MÜSAMAHA

MÜSAMAHA
İtidalin koruyuculuğu altında, istikamet üzere hedefe ilerleyen kurtuluş fırkasının üyesi gerçek Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mensuplarının davranışlarına yansıyan, yansıması gereken yüce bir haslettir, müsamaha.

Zihinleri taassubdan, söz ve davranışları tefrikaya yol açmaktan, ortaya konan hayırlı hizmetleri bencillik tehlikesinden kurtaracak, karamsarlık ve su-i zan bulutlarını dağıtacak, hüsnüniyet ve gerçek kardeşliğin aydınlık ortamına, berrak sahiline ulaştıracak ölçü, müsamahadır.

İyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmeğe çalışmakla görevli tebliğciler olarak günümüzün hassas şartlarında müsamaha alanının en geniş kapasite ile ve nihai sınırına kadar kullanmak zorundayız.

Lügatte müsamaha; “bir hususta zorluk ve şiddet gös-termeyip, kolaylıkla muamele etmek” mânâsına gelir.

Tebliğin, iyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmeye çalışmanın ana esprisini teşkil eden müsamaha, en şedit inkârcıdan, ihlâs sınırına erişmiş olgun, vasıflı bir mü’mine kadar geçerli olup muhtelif şekillerde tezahür eder.

Küffâra Karşı Müsamaha

Üstünlüğü imanda ve takvada gösteren, bütün insanlığı Tcvhid’e ve selâmete çağıran İslâm; elbette ki insanlık içinde inanmayanlara da müsamaha ölçülerinde yer verecektir.

Önce şu esası tesbitte fayda vardır: Mü’minler kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında çok merhametli olmalıdırlar. Mü’minlerin küffara karşı şiddeti, küfrün en büyük zulüm oluşundan ve küffarın İslâm’ın nurunu söndürmek istemesindendir. Cenab-ı Hak, Ashab-ı Kirâm’dan bahisle; “…Onunla beraber olanlar kafirlere karşı pek şiddetli, birbirlerine karşı ise merhametlidirler” buyurmaktadır.

Bu genel tesbitten sonra şunu belirtelim ki, tebliğde durum farklıdır. Sulh ortamında tebliğ esnasında, tatlı dil, güleryüz ve mütevâzi bir tavırla en güzel bir şekilde kâfirleri Hakk’a davet esastır. Bıkmadan, usanmadan, ürkütmeden, nefret ettirmeden tebliğ yapılır, inanmayanlar kendi iradeleri ile başbaşa bırakılır; zorlama yapılmaz. Zira, dinde zorlama men edilmiştir.

Cenab-ı Hak buyuruyor: “(Mü’min) kullarıma söyle: (Kâfirlere) en güzel (söz) ne ise onu söylesinler” 1 .

“Rabb’ının yoluna, hikmetle ve güzel öğütlerle çağır. Onlarla (inanmayanlarla) en güzel bir tarzda mücadele et” 1 .

Acıklı bir durumdur ki, bugün mü’minler arasında cehalet ve taassubdan kaynaklanan ölçüsüz ithamlar, tekfire kadar varan vahim suçlamalar vuku bulmaktadır. Birçok mezhep ve meşrep mensubu katılık göstererek mezhep ve meşreplerin sebeb-i hikmetini anlamadan itham ve iftira kampanyasına katılmaktadır. Belli ki, bu kimseler İslâm’ın geniş müsamahasından gafil bulunmaktadırlar.

İhtilâf noktalarına değil, ittifak noktalarına dikkat çekerek; genelde Kelime-i Tevhid’de ittifakı yeterli görmek, Kıble ehline kâfir dememek; tekfir etmenin itikâdî ve fıkhî ölçüsünü ve neticesini iyice hesaba katarak teenni ile hareket etmek, İslâmî cemaatler ve fertler için hayatî bir zarurettir.

Bir kimseye kâfir demenin ölçüsü ve doğuracağı neticeler hususunda İmam-ı Gazali şu kaideyi nakletmektedir:

“Lâilâhe illellah Muhammedüıı-Rasulullah düsturuna samimi bir şekilde bağlı kaldıkları ve bu düstur ile tenakuz teşkil eden bir durumda bulunmadıkları müddetçe, yolları (mezhepleri) ne kadar farklı olursa olsun ehl-i İslâm’a dil uzatmaktan ve çeşitli mezhep mensuplarına ‘kâfir’ demekten kaçınmalıdır. Ben diyorum ki; küfür, Hz. Peygamber’i, Allahü Teâlâ’dan getirdiği şeyler hususunda tekzip etmektir. İman ise, getirdiği şeylerin cümlesini tasdik etmektir… Bir kimseyi tekfir etmenin mânâsı, o kimsenin öldürülmesinin mübah olması ve ahirette cehennemde ebedî kalacağına hükmedilmesi demektir”.

Bir kimseyi elde delil olmadan küfürle itham etmenin ne büyük bir felaket olduğu, tekfir ediciyi de helâk edeceği hususu ortada iken hele günümüzde mü’minler, sözlerini çok iyi hesap etmeli, işin uhrevî mesuliyetini düşünmelidirler. “Yeterli delil olmadan bir mü’mine kâfir demek, söyleyenin küfrünü gerektirir”. Bu fetva bütün sahih kaynaklarda yer almıştır. Hadis-i şerifte de: “İki Müslü-

Öte yandan, Tâhâ Suresinin 44. âyetinde Cenab-ı Hak, Musa Aleyhisselâm’â, Fir’avn’a rıfk ile muamele etmesini emretmiştir.

Yine müsamaha hususunda, İslâm azametinin bir göstergesidir ki, İslâmî bir hayatta küffar, dinî inanç, ibadet ve kanaatlerinden dolayı baskı altına alınmaz, mabedleri yıkılmaz; hususî hayatlarında malları, canları ve namusları em

niyet altına alınır. İslâmî havayı ihlâl etmedikçe bütün şahsî hak ve hürriyetleriyle beraber emniyet ve selâmette yaşarlar. Bir tasdik işi olan iman, bir takdir meselesi olan gerçekler, şahsın bağımsız karar ve kanaatine bırakılır. Bu büyük müsamaha ölçüsüne İslâm’dan başka hiçbir din ve beşerî telâkkî sahip değildir.

İslâmî Cemaatlerarası Müsamaha

İslâmî cemaatler arasında müsamaha daha da önem kazanmaktadır. Bir topluluğun kendi re’y ve kanaatini üstün görerek hiçbir uzlaşma zeminine yaklaşmaması, İslâmî bir tutum değildir. İhtilâfları önlemek için Cenab-ı Hak, Kitap ve Sünnet’e müracaatı emretmektedir. O halde İslâm toplulukları, yekvücut olma yolunda Hakk’ın ölçüsünde karar kılarak, şahsî kapris ve enaniyetlerini ayaklar altına almalıdır. Bunun için tek çare, İslâm’ın müsamaha ölçülerine sarılmaktır.

Bugün İslâmî topluluklar, Cenab-ı Hakk’ın razı olacağı nihai ve tek cemaate ulaşabilmek için O’nun bahşettiği müsamaha ölçülerini ^ok iyi bilmek ve tatbike koymak zorundadırlar.

Bu hususta, “Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz” hadis-i şerifi düstur kabul edilmelidir.

Öyle ki; taviz derecesine varmamak, helâl ve haram hudutlarını ciddiyetle korumak kaydıyla; İslâmî cemaatler birbirlerine iyi niyet, hüsn-ü zan, muhabbet ve şefkat havası içinde eğilmelidirler.

Müsamahanın alâmeti, cemaatleşmenin şiârı ve Tevhid-’in lüzumu için istişareye çok önem verilmelidir.

Cenab-ı Hak, istişare hususunda şöyle buyuruyor:

“Bütün işlerinde onlarla (Müslümanlarla) müşavere et. Bir işe azmedince de Allah’a dayan” 14 “Ha

kiki mü’minler Rablerinin davetine icabet ederler. Namazlarını dosdoğru kılarlar. Bütün işlerini aralarında istişare yaparlar…” 15.

Kelime olarak, “danışma, karşılıklı fikir teatisinde bulunma, görüş beyan etme” mânâlarına gelen istişare, İslâm’ın hüküm vermede benimsediği temel bir esastır. İstişare, müşküllerin çözülmesi, meselelerin hallinde isabetli neticelere varılabilmesi için bir rahmet vesilesidir. İstişare sonucu alınan karar, cemaatin şahs-ı manevisini temsil ettiği için de türlü şahsî kanaatini beğenme, ucub ve riya gibi hastalıklardan salim olarak neticeye götürür. İstişare, mü’minlerin alâmet-i farikasından biri olarak Kur’ân’da yer almıştır. İstişare sonucu alınan karar, gerçekte isabetli olmasa bile, bu karara uyulmasında ümmetin selâmeti açısından faydalar vardır.

Hususiyle günümüz Müslümanı, çeşitli yanılgılar sonucu pişmanlıktan kurtulmak istiyorsa istişareye azami önem vererek yaygınlaştırmalıdır. Bugünkü tefrika ortamında ce-maatlerarası istişarenin önemi açıktır.

Ehl-i Sünnet’in teminatı durumunda olan mezhep ve meşrep ölçülerine bağlı kalmakla beraber; İslâm’ın geniş müsamahasını vasıf haline getirerek umman gibi geniş ve sakin olmak, vakar ve ciddiyetle cemaatlerarası tâli ayrılıkları tefrika sebebi değil, fetva zenginliği kabul etmek, mezhep ve meşrepleri birer rahmet unsuru kabul etmek, hem zaruret ve hem de bir mükellefiyettir.

Nitekim, mezheplerarası müsamaha, bilinen bir husustur. Müçtehitler, birbirlerini takdir etmişler, birbirlerinin me todlarını kullanmış; eğer aralarında zaman farkı varsa birbirlerini hayırla yâd etmişlerdir.

Keza, bütün meşrep sahibi kâmil büyükler birbirlerini hüsn-ü zanla hatta daha da ileri giderek, stayişle, medh ü sena ile anmışlardır. Bu hususta pekçok örnek mevcuttur.

mandan biri, diğerini küfürle itham ederse, bu itham mutlaka ikisinden birine raci olur”, buyurulmaktadır.

Fertler Arasında Müsamaha

İslâmî bir cemiyette sulh ve sükûn; mü’minler arasında hoşgörü, yardımlaşma, saygı-sevgi ve merhametle sağlanır. Mü’minler, kendine yakışmayan ve öldürücü sebepler o-lan; gıybet, dedikodu, su-i zan, hased, kibir, gurur, ucub ve riyaya düşmek, fitne-fesad çıkarmak gibi çirkin huylardan kaçınmalıdırlar. Nadiren vuku bulsa da, birbirlerinin eziyetlerine sabretmeli, dargınları barıştırmak, karşılıklı olarak birbirlerinin hak ve hukukuna riayet etmeli, birbirlerinin mal, can ve namuslarını korumalıdırlar.

Mü’min tevazu sahibi olmalı, kendini daima başkalarından küçük görmelidir. Her gördüğüne hüsn-ü zanla bakmalı; kendinden yaşlısını gördüğünde, tecrübesi ve ibadetinin çokluğuna; çocuk gördüğünde, günahsız ve büyüyünce büyük bir insan olacağına; bir günâhkar gördüğünde tevbekâr olup hidayete erebileceğine hükmetmelidir. Mü’minleri birbirlerine yaklaştıran, tevazu ve hüsn-ü zandır.

Cenab-ı Hakk’m; Halim, Muharrir, Sabûr ve Vâsî gibi sıfatları, kullarına olan müsamahasının ne büyük boyutlarda olduğunu göstermektedir. O’nun rahmeti gazabını geç mişken; bu rahmeti kullarına daraltmak hiçbir fâninin hakkı ve selâhiyeti dahilinde değildir.

Geçmişte İslâm, nurunu bütün dünyaya müsamaha ölçüleriyle yaymıştı. Keza, bundan sonra insanlık üzerine yeniden doğacak İslâm Güneşi de müsamaha şualarıyla gözleri aydın edecektir. Ne mutlu. İslâm’ı gereği gibi temsil edebilen şahsiyetli mü’minlere!…*

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*