wiki

MUHAMMED ALEYHİSSELÂM HAYATINDAN ÖĞRENECEKLERİMİZ

ekran-alintisiMUHAMMED ALEYHİSSELÂM; Pey gamberlerin en üstünü ve sonuncusu. Allahü teâ- lânm yarattığı varlıkların en şereflisi Muhammed aleyhisselâmdır. Her şey O’nun hürmetine yaratıldı. O, Allahü teâlânm resûlü, son peygamberidir. Al- lahü teâlâ bütün peygamberlerine ismiyle hitâb ettiği hâlde, O’na “Habîbim” (sevgilim) diyerek hitâb etmiştir. Nitekim Allahü teâlâ bir hadîs-i kud- sîde: “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım!” buyurdu. Bütün mahlûkâtı O’nun şerefine yaratmıştır. Allahü teâlâ kullarına râzı olduğu ve beğendiği yolu göstermek için çeşitli kavimlere zaman zaman peygamberler göndermiştir. Muhammed aleyhisselâmı ise son Peygamber olarak bütün insanlara ve cinlere gönderdi. Bunun için Peygamberimize “Hâtem-ün-ne- biyyîn” ve “Hâtem-ül-Enbiyâ” denilmiştir. Her peygamber, kendi zamânmda, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselâm ise, her zamanda, her memlekette, yâni dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiçbir kimse hiçbir bakımdan O’nun üstünde değildir. Allahü teâlâ her şeyden önce Muhammed aleyhisselâmın nûrunu yarattı. Eshâb-ı kirâmdan Abdullah bin Câbir radıyallahü anh; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ her şeyden evvel neyi yaratmıştır, bana söyler misin?” deyince, Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Her şeyden evvel senin peygamberinin yâni benim nûrumu kendi nûrundan yarattı. O zaman ne Levh, ne Kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ1 (gökyüzü), ne arz (yeryüzü), ne güneş, ne ay, ne insan, ne de cin vardı.” Âdem aleyhisselâm yaratılınca Arş-ı a’lâda nûr ile yazılmış “Ah- med” ismini gördü. “Yâ Rabbi! Bu nûr nedir?” diye sorunca Allahü teâlâ; “Bu, ismi göklerde Alımed ve yerlerde Muhammed olan senin zür- riyetinden bir peygamberin nûrûdur. Eğer O olmasaydı, seni yaratmazdım.” buyurdu. Âdem aleyhisselâm yaratılınca alnına Muhammed aley- hisselâmm nûru kondu ve o nûr onun alnında parlamaya başladı. Âdem aleyhisselâmdan îtibâren babadan oğula intikal ederek asıl sâhibi Muhammed aleyhisselâma ulaştı. Muhammed aleyhisselâm hicretten 53 sene evvel Rebîülevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi, sabaha karşı, Mekke’de doğdu. Târihçiler, bu günün Mîlâdi sene ile 571 senesinin nisan ayının yirmisine rastladığını söylüyor. Doğmadan birkaç ay önce babası, altı yaşındayken de annesi vefât etti. Bu sebepten Peygamber efendimize Dürr-i Yetîm (yetimlerin incisi) lâkâbı da verilmiştir. Sekiz yaşma kadar dedesi Abdülmuttalib’in yanmda kaldı. Dedesi de vefât edince, amcası Ebû Tâlib O’nu yanma aldı. Yirmi beş yaşındayken Hadîcet-ül Kübrâ ile evlendi. Bu hanımından doğan ilk oğlunun adı Kâsım idi. Bundan dolayr Peygamberimize Ebü’l-Kâsım yâni Kâsım’ın babası da denildi. Araplarda böyle künye ile anılmak âdetti. Kırk yaşında, bütün insanlara ve cinne peygamber olduğu Allahü teâlâ tarafından bildirildi. Üç sene sonrâ Herkesi îriiâna çağırmağa başladı. Elli iki yaşında mîrac vukû buldu. 622 yılında 53 ya- şinda olduğu hâlde, Mekke’den Medine’ye hicret etti. Yirmi yedi defâ muhârebe yaptı. 632 (H. 11) senesinde rebîülevvel ayının on ikinci pazartesi günü öğleden evvel 63 yaşında vefât etti. Soyu: v,; Muhammed aleyhisselâmın nûru, Âdem aley- hişşelâmdan itibâren temiz babalardan ve temiz aûaİaçdan geçerek gelmiştir. Kur’ân-ı kerîmde Şu’ârâ s.ûresi 219. âyetinde meâlen; “Sen, yâni senin nurun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, san|i: ulaşmıştır.” buyrulmaktadır. Nitekim Peygamber efendimiz hadîs-i şerifte; “Allahü teâlâ ihsanları yarattı. Beni insanların en iyi kısmından vücûda getirdi. Sonra,” bu kısımlarından en iyisini (Arabistan’da) seçti. Beni bunlardan vücûda getirdi. Sonra evlerden, âilelerden en iyisini seçip, beni bunlardan meydana getirdi. O hâlde, benim rûhum ve cesedim mahlûkların en iyisidir. Benim silsilem, ecdâdim en iyi insanlardır.” buyurmuşlardır. Yaratılan ilk insan olan Adem âleyhisselâm, Muhammed aleyhisselâmın zerresini taşıdığı için al- nında O’nun nûru parlıyordu. Bu zerre hazret-i Hav- vâ’ya, ondan Şît aleyhisselâma ve böylece, temiz erkeklerden temiz kadınlara ve temiz kadınlardan temiz erkeklere geçti. Muhammed aleyhisselâmın nûru da, zerre ile birlikte almlardan alınlara geçti. Melekler ne zaman Âdem aleyhisselâmın yüzüne baksalar, alnında Muhammed aleyhisselâmın nûrunu görürler ve ona salevât okurlardı. Yâni; “Alla- hümme salli alâ seyyidinâ Muhammed.” derlerdi. Âdem âleyhisselâm vefât edeceği zaman oğlu Şît aleyhisselâma dedi ki: “Yavrum! Bu alnında parlayan nûr, son peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bu nûru, mü’min, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyet et! Muhammed aleyhisselâma gelinceye kadar, bütün babalar, oğul
Muhammed aleyhisselâmın Mekke-i mükerreme’de dünyayı teşrif ettikleri evin bulunduğu yer.
ki cihan serveri Muhammed aleyhisselâmın getirdiği din ile şereflenmek için Lâ ilâhe illallah Muham- medün Resûlullah Kelime-i tayyibesini dil ile söylemek ve kalp ile de tasdik etmek gerekir.
lanna böyle vasiyet etti. Hepsi bu vasiyeti yerine getirip, en asil, en kibâr kız ile evlendi. Nûr, temiz ahn- lardan, temiz kadınlardan geçerek sâhibine ulaştı. Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem dedelerinden birinin iki oğlu olsa, yahut bir kabile iki kola ayrılsa Muhammed aleyhisselâmın soyu, en şerefli ve hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her asırda onun dedesi olan zât, yüzündeki nûrdan belli olurdu. O’nun nûrunu taşıyan seçilmiş bir soy vardı ki, her asırda bu soydan olan zâtın yüzü pek güzel ve nûrlu olurdu. Bu nûr ile kardeşleri arasında belli olur, içinde bulunduğu kabîle başka kabilelerden daha üstün, daha şerefli olurdu. Âdem aleyhisselâm- dan beri evlâttan evlâda geçerek gelen bu nûr İbrahim’e ondan da oğlu İsmâil’e aleyhimüsselâm geçmiştir. Onun da alnında sabâh yıldızı gibi parlayan nûr, evlâdlanndan Adnan’a, ondan Me’ad ondan Nizâr’a intikal etmiştir. Nizâr doğunca babası Me’ad, oğlunun alnındaki nûru görüp sevinmiş, büyük zi- yâfet vermiştir. “Böyle oğul için, bu kadar ziyâfet az bir şey.” dediği için de oğlunun adı Nizâr (az bir şey) kalmıştır. Bundan sonra da nûr sıra ile intikal ederek asıl sâhibi olan sevgili Peygamberimize ulaşmıştır. Sevgili Peygamberimiz; “Ben, Abdullah, Ab- dülmuttalib, Hâşim, Abdü Menaf, Kuseyy, Kilâb, Mürre, Ka’b, Lüveyy, Gâlib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike, İlyâs, Mudar, Nizâr, Mevad, Adnân oğlu Muhammed’im. Mensup olduğum topluluk, ne zaman ikiye ayrılmış ise, Allah beni muhakkak onların en hayırlı olan tarafında bulundurmuştur. Ben, câhiliyyet ahlâksızlıklarından hiçbir şey bulaşmaksızın, ana ve babamdan meydana geldim. Ben, Âdem’den babama ve anneme gelinceye kadar, hep nikâhlı anne babadan geldim. Ben ana ve baba îtibâriyle en hayırlınızım.” Başka bir hadîs-i şerifte de; “Allahü teâlâ, İbrâhim oğullarından İsmâil’i seçti. İsmâil oğullarından Kinâne oğullarını seçti. Kinâne oğullarından Kureyş’i seçti. Kureyş’ten Hâşim oğullarını seçti. Hâşim oğullarından Ab- dülmuttalib oğullarını geçti. Abdülmuttalib oğullarından da beni seçti.” buyurdu.
Peygamberimiz Kureyş kabilesinin Hâşim oğulları kolundandır. Babası Abdullah’dır. Abdullah’ın babası Abdülmuttalib, annesi de Fâtımâ binti Amr’dır. Dedesi Abdülmuttalib, Mekke’nin hâkimi ve Arapların şeref itibariyle en üstün kabilesi olan Kureyş kabilesine mensuptu. Abdül- muttalib’in alnında Muhammed aleyhisselâmm nûru parladığından Kureyş kavmi onunla bere- ketlenirdi. Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib, oğulları arasında en çok Abdullah’ı severdi. Çünkü onun alnında Muhammed aleyhisselâmm nûru parlıyordu. Abdullah’ın güzelliği Mısır’a kadar şöhret bulmuştu. Alnındaki nûr yüzünden iki yüze yakın kız, onunla evlenmek arzusu ile Mekke’ye gelmişti. Abdülmuttalib ise, O’nu her yönüyle O’na denk olan bir kız ile evlendirmek istiyordu. Bunun için Beni Zühre kabilesinin büyüğü Vehb bin Abd-i Menâfin kızı Âmine’yi oğlu Abdullah’a istedi. Vehb’in kızı Âmine; güzellik, ahlâki ve neseb îtibâriyle Kureyş kızlarının en üstünü idi. Ayrıca soy bakımından Abdullah ile birkaç batın yukarıda birleşmekte idi. Abdülmuttalib, Vehb’in kızını oğlu Abdullah’a isteyince Vehb şöyle dedi: “Ey amcam oğlu, biz bu teklifi sizden önce aldık. Âmine’nin annesi bir rüyâ gördü. Anlattığına göre evimize bir nûr girmiş, aydınlığı yeri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyâmda dedemiz İbrahim’i gördüm. Bana; “Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’la kızın Âmine’nin nikâhlarını ben kıydım. Onu sen de kabûl et.” dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyânm tesiri altındayım. Acaba ne zaman gelecekler, diye merak ediyordum.” Bu sözleri duyan Abdülmuttalib sevincinden “Allahü Ekber! Allahü Ekberî” diyerek tekbir getirdi. Nihâyet oğlu Abdullah’ı Vehb’in kızı Âmine ile evlendirdi. Bu konuda başka rivâyetler de vardır. Abdullah, Âmine ile evlenince alnında parlayan nûr, hanımına intikal etti. Abdullah’ın evlendiği geceye Türkiye’de ve birçok İslâm memleketlerinde bir asırdan beri Regâib kandili ismi verilmekte ise de bü yanlıştır. Regâib gecesi, Receb ayının ilk cumâ gecesidir. Muhammed aleyhisse- lâmm nûru ise hazret-i Âmine’ye Cemâzilahir ayında intikal etmiştir. Câhiliyye devrinde Arapların harbi haram saydıkları aylarda harp etmek istedikleri zaman ayların ismini ve sırasını değiştirmeleri yâni Cemâzilahir ayma o sene Recep demeleri sebebiyle halk içinde bu yanlışlık yayılmıştır. Gerçekte bunun dînen ve ilmen bir kıymeti yoktur. O halde Nübüvvet yâni peygamberlik nû- runun Âmine vâlidemize intikali, şimdiki Cemâzilahir ayındadır, Regâib gecesinde değildir. Âmi- ne’nin Muhammed aleyhisselâma hâmile olduğu sırada Kureyş kabilesinde büyük bir darlık, kıtlık ve pahalılık olmuştu. Kureyş çok sıkıntı içinde idi. Muhammed aleyhisselâmm ana rahmine düşmesiyle birlikte, O’nun hürmetine Allahü teâlâ Kureyş kabîlesinin bağ ve bahçelerine, mahsûllerine öyle bereket verdi ki, hepsi zengin oldular. Araplar o seneye “Senet-ül feth ve’l ibtihac” yâni sevinç ve bolluk yılı dediler. Âmine Hâtûn Sevgili Peygamberimize hâmile iken kocası Abdullah ticâret için Şam’a gitmişti. Dönüşünde hastalanıp Medine’ye geldiği sırada dayılarının yanında vefât etti. Bu haber Mekke’de duyulunca çok büyük bir üzüntüye sebep oldu (Bkz. Abdullah bin Abdülmutta- lib). Eshâb-ı kirâmdan Abdullah ibni Abbas radı- yallahü anh şöyle bildirmiştir: “Peygamberimizin babası Abdullah, oğlu doğmadan önce vefât edince melekler; “Ey Rabbimiz, Resûlün yetim kaldı.”
Peygamber efendimizin, temeline mübârek elleri ile taş koydukları ve Kıır’ân-ı kerîmde “Temelleri takva üzerine kurulan mescid” buyurulan Mescid-i Kuba. Yapılan ilâvelerle oldukça genişlemiştir.
dediler. Allahü teâlâ da; “O’nun koruyucusu ve yardımcısı benim.” buyurdu.” Âmine Hâtûn şöyle anlatmıştır: “Ben altı aylık hâmile iken, bir gece rüyâmda karşıma bir zât çıkıp dedi ki: “Ey Âmine, bilmiş ol ki, sen âlemlerin en hayırlısı olan kimseye hâmile oldun. Doğurunca ismini Muhammed koy ve hâlini hiç kimseye açmayıp, gizli tut!” Başka bir rivâyette de; “İsmini Ahmed koy.” şeklinde bildirilmiştir. Muhammed aleyhisselâmm doğmasına iki ay kadar zaman varken Fil vak’ası meydana geldi. İnsanların her taraftan akın akın gelip Kâbe’yi zi- yâret etmesine engel olmak isteyen Yemen vâlisi Ebrehe, Bizans İmparatorunun da yardımıyla San’a’da büyük bir kilise yaptırdı ve insanların burayı ziyâret etmelerini istedi. Araplar ise eskiden beri Kâbe’yi ziyâret etmekte olup, Ebrehe’nin yaptırdığı kiliseye hiç îtibar etmediler. Hattâ ha- kâret gözüyle baktılar. İçlerinden biri kiliseyi kirletti. Bu hâdiseye kızan Ebrehe, Kâbe’yi yıkmaya karar verdi ve bu maksatla bir ordu hazırlayıp Mekke üzerine yürüdü. Ebrehe’nin ordusunda önde yürütülen, zaferin kazanılmasında en büyük payı alacağı tahmin edilen Mahmud adında bir fil vardı. Ebrehe Kâbe’ye saldırmaya başlayınca bu fil yere çöktü ve Kâbe yönünde yürümedi. Yönü Ye- men’e çevrilince koşarak geri dönüyordu. Böyle- ce Mekke’ye yaklaşıp hücum etmek istediği halde hücum edemeyen Ebrehe ve ordusu üzerine Allahü teâlâ ebâbil (dağ kırlangıcı) denilen kuşlardan bir sürü gönderdi. Ebâbil kuşlarının herbiri, biri ağzında ikisi de ayaklarında olmak üzere, nohut veya mercimek büyüklüğünde üçer taş taşıyorlardı. Bu taşları Ebrehe’nin ordusu üzerine bıraktılar. Taş isâbet eden her asker, ânında yere düşüp öldü. Ebrehe kaçmak istedi. Taşlardan ona da isâbet edip, kaçtıkça etleri parça parça dökülerek öldü. Bu husus Kur’ân-ı kerîmfde Fil sûresinde bildirilmektedir. B öylece Kureyş kabilesi doğmak üzere olan Muhammed aleyhisselâmm hürmetine büyük bir düşmanın şerrinden kurtuldu. Muhammed aleyhisselâmm geleceği Âdem aleyhisselâmdan îtibâren her peygambere ve ümmetlerine müjdelene gelmiş, doğması yaklaşınca da birçok haber ve müjdeler verilip alâmetler ortaya çıkmış, çeşitli hadiseler meydana gelmiştir. Doğumu: Muhammed aleyhisselâm Hicret’ten 53 sene evvel Rebîulevvel ayının on ikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke’nin Haşimoğulları mahallesinde, Safâ Tepesi yakınında bir evde doğdu. Bu gün, Milâdî 571 yılına ve Nisan ayının yirmisine rastlamaktadır. O gün henüz güneş doğmadan âlem nûr ile doldu. Âdem aleyhisselâmdan beri babadan evlâda intikal edegelen nûr asıl sâhibine ulaştı. ^ O’nun doğumunu annesi hazret-i Âmine şöyle anlatıyor: “Doğum ânı geldiğinde heybetli bir ses işittim. Ürpermeye başladım. Sonra beyaz bir kuş gördüm, gelip kanadı ile beni sığadı. O andan sonra bendeki korku ve ürpertiden eser kalmadı. Yanımda süt gibi beyaz bir. kâse şerbet gördüm. O şerbeti bana verdiler. O anda çok susamış idim. Verilen şerbeti içtim. Baldan tatlı ve soğuk idi. İçer içmez susuzluğum gitti. Sonra büyük bir nûr gördüm, Evim o kadar nûrlandı ki, o nûrdan başka bir şey gömüyordum. O sırada çok hâtûn gördüm. Boyları uzun, yüzleri güneş gibi parlıyordu. Etrafımı sarıp, bana hizmet eden bu hâtûnlar, Abdü Me- nâf kabilesinin kızlarına benzerlerdi. Yine o sırada beyaz, uzun ve gökten yere uzanmış ipek bir kumaş gördüm. Dediler ki: O’nu insanların gözünden örtün. O anda bir grup kuş peydâ oldu. Ağızlan zümrütten, kanatlan yâkuttandı. Gümüş ibrikler tutarak havada duruyorlardı. Bana korku gelip ter- lemiştim, ter damlalarından misk kokusu yayılıyordu. O halde iken gözümden perdeyi kaldırdılar. Doğudan batıya kadar bütün yeryüzünü gördüm. Üç alem (bayrak) dikildi. Onlann biri meşrik (doğu), biri mağrip (batı) biri de Kâbe’nin üstünde idi. Etrafımda çok sayıda melekler toplandı. Muhammed doğar doğmaz, mübârek başını secdeye koydu ve şehâdet parmağını kaldırdı. O anda gökten bir pşrça beyaz bulut indi. O’nu kapladı. Bir ses işittim; “Onu inağripden meşrıka kadar her yerde gezdir|n. Tâ ki cümle âlem onu,, ismiyle, cismiyle yçjsıfâtıyİa görsünler.” diyordu. Sonra o bulut gölden kayboldu ve Muhammed’i bir beyaz yünlü kuıiıâş içinde sarılı gördüm. Yine o sırada yüzleri güneş gibi parlayan üç kişi-gördüm. Birinin elinde gümüşten bir ibrik, birinin elinde zümrütten bir leğen^, birinin elinde de bir ipek vardı. İbrikten sanki misk damlıyordu. Muhammed’i o le
ğenin içine koydular. Mübarek başını ve ayağını yı-. kadılar ve ipeğe sardılar. Sonra mübârek başına gü-* zel koku sürüp, mübârek gözlerine sürme çektiler ve gözden kayboldular.” Muhammed aleyhisselâmm doğduğu sırada hazret-i Âmine’nin yanında Abdurrahman bin Avf m annesi Şifâ Hâtûn, Osman bin Ebü’l-Âs’ın annesi Fâtımâ Hâtûn ve Peygamberimizin halası Safiyye Hâtûn vardı. Bunlar da gördükleri nûru ve diğer hâdiseleri haber verdiler. Şifâ Hâtûn şöyle anlatıyor: “Ben, o gece Âmine’nin yanında idim. Muhammed aleyhisselâmm doğar doğmaz duâ ve niyâz ettiğini işittim. Gâibden; “Yerhamüke Rab- büke” diye söylendi. Sonra bir nûr çıkıp o kadar ışık verdi ki, doğudan batıya kadar her yer göründü…” Bundan başka birçok hâdiseye şâhit olan Şifâ Hâtûn; “Ne zaman ki, O’na peygamberlik verildi; hiç tereddüt etmeden ilk îmân edenlerden biri de ben oldum.” dedi. Safiyye Hâtûn da şöyle anlatmıştır: “Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada her tarafı bir nûr kapladı. Doğar doğmaz secde? etti, mübârek baf şını kaldırıp açık bir dille “Lâ ilâfie illallah, innî resûlullah” dedi. O’nu yıkamakistediğimde, biz O’nu yıkanmış olarak gönderdik.” denildi. O sünnet olmuş ve göbeği kesilmiş görüldü. Ö’nu’kun- dağa sarmak istediğimde sırtında bir mühür gör- ,, düm, mühürün üzerinde (Lâ ilâhe illallah Mu- hammedün Resûlullah) yazılı idi. Doğar doğmaz secde ettiği sırada hafif sesle bir şeyler söylüyordu, kulağımı mübârek ağzına yaklaştırdım; MUmmetî, Ümmeti” (Ümmetim, ümmetim) diyordu…” % • v Resûl-i ekrem efendimizin doğduğunu dedesi Abdülmuttalib’e Kâbe’de Allah’a yalvanp duâ etmekteyken müjdelediler. Abdülmuttalib bu müjdeyi alınca çok sevinip O’nu görmeye giti ve; “Bü oğlumun şâm, şerefi çok yüce olacaktık dedi. Sonra da O’nun doğumunu kutlamak için doğümun yedinci gününde Mekke halkına üç gün’ziyâfet verdi. Aynca şehrin her mahallesinde develer keserek insan ve hayvanların istifâde etmedi için bıraktı. Ziyâfet sırasında çocuğa haiıgi isıîii koydun diyenlere Muhammed ismini verdim dedi. Neden atalarından birinin ismini vermedin diyenlere; “Allah’ın ve insanların O’nu medh etmelerini, övmelerini istediğim için.” cevabını verdi. Annesi de Ahmed ismini koyclu. Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada ve doğduktan sonra pekçok hâdise meydana geldi. Muhammed aleyhisselâmmdünyâya geldiği’ gece bir yıldız doğdu. Bunu.gören Yahûdî bilgin^ leri Muhammed aleyhisselâmm doğduğunu anla- , dilar. Eshâb-ı kirâmdan Hassâri bin Sâbit anlatır: “Ben sekiz yaşında idim. Bir sabah vakti Yahûdî- nin biri, hey Yahûdîler! diye çığlık atarak koşu
yordu. Yahûdîler ne var, ne yırtınıyorsun diyerek yanına toplanınca şöyle söyledi: “Haberiniz olsun Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyâya geldi…” Muhammed aleyhisselâm doğduğu gece Kâ- be’deki putlar yüz üstü yere yıkıldı. Urvetübni Zübeyr rivâyet eder: “Kureyşten bir cemâatin bir putu vardı. Yılda bir defâ onu tavâf ederler, develer kesip şarap içerlerdi. Yine öyle bir günde putun yanma vardıklarında onu yüzüstü yere yıkılmış buldular. Kaldırdılar, yine kapandı. Bu hal üç defâ tekrarlandı. Bunun üzerine etrâfma iyice destek verip diktikleri sırada şöyle bir ses işitildi: “Bir kimse doğdu yer yüzünde her yer harekete geldi. Ne kadar put varsa hepsi yıkıldı. Kralların korkudan kalbleri titredi.” Bu hâdise tam Muhammed aleyhisselâmm doğduğu geceye rastlıyordu. Medâyin şehrindeki İran Kisrâsmm sarayının on dört kulesi (burcu) yıkıldı. O gece gürültüyle ve
dehşetle uyanan Kisrâ ve halkı yine kendilerinden bâzı ileri gelenlerin gördükleri korkunç rüyaları tâbir ettirdiklerinde bunun büyük bir şeye alâmet olduğunu anladılar. Yine o gece Mecûsîlerin yâni ateşe tapanların bin yıldan beri yanmakta olan kocaman ateş yığınları âniden söndü. Ateşin söndüğü târihi not ettiler. Kisrânm sarayından burçların yıkıldığı geceye isâbet ediyordu. O zaman insanların mukaddes saydıkları Sâ- ve Gölü de yine o gece bir anda suyu çekilip, kuruyuverdi. Şam tarafında bin yıldan beri suyu akmayan ve kurumuş olan Semave Nehrinin vâdisi de, o gece, su ile dolup taşarak akmaya başladı. Muhammed aleyhisselâmm doğduğu geceden îtibâren şeytan artık Kureyş kâhinlerine vukû bulacak hâdiselerden haber veremez oldu. Kehânet* sona erdi…Muhammed aleyhisselâmm doğduğu gece ve daha sonra o zamâna kadar görülmemiş bu hâdiselerden başka pekçok hâdise vukû buldu, bunların hepsi son Peygamber Muhammed aleyhisse- lâmın dünyâyı teşrif ettiğine işâret olmuştur. İsimleri ve Künyeleri:. Peygamber efendimizin en çok söylenilen ismi “Muhammed”dir. Bu isim, Kurfân-ı kerîm’de Âl- i İmrân sûresi 144. âyette, Ahzab sûresi 40, âyette, Fetih sûresi 29. âyette ve Muhammed sûresi 22. âyetinde olmak üzere dört defâ geçmektedir. Saf sûresi 6. âyetinde ise Isâ aleyhisselâmm ümmetine Ah- med ismiyle haber verdiği bildirilmektedir. Kur’ân- ı kerîm de Muhammed ve Ahmed isminden başka, Resûl, Nebî, Şâhid, Beşîr, Nezîr, Mübeşşir, Münzîr, Dâ’i-i ilallah, Sirâceri Münîr, Raûf, Rahîm, Mu- saddık, Müzekkir, Müdessir, Abdullah, Kerîm, Hak, Mübîn, Nûr, Hâtemün-Nebiyyîn, Rahmet, Ni’met, Hâdi, Tâhâ, Yâsîn… diye anılmıştır. Bundan başka yine bâzılan Kur’ân-ı kerîm de ve bâzılan da hadîs-i şeriflerde bir kısmı da daha önceki peygamberlere gönderilen mukaddes kitaplarda geçmiştir. Daha önceki peygamberlere indirilen kitaplarda geçen isimlerin çoğu, sıfat olup, mecâzen isim sayılan kelimelerdendir. Bunlardan bâzılan da şöy- ledir. Dahûk, Hamyata, Ahid, Paraklit, Mazmaz, Müşaffah, Münhamennâ, Muhtar, Rûhûl-Hak, Mu- kimüssünneh, Mukaddes, Hırz-ul-Ümmiyyîn, Mâ- lum… Peygamberimizin ismi İncirde “Ahmed”
(Paraklit), Tevrât’tâ ise “Münhamenna” olarak geçmiş olup, Süryanicçde Muhammed ismi karşılığıdır. İncirde Peygamberimizin geleceği müjdelenip Paraklit kelimesiyle de ifâde edilmiştir ki, Ahmed ve Muhammed mânâsmadır. İncil tahrif edilince bu kelimeler kasten değiştirilmiştir. Peygamberimizin hadîs-i şeriflerinde ise Mâhi, Hâşir, Âkıb, Mükaffi, Nebüyyür-rahme, Nebiyyüt- Tevbe, Nebüyy-ü Melâhim, Kattâl, Mütevekkil,
Fâtih, Hâtem, Mustafa, Ümmî, Kuşem (her hayrı kendinde toplayan) isimleri geçmektedir. Bir hadis- i şerifte Sevgili Peygamberimiz; “Bana mahsus beş isim vardır: “Ben Muhammed’im. Ben Ah- med’im, ben Mâhi’yim ki, Allah benimle küfrü yok eder. Ben, Haşir’im ki halk, kıyâmet günü benim izimce haşrolunacaktır. Ben, Âkıb’ım ki benden sonra peygamber yoktur.” buyurdu. Peygamberimizin hazret-i Hadîce’den doğan ve küçük yaşta vefât eden oğlu Kâsim’dan dolayı kendisine Ebü’İ-Kâsım künyesi verilmiştir. Yine peygamberliğinden önce O’ndaki doğruluk, îti- mâd, emin, güvenilir olması gibi sayılamayacak kadar üstün meziyetlerden dolayı Kureyş kabilesi ona “El-Emîtf’N ismini vermiştir. Kur’ân-ı kerîm’de meâleh; ” Gerçekten Allah ve melekleri, Peygambere salât ederler. Ey îmân edenler! Siz de O’na salât edin (Âllahüm- me salli alâ Muhammed, deyin) ve gönülden teslim olun.” (Âhzâb sûresi: 56) buyrulmaktadır. Resûl-i ekrem efendimizin ismini söyleyince, işitince, yazarken ve okurken O’na salevât’ getirmek hürmete ve sevap kazanmaya sebep olmaktadır. Salevât getirmek; “Aleyhisselâm”, “Sallallahü aleyhi ve sellem”, “Allahümme salli alâ seyyidi- nâ Muhammed”, “Esselâtü ves-selâmü aleykeyâ Resûlallah”,” Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, Kemâ salleyte alâ İbrâ- hîme ve alâ âli İbrahim, inrieke hamidün ırie- cîd”, “Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmaîn”, “Aleyhisselâtü vesse- lâmü vettehıyye”, “Aleyhi ve alâ cemî’i mines- salevâti etemmühâ ve minnettehiyyâti eymenü- hâ” gibi duâlan söylemekle olur. Bunlardan başka salevât getirmek için okunacak duâlar “Delâil-i Hayrât” ve “Caliyet-ül Ekdâr” kitaplarında geniş olarak bildirilmektedir. Hadîs-i şeriflerde buyruldu ki: Vefâtımdan sonra, kim bana salâtü selâm gönderirse, Cebrâil (aleyhisselâm) bana der ki: “Yâ Resûlallah! Ümmetinden falan kimsenin
sana selâmı var! Cevap olarak derim ki: “Benden de ana selâm olsun! Allahü teâlâmn rahmet ve bereketi onun üzerine olsun! ^ ,,; Cebrâil (aleyhisselâm) gelip; “Zelîl olsun, yanında hazret-i Nebiyyi ekremin ism-i şerifi söylendiğinde salevât getirmeyen, zelîl olsun!”
dedi. Ben de; “amin.” dedim. Bir kimse yazdığı bir şeyde, bana da salevât yazarsa, benim ismim o kitapta (yazılan yerde) kaldığı müddetçe, melekler onun için istiğfar ederler. (İstiğfâr, günahların bağışlanmasını Allahü teâlâdan istemektin) Yer yüzünde dolaşan (seyahat eden) melekler, ümmetimin selâmını bana tebliğ ederler. Ümmetimin salevâtı bana hediyedir. Benim ümmetime hediyem, kıyâmet günü onlara şe- fâatimdir. Çocukluğu: Sevgili Peygamberimiz doğduktan sonra dokuz gün kadar annesi Âmine Hâtûn tarafından emzi- rildi. Sonra Ebû Leheb’in câriyesi Süveybe Hâtûn onu günlerce emzirdi. O zaman Mekke halkının çocuklarını bir süt annesine vermeleri âdetti. Mekke’nin havası çok sıcak olduğundan, çocukları havası iyi, suyu tatlı olan civar yerlerdeki yaylalara gönderirler, çocuklar bir müddet oralarda, verildikleri süt annelerinin yanında kalırlardı. Her sene bu maksatla Mekke’ye birçok süt anaları gelir, birer çocuk alıp giderlerdi.,Çocukları büyütüp teslim edince de çok ücret ve hediyeler alırlardı. Peygamberimizin doğduğu sene de yaylalarda yaşayan Benî Sa’d kabilesinden bir çok süt anne Mekke’ye gelip herbiri emzirmek üzere birer çocuk almıştı. Benî Sa’d kabilesi Mekke civârmdaki kabileler arasında şerefte, cömertlikte mertlik ve te- vâzuda ve Arapçayı düzgün konuşmakta meşhur olduğundan Kureyş kabilesinin ileri gelenleri çocuklarını, daha çok, bu kabîleye yermek isterler- di.’O sene Benî Sa’d kabilesinin yurdunda şiddetli bir kuraklık ve kıtlık olduğundan ücretle çocuk emzirip sıkıntılarım gidermek üzere, her senekin- den daha çok süt annesi Mekke’ye gelmişti. Bilhassa zengin ailelerin çocuklarım alıyorlardı. Gelen kadınların herbiri birer çocuk almışlardı, peygamber efendimiz” yetim olduğu için fazla ücret alamama düşüncesiyle, henüz O’na tâlib olan çıkmamıştı. Gelen kadınlar içinde; iffeti, temizliği, hilmi (yumuşaklığı), hayâsı ve yüksek ahlâkıyla tanınmış Halîme Hâtûn da vardı. Binek hayvanları zayıf olduğu için Mekke’ye ötekilerden geç gelmişti. Kocası ile Mekke’de dolaşarak zengin ailelerin çocuklarının âlınmış olduğunu görmüşler, eli boş dönmemek için bir çocuk aramaya başla- nuşlardı. Nihâyet görünüşü ile hürinçt celbeden, siması çok sevimli bir zat ile karşılaştılar. Bu, Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib idi. Onunla to
rununu almak üzere anlaştılar. Abdülmuttalib, Halîme Hâtûnu Âmine’nin evine götürdü. Halîme Hâtûn şöyle anlatır: ’’Çocuğun baş ucuna vardığımda O’nu, yünden beyaz bir kundağa sarih, yeşil ipekten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyur gördüm. Etrafa misk kokusu yayılıyordu. Hayret içinde kalıp bir anda O’na öylesine ısındım ki uyandırmaya kıyamadım. Elimi göğsüiıe koyduğumda uyandı ve bana bakıp öyle bir tebessüm etti ki, kendimden geçtim. Annesi, böylesine güzel ve mübârek çocuğu bana vermez korkusuyla derhal yüzünü örtüp kucağıma aldım. Sağ mememi verdim, emmeye başladı. Sol mememi verdim, emmedi. Abdülmuttalib bana dedi ki: ’’Sana müjdeler olsun ki, hanımlar içinde senin gibi nîmete kavuşan olmadı.” Âmine Hâtûn da bana çocuğunu verdikten sonra şöyle dedi. “Ey Halîme, üç gün evvel bir ni- dâ işittim ki: “Senin oğluna süt verecek kadın Benî Sa’d kabilesinden Ebû Züeyb soyundandır.” di- _yordu.” Ben de dedim ki; “Ben, Benî Sa’d kabîle- sindenim ve babamın künyesi Ebû Züeyb’dir.” Halîme Hâtûn yine şöyle anlatmıştır: “Âmine Hâtûn bana daha nice vakaları anlattı ve vasiyette bulundu. Ben de Mekke’ye gelmeden önce bir rüyâ görmüştüm. Rüyâmda bana; “Ey Halîme! Mekke’ye var, orada çok faydalanırsın. Sana bir nûr, arkadaş olur. Bu rüyâyı kimseye anlatma, gizle!” denildi. Mekke’ye gelirken de sağımdan solumdan sesler duyardım ve bana gâibden; “Sana müjdeler olsun ey Halîme, o parlak nûru emzirmek sana nasip olacak” diye seslenilirdi.” Halîme Hâtûn şâhit olduğu daha nice hâdiseleri anlatmıştır. Halime Hâtûn der ki: “Muhammed’i alıp Âmine’nin evinden ayrıldım. Kocamın yanma gelince kocam O’nun yüzüne bakıp kendinden geçti: “Ey Halîme! Bugüne kadar böyle güzel yüz görmedim” dedi. O’nu yanımıza alır almaz kavuştuğumuz bereketleri görünce de; “Ey Halîme, bilmiş ol ki, sen çok mübârek bir çocuk almışsın.” dedi. Bçn de; “Vallahi, ben de zâten böyle dilerdim” dedim.” Halîme Hâtûn, kocası ile birlikte Muhammed aleyhisselâmı alıp Mekke’den ayrıldıkları andan îti- bâren O’nun bereketine kavuşmaya başladılar. Çelimsiz ve hızlı gidemeyen merkebleri öylesine hızlı yürüyordu ki, beraber geldikleri kâfile, onlardan önce yola çıkıp çok uzaklaşmış olmasına rağmen, onlara yetişip geçmişti. Benî Sa’d yurduna vardıktan sonra görülmemiş bir bolluğa ve berekete kavuştular. Sütü az olan hayvanlan bol bol süt veriyordu. Bunu gören komşulan hayret edip, bunun emzirmek için aldıkları çocuk sebebiyle olduğunu açıkça anladılar. Kuraklık sebebiyle çok sıkıntıya düştüklerinde yağmur duâsma giderken O’nu yanlarında götürüp duâ ederek O’nun hürmetine bol yağmura ve berekete kavuştular.Sevgili Peygamberimiz süt annesi Halime Hatunun sağ memesini emer, sol memesini emmez- di. Onu da süt kardeşine bırakırdı. İki aylıkken emekledi. Üç aylık olunca ayakta durur, dört aylıkken duvara tutunarak yürürdü. Beş aylıkken yürüdü, altı aylıkken çabuk yürümeye, başladı. Yedi aylıkken her tarafa gider oldu. Sekiz aylıkken anlaşılacak şekilde, dokuz aylıkken gâyet açık konuşmaya başladı. On aylıkken ok atmaya başladı. Halime Hatun şöyle anlatmıştır: “İlk konuşmaya başladığında, “Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Velhamdülillahi rabbil âlemin.” dedi. O günden sonra “Bismillâh” demeden hiçbir şeye elini uzatmazdı. Sol eliyle bir şey yemezdi. Yürümeye başladığında çocukların oynadıkları yerden uzak dururdu ve onlara “Biz, bunun için yaratılmadık.” derdi. Her gün O’nu güneş ışığı gibi bir nûr kaplar ve yine açılırdı. İki yaşma girdiğinde gelişmiş, gösterişli bir çocuk olmuştu. Üzerinde beyaz bir bulut dâimâ birlikte hareket eder ve O’nu gölgelerdi. Bir gün Halime Hâtûn farkında olmadan, süt kardeşi Şeymâ ile öğlenin yakıcı sıcağında kuzuların yanına gitmişti. Halime Hâtûn, onu yanında göremeyince hemen arayıp buldu. Şeyma’ya, “Niçin sıcakta dışarı çıktınız?” dedi. Şeymâ; “Anneciğim! Kardeşimin başı üzerinde bir bulut O’nu dâimâ gölgeliyor.” dedi. Yine bir gün süt kardeşi Abdullah ile evlerinin yakınında bulunan kuzuların arasına gitmişlerdi. Süt kardeşi koşarak eve gelip; “Beyaz elbiseli iki kişi, Kureyşli kardeşimi yere yatırıp kamını yardılar, ellerini kamına soktular!” dedi. Halime Hâtûn ile kocası Hâris, süratle koşup yanma geldiler. Baktılar ki rengi değişmiş, semâya bakıyor ve tebessüm ediyor. “Sana ne oldu yavrucuğum?” diye sorduklarında şöyle anlattı: “Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi kar dolu bir tas vardı. Beni tutup, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkardılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler ve kapatıp kayboldular.” dedi. Bu hâdiseye “Şakk-ı sadr” (göğsünün yarılması) denir. Bu, Kur’ân-ı kerîm’de İnşirah sûresi ilk âyetinde bildirilmektedir. Muhammed aleyhisselâma peygamberlik verildikten sonra Eshâb-ı kirâmdan bâzılan; “Yâ Resûlallah, bize kendinizden bahseder misiniz?” deyince; “Ben ceddim İbrahim’in duâsıyım. kardeşim îsâ’nın müjdesiyim! Annemin ise rü- yâsıyım. O bana hâmileyken Şam saraylarını aydınlatan bir nûrun kendisinden çıktığını görmüştü. Ben Sa’d bin Bekr oğulları yanında emzrilip büyütüldüm. Bir gün süt kardeşimle birlikte evimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir altın tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar,, kalbimi de çı
karıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler.” buyurdu. Halime Hâtûn, dört yaşından sonra O’nu Mekke’ye götürüp annesine verdi. Dedesi Abdülmut- talib, Halime Hatuna çok büyük Hediyeler verip ih- sânda bulundu. Halime Hâtûn O’nu Mekke’ye bırakınca; “Sanki canım ve gönlüm de O’nunla birlikte kaldı.” demiştir. (Bkz. Halime Hatun) Muhammed aleyhisselâm altı yaşına kadar da annesinin yanında büyüdü. Altı yaşındayken annesi, Ümmü Eymen admdaki câriye (hizmetçi) ile birlikte akrabâlahm ve babası Abdullah’ın mezârı- nı ziyâret için Medine’ye gittiler. Medine’de bir ay kaldılar. Bu sırada Muhammed aleyhisselâm Benî Neccar kuyusu denilen havuzda yüzmeyi öğrendi. Sırtındaki nübüvvet mührünü ye diğer bâzı alâmetlerini gören Yahûdî âlimlerinden bir kısmı; “Bu çocuk âhir zaman Peygamberi olacak!” demişlerdir. Onlann bu sözlerini duyan Ümmü Eymen, durumu Âmine’ye haber verince Âmine Hâtûn O’na bir zarar gelmesinden çekinerek, Mekke’ye dönmek üzere yola çıktı. Ebvâ denilen yere geldiklerinde haz- ret-i Âmine hastalandı. Hastalığı artıp sık sık kendinden geçiyordu. Başmda duran oğlu Muhammed aleyhisselâma bakarak şu beyitleri söyledi: ,
Eskir yeni olan, ölür yalayan,* Tükenir çok olan, var mı genç kalan.
Ben de öleceğim tek farkım şudur: Seni ben doğurdum şerefim budur.
Geride bıraktım hayırlı evlad, Gözümü kapadım, içim pek rahat.
v Benim nâmım kalır dâim dillerde, Senin sevgin yaşar hep gönüllerde. / Biraz sonra vefât etti. Orada defnedildi (Bkz. Âmine Hâtûn). Ümmü Eymen, Muhammed aley- hisselâmı Mekke’ye getirip dedesi Abdülmutta- lib’in yanına bıraktı. (Bkz. Ümmü Eymen) Muhammed aleyhisselâmm babası *ve annesi İbrahim aleyhisselâmm dîninde idi. Yâni mümin idiler. İslâm âlimleri; onların İbrâhim aleyhisselâmm dîninde olduklarını ve Muhammed aleyhisselâm peygamber olduktan sonra da O’nun ümmetinden olmâlan için diriltilip, Kelime-i şehâdeti işittiklerini ve söylediklerini, böylece O’nun ümmetinden olduklarını bildirmişlerdir. Muhammed aleyhisselâm sekiz yaşına kadar da dedesinin yanında büyüdü. Dedesi Abdülmut- talib Mekke’de sevilen ve çeşitli işleri idâre eden bir zât olup, heybetli, sabırlı, ahlâkı dürüst, mert ve cömertti. Fakirleri doyurur, hattâ aç, susuz kalan hayvanlara bile su ve yiyecek verirdi. Allah’a ve âhirete inanan, kötülüklerden sakınan, câhiliy- ye devrinin çirkin âdetlerinden uzak duran bir zâttı: Mekke’de zulme, haksızlığa engel olur, oraya gelen misâfirleri ağırlardı. Ramazan ayında Hira Dağında inzivâya çekilmeyi âde.t edinmişti. Ço- – cukları seven ve şefkat sahibi olan Abdülmuttalib, Muhammed aleyhisselâmı bağrına basıp gece gündüz yanından ayırmadı. O’na büyük bir sevgi ve şefkat gösterirdi. Kâbe’nin gölgesinde kendisine mahsus olan minderinde O’nunla beraber oturur, mâni olmak isteyenlere; “Bırakın oğlumu, O’nun şâm yücedir!” derdi. Sevgili Peygamberimizin dadısı Ümmü Eymen’e, O’na iyi bakmasını önemle tembih eder; “Oğluma iyi bak! Ehl-i kitab, benim oğlum hakkında, bu ümmetin peygamberi olacak, diyorlar.” derdi. Ümmü Eymen demiştir ki: “O’nun çocukluğunda açlıktan ve susuzluktan şikâyet ettiğini görmedim. Sabahleyin bir yudum zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde; “İstemem, tokum.” derdi. “Abdülmuttalib uyurken ve odasında yalnızken, O’ndan başkasının yanma girmesine müsâade etmezdi. O’nu dâimâ öper, okşar, sözlerinden ve hareketlerinden son derece hoşlanırdı. Sofrada onu yanma alır, dizine oturtur; yemeğin en iyisini ve en lezzetlisini O’na yedirir ve O gelmeden sofraya oturmazdı. O’nun hakkın
______ Bfl’UOKlABflMlIE) AB.BVKlll8gElL.Ml
da nice rüyâlar görüp birçok hâdiseye şâhit oldu.’ Bir defâsında, Mekke’de kuraklık ve kıtlık olmuştu. Abdülmuttalib, gördüğü bir rüyâ üzerine Muhammed aleyhisselâmm elinden tutup Ebû Ku- beys Dağına çıktı ve; “Allah’ım, bu çocuk hakkı için, bizi bereketli bir yağmur ile sevindir.” diyerek duâ etti. Duâsi kabul olundu ye bol yağmur yağdı. O zamanki şâirler bu hâdiseyi şiirler yazarak dile getirmişlerdir. Abdülmuttalib, bir gün Kâbe’nin yanında otururken, Necranlı bir râhip yanma gelip onunla konuşmaya başladı. Bir ara; “Biz İsmâiloğullarm- daiı en son gelecek olan peygamberin sıfatlarını kitaplarda buldu. Burası (Mekke) O’nun doğum yeridir. Sıfatları şöyle, şöyledir!” diyerek birer birer saymağa başladığı sırada, Peygamberimiz yanlarına geldi. Necranlı râhip, O’nu dikkatle seyretmeye başladı, sonra da yaklaşıp gözlerine, sırtına, ayaklarına baktı ve heyecanla; “İşte, O budjur. Bu ç&cuk senin neslinden midir?” dedi. Abdülmuttalib; “Oğlumdur!” deyince, Necranlı râhip; “Kitaplarda okuduğumuza göre O’nun babasının sağ olmaması lazım!” dedi. Abdülmuttalib; “O, oğlumun oğludur. Babası daha O doğmadan, annesi hâmile iken ölmüştü” deyince, râhip; “Şimdi doğru söyledin.” dedi. Bunun üzerine Abdülmuttalib oğullarına; “Kardeşinizin oğlu hakkında söylenileni işitin de, O’nu iyi koruyun!” dedi. Abdülmuttalib vefâtı yaklaşınca oğullarım toplayıp Sevgili Peygamberimize; “Yavrum, bu amcalarından hangisinin yanında kalmak istersin” diye sordu, Resûl-i ekrem efendimiz koşup amcası Ebû Tâlib’iri kucağına oturdu. Onun yanında kalmak istediğini söyledi. Abdülmuttalib de O’nu oğlu Ebû Talib’e bıraktı ve O’na iyi bakmasını önemle vasiyet etti. Bundan sonra da vefât etti. Peygamberimiz sekiz yaşından sonra amcası Ebû Tâlib’in yanında kalmaya başladı ve onun hi- mâyesinde büyüdü. O zaman Mekke’de Ebû Tâlib de babası Abdülmuttalib gibi Kureyş’in ileri gelenlerinden, sevilen, saygı gösterilence sözü dinlenilen bir zât idi. O da Peygamberimize büyük bir sevgi ve şefkat gösterdi. O’nu kendi çocuklarından çok sever, yanma almadan uyuyamaz, bir yere gitmez ve; “Sen çok hayırlısın, çok mübâreksin!” derdi. O elini uzatmadan yemeğe başlamaz, önce O’iıun başlamasını isterdi. Bâzan da ona ayrı sofra kurdururdu. Sabahları uyandığında yüzünden nur saçıldığını, saçlarının taranmış olduğunu görürlerdi. Ebû Tâlib’in fazla malı yoktu ve âilesi de kalabalıktı. Muhammed aleyhisselâmı himâyesine aldıktan sonra bolluğa ve berekete kavuştu. Mekke’de vukû bulan kuraklık sebebiyle halk sıkıntıya düştüklerinde Ebû Tâlib O’nu Kâbe’nin yanma götürüp duâ etti. O’nun bereketiyle bol yağmur yağdı. Kuraklıktan ve kıtlıktan kurtuldular.Ebû Tâlib bir defasında Şam’a ticâret için giderken Muhammed aleyhisselâmı da dokuz veya on iki yaşında bulunduğu sırada yanında götürdü. Ticâret kervanı uzun bir yolculuktan sonra Busra’da Hıristiyanlara mahsus bir manastırın yakınında konakladı. Bu manastırda Bahîra adında bir râr hip vardı. Önceden Yahûdî âlimlerindenken sonradan Hıristiyan olan bu bilgili rahibin yanında elden ele geçerek saklanan bir kitap bulunmakta ve birçok şey ondan sorulmakta idi. Kureyş kervanı daha önceki yıllarda buradan defâlarca gelip geçmesine rağmen hiç ilgilenmeyen ve her sabah manastırın damına çıkıp kâfilelerin geldiği yöne bakarak merakla bir şey bekleyen râhib Bahîra’ya bu defa bir hâl olmuş ve heycanla irkilip yerinden fırlamıştı. Çünkü o, Kureyş kervanı uzaktan göründüğü sırada kervanın üstünde beyaz bir bulutun da onlarla birlikte akıp geldiği ve onların yanma oturduğu ağacın üstünde durduğunu görmüştü. Bu bulut Muhammed aleyhisselâmı gölgelemekte idil Kervan konunca Muhammed aleyhisselâmm altına oturduğu ağacın dallarının üzerine doğru eğildiğini görerek iyice heyecanlanan râhip, hemen bir sofra hazırlatıp, acele ile bir de dâvetçi göndererek Kureyş kervanında bulunanların hepsini yemeğe-dâvet etti. Kervanda bulunanlar Muhammed aleyhisselâmı mallarının yanında gözcü olarak bırakıp râhip Bahîra’nm yanma gittiler. Ona defâlarca buradan gelip geçtikleri hâlde şimdiye kadar kendilerini dâvet etmeyip de bugün dâvet etmesinin sebebini sorarlarken, Bahîra gelenlere dikkatle bakıp; “Ey Kureyş topluluğu, içinizden yemeğe gelmeyen var mı?” diye sordu. “Evet, bir kişi var.” dediler. Râhip Bahîra ısrarla, O’nun da çağrılmasını isteyince gidip çağırdılar. Gelir gelmez dikkatle O’na bakmaya, incelemeye başlayan Bahîra, yemekten sonra hallerine, işlerine dâir birçok soru sordu. Muhammed aleyhisselâm da cevap verdi. Bahîra gördüğü alâmetlerin ve aldığı cevapların hepsinin, âhir zamanda gelecek peygamberin sıfatlan hakkında bildiklerine tam uyduğunu gördü. Sonra sırtını açıp nübüvvet mührüne baktı ve Ebû Tâlib’e; “Bu çocuk senin neslinden midir?” dedi. Ebû Tâlib; “Oğlum” deyince Bahîra; “Kitaplarda bu çocuğun babasının sağ olmayacağı yazılı, O senin oğlun değildir.” dedi. Bu sefer Ebû Tâlib; “O benim kardeşimin oğludur.” dedi. “Babası ne oldu?” deyince de, O’nun doğumuna yakın öldüğü cevâbını alan Bahîra; “Doğru söyledin/ annesi ne oldu?” dedi. Ebû Tâlib; “O da öldü.” deyince yine; “Doğru söyledin.” dedi. Sonra da ısrarla şöyle dedi: “Kardeşinin oğlunu hemen memleketine geri götür. O/nu, hasetçi Yahûdîlerden korü! Vallahi Yahûdîler bu çocuğu görüp, benim fark ettiklerimi fark ederlerse, O’na bir zarar vermeye kalkışırlar. Çünkü kardeşinin oğlunda büyük
bir hâl ve şan vardır. Bu, peygamberlerin sonuncusu olacaktır. Getireceği ?din bütün yeryüzüne yayılsa gerçktir. Sakın bu çocuğu Şam’a götünrie, mübârek bedenine bir zarar verirler. Bunun hakkında çok ahdçve misak olmuştur.”, Ebû ^âli^i-^îsaS nedir?” diye sorunca, Bahîra; “Allahü teâlâ;bütün peygamberlerden Ve en son da îsâ aleyhisselâmdan ümmetlerine âhir zaman peygamberinin geleceğini bildirmeleri üzerine söz almıştır,” dedi. Ebu Tâlib, Bahîra’nın bu sözleri üzerine Şam’a.git’meİiten vazgeçti ve mallarını^ Busra’da ucuz fiyata satıp Mekke’ye döndü. Ebû Tâlib, Bahîra’dan işittikleri şeylerden sonra, Muhammed” aleyhisselâmı daha da çok sevip ömrü boyunca O’nu korudu ve her işinde O’na yardımcı oldu. Her hâliyle fazîletler ve güzellikler sâhibi müstesnâ bir insan olarak büyüyen Muhammed aleyhisselâm, on yedi yaşma ulaştığı sırada Yemeri’e ticâret için giden amcası Zübeyr, ticâretinin bereketli olması için O’nu da yanında götürdü. Bu seferde de nice hâri- kulade (olağanüstü) halleri görüldü. Mekke’ye döndüklerinde O’nun bu halleri anlatıldi ve Kureyş kabilesi arasında; “Bunun şâm pek yüce olacak” diye söylenmeye başlandı. * Gençliği: , , > Her bakımdan insanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, daha gençliğinde Mekke halkı arasında, diğerlerinden farklı olarak, çok sevilmiştir. Güzel ahlâkı, insanlara görülmemiş bir şekilde iyi davranması, sâkinliği, yumuşaklığı ve diğer üstün halleri, insanlar arasında fevkalâde farklılığı ile herkes O’na hayran olmuştur. Mekke halkı, O’nda gördükleri şaşılacak derecedeki doğru sözlülük ve güvenilirlikten dolayı da O’na El- Emîn (her zaman kendisine güvenilen) dediler ve gençliğinde bü isimle meşhur oldu. ‘ Peygamberimizin gençliği sırasında, Araplar koyu bir câhiliyyet devri yaşamakta olup, aralarında puta tapmak, içki, kumar, zinâ, fâiz ve daha birçok çirkin iş yaygınlaşmıştı. Muhammed aleyhisselâm onlann bu bozuk hallerinden son derece nefret eder, her kötülüklerinden dâimâ uzak dururdu. Bütün Mekke halkı O’nun bü hâlini bilirler ve hayret ederlerdi. Daha çocukluğunda O’nunla birlikte Kâbe’yi tavâf eden dedesi Abdülmuttalib ve amcası Ebû Tâlib, O’nun putlardan nefret ettiğini iyi bildikleri için tavâf sırasinda O’nu Kabe’nin çevresindeki putlara yaklaştırmazlar ve bozuk işlerin yapıldığı mahallerden uzak tutarlardı. Nitekim amcası Ebû Tâlib ile ticâret için Şam’a gitmek üzere yola çıkıp Busra denilen yerde konakladıklarında, kendisinde peygamberlik alâmetleri görerek Lât ve Uzzâ putları adına yemin verip, bâzı şeyler soran râhip Bahîra’ya; “Bana Lât ve Uzzâ adına yemin vererek bir şey sorma! Vallahi, ben, o putlardan duyduğum nefreti hiçbir şeyden duymam.” demiştir. Putlardan şiddetle nefret ettiği için aslâ yanlarına yaklaşmazdi. Çocukluğunda ve gençliğinde kendine âit ko- yunlan güder geçimini böyle sağlardı. Bir taraftan da çok bozulmuş olan cemiyetten bu münâsebetle uzak dururdu. Bir defâsmda Eshâb-ı kirâma; 11 Koyun gütmeyen hiçbir peygamber yoktur.” buyurmuştur. “Yâ Resûlallah, sen de güttün mü?” denince; “Evet ben de güttüm.” buyurdu. Muhammed aleyhisselâm yirmi yaşlarında bulunduğu sıralarda Mekke’de âsâyiş tamâmen bozularak zulüm son derece yaygınlaşıp mal, can ve nâmus emniyeti kalmamıştı. Mekke’nin yerli halkından fakir olanların yanında ticâret için ve Kâbe’yi ziyâret maksadıyla gelen yabancılar da haksızlığa ve zulme uğruyorlar, haklarım almak için mürâca- at edecek bir merci bulamıyorlardı. Bu sırada ticâret maksadıyla Mekke’ye gelen Yemenli bir tüccarın mallan, Âs bin Vâil adında bir Mekkeli tarafından zorla elinden alınıp gasb edilmişti. Bu hâdise üzerine Yemenli, Ebû Kubeys Dağına çıkıp feryâd ederek hakkının alınması için kabilelerden yardım istedi. Artık zulmün had safhaya ulaştığını dile getiren bu tip hâdiseler üzerine Hâşim ve Zühre oğulları ve diğer kabilelerin ileri gelenleri Abdullah bin Cedân’m evinde toplandılar. Yerli yabancı hiç kimseye zulüm ve haksızlık yapılmamasına, zulme mâni olmaya ve haksızlığa uğrayanların haklarım almaya karar verdiler. Bu maksatla bir de adâlet cemiyeti kurdular. Muhammed aleyhisselâmm genç yaşta katıldığı ve kuruluşunda çok tesirli olduğu bu cemiyete, daha önceden Fadl adındaki iki kişi ile Fu~ dayl adında biri tarafından kurulup zamanla unutulan böyle bir cemiyeti de hatırlatmak bakımından, Fâdillann yemini mânâsında Hilf-ul Fudûl Cemiyeti denildi. Bu cemiyet, zulmü önleyip Mekke’de bozulan âsâyişi yeniden kurdu. Tesiri uzun müddet de- vâm etti. Muhammed aleyhisselâm kendisine peygamberlik verildikten sonra bu olayı Eshâb-ı kirâma anlatıp: “Abdullah bin Cedân’m evinde yapılan yeminleşmede ben de bulundum. Bence o
yeminleşme kırmızı tüylü develere (servete) sâhip olmaktan daha sevimlidir. Şimdi de böyle bir meclise çağrılsam icâbet ederim.” buyurdu. Mekkeliler öteden beri ticâretle uğraşarak geçimlerini sağlarlardı. Muhammed aleyhisselâmm amcası Ebû Tâlib de ticâretle uğraşıyordu. Muhammed aleyhisselâm yirmi beş yaşında bulunduğu sıralarda Mekke’de geçim sıkıntısının iyice artması üzerine Mekkeliler Şam’a gitmek üzere büyük bir ticâret kervanı hazırlamıştı. Ebû Tâlib yeğeni Muhammed aleyhisselâma bu kervana katılmasını tavsiye etti. Amcası Ebû Tâlib’in bu tavsiyesi üzerine Mekke’de üstün ahlâkı ve meziyetleriyle taT nınan ve Tâhire (çok temiz) lakabıyla anılan haz- ret-i Hadîce’nin mallarını götürüp satmak üzere bu ticâret kâfilesine katıldı. Bu işe büyük bir memnuniyet gösteren hazret-i Hadîce kölesi Meyse- re’yi de O’nun yanma yardımcı olarak vermişti. Bu sefer sırasında bir bulut devamlı üzerinde dolaşarak Muhammed aleyhisselâmı gölgeledi. Kuş şekline giren iki melek sefer bitinceye kadar O’nun- la birlikte hareket etti. Yolda yürüyemeyecek derecede yorulup kervandan geri kalan iki deve Muhammed aleyhisselâmm ayaklannı eliyle sığama- smdan sonra, birden süratlenerek yola devâm ettiler. Üç ay süren bu sefer boyunca Muhammed aleyhisselâmm daha nice hârikulâde hallerine şâhit olan kervandakiler, O’nu son derece sevip şânının çok yüce olacağım anlamışlardı. Busra denilen yere vardıklannda, daha önce amcası Ebû Tâlib’le ticâret için geldiklerinde konakladıklan manastınn yakınında bir yerde bu seferde de konakladılar. Gördüğü birçok alâmetten O’nun son peygamber olacağını anlayıp söyleyen râhip Bahîra ölmüş, O’nun yerine Nastura adında başka bir râhip geçmişti. Manastınn yakınına gelip konan Kureyş kervanını seyreden râhip Nastura manastınn yakınında bulunan kuru ağacın altına birinin oturmasıyla birlikte yeşermesini görerek koşup geldi. Bir elinde bulunan sahifede yazılı olanlara, bir de Muhammed aleyhisselâmm yüzüne bakıyor, baktıkça da hayrete düşüyordu. Nastura bildiği, duyduğu ve okuduğu alâmetleri aynen görüp, Muhammed aleyhisselâmı göstererek; “îsâ aleyhisselâma İncîl’i indiren Allah hakkı için bu zât son peygamber olacaktır. Ne olaydı ben O’nun peygamber gönderilerek emrolunduğu zamâna ulaşsaydım!” dedi. Muhammed aleyhisselâm Busra pazannda Hadîce Hâ- tunun mallanın satarken de O’nunla pazarlık yapan. bir Yahûdî inanmadığı için; “Lât ve Uzzâya (iki put ismi) yemin et ki inanayım.” deyince Muhammed aleyhisselâmm; “Ben o putlar adına aslâ yemin etmem! Onların yanından geçerken yüzümü başka tarafa çevirerek geçerim.” demişti. O’ndaki diğer alâmetleri de gören Yahûdî; “Söz senin sözündür. Vallahi bu zât peygamber olacak bir kimsedir ki,âlimlerimiz kitaplarda bunun vasfını bulmuşlardır.” diyerek hayranlığını açıklamıştı. Kureyş kervanı ticâretini tamamlayıp Mekke’ye dönünce, kervanda bulunan Hadîce Hâtu- nun kölesi Meysere Muhammed,aleyhisselâm hakkında işittiklerini ve gördüklerini Hadîce Hâtûna bir bir anlattı. Hadîce Hâtûn mallarını satmak üzere teslim ettiği Muhammed aleyhisselâmm iyi kâr getirdiğini görerek çok memnun olmuştu. Fakat o bundan ziyâde kervanı karşıladığı sırada Muhammed aleyhisselâmı gölgeleyen iki meleği görmesi ve sefer sırasında vukû bulan hârikulâde hallerin, kölesi Meysere tarafından teker teker anlatılması üzerine hemen amcasının oğlu Varaka bin Nevfel’e gitti. Varaka bin Nevfel putlara tapmayan, okumuş ve çok bilgili, yaşlı bir Hıristiyandı. Daha önceden rüyâsmda; gökten ayın inerek koy- nuna girip, koltuğundan çıktığım ve bütün âlemi aydınlattığını anlatan Hadîce Hâtûna Varaka bin Nevfel; ’’Âhir zaman peygamberi vücuda gelmiştir. Sen O’nun hanımı olursun. Senin zamânmda O’na vahiy gelir. O’nun dîni bütün âlemi doldurur. Sen O’na en Önce îmân eden olursun. O peygamber Kureyş kabilesinin Hâşimoğulları kolundan olacak…” demişti. Hadîce Hâtûn bu defâ kölesi Meysere’nin anlattıklarım Varaka bin Nevfel’e söyleyince, hayrete düşüp; “Bu söylediklerinden anlaşılıyor ki, şüphesiz Muhammed bu ümmetin peygamberi olacak. Ben zâten bu ümmetten bir peygamberin çıkacağını biliyor ve O’nu bekliyordum. Bu zaman O’nun tam zamanıdır.” dedi. Böylece hazret-i Ha- dîce’nin sevgisi ve itimâdı daha da arttı. Muhammed aleyhisselâm 12 yaşındayken amcası Ebû Tâlib ile ticâret için Busra’ya kadar, 17 yaşındayken amcası Zübeyr. ile Yemen’e ve 25 yaşındayken hazret-i Hadîce’nin mallarını satmak üzere Şam’a olmak üzere üç defâ seyâhate çıktı. Bunların dışında hiçbir yere seyahat yapmadı. Evlenmesi: 1 Muhammed aleyhisselâm yirmi beş yaşındayken ilk olarak hazret-i Hadîce ile evlendi. Haz- ret-i Hadîce, Kureyş kabilesinin Esedoğuİları kolundan kırk yaşında ve dul bir hanım idi. Fakat, malı, cemâli, aklı, ilmi, şerefi, nesebi, iffet ve edebi pek fazla idi. Yüksek ahlâkı ve üstün vasıflan sebebiyle Kureyş arasında “Tâhire” (çok temiz) İslâmiyet geldikten sonra da “Hadîce-tül-Kübra” ismiyle meşhur olmuştu. Hadîce Hâtûn mallarını Şam tarafına götürüp Busra’da satan Muhammed aleyhisselâmı; adâleti, üstün ahlâkı ve hakkında du- l yup şahit .olduğu hadiseler sebebiyle£on -derece “takdir etti. Bu hâdiseden kısa bir? süre soma, yakınlarının da kabul etmesiyle evlenmeleri ‘karar- taştırıldıNikâh jneclisi hazredi ‘H\4îce!ıunveyin- kuruldu. Ebu Tâlib ve Varaka birÎNevfel tarafından takdim konuşmaları yapıldı. Nikâhı Vara
* ka bin Nevfel kıydı. Kureyş kabilesinin ileri gelenleri de nikâh şahidi olarak bulundular. Zamanının emsalsiz bir kadmı olan Hadîce vâlidemiz evlilik hayâtı boyunca Muhammed aleyhisselâmâ dâimâ hizmet edip yardımcısı oldu. Muhammed aleyhisselâmm bu evliliği, onun vefâtma kadar on beş senesi peygamberlikten önce onu da Peygamberlikten sonra olmak üzere yirmi beş sene sürdü. Muhammed aleyhisselâm, ilk zevcesi hazret- i Hadîce hayattayken başkası ile evlenmedi. Muhammed aleyhisselâmm hazret-i Hadîce’den ikisi erkek, dördü kız olmak üzere Kâsım, Zeyneb, Ru- kayye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah (Tay- yib) adlarında altı çocuğu oldu. Peygamberliği sırasında evlendiği hazret-i Mâriye’den de İbrâhim adlı oğlu olmuştu. Diğer zevcelerinden çocuğu olmadı. Zeyneb, kızlarının en büyüğü idi. En küçük kızı Fâtımâ babasının en sevgilisiydi. Hazret-i Fâtımâ Peygamber efendimiz kırk yaşındayken doğdu. Erkek evlatları küçük yaşta vefât ettikleri gibi hazret-i Fâtımâ’dan başka bütün kızları da O’ndan önce vefât ettiler. Hazret-i Fâtımâ da Muhammed aleyhisselâmdari altı ay sonra vefat etti. Hazret-i Ali ile evlenmişti. Muhammed aleyhisselâmm soyu hazret-i Fâtımâ evlâdı, hazret- i Haşan ve hazret-i Hüseyin ile devâm etti. Resûl-i ekrem efendimiz ikinci defâ olarak, elli beş yaşında iken, Ebû Bekr’in (radıyallahü anh) kızı Aişe radıyallahü anhâ ile evlendi. Bunu, Ha- dîce-tül-Kübrâ’nın vefâtından bir yıl sonra, Allahü teâlânın emri ile nikâh eylemişti. Ölünceye kadar, sekiz sene onunla yaşadı. Diğerlerini, hep hazret-i Âişe’den sonra, dînî, siyâsî sebeplerle veya merhamet ve ihsân ederek Allahü teâlânın izniyle nikâh etti. Bunların hepsi dul olup, çoğu yaşlı idi. Meselâ, Mekke’deki kâfirlerin, Müslümanlara eziyet ve zararları dayanılama- , yacak bir dereceye gelince Eshâb-ı kirâmm bir kısmı Habeşistan’a hicret etmişti. Habeş Pâdişâhı Ne- câşi Hıristiyan idi. Müslümanlara çeşitli sorular sorup, aldığı cevaplara hayran kalarak îmâna geldi. Müslümanlara çok iyilik yaptı. îmânı zayıf olan Ubeydullah bin Cahş, fakirlikten kurtulmak için, papazlara aldanıp mürted olmuş, dînini dünyâya değişmişti. Resûlullah efendimizin halasının oğlu olan bu mel’un, kansı Ümmü Habîbe’yi de (radı- yallahü anhâ) dinden çıkıp zengin olmaya cebr ve teşvik etti ise de, o, fakirliğe ve ölüme râzı olacağını fakat Muhammed aleyhisselâmm dîninden çıkmayacağını söyleyince, bunu boşadı. Sürünerek, sefâletten ölmesini bekliyordu. Fakat, az zamanda kendi öldü. Ümmü Habîbe, Kureyş’in (Mekke’nin) o zamanki başkumandanı Ebû Süfyân’ın kızı idi. Peygamber efendimiz o zamanlarda, Kureyş orduları ile, çok çetin muhârebelerde bulunuyordu ve Ebû Süfyân, İslâmiyeti yok etmek için son gayretiyle çarpışıyordu. Peygamber efendimiz Ümmü Habî- be’nin dîninin kuvvetini ve başına gelen bu acı hâli işitti. Necâşi’ye mektup yazıp; ” Oradaki Ümmü Habîbe ile evleneceğim. Nikâhımı yap! Sonra kendisini buraya gönder!” şeklinde talepte bulundu. Necâşî daha önce Müslüman olmuştu. Mektuba çok hürmet edip, oradaki Müslümanları sarayına dâvet ederek, ziyâfet verdi. Hicretin yedinci yılında nikâh yapılıp, hediye ve ihsanlarda bulundu. Bu sûretle, Ümmü Habîbe, îmânının mü- kâfâtına kavuşarak, orada zengin ve râhat oldu. Onun sâyesinde, oradaki Mîislümanlar da rahat etti. Cennet’te, kadınlar kocalarının yanında bulunacakları için, Cennet’in en yüksek derecesiyle müjdelenmiş oldu ki, dünyânın bütün zevk ve nî- metleri, bu müjde yanında pek küçük kalır. Bu nikâh, Ebû Süfyân’ın ilerde Müslüman olmakla şereflenmesini hazırlayan sebeplerden biri oldu. Görülüyor ki, bu nikâh, kâfirlerin iftirâlarınm ne kadar yanlış ve çürük olduğunu bildirdiği gibi, Resûlullah’ın aklının, zekâsının, dehâsının, ihsâ- nının ve merhametinin derecesini de göstermektedir. İkinci misal; hazret-i Ömer’in kızı Hafsa radı- yallahü anhâ dul kalmıştı. Hicretin üçüncü yılında; Ömer radıyallahü anh, Ebû Bekire ve Osman’a (radıyallahü anhümâ) kızımı alır mısın dedikte, düşüneyim, demişlerdi. Bir gün, Resûlullah efendimiz, her üçü ve başkaları yanında iken; “Yâ Ömer! Sşni üzüntülü görüyorum, sebebi ne
dir?” diye sordu. Bir şişedeki mürekkebin rengi kolay görüldüğü gibi, Resûlullah efendimiz de, herkesin düşüncesini, bir bakışta anlardı. Lüzum görürse sorardı. O’na, hattâ herkese doğru söylememiz farz olduğundan hazret-i Ömer de; “Yâ Resûlallah, kızımı Ebû Bekr’e ve Osman’a teklif ettim, almadılar.” cevâbını ^erdi. Resûlullah efendimiz en çok sevdiği üç eshâbmm üzülmesini hiç istemediğinden, onları sevindirmek için, hemen buyurdu ki: ”Yâ Ömer! Kızını, Ebû Bekr’den ve Osman’dan daha iyi birisine versem ister misin?” Hazret-i Ömer şaşırdı. Çünkü, Ebû Bekr’den ve Osman’dan daha yüksek ve daha iyi kimse olmadığını biliyordu. “Evet, yâ Resûlallah!” dedi. ” Yâ Ömer, kızını bana ver!” buyurdu. Bu sûretle, Hafsa radıyallahü anhâ, Ebû Bekr’in ve Osman’ın ve bütün müminlerin anneleri oldu ve bunlar, ona hizmetçi oldu ve Ebû Bekr ve Ömer ve Osman radıyallahü anhüm birbirlerine daha yakın ve daha sevgili oldular. Üçüncü bir misal, hicretin beş veya altıncı senesinde, Benî Mustalak kabîlesinden alman yüzlerce esir arasındaki Cüveyriye radıyallahü anhâ kabîlenin reisi olan Hâris’in kızı idi. Bunu satm alıp âzâd ederek, kendilerine nikâh edince, Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) hepsi, biz, Resûlul- lah’m âilesinin, annemizin akrabâsını câriye ve hizmetçi olarak kullanmaktan hayâ ederiz dedi. Hepsi, esirlerini âzâd etti. Bu nikâh, yüzlerce esirin âzâd olmasına yol açtı. Cüveyriyye radıyalla- hü anhâ bu hâli her zaman söyleyerek öğünürdü. Âişe radıyallahü anhâ Cüveyriyye’den daha hayırlı, daha bereketli bir kadın görmedim.” derdi. (Bkz. Cüveyriyye) Resûlullah efendimizin çok evlenmesinin mühim bir sebebi de, şeriati yâni İslâm dîninin emir ve yasaklarını bildirmek içindi. Hicab âyeti gelmeden, yâni kadınların örtünmeleri emrolunmadan önce, kadınlar da Resûlullah efendimize gelip, bilmediklerini sorar, öğrenirlerdi. Resûlullah efendimiz birinin evine gitse, kadınlar da gelir, oturur, dinler, istifâde ederlerdi. Hicâb âyeti gelip, kadınların yabancı erkeklerle oturmaları, konuşmaları yasak edilince, yabancı kadınları kabul etmedi, onların bilmediklerini, mübârek zevcesi hazret- i Âişe’den sorup öğrenmelerini emir/eyledi. Gelip soranların çokluğundan, hazret-i Âişe, hepsine cevap yetiştirmeğe vakit bulamıyordu. Bu mühim hizmeti kolaylaştırmak ve onun yükünü hafifletmek için lâzım olduğu kadar hanımı nikâh etti. Kadınlara âit yüzlerce nâzik bilgileri, Müslüman kadınlarına, mübârek zevceleri yolu ile bildirdi. Zevceleri bir olsaydı, bütün kadınların ondan sorması güç ve hattâ, imkânsız olurdu. Allahü teâlâ- nın dînini tam olarak bildirmek için, çok evlenmek yükünü de omuzlarına aldı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir