!)

Zamane dervişleri için tasavvuf, tatillerde tasavvuf turizmine çıkmak, sosyal etkinlik olarak tasavvuff temaların konuşulduğu entellektüel kulüplerde se- -°rnerler veya musiki meşki dinleyip semazen sey­retmektir. Yani, modern zaman sufileri için tasav- .J, hayata mana ve ölçü getiren bir manevi eksen neğii, sadece hayata ufak bir renk katan tamamla- … c bir unsurdur.


E nette tasavvuf kültürüyle ilgilenen herkesin tasav- yoluna girmesi beklenmez. Bir konuyu araştır- ,‘îs başka bir şeydir, ona inanarak benimsemek, ” = ,5tn] onunla manalandırmak bambaşka bir şey- ; ‘ 3 “■ akademisyen, kendisi sufi olmadığı halde ta- tarihini araştırabilir. Bir sanatkâr, kendisi bir „’şa-j Kâmil’e bağlanma tecrübesini yaşamadığı eserlerinde tasavvuff temaları kullanabilir.

Ayrıca, herhangi bir Türkiye vatandaşı, kendi kimli­ğini inşa ederken, tarihiyle ve toplumuyla ilgi kurma­yı isteyebilir. Esasen kendi kültüründen habersiz bir insan, hakiki manada kültürlü de olamaz. Kimliğini ve şahsiyetini inşa ederken, kendisine bir aidiyet araması gayet doğaldır.

Tarihini ve kültürünü araştıran her Türkiyeli de kültü­rümüze ana rengini veren tasavvufa kendisini yakın hissedebilir. Bilhassa Osmanlı gibi büyük bir ecdada hürmet besleyen her Osmanlı torunu, Osmanlıyı Osmanlı yapan özü, yani tasavvuf irfanını benim­semekten kendini alamayabilir. Çünkü Osmanlının gerek kuruluş, gerek yükseliş asrında, toplum, ilim ve sanat hayatına ana rengini veren tasavvuf irfanı olmuştur.

Bu sebeple, Osmanlı medeniyetine ilgi duyan herke­sin kendisini biraz sufi meşrep kabul etmesi müm­kündür, tabiidir. Ancak tasavvufla bu tür alaka kur­mak başka bir şeydir. Tasavvuf sempatizanı olmak, gerçek manada tasavvuf yolunun saliki olmak de­mek değildir.

xrlevhid’siz tasavvuf u savunanlar

Bugün tasavvuftan bahseden öyle kesimler vardır ki, tevhid derken panteizme kaymakta, ahiretten bahsetmemek hususunda özel gayret göstermekte, Kur’an-ı Kerim’de önemli yeri olan, kulluk ve tak­va kavramlarını anmamaktadırlar. Bu kesimler, Hz. Peygamber aleyhisselamı, Ashab-ı Kiram’ı ve aynı zamanda Tabiin âlimlerinin önde gelen ilk sufilerini de hiç anmazlar ve hayatlarından bahsetmeyi akıl­larına getirmezler.

Buna karşın, eski çağlardaki felsefe ve kelam tartış­malarına cevap olarak, o zamanın edebi üslubuna uygun, mecazlı bir dil kullanmış bazı sufilerin adını sık sık anarlar ve onlardan, sanki peygamberden sonra yeni bir peygamber gelmişçesine bir eda ile bahsederler.

Ne yazık ki eski çağların edebi anlayışında yaygın
olan mübalağa, hüsnü ta’lil veya arzu ve temen­nilerden sanki hakikatmiş gibi bahsetme üslubunu bilmeyenler “Tasavvuf yolundan gideceğiz” derken, imandan çıkabilmektedir. Üstelik bu yeni nesil su- filer, kendi yollarını asıl tasavvuf olarak lanse edip tasavvufa sureta değil, hakiki manada hayatını vak­fedenleri de “tarikatçılar” (!) diye hor görmektedir­ler.

Gerçekten de ahir zamanın imtihanlarından biri de hakikati arayanların yolları üzerine pusu kurmuş, kendisini suret-i Hak’tan gösteren birçok kişi ve gru­bun türemesidir. Bu gruplar, sadece dinden habersiz yetiştirilen kesimleri değil bazen bizzat dindar aile­lerde yetişen gençlerin dahi aklını karıştırabilmek- tedir. _ …__ __ __________________________        biliyoruz ama bazı sufi çevreler, mecazi aşkın hakiki aşka götüren bir basamak olduğunu iddia ediyorlar. Yani, Leyla’dan geçip Mevla’ya ermekten bahse­diyorlar. Doğrusu kafam karışıyor. Bunların hangisi doğru?”

Bu gencimize işin doğrusunu anlatmak için önce tasavvuff eserlerin dilinin, o zamanın sanat anlayı­şının da gereği olarak ekseriyetle mecazlarla, me­sellerle, istiarelerle örülü olduğunu söyleyerek işe başlıyorum.

Sonra, bir tasavvuf dergisinde rastladığım açıklama­yı paylaşıyorum: “Sufiler Leyla derken, sokaklarda gezen Leylaları kastetmezler. Arapça’da Levl. aece

rlom L”t~ı r_________ D i_ı! ûa/L^İ ciûcoJök! \■ j ^

 

 

 

!\ A ¡1 »*C ı/H_ı 3 rv*\ 11′ i r» mm-7i/”Jır 7-a + ân ı v ı \_41 yıvj ı ıvuııııı ili idiız_ıuıı. Laıci l

tahiı


 

 

 

Mesela, geçtiğimiz günlerde akrabalarımdan bir genç bana şunu sordu; “Ablacığım, tasavvuf yoluna ilgi duyuyorum ama okuduğum eserlerde karşıma çıkan bazı konular şimdiye kadar bildiklerimle çeli­şiyor. Mesela, biz Allah’ın iffetli olmayı emrettiğini

Tasavvufi edebiyatın anlaşılması için önce onun ha- \/at tarzının i\/i hilinmpçi opml^ı-n^ktedir Yoksa bazı

J ~ – w‘ ■ *—…… 1 > J ■ ıwıııııııı^»«^ı          ı.l\l I                  I UI\JU UULI

Batılı oryantalistlerin, Hz. Mevlana ile Hz. Şems’in
arasındaki muhabbete, çirkin yakıştırmalarda bu­lunması gibi feci sonuçlar ortaya çıkabilmektedir.

Onların, zahir ilimlerine iyice doymuş, akaid bah­sinde kelamf tartışmalardan yorulmuş ve felsefi cereyanların kuru mantığından bunalmış bir ruh halinde söyledikleri sözleri, bugünün ilimde- ir­fandan mahrum kişilerin papağanvari bir edada taklit etmesi, doğrusu pek manasız olmaktadır. Onlar Kur’an ve Hadis, temelinde akaid, fıkıh gibi bütün İslamF ilimleri iyice öğrenmiş ve gereğince amel etmiş olmakla birlikte, onun zahiri manala­rıyla tatmin olamamışlar, bu yüzden kuru bilgiden öteye geçmek manasında, duygu yoğunlukları aramışlardır.

işte, Mürşid-i Kamil’in sevgisi kalbi, dağınıklıktan kurtarıp Mevla’ya ulaştıran bir bağ olmaktadır. Hem Mürşid-i Kamil zatlara sadece rabıta yapıl­mamakta, onların etrafında ilim halkaları da ku­rulmaktadır. Haşan Basri, Sufyan-ı Sevi (rahme- tullatıi aleyhim) gibi tasavvuf önderleri, ilk devrin şeriat âlimlerindendir. Henüz medreseler müesse­seleşmeden önce halka hadis rivayet eden, akaid ve fıkıh öğreten muallimler, onlar olmuşlardır.

Hem ‘zahidler’ de denilen bu ilk devir sufileri, hal­ka sadece fetva vermekle yetinmemiş, tasavvuf yolunun nüvesi olacak, takva ve İhsan yolunu da göstermişlerdir. Hatta bir görüşe göre, tasavvuf adı da bu ilk devir sufilerinin, yoksul kıyafeti olan ‘yün’ elbise giymesinden türemiştir.

O devirde yün elbise giymek, dünya rahatını ve lüksünü aramamayı simgelemekteydi. Sıcak di­yarlarda yünden imal edilen abalarla örtünmeyi kimse tercih etmez, ancak yerli mamul olup ucuz olduğu için mecburen kullanılırdı. Bu sebeple de yün elbise; kanaatin, fakirliği tercih etmenin ve tevazuun bir sembolü olmuştu.

ilk devir sufilerin, yün aba kullanmasının bir se­bebi de birçoğunun ev hayatını terk etmiş, diyar diyar dolaşıp halkı Hakk’a kulluğa davet eden, peygamber mirasçısı tebliğciler olmasıydı. On­lar gittikleri diyarlarda bir dergâha sığınır, geceyi üzerlerindeki abaya bürünerek geçirirlerdi.

Onların hayatta tek amacı, ilim ve zikir meclis­lerine iştirak edip kendilerini yetiştirmek, şeyhle­rinden icazet aldıkları vakit de başkalarını irşad etmekti.

işte tasavvuf yolu buydu; dünyalık arzulardan vazgeçip kendini ilme, hizmete, irşada adamak…

Sahihi, sahte olandan ayırt etmeli

Fethedilen diyarların ve Anadolu’nun İslam yurdu olması, bu şekilde hizmet eden dervişler sayesin­de mümkün oldu. Hem, tasavvuf büyükleri, aynı

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*