Eshâb-ı kirâmın sohbetinde bulunmakla şereflenen T âbıîn devri- TVlll yüVsek âlimlerinden ve evüyâmn’
aUmVen \ns»WVope<liâ 321
MÛSÂ KÂZIM
“A İlah ü teâlâ, her yüz senede, bir âlim yaratır. Dinini, herkese onun He öğretir. ”
Hadîs i şerif
322 /sİ* ‘”alimleri Ansiklopedi,
büyüklerinden. Oniki imâmın yedincisi- dir. Ca’fer-i Sâdık’ın oğlu, îmâm-ı Ali Rızâ’ mn babasıdır. Resûlullah efendimizin torunu olup, hazret-i Ali ile hazret-i Fâtıma’nın evlâtlarındandır. Hazret-i Hüseyin’in çocuklarından olduğu için “seyyid” dir. Asıl adı, Mûsâ bin Ca’fer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Ali Zeynel’âbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib’dir. Künyesi, “Ebül-Hasan” ve“Ebû lbrâhim”dir. Kâzım, Sâbır, Sâlih, Emîn… gibi birçok lakâbları vardır. En meşhûru “Kâzım” dır. Hilminin (yumuşaklığının) çokluğundan, kendisine kötülük yapanlara dahi kızmayıp bağışladığından, gazabına hâkim olduğundan “Kâzım” lakâbı verilmiştir. İmâmlığı yirmibeş sene üç ay sürmüştür. Erkek çocukları, Ali Rızâ, Zeyd, îbrâ- him, Ukayl, Hânın, Haşan, Hüseyin, Abdullah Ekber, Abdullah Asgar, Muhammed, Ahmed, Ca’fer, Yahyâ, tshâk, Abbâs, Ebûl Kâsım, Hamza, Abdurrahman Kâsım, Ca’fer-i Ekber, Cafer-i Asgardır. Kızları ise onsekizdir. Herbiri zamanının en çok ibâdet edenleri ve kerimeleri idiler. Annesi câriye idi. Adı, “Humeyde-i Berberiyye” dir. Mekke ile Medine arasında bulunan “Ebvâ” denilen yerde, 128 (m. 745) senesi Safer ayının yirmiüçüncü Çarşamba günü doğmuştur. 186 im. 802) senesinde, Bağdat’ta hapishânede iken vefât etti. Bağdat’ın on kilometre kuzeybatısında “Kâzımıyye” mahallesinde defin olunmuştur. Bu mahalle Dicle nehrinden beş kilometre içerdedir. Büyük ve çok süslü bir türbesi ve hemen yanında büyük bir câmi vardır. Müslümanların en çok ziyâ- ret ettiği türbelerden biridir. Imâm-ı a’zam hazretlerinin türbesi de aynı yerdedir.
Mûsâ Kâzım hazretleri yüksek bir âlim ve büyük bir evliyâdır. Din bilgilerinde icti- had derecesine yükselmişti. Her ilimde imâm, üstâd, büyük bir rehberdi. Çok ibâdet ederdi. Geceyi hep namazla geçirirdi. Bu hâllerinden dolayı, kendisine “Sâlih kul” adını vermişlerdi. Tasavvuf ilminde, ehl-i sünnetin gözbebeğidir. Bu ilme ait ma’rifetleri, isteyen müslümanlann kalb- lerine akıtan bir kaynaktır. Resûlullah efendimiz üç vazifesinden biri de, tasavvuf ma’rifetlerini bilgilerini öğretmek ve kalblere yerleştirmekti. Bu vazifeyi; kendisinden sonra dört halifesi tam olarak yerine getirdiler. Dört halifeden sonra İslâmiyet her yere yayılmış ve müslümanlann sayısı çoğalmıştı. İslâm âlimleri, Resûlulla- hın “sallallahü aleyhi ve sellem” vazifelerini yerine getirmekte aralarında vazife tak
rinT “ZttelU m Ι (aİ âİd’ İmân) bİ1^ yaydılar, öğrettiler. Fıkıh .S *0 ‘ya “i amel, ibâ.
detleri ve işleri öğreten âlimlere “Fukahâ” denildi. Tasavvuf bilgilerini de oniki imâm ve diğer tasavvuf âlimleri öğretip kalblere akıttılar. Oniki imâmın her biri, ehl-i sünnet i’tikâdındaki müslümanlann gözbebeği olmuştur. Onlan ve bu âileye mensup olanlann hepsini sevmeyi, dünyâ ve âhıret saâdetlerinin sermâyesi bilmişlerdir. Mûsâ Kâzım hazretleri, hadîs-i şerif ilminde sika (güvenilir) bir râvidir. Büyük bir hadîs imâmıdır. Oğulları Ali Rızâ ve îbrâhim, tsmâil, Hüseyin ile kardeşleri Ali ve Muhammed, O’ndan hadîs-i şerif rivâ- yet etmişlerdir. Resûlullaha kadar varan bir rivayet ile bildirdiği bir hadîs-i şerifte buyuruldu ki: “ Yemekten önce el yıkamak, fakirliği yok eder. Yemekten sonra yıkamak da, üzüntüyü giderir…” Mûsâ Kâzım hazretlerinin yaşadığı devirde, Ehl-i beytten olanlara maalesef birçok haksızlıklar yapılmıştır. Zamanın sultanlan tarafından birkaç kerre hapse atılmış ve hapiste iken vefât etmiştir. Halbuki dünyâya düşkün değildi. Zühd vetak- vâsı çoktu. Affı ve ihsânı, kerem ve cömertliği ile meşhûrdur. Medîne-i münev- verede otururdu. Siyâsete hiç kanşmadığı halde Abbâsî halifelerinden Muhammed Mehdî kendisini Medine’den Bağdat’a getirterek hapsetmiş, bir müddet sonra hazret-i Ali’yi rü’yâsında görüp, kendisine Kur’ân- ı kerimde Muhammed sûresindeki 22. âyeti kerîmeyi okuyarak, (Ey Muhammed demek ki, idâreyi ele alırsanız, hemen yeryüzünde fesat çıkaracak ve akrabalık bağlarını kesip atacaksınız) hitâb ettiğinden, hemen Mûsâ Kâzım’ı (r.a.) hapisten çıkararak, kendisine ve evlâtlarına karşı isyân etmeyeceğine yemin etmesini teklif etmiş, Imâm-ı Mûsâ Kâzım da, “Bu işi aslâ yapmam veşâmma da yakıştırmam” buyurunca, doğru söylediğini tasdik etmiş ve bu teminatın üzerine, Medine’ye dönmesine izin vermişti. Sonra halife Hârun Reşîd, 179 (m. 795) yılında Umre’den dönerken, Medine’ye uğramış, tmâm hazretlerini yanına alıp Bağdat’a getirmiştir. Ardı arkası kesilmeyen hâdiselerin yatışması sona erdirilmesi düşüncesi ile O’nu tekrar hapsettirmiştir. “Bağdat Tarihi” kitabının yazan Hatîb’in rivâyetine göre, ölünceye kadar hapiste tutmuştur. Diğer bir rivâyete göre, Hârun Reşîd de gördüğü korkulu bir rü’yâ üzerine, O’nu hapishâneden çıkarıp, Medine’ye göndermişti. Ancak Bağdat’ta vefât etmiş olması, Hatîb’in rivâyetini kuvvetlendirmektedir. Hattâ zehirletilerek vefât ettiği de rivâyet olunur. Yedi Seiie ZİIKİİİi](j(] kaldı.
m us%
’ ■ °na kar?ılık,
MÛSÂ KÂZIM
- veya 18. asırda, Mısır’da, ahşaptan yapılmış, üzeri kemik ve renkli tahta parçalarıyla süslenmiş, bir sanduka.
sen de dâima rahat ve genişlik içerisinde olacaksın. Yalnız şunu unutma ki, sonu gelmiyen âhırete sen de, ben de gideceğiz.” Yahyâ bin Hâlid Bermekî tarafından hurma içinde zehir verilerek öldürüldüğü rivâyet olunmaktadır. Zehir verildiği gün Mûsâ Kâzım hazretleri, “Bana bugün zehir verdiler. Yarın vücûdum sararacak, sonra yansı kızaracaktır. Ertesi gün de siyah olacaktır. O zaman vefât ederim” buyurmuştur. Dedikleri aynen olmuştur. Mûsâ Kâzım’ın (r.a.) hayatı, faziletlerle, üstünlüklerle dolu, sevdiklerine ibret veren ve yol gösteren kerâmet ve menkıbeleri çoktur. Ruhlara gıdâ olan sözleri o kadar çoktur ki, ba’zıları kitaplara geçirilmiş, ba’zılan da dilden dile, gönülden gönüle akıp gelmiştir. O’nu seven ve O’ndan istifâde eden âlimlerden Şakîk-i Belhî “kuddise sirruh” şöyle anlatıyor: “Hacca gidiyordum. Fâriziyye’ye vardım, orada, güzel yüzlü, buğday benizli, yün elbiseli, başı .sarıklı ve ayağında nalını bulunan bir genç gördüm. İnsanlay- dan ayrı bir yerde yalnız oturuyordu. Kendi kendime,. “Bunun tasavvuf talebesinden olması lâzımdır, bu yolda mifslü
manlardan ayn duruyor, gidip biraz ağır konuşayım da bu işten vaz geçsin” dedim. Yanına yaklaşınca, bana: “Ey Şakîk”diye hitâb ederek, “Zandarı çok sakınınız, zîrâ ba’zı zanlar gilnâhdır” Hucurât sûresi 12. âyet-i kerimesini okudu. Bir tarafa doğru gitti. Kendi kendime, “Bu bir sâlih kişi olmalı, adımı ve kalbimdekini bildi” dedim. Arkasından, helâllaşayım diye gittim. Ne kadar hızlı yürüdüysem yine yetişemedim. Başka bir konak yerinde onu yine gördüm. Namaz kılıyordu. Bütün a’zâlan titriyor, gözlerinden yaşlar akıyordu. Namazını bitirsin de helâllaşayım dedim. Namazını bitirdi. Yanına yaklaştım. Bana, “Ey Şakîk” diyerek; “Ben tövbe eden, îmân edip sâlih ameller işleyen ve sonra doğru yolu bulan kimseleri elbette af ederim” Taha sûresi 82. âyet-i kerîmesini okudu. Beni bırakıp uzaklaştı. Kendi kendime, “Bu genç yüksek bir evliyâ olmalı, ikinci defa ismimi ve kalbimdekini bildi” dedim. Başka bir konak yerinde yine onu gördüm. Bir kuyunun başında, elindeki kısa ipli kova ile su çıkarmak istiyordu. Kova suya jlüştü. Ellerini kaldırıp, “Yâ Rabbî! Sen benim Rabbimsin, su aşağıdadır. Kuvvet şendedir,, su içmek istiyorum” diye du|
İslâm ilimleri Ansiklopedisi 3 2 3
vO ‘
m Os A k A zim
Kahirede 1472-1474 yıllarına ait Sultan Kayıtbay Türbesi minaresi.
etti. Kuyudaki su yükseldi. Elini uzatıp kovasım doldurdu. Abdest alıp dört rek’at namaz kıldı. Bir kum yığınına doğru gitti. Eliyle kumlan kovanın içine döktü. Çalkalayıp içti. Yanma gidip selâm verdim. Selâmımı aldı. “Hak teâlânm sana ihsân ettiği ni’metlerin fazlasından beni de taamlan- dır (doyur)” dedim. “Hak teâlânm ni’- metleri açık veya gizli her zaman bize gelir. Hak teâlâya hüsn-i zanda bulun” deyip, kovasını bana verdi. Kavrulmuş buğday ile şeker vardı. Ondan daha lezzetli bir şey yememiştim, yedim ve doydum. Mekke’ye gelinceye kadar onu bir daha göremedim. Mekke’de gece yarısı namaza durmuştu. Tam bir huşû’ ile inleyip ağlardı. Bütün gece böyle devâm etti. Sabah oldu. Namaz kılıp tavaf edip dışarı çıktı. Arkasında hizmetçiler vardı. İnsanlar etrafına toplandılar. “Bu zât kimdir?” diye sordum. “Mûsâ bin Ca’fer bin Muhammed bin Alî bin Hüseyin’dir” dediler. “Yolda bu zâttan şöyle şöyle acâib hâller gördüm” dedim. “Bu acâib hâller bu seyyid için acâib değildir dediler.” Onu seven Hâlid ez-Zabbâlî şöyle anlatıyor: Halife Mehdî, imâm Kâzım’ı ilk defa çağırmıştı. Mûsâ Kâzım, bana, yol hazırlığı için çarşıdan ba’zı şeyler almamı buyurdu. Yüzüme baktı ve: “Seni üzüntülü görüyorum, ne oldu?” diye sordu. Ben de, “Niçin üzülmiyeyim, bir zâlimin yanma gidiyorsunuz, sonunuzun da ne olacağı belli değildir” dedim. “Hiç korkma, falan ay, falan günde geri döneceğim. Akşamleyin beni beklersin” buyurdu. Ay ve günleri sayıyordum. Buyurduğu gün geldi. Güneş batmasına az kalmıştı. Kimse gelmedi. Şeytan da içime vesvese düşürdü. Kalbimde bir şüphe uyanmasından korkuyordum. Çok sıkıldım. O sırada Irak tarafından bir karaltı göründü. Mûsâ Kâzım hazretleri bir katıra binmişti. “Ey falan!” diye seslendi. “Buyurun efendim buradayım” dedim. “Az kalsın, kalbine şüphe geliyordu değil mi?” buyurdu. “Evet öyle olacaktı” dedim. Sonra, “Allahü teâlâya hamd olsun ki, bu zâlimden kurtuldun” dedim. “Beni bir daha oraya götürecekler o zaman kurtulamıyacağım” buyurdu. Menkıbeleri çeşitli kitaplarda toplanmıştır. “Nûrül-Ebsâr”da anlatılan menkıbelerden ba’zılan şunlardır: Birgün Mûsâ Kâzım hazretlerinden, zamanın halifesi Hârun Reşîd sordu: “Sizler, kendinizin ehl-i beytten olduğunuzu söylüyor ve Resûlullahın zürriyetin- deniz diyorsunuz. Halbuki aslında biz dedem Abbâs’dan (r.a.) dolayı Resûlulla- hın soyundanız, siz de hazret-i Ali’nin evlâtlansınız. însanlann Nesebi ve soyu baba ile devam eder.” Cevabında buyurdu ki: •
“Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde En’âm sûresi 84. âyet-i kerîmesinde buyuruyor ki, “İbrâhim Peygamberin zürriyetin- den olan Dâvûd, Süleyman, Eyyûb, Yûsuf, Mûsâ ve Hârun!. Biz iyileri böylece mükâfatlandırırız. Ve ey Zeheriyya ve îsâ. ” Bu âyet-i kerîmede îsâ aleyhisselâm, îbrâhim aleyhisselâmın soyundan sayılıyor. Halbuki îsâ’nın babası olmadığı, herkes tarafından bilinmektedir. Bununla birlikte annesi tarafından İbrâhim aleyhisselamın zürriyetin- den sayılmaktadır, öyleyse, bizler de annemiz Fâtıma’tüz-Zehrâ “radıyallahü anhâ” tarafından Resûlullah efendimizin soyundan sayılmz.” Mûsâ Kâzım hazretlerini sevenlerden Medâin şehrindeki îsâ isminde bir zât şöyle anlatıyor: Hacca gitmiştim. O sene Mekke’de kaldım. Sonra, bir sene de Medine’de kalayım diyerek oraya gittim. Musallâ denilen yerde Ebû Zer-i Gıfârî hazretlerinin evi yanında bir yer kirâladım. Orada devamlı Mûsâ Kâzım’ın(r.a.) ziyaretine gidiyordum. Yağmurlu bir geceydi, yanında oturuyordum. Birdenbire, bana dediler ki, “Ey îsâ, kalk evine yetiş! Evin, eşyâlannın üzerine yıkıldı” koşarak evime geldim. Baktım ki, gerçekten ev yıkılmış, eşyâlar altında kalmıştı. Birkaç işçi tuttum. Bütün eşyâlanmı noksansız olarak enkâzlar altından çıkardım. Yalnız abdest almak için kullandığım bir ibriğim kayboldu. Ertesi gün Imâm-ı Mûsâ Kâzım’ın (r.a.) yanma geldim. Bana buyurdular ki, “Eşyâlanndan kaybolan bir şeyin var mı?” Ben de, “Hayır efendim, yalnız abdest alırken kullandığım ibriğim kayıp!” İşte o zaman başlannı aşağıya indirip gözlerini yumdular. Bir müddet bekledikten sonra, başlarını kaldırıp bana dediler ki, “Sen birgün önce ev sâhibinin helâsına gitmişsin ve bakracı da orada unutmuşsun! Şimdi git, ev sâhibinin hizmetçisinden iste, sana versinler!” Ben de hemen koşarak geldim. Ev sâhibinin hizmetçisinden ibriğimi istedim. O da, getirip teslim etti. Abdullah bin Idris bin Senem’in çivâ- yeti de şöyledir: Hârun Reşîd, bir gün veziri Ali bin Yektîn’e çok güzel elbiseler hediye etmişti. Bunlann arasında, siyah ibrişimle dokunmuş, altın yaldızlı gömlek en iyisiydi. Padişahlara mahsus bir elbiseydi. Ali bin Yektîri, Mûsâ Kâzım hazretlerini çok sevdiği için bir miktar daha mal ilâve ederek hepsini Mûsâ Kâzım’a (r.a.) gönderdi. Gömlekten başka bütün hediyeleri kabûl ettiler. Gömleği geri gönderip, bunu saklamasını, bir gün lâzım olacağını söylediler. Birgün Ali bin Yektin, kölelerinden birine kızıp kovdu. O köle, Hârun Reşîd’e gidip, “Benim efendim Mûsâ Kâzım’ı imâm edinmiştir. Ona çok mal
3 2 4 Isttm alimleri Ansiklopedisi
M ûsA k A z im
gönderiyor, hattâ sizin ona ikrâm ettiğiniz ibrişimli altın yaldızlı gömleği bile hocasına gönderdi” dedi. Hârun Reşîd, kızıp,Ali bin Yekön’i çağırttı, “Sana giydirdiğim gömleği ne yaptın?” diye sordu. Ali bin Yektin, “Bendedir ey mü’minlerin emîri!” dedi. Hârun Reşîd, hemen getirmesini istedi. O da kölelerinden birisini çağınp, “Benim sarayımda falan odaya git, anahtarını falandan iste, odada bir sandık vardır. Kapağını aç, içinde mühürlü bir kutu göreceksin. O kutuyu getir” dedi. Kölesi derhal kutuyu getirdi. Kutuyu açınca, içindeki gömleği gördüler. Güzel kokular da sürülmüştü. Hârun Reşîd’in öfkesi geçti. Ali bin Yektin’e, “Bunu yerine gönder, hatırını da hoş tut! Bundan sonra senin hakkında söylenen sözlere aldırmam. Bu elbise yanında olmasaydı, seni cezalandıracaktım. Fakat işin doğrusu meydana çıktı. Bundan sonra, birşeyi araştırmadan hakkında hüküm vermeyeceğim” dedi. Başka hediyeler ve ihsânlarda bulunarak gönderdi. Fesatlık yapan köleye de gereken cezâsı verildi. İshâk bin Ammâr şöyle anlatıyor: “Mûsâ Kâzım, Hârun Reşîd tarafından hapsedildiği zaman, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin iki talebesi olan Ebû Yûsuf ile Muhammed Şeybânî (r. aley- hima) ziyâretine gitmişlerdi. Maksatlarından biri de ilmi hakkında bilgi sâhibi olmaktı, ilminden sorup denemek istiyorlardı. Tam o sırada hapishânenin nöbetçisi yanma geldi ve; “Ey mübârek efendim, bugünkü nöbetim bitti. Yann dönüşümde, bir ihtiyâcınız varsa, getireyim” dedi. İmam-ı Mûsâ Kâzım, “Bir ihtiyâcım yoktur” dediler Sonra, Ebû Yûsuf ile Muhammed Şeybânî’ye dönerek, “Ben bu adama hayret ediyorum. Yarın döneceğini zan ediyor ve ihtiyaçlarımı soruyor. Halbuki Onun eceli gelmiştir ve yarın ölecektir” buyurdular. Imâm-ı a’zâm hazretlerinin iki talebesi de Mûsâ Kâzım’m böyle söylemesine hayret ettiler ve; “Biz, bu zâtı zâhirî ilimlerden imtihan etmek istedik. Bu ise, bâtınî ilimden bize haber veriyor. Bunun bu sözünü deneyelim” diyerek kalkıp gittiler. Adamın evine yakın bir yere nöbetçi koydular ve ona, “Bu evde birşey gördüğün zaman, gelip bize haber ver!” dediler. Gece yansında evde bir ağlama sesi yükselmeğe başladı. Nöbetçi gelip hemen haber verdi, tmâm-ı Ebû Yûsuf ile Muhammed Şeybânî geldiği zaman ev sâhibinin öldüğünü gördüler. Mûsa Kâzım hazretleri için olan hayretleri ve O’nun büyüklüğü hakkında zanlan bir kat daha arttı. Muhammed bin Abdullah el-Bekri: “Borç istemek için Medîne-i münevvereve gelmiştim. Bana bu hususta yardımcı olabilecek bir kişiyi çok aradım fakat bulamadım. En sonund^ yorulup, kendi kendime:
Ebû’l-Hasen Mûsâ. bin Ca’fer’e gitsem, durumumu ona anlatsam, iyi olur. Belki birşeyler elde ederim, diye düşündüm. Karanmı verip, “Negamâ” denilen yerdeki bahçesinde onu buldum. Beni görünce küçük bir hizmetçisi ile yanıma geldi. Elinde bir kalbur, kalburun içinde hurma vardı. O ve ben hurmadan yedik. Sonra bana bir ihtiyâcım olup olmadığını sordu. Ona durumumu olduğu gibi anlattım. Bunun üzerine içeri girdi. Az sonra yanıma geldi. Hizmetçisine sen git, dedi. Elini elime uzattı. Bana bir kese verdi, içinde üçyüz dinâr vardı. Sonra kalkıp, gitti. Ben de bineğime binip, oradan aynldım.” Mûsâ Kâzım hazretleri çok cömert idi. Birisi ona devamlı içerisinde dinâr bulunan keseler gönderiyordu. Bu keselerin içerisinde, ba’zan üçyüz, ba’zan dörtyüz, ba’zan ikiyüz dinâr bulunuyordu. Mûsâ Kâzım hazretleri eline geçen bu dinâr keselerini yanında biriktirmez, onları Medîne-i münevvere fakirlerine dağıtırdı. Yahyâ bin Hasen anlattı: “Medîne-i münevverede birisi Mûsâ Kâzım hazretlerine eziyet edip kinci sözler söylüyordu. O’ nu sevenler, ona devamlı “Bize izin ver, şuna bir haddini bildirelim” diyorlardı. Fakat Mûsâ Kâzım hazretleri böyle bir işe teşebbüsten onları şiddetle men ediyordu. Bir gün, kendisine hakârette bulunan şahsın nerede olduğunu sordu. Medîne-i münevverenin civânnda bir yerde olduğunu, söylediler. Mûsâ Kâzım, bineğine binerek, onun tarlasının olduğu yere gitti. Onu orada buldu. Tarla’ya katın ile girdi. O şahıs ona, “Tarlaya basma” diye bağırdı. Mûsâ Kâzım onun yanına kadar geldi. Yanına oturdu. Ona, “Ne kadar zara- nn oldu?” deyince, o şahıs “Yüz dinâr” deyip, “Sen kaç dinar umuyordun?” diye sordu. Mûsâ Kâzım “Bilmiyorum. Gaybı ancak Allahü teâlâ bilir. Ne kadar, zarara uğradığını bilmediğim için sana, (Ne kadar zarann olduğunu tahmin ediyorsun?) diye sordum.” Bu söz üzerine o şahıs, “Öyleyse, ikiyüz dinâr istiyorum” dedi. Mûsâ Kâzım ise ona üçyüz dinâr verdi. Mûsâ Kâzım’a daha önce hakâretlerde bulunan o şahıs, onun bu cömertlği ve ihsânına hayran kaldı. Kalkıp, Mûsâ Kâzım hazretlerinin başını öptü ve sonra birbirinden aynldılar. Mûsâ Kâzım (r.a.) oradan ayrılınca, Mescid-i Nebevî’ye (Resûlullah efendimizin mescid-i şerifine) gitti. Yine orada o şahısla karşılaştı. Fakat kendisini seven yakınları onu orada görünce, hemen üzerine yürümek istediler. Fakat Mûsâ Kâzım hazretleri onlara: “Hangisi hayırlı; sizin yaptığınız mı, ı yoksa benim istediğim mi? Ben ona yakınlık göstermek sûretiyle ıslâh olmasını düşünmüştüm” dedi.
İslim alimleri Ansiklopedisi 3 2 9
MÜCÂHİD BİN CEBR
1450-1456 yıllarında yapılan Kahirede’ki Sultan İnal Türbesi minaresi.
3 2 6 İslâm alimleri Ansiklopedisi
Kızkardeşi onu şöyle anlatır: “O yatsı namazını kıldığı zaman, Allahü teâlâya hamd eder ve duâ eder, bu hâli gece bitinceye kadar devam ederdi. Gece bitince, tekrar kalkar, Sabah namazını kılardı. Sonra, bir miktar, zikir ile (Allahü teâlâyı anmakla) meşgûl olur, bu durumu güneş doğuncaya kadar devam ederdi. Sonra, kuşluk vaktine kadar oturur. Daha sonra hazırlanır, dişlerini misvaklar, zevâl öncesine kadar uyur. Uykudan uyanınca, abdest alır, ikindiye kadar namaz kılar, namazı bitirince, kıbleye doğru dönerek, akşam namazına kadar Allahü teâlâyı zikrederdi. Sonra tekrar, akşam ile yatsı arası namaz kılardı. Bu onun hergünkü âdeti idi.” Mûsâ Kâzım hazretleri, Resûlullah efendimizin yüksek nesebine sâhip olan Ehl-i beytin en büyüklerindendir. Nurlu kalbine akıp gelen ilmin ve feyizlerin çokluğu, akıl ve dil ile anlatılamaz. İnce ma’ rifetleri bildiren sözleri, nükte ve latîfeleri çok meşhûrdur. Hikmetli sözlerinden biri şöyledir. Buyurdular ki: “Arkadaşlık ettiğin biri, önceleri hâli hâline uyar, sonraları kalbine sıkıntı verirse, hemen kendine bak! Kendi eğriliğini anlarsan, hemen tövbe et. Doğru olduğunu anlarsan, bilesin ki, o arkadaşın yoldan sapmıştır. Bu durumda dur, biraz düşün. Hemen ondan ayrılma! Onu yalnız başına bırakma. Cenâb-ı Hak tarafından bir düzelme gelinceye kadar bekle.” Rivâyet edilir ki, Mûsâ bin Ca’fer el- Hâşimî (Mûsâ Kâzım) hazretleri Mescid-i Nebevî’ye girip, gecenin ilk vaktinde secdeye vardı. Secdede şöyle dediği duyuldu: Yâ Rabbı! Günahım çok, fakat senin affın büyük. Bunu sabaha kadar tekrar etti.”
1) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ; cild-2, sh-269 2) Vefeyat-ül-a’yân, cild-5, sh-308-310 3) Tabakât-ı lbn-i Sa’d; cild-3, sh-244 4) Hadâikul-uerdiyye; sh-40 5) el-A’l&m; cild-7, sh-321 6) Nûr-ul-ebsâr; sh-142 7) Tarih-i Bağdâd; cild-13, sh-27 8) Sıfat-üs-safve; cild-1, sh-103 9) Mîzân-ül-i’tidâl; cild-3, sh-201 10) el-Bidâye uerı-Nihâye; cild-10 sh-183 11) Tehztb-üt-tehzib cild-10, sh-340 12) Kâmûs-ul-a’lâm cild-6, sh-4478 13) Seâdet-i Ebediyye; sh-1049 14) Eshâb-ı Kirâm; sh-364 15) Şevâhid-ün-nübüvue; cüz 7 sh-19
MÜCÂHİD BİN CEBR, Tâbiînin en meş- hûr âlimlerinden. Künyesi Ebu’l- Haccâcdır. îbn-i Cübeyr ve Mahzûm kabilesine mensup olduğu için de Mah- zûmî denilmiştir. 24 (m. 645) senesinde doğdu, 104 (m. 723) de Mekke’de namaz kıldığı bir sırada secdede iken vefat etti.
Tefsir, hadîs, fıkıh ve kırâat ilimlerinde zamanının ileri gelen âlimlerinden olup, tefsir ilminde yüksek derecede idi. Bu se- beble tefsirde imâmdır denilmiştir. Mücâhid bin Cebr’in en başta gelen hocası Eshâb-ı kirâmın meşhûrlanndan lbn-i Abbâs’dır. Ondan tefsir, kırâat ve hadîs ilmini öğrenmiştir. Başka lbn-i Abbâs olmak üzere Abdullah bin Ömer, Ebû Hüreyre, Câbir bin Abdullah ve hazret-i Ali, Sa’d bin Ebî Vakkas, Abâdîlei erbeâ (Abdullah bin Ömer, Abdulah bin Abbâs, Abdullah bin Zübeyr ve Abdullah bin Amr), Rafi bin Hadic, Üseyd bin Zübeyr, Ebû Saîd Hudrî, Ümm-i Seleme, Cüveyriye binti Hâris, hazret-i Âişe ve Ümm-i Hânî’den hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. îbn-i Abbâs’ın derslerine devam edip, kırâat ilmini öğrenmek için Kur’ân-ı kerimi defalarca hatmetmiş ve bizzat ki- râatını ona dinletmiştir. Kur’ân-ı kerimin her âyetinin tefsiri, nüzûl (geliş) sebebi hakkında ayn ayn üçer defa sorup, izâh et mek sûretiyle cevap almıştır. Kendisi şöyle buyurmuştur. “Ben Kur’ân-ı kerimi otuz defa lbn-i Abbâs hazretlerinin huzûrunda okudum. Her âyeti okudukça üzerinde durup, izâhını ve nüzûl sebebini sorup inceledim.” Rivâyete dayanan ilk tefsir kitabını Mücâhid bin Cebr yazmıştır. Tefsire dâir rivâyetlerini hocası lbn-i Abbâs’tan naklederek yazdırmıştır. Onun tefsire dâir rivâyetlerini imlâ eden (kaleme alan) Kâsım bin Eb’il Bez’dir. Mücâhid bin Cebr’in tefsirini lbn-i Nûceyh, lbn-i Cerir gibi âlimler rivâyet etmiştir. Ayrıca kendisinden Katâde bin Diâme, Hakem bin Uteybe Amr ibn-i Dînâr, Mensûr, el-A’meş Ham- mâd bin Süleymân ve daha çok sayıda âlim ilim öğrenip, hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuşlardır. Kıymetli bir Ehl-i sünnet âlimi olan Mücâhid bin Cebr, zamanındaki ve kendinden sonraki asırlarda yetişen âlimler tarafından rivâyetine mürâcaat edilen seçkin bir zâttır. îbn-i Cübeyr, “Mücâhid’ten ilme dâir bir mes’ele dinleyip, öğrenmek bana ehlimden (çoluk çocuğumdan) ve malımdan daha sevimlidir” demişti. A’ meş, “O ilimde büyük gayret sâhibi idi. Konuştuğu zaman sanki ağzından inci saçılırdı” demiştir. İmâm ı Şâfiî ve İmâm ı Buhârî de onun güvenilir bir âlim olduğunu belirtmişlerdir. Hadîs kitaplarının en başta geleni ve en kıymetlisi olan Buhârî’ de, onun tefsirinden ve bildirdiği hadîs-i şeriflerden çok sayıda rivâyetler vardır. Ibrâhim aleyhisselâmın öz babasının Tâeûh olup, putperest olan Âzer’in ise, •üvey, babası ve amcası olduğunu lbn-i Abbâp’tan naklen, senedleri ile birlikte bildiren Mücâhid bin Cebr hasretleridir (r.a.).
MÜCÂHİD BİN CEBR
Onikinci asır sonlarında yapılmış, üzeri mineli bir kase.
Rivâyet ettiği hadîs-i şeriflerden ba’ zılan: “Dünyâda garib gibi veya yola çıkacak yolcu gibi ol.” “Şüphesiz ki, Allahü teâlâ, namazı Peygamberiniz Muhammed aleyhis- selâmın dilinden yolcuya iki rek’at, mukîm olana da dört rek’at olarak farz kıldı. ” (öğle, ikindi ve yatsı namazının farzları) “Lâ ilâ/ıe illallah diyen bir kimsenin üzerine kıyamet kopmaz.” “İnsanlarla, Lâ ilâhe illallah deyinceye kadar savaşmakla emr olundum. ” “Cebrail (a. s.) bana komşuluk hakkından o kadar bahsetti ki, komşunun komşuya vâris olacağını zannettim.” ‘1
“Dünya metâmın (nVmetlerinin) en hayırlısı sâliha bir hanımdır.” “Kıyâmet günü insana dört şey sorulur; ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle nasıl amel ettiğinden, bedenini nerede yıprattığından ve malını nereden kazanıp nereye harcadığından. ” Mücahid bin Cebr’in sözlerinden bir kısmı şunlardır: Allah için birbirlerini seven müslüman- lar bir araya gelip, gülerytiz ve tatlı sözle konuştukları zaman, ağaçların kuruyan yapraklarının rüzgârda döküldüğü gibi günahları dökülür.” “Cehennemlikler, Cehennemde öyle şiddetli uyuz hastalığına yakalanırlar ki, bütün etleri kemiklerinden sıyrılır. Bunlara bu hastalıktan rahatsız oluyor musunuz diye sorulunca, evet derler. İşte bu azab dünyâda mü’minlere yaptığınız eziyetin ve verdiğiniz sıkıntının cezâsıdır, denilir.” Abdullah İbn-i Abbâs’dan naklettiği bir nasihat şöyledir: “Sana lâzım olmayan i
ve faydası dokunmayan şeyleri konuşma, çünkü bu boş bir iştir. Üstelik zararından da emin değilsin. Yeri gelmedikçe lüzumlu olan sözü de söyleme. Çok kerre faydalı söz yerini bulmaz da boşa söylenmiş olur. Ne yumuşak huylu kimseyle, ne nefsine uyan kimseyle, ne de ahmakla münâkaşa etme. Münâkaşa edersen, yumuşak huylu kimse sana kalbinden buğzeder. Ahmak âdî kimselerle münâkaşa edersen, onlar da sana dil ile eziyet ederler. Tanıdığın bir kimse yanından ayrılınca seni nasıl anmasını istersen, sen onu öyle an.” “Bir mü’min kalbini Allahü teâlâya bağlarsa, Allahü teâlâ insanları ona yardımcı eder.” “Her sabah ve akşam tövbe etmeyen kimse, kendine zulmeder.” “Evinden çıkan bir kimse “Bismillah” dediği zaman bir melek hidâyete ulaştın der. “Tevekkeltü alellah” dediği zaman, Allahü teâlâ “Ben sana yeterim” buyurur. “La havle velâ kuvvete illâ billah” dediği zaman bir melek her tehlikeden kurtulmuş oldun der. Bunun üzerine şeytanlar; hidâyete ulaşan, Allah’ın yardımına kavuşan ve himâyesine giren kimseye daha ne zarar yapılabilir diyerek yanından uzaklaşırlar.” “İnsana vesvese veren şeytan, insan Rabbini zikredince kaçar gider. Kalb gaflete dalınca yine vesvese vermeye başlar. İnsan Rabbini zikredince kaçar, gaflete dalınca musallat olur. Karanlıkla aydınlığın çarpışması gibi çarpışır durur.” “Kişi evlâdının iyiliği ile mezarında müjdelenir.” “Bir kimse, ayakta iken, yatarken, yerine göre kalbinde veya dilinde Allah zikri olmazsa, Allahı çok anan zümreden sayılmaz.” “Resûl-i ekremden başka herkes, bu âlemde söylediği bütün sözlerinden kıyâ- met günü sigaya (hesâba) çekilecek.” “Kıyâmet günü, bir mü’min için Cehenneme atılmasına emir verilir. O mü’min kul, bu hâl içinde şöyle söylenir: “Yâ Rabbi, sen daha iyi bilirsin. Ama ben senin hakkında böyle düşünmüyordum.” Bunun üzerine: “Yolunu açın, doğruca Cennete girsin” emri gelir.” Affedilmek istediğin hususlarda affedici ol. Nasıl muamele görmek istersen, başkalarına öyle muamele et. Suçlu olarak yakalanıp da affedilen kimsenin ameli gibi amel et.” “Ağzından çıkan her söz yazılır. Âhı- rette ona göre cezâ veya mükâfat görür.” “Din kardeşinin gıybetini yapmanın keffâreti, onu övmek ve ona hayır duâ etmektir.” “Kalb açık bir el gibidir. Kul her günah işledikçe bir parmak kapanır. Nihâyet elin bütün parmaklarının kapandığı gibi kalb
Islâm İlimleri Ansiklopedisi 3 2 7
MÜNZİR BİN MÂLİK
“ Yabancı dil öğrenin, düşmanın şerrinden böylece kurtulursunuz. ” Hadîs-i şerif
3 2 8 İslâm alimleri Ansiklopedisi
Mavi zemin üzerine siyah boyalı ve üzeri sırlı bir tas. Onikinci asırda Suriye ‘de yapılmıştır.
üzerine perde çekilir. İşte kalbin kapanıp, mühürlenmesi böyledir.” “Hiçbir gün ve gece yoktur ki, insana şöyle demesin; bu güne ve bu geceye girdin, artık ne bu gün, ne gece geri gelmez. Ne yaptın bir bak.” “Ölen insan kabre konunca kabir ona şöyle der: Ben böcek ve haşerat yeriyim. Ben yalnızlık yeriyim. Ben garip ve karanlık bir yerim. Bunlara karşı ne hazırladın, nasıl amel ettin?” “Nefsini aziz eden, dînini yıkar. Nefsini zelil eden kimse, dînini aziz eder.” “Bir kimse Allahü teâlânın emrettiği yerlere dağ kadar altın harcasa isrâf olmaz. Bir dirhem gümüşü veya bir avuç buğdayı haram olan yere vermek isrâf olur.” “Asıl sabır, müsîbetin geldiği ilk anda yapılan sabırdır.”
1) Hilyet-ül evliyâ cild-3, sh-279 2) Tezkiret-ül-Huffâz cild-1, sh-92 3) el-A’lam cild-5, sh-278 4) Tabakât-ül kübrâ cild-1, sh-39 5) Mu’cem-ül Müellifin cild-8, sh-177 6) Keşfüz-zünûn cild-1, sh-430 7) El-Menhel-ül azb-ül-mevrûd cild-1, sh-58 8) Tam ilmihâl Seâdet-i Ebediyye sh-95, 344,586