Namibya’daki ” Hayvanlar Krallığı

Namibya’daki ” Hayvanlar Krallığı

/”* üney Afrika’da Namibya’daki Etosha Ulusal ^ Parkı, dünyanın en büyük etrafı tellerle çevrilmiş kcruçna elanı.

800 Km’liık tel orgunun çevrelediği alanda yaşayan yalnızca çakal boyunda ve daha büyüle memeli hayvan sayısı 80.000 dolayında tahmin ediliyor. Bu memelilerin içinden 38 türün boy ları kap tavşanı büyüklüğünde. Daha büyü*

V

 

insanın koruyucu çabalarının sök konusu olmadığı hayvanlar dünyasındaki yaşam savaşının şiddetini, yavrulanın beslemek için avını taşıyan bu leoparın bakış- iannda görmek mümkün.

 

boyda ise 55 tür memeli yaşıyor. Bunlara 300 dolay ndaki kuş türlerini, sürüngenlen ve diğerlerini eklerseniz Etosha, tam bir “Hayvanlar Krallığı” niteliği kazanıyor.

Doğu ve Batı köşeleri arasında yaklaşık 175 mil uzaklık bulunan park, 8.598 miP’lik bir alanı kapsıyor. Bu muazzam koruma alanındaki engebelerin tepe va tabanları arasındaki yükseklik 300 m’yi aşmıyor.

Etosha’nın barındırdığı gerçekten olağanüstü nitelikteki vahşi yaşam, çoğunlukla su çukurlarının çevresinde kümeleniyor. Bu nedenle her yıl parkı gezen onbinlerce turist, parkta yaşayan hayvanları huzursuz etmeden ve doğal yaşamlarını etkilemeden, dünyamı herhengi bir yerindekine oranla çok daha kolay izleyebiliyorlar.

İnce, kumlu ve taşlı topraklardan oluşan parkın en büyük, yaşameal yönden en önemli sorunu su. Yılın üçte ikidinde kuraklık ve kızgın güneşin hakim olduğu bölgede yalnızca Ocak ve Nisan aylan arasında sürekli yağmurlar görülüyor. Parkın en doğu noktasına düşen yıllık ortalama yağış miktarı 7.2_cm. dolayında. Batı ucunda ise bu ortalama 4.8 cm’i zor buluyor. Bu yağışlar da ancak yılın en yağışlı mevsiminde ve ortalama sıcaklığın 35° C olduğu günlere* rastlıyor. Doğal olarak yağışlı mevsimde su sorunu olmuyor. Çünkü bu mevsimde parkın hemen her yerinde su çukurları oluşuyor. Fakat, kurak mevsimin başlamasıyla birlikte bu su kaynakları birer birer kururken, ancak birkaç tanesi suyunun tümünü kaybetmeden kalabiliyor. Bu yüzden Namibya yönetimi 1950 yılından bu yana sondaj yolu ile 55 yapay su çukuru oluşturmuş.

Park adını. Büyük Beyaz Yer, Serap Yeri. Kuruyan Suların Yeri gibi farklı anlamlarda yo*

İlil

■Mi

 

 

 

 

 

 

 

i*

Yavruları ile birlikte bir su çukurunda susuzluklarım gideren <Bşl filler. İnsanların saldırılarından kaçan filler, Etosha’da sürüler halinde toplandılar.

I-

 

için iyi bir besin kaynağı oluşturuyor.

Parkın korunmasında aralarında veteriner, biyolog ve çevrebilimcilerin de bulunduğu pek çok kişi gcrev alıyor. Doğal yaşamın korunması ve sürdürülmesinin yanı sıra, değişik amaçlarla araştırmalar da yapılıyor. Bunlara örnek olarak, giderek artan mekanizasyonıın hayvanların yaşamlarına etkisi, hayvan türlerinin korunmasında ulusal parkların rolü gibi konuları sayabi- riz. Bu canlı türlerinin korunması yanlızca gösteriş ve esin kaynağı için değil; fakat aynı zamanda tıbbi hammadde sağlanmasından çiftlik hayvanlarının geliştirilmesine, hayvanlardan en üst düzeyde yararlanmaya ve daha pek çok j hatta şimdiden tahmini zor olan amaçlar {örneğin, insanın uzayı keşfinde ve uzaya yerleşmesinde en iyi uyum sağlayacak hayvanlar ] hangileridir) îçin gereklidir.

«kiyi göstermesi ‘Tjgirt 160 milyar km. uzakta olması gerekmektedir

Bir yüzyıl içinde, onuncu gezegenin veya sistemimizin ikinci yıldızının keşfinin, Dünyadan yapılacak gözlemlerle mümkün olabileceği tahmin edilmekte. Fakat NASA, Gezgin 10 ve 11 araçlarının yapacağı araştırmalardan, bu soruya çok çabuk yanıt almak istemektedir. Her iki uzay sondası, şu anda Güneş’e göre ters doğrultularda, sistemimizin bilinen sınırlarına ulaşmış olup, artık uzayın derinliklerine doğru yollarına devam edeceklerdir. NASA bilim adamları, sondaların konumlarını ve hızlarını bildiklerinden, büyük bir cismin çekim kuvveti sonucu oniarın yörüngelerinde beklenmeyen bîr sapma olursa, bunu büyük bir duyarlılıkla hesap ede&Leçeklerdir. Bir ihtiyar yoldaş yıldız var ise her iki uzay aracının da hareketine etki edecektir. Eğer gezegen büyüklüğünde bir cisim varsa, sondalardan sadece birinin yolunu değiştirecek çekim kuvvetine sahiptir.

1977 yılında Charles Kovval, Satürn ve Uranüs yörüngeleri arasında Kiron (Ghiron) adlı gökcismini bulduğu zaman, onuncu gezegeni bulduğunu iddia ederek, bilim dünyasında kısa süren bir telaş yaratmıştı. Fakat çok geçmeden

 

Bu ytlın itk aylanıza yörüngeye oturtulan uluslararası kırmızı ötesi astronomi uydusu (IRAS) görülmektedir. IRAS’ın ya* pacağı gözlemler sonucu onuncu gezegenin bulunma olasılığı çok fazla.

bunun, yörüngesi büyük gezegenlerin etkisi ile değişmiş sistemimizde, Mars ve Jüpiter arasında bulunan binlerce küçük gezegenlerden biri olduğu anlaşılmıştı. Bir zamanlar Merkür gezegeninin ilginç yörünge hareketini açıklamak için de Güneş ile Merkür arasında bulunan bir onuncu gezegen fikri ortaya atılmıştı. Bilindiği gibi, Merkür yörüngesinin büyük ekseni de Güneş etrafında dönmekte ve Newton mekaniği bu olguyu açıklayamamaktaydı. Einstein, görecelik kuramını ortaya koyarak Merkür yörüngesinin büyük eksen kaymasını açıkladı da, bilim dünyası “Vulkan” adı verilen fakat hiçbir zaman gözlenemeyecek bu hayali gezegenden kurtuldu.

Çağımızın en iyi astrometri bilim adamlarından Amerikalı Van Flandern ise onuncu gezegenin, dünya kütlesinin iki veya beş katı kütleye sahip olduğunu ve Güneş’ten 7.5 milyar km. uzekta olduğunu, yörüngesinin Pluto gibi tutulma düzleminde olmayıp onunla büyük bir açı yaptığını ve Güneş etrafında daireden çek, sapmış belirgin bir elips yörünge çizdiğini hesaplamaktadır. Van Flandern, büyük bilgisayarların yardımı ile tüm veriler işlenmekte ve onuncu gezegenin gözlenebileceği ‘konumların listelerini hazırlamakta. Gökbilimciler, hesaplanan konumlarda olmasa dahi o doğrultu yöresinde onuncu gezegejıi. bulmayı ümit etmekteler. m

Yine NASA’ya bağlı AMES Araştırma Mer- kezi’nden Ray Reynolds, bu gizemli cismi bir başka yönden araştırmak istemekte. O’na göre onuncu gezegen, tayfın kırmızı ötesi bölgesinde büzülmeden dolayı ışınım yapmaktadır ve bu ışınım yörüngeye oturtulmuş bir uydu tarafından gözleneöilinir. Bu nedenle Ray Reynolds, bu yılın başlarında uzaya fırlatman uluslararası kırmızı ötesi astronomi uydusunun (IRAS) gözlemlerinden ççk şey beklemekte. Söz konusu uydudaki duyaçlar (dedektörler) çağdaş olup, Neptün büyüklüğünde, Güneş’ten 225 milyar km. uzaklıkta veya Jüpiter büyüklüğünde, Güneş’ten 24 trilyon km. uzaklıktaki bir gezegenin kırmızı ötesi ışınımını algılayabilecek güçteler. IRAS’ın yerdeki teleskoplara göre bir başka üstünlüğü de, çalışmaları sırasında tüm gökyüzünü tarayacak olması. Bu tarama şıramsında, uzaktaki yıldızlara göre hareketli bir kırmızı ötesi ışın kaynağı saptarsa, büyük olasılıkla o aranan gizemli cisim olacaktır.

Görüldüğü gibi bilim adamları» güneş sisteminin bir onuncu üyesinin varlığını gözlemler sonucu dolaylı olarak bilmekteler. Bu cismi saptamak için çeşitli yöntemler kullanılmakta

Ultrasoniğin tanım olarak ne olduğunu ve tıpta kullanım alanlarını içeren bir yazı sunmuştuk. Bu yazımızda ve ilerki sayılarımızda yer alacak yazılarda, ultrasoniğin endüstride kullanım alanları ve uygulamaları ile ilgili bilgiler aktaracağız.

  1. ENDÜSTRİDE ULTRASONİK
    1. İsmail GERMAN
    2. ——–

w Itrasoniğin endüstride çeşitli alanlara uygulanmaya başlanılması, yaklaşık 30 yıllık bir geçmişe sahiptir. 19504i yıllarda başlayan uygulamalar, genel olarak 1970’H yıllara kadar hızlı bir gelişme göstermişlerdir. Bu gelişme, hem olayın fiziğinin\ jlatoa iyi anlaşılarak uygulamanın daha bilinçli yapılması, hem de gelişen elektroniğin yarattığı olanaklardan yararlanılması şeklinde gerçekleşmiştir. Bu süre içinde belirli bir olgunluğa kavuşarak, kendini endüstriye etkin bir biçimde kabul ettiren uygulamalar şöyle özetlenebilir:

Yüksek (ses) yoğunluklu uygulamalar

  • Ultrasonik temizleme
  • Plastik parçaları kaynatma
  • Ultrasonik işleme
  • Ultrasonik i soğuk) kaynatma
  • Kimya endüstrisinde uygulamalar
  • Sualtı uygulamaları

Düşük (ses) yoğunluklu uygulamalar

  • Tıpta uygulamalar
  • Tahribatsız muayene uygulamaları

Yüksek yoğunluk gerektiren uygulamalar,

maddenin yapısını sürekli olarak değiştirmeye yöneliktir. Kullandıkları frekans 10 kHz ile 100 kHz arasındadır ve 10 W ile 1000 W dolayları arasında güçler içerirler.

Alçak yoğunlukla yapılan uygulamalar, bir sistem hakkında bilgi elde edilmesini amaçlarlar. Kullanılan frekanslar MHz’ler bölgesinde, kullanılan güçler ise mVV’lar bölgesindedir.

ULTRASONİK TEMİZLEME

Göç, ultrasoniğinin ilk uygulanma ve en yüksek’düzeyde başarıyı elde ettiği; alan olmuştur.

Temizlenilmesi arzulanan cisim, içinde kararlı dalgalar oluşan bir sıvıya daldırılır. Temizlenmenin temelinde, ultrasonik temizleyicileri konu alan başka bir yazıda daha ayrıntılı anlar tılacak olan, kavitasyon olayı bulunur. Temizleme sırasında yapısı temizlenecek eşyanın yapısına bağlı olarak değişen çeşitli deterjanlar kullanılır.

Kullanılan frekanslar 18h25 kHz ile 40^50 bandlarındadırlar. Göç, temizleme hacmine bağlı olarak büyük değişiklikler gösterir.

Temizleyiciler örneğin baskılı devrelerin tensizienmesinde, mücevıharatçılar tarafından değerli taşların temizlenmesinde, hastanelerde, laboratuvarlarda kullanılırlar.

PLASTİK İŞLENİLMESİNDE ULTRASONİK

Ultrases, termoplastiklerin birleştirilmesinde harika bir yöntemdir. Üç tür işlem gerçekleştirilebilir.

  • Kaynatma (iki parça birbirine yapıştırılır.)
  • Bir çubuk üzerinde bir başlık fdaha geniş kısım) oluşturma.
  • Daldırma (bir metal parçasını plastik içine)

Ultrasesle yapılan araştırma, hem kirliliğinin olmaması, ¡hem de kuruma zamanına gerek göstermemesi açısından, kimyasal yöntemlerle yapıştırmaya üstünlük gösterir. –

Tipik olarak 20 kHz frekanslı ve 300 W gücünde aygıtlar bu amaçla kullanılmaktadırlar.

Örneğin, modem bir otomobilde, ultrasonik yöntemlerle imal edilmiş 30 dolayında parça bulunur.

ULTRASONİK İŞLEME

Ultrases cam, kuars, elmas, kanbidler ye seramikler gibi çeşitli sert cisimlerin işlenil- mesinde kullanrlmaktadır. Bu yöntemle düzenli olmayan şekiller işlenebilir. İşlem, yavaşlığı nedeniyle endüstride pek tutulmamıştır.

Bay Tompkins, heyecanla “Aman tanrım, şimdi işin püf noktasını anlıyorum“ dedi. “Bu işe rölativite denmesinin sebebi bu. Pedallara kim basarsa bassın, bana göre, hareket eden herşey bana daha kısa görünüyor”. Genç bisikletliye yetişmek için çok gayret etmesine karşın, hızı çok az artıyordu. Şimdi genç bisikletlinin neden öyle yavaş gittiğini anlıyordu. Profesörün, ışık hızının aşılmazlığı hakkındaki sözlerini hatırladı. Buna karşılık, şehirdeki blokların giderek kısaldığını ve ilerdeki genç bisikletlinin artık o kadar uzakta olmadığını far ketti. İkinci kavşakta bisikletliye yetişti. Yan yana giderlerken gencin oldukça normal, sportmen görünüşlü biri olduğunu hayretle izledi. “Galiba birbirimize göre hareket etmediğimiz için böyle oluyor“ diye düşündü. Genç adama seslendi: “Affedersiniz! hız sınırı bu kadar yavaş olan bu şehirde yaşamak sizi sıkmıyor mu?1*

“Hız sınırı mı? diye döndü genç adam. “Burada hiz sınırı yok ki. Bu hurda bisiklet yerine bir motosikletim olsaydı, istediğim hızla gidebilirdim.”

“Fakat az önce önümden çok yavaş geçtiniz. Özellikle dikkat ettim”.

“Ya, öyle mi?” dedi genç adam. Anlaşılan gücenmişti. “Konuşmaya başladığımızdan beri beş blok geçtiğimizin farkında değilsiniz galiba. Bu hız yeterli cipğil mi?”

“Ama cadde çok kısaldı,” diye cevap verdi Bay Tompkins.

“Ne farkeder, ha biz hızlı gitmişiz, ha cadde kısalmış? Postaneye on blok var, pedallara çok basarsam bloklar kısalır ve daha çabuk varırım. İşte geldik bile.” diyerek bisikletinden indi.

Bay Tompkins, postanenin saatine baktı. Saat beş buçuğu gösteriyordu. Sevinerek, “Yine de bu on bloğu katetmek için yarım saat geçti, sizi ilk gördüğümde saat tam beşti”, dedi.

“Peki, bu yarım saate hiç dikkat etmediniz mi?” diye sordu genç adam. Bay Tompkins geçen zamanın, Ona sadece birkaç dakika gibi geldiğini kabul ediyordu. Ayrıca, kolundaki saat ancak beşi beş geçiyordu. “Postanenin saati ileri mi gidiyor?”. “Tabii ileri gidiyor, ya da sizinki geri kalıyor. Çünkü siz* çok hızlı hareket ediyordunuz. Hem ^neden öyle şaşırıyorsunuz, yoksa siz Ay’dan mı geldiniz?” diyen genç adam postaneye girdi.

Bay Tomkins, yaşlı profesörün yanında olmadığına üzüldü. Bu garip olayları ancak o açıklayabilirdi. Anlaşılan, genç adam buranın yerlisi idi. Doğduğundan beri bu tür olaylara alışmıştı. Şimdi Bay Tompkins, bu garip dünyayı

şlkljfk olmadığı halde çevresindeki tümüyle değişmişti.

 

kendi başına keşfe zorlanıyordu. Saatini on kika süre ile postanenin saati ile karşılaştır^ Geri kalmıyordu. Bisiklete binerek yoluna vam etti. Caddenin sonunda, demiryolu gar naşının saati ile kendi kol saatini tekrar kon rol etti. Yine kendi saati geri kalmıştı. “Herhş de bu da relatif bir etken olmalı” sonucufj vardı. Genç adamdan daha anlayışlı birisini lup, bu konuda bilgi almaya karar verdi.

Az sonra fırsat ayağına geldi. Kırk-elli ya larında görünen bir beyefendi trenden inere garın çıkış kapısına doğru yürüdü. O’nu yaşlı bir bayan karşıladı, “Sevgili Dedeciğin diyerek adama doğru koştu. Bay Tompkins, iyi| afalladı. Bavulları taşımaya yardım etmek hanesi ile onlarla konuşmaya başladı.

“Aile işlerinize burnumu sokuyorsam afi din. Siz bu yaşlı hanımefendinin ¡gerçekten desi misiniz? Ben buranın yabancı Siyim da, böyle…” – Beyefendi hafifçe gülerek, “Evet yorum” dedi. “Sorun oldukça fc^it. İşim ica çok yolculuk yapıyorum. Yaşamımın büyük kısmı trende geçiyor. Böylece, şehirde yaşay akrabalarımdan daha ‘yavaş yaşlanıyorum. Vı| tinde yetişip, sevgili küçük torunumun hâlâ yatta olduğunu görmekle çok memnun oldjtı Kusura bakmayın, takside onun yanında olt lâzım.” diyerek uzaklaştı. Bay Tompkins, te problemleriyle başbaşa kalmıştı. Büfeden sa viç alarek yedi. Biraz aklı başına gelmişti şk di. Hatta, ünlü relativite prensibine aykırı olay bulduğunu zannedecek kadar zekâsı işle ye başladı.

Gar kahvehanesinde çayını yudumlaH “Elbette” diye düşündü, “eğer herşey rel^ olsa idi, yolculuk eden adam, akrabalarına^ yaşlı gibi görünüyordu. Akrabaları da O’na gibi görünürdü. Fakat bu düşündüklerim saç Relatif olarak saç beyazlaşmaz ki.” İşin için çıkamayınca, gerçeği anlamak için son bir

KÜTLE VE AĞIRLIK NEDİR?

Bir parmak kalınlığındaki alüminyum kapıyı mı, yoksa aynı büyüklükteki demir kapıyı mt açmak daha zordur? Doğaldır ki, bu soruyu demir kapı diye yanıtlarsınız. Demir kapıyı açmak neden daha zordur daha ağır olduğundan mı? Hayır. Daha fazla kütlesi olduğundan.

Kütle ve ağırlık terimleri günlük konuşmalarda birbirinin yerine çok kullanılırlar. Ancak teknik anlamları çok farklıdır. Kütle, bir cismin eylemsizlik (inertia) durumunun ölçümü, başka bir deyişle, konumu değiştirildiğinde gösterdiği dirençtir. Bir cismin kütlesi, onu oluşturan atom türlerine ve atom numarasına bağlıdır. Ağırlık ise bir cismin (ya da ay gibi gökcisimlerinin) yeryüzü merkezine çekiliş gücüdür.

Bu tanımlardan sonra, başlangıçtaki örneğe dönebiliriz. Bir demir atomunun kütlesi, afüminyumunkinden daha büyüktür. Bir demir atomunun çekirdeğinde alüminyum atomununkinden daha çok sayıda proton ve nötron (atomun kütlelinin büyük bir bölti-

daha girişimde bulunmaya karar verdi. Büfede oturan demiryolu üniformalı adama yaklaştı.

“Bayım” diye başladı, “lütfen söylermisihiz, trendeki yolcujarın yerde bulunanlardan daha yavaş yaşlanmalarının sorumlusu kimdir acaba?”

“Bunun sorumlusu benim” dedi adam. Bay Tompkins, şaşırdı. “Öyle mi? O halde siz eski simyacıların Filozof Taşı problemini çözdünüz. Tıp dünyasında meşhur birisi olmanız lazım. Yoksa tıp fakültesinde kürsii başkanı mısınız? Adam bu sözlere gücenmiş bir tavırla “Hayır, ben demiryolu frencisiyim” dedi. ^Frenci mi?” diye hayretle sordu Bay Tompkins. “Yani tüm göreviniz, tren istasyona girerken frenleri çalıştırmak mı?”. “Evet iyi bildiniz. Trenin her yavaşlamasında, yolcuların diğer insanlara göre ömürleri artıyor.” “Taibii, bu işte treni hızlandıran makinistin de rolü var.” diye ekledi. Bay Tompkins, şaşkınlıkla. “Ama bunun genç

nuinü oluşturan elementer parçacıklar) bulunur. Her iki kapının da eşit sayıda atomlara sahip olduğunu varsayarsak mantıksal olarak, demir kapının kütlesi alüminyumun- kînden daha büyüktür. Yani demir kapı, konumunun değiştirilmesine daha büyük bir direnç gösterir. Dolayısıyla demir kapıyı açmak daha zordur.

Bir cismin ağırlığı bildiğiniz gibi, cismin kütlesi ile yerçekimi kuvvetinin cisme uyguladığı ivmenin çarpımına eşittir. Bir cismin kütlesi sabit kaldığı halde ağırlığı, bulunduğu yerin yerçekimsei alanına göre değişir. Ağırlığın değişmez gibi görünmesi, yer çekimsel alanın yeryüzünün birçok yerinde sabit oluşundan ileri gelir.

Bir cismi yeryüzünden Ay’a götürdüğümüzle, cismin oradaki kütlesinin Dünya’daki ne eşit olduğunu görürüz. Ancak, Ay’ın çekim gücü Dünya’dakinin yalnızca altıda birine eşit olduğundan, cismin Ay’daki ağırlığı, Dünya’dakinin altıda biri kadardır.

Çok büyük kütlesi olan bir cismin bile belli koşullarda ağırlıksız olabileceği bizi şaşırtmamalıdır. Örneğin bir uzay gemisi Dünya’dan uzaklaşırken, yerçekimi gücü azaldığından, ağırlığı da azalır. Bu duruıpda uzay gemisi, Dünya’dan ya da diğer bir gökcismi nden çok uzaktaki yıldızlara doğru yol alırken, ağırlığı olmayacaktır.

Science Digest’dan Çev: Meryem ÖZÇEUK

kalmakla ne ilgisi olatbilir?” diye sordu. Frenci “İşte onu iyi ¡bilmiyorum. Birgün yolcu luk-eden bir profesöre sormuştum da, bana uzun ve anlaşılmaz. bir açıklama yaptı. Sqnunda da bunun, güneşteki galiba kütleçekimf kırmızı kayması’- nın benzeri olduğunu söylemişti. Hiç kırmızı kayması diye birşey duydunuz mu? Bay Tompkins şaşkınca “Hayır, hayır” diyebildi. Frenci ayağa kalktı, Bay Tompkins’i selamlayıp uzaklaştı.

Aniden güçlü bir el omuzunu sarstı. Bay Tompkins gözünü açtı. Kahvehanede değildi. Hâlâ üniversitenin anf isinde idi. Herkes gitmiş, ışıklar söndürülmüştü. Onu uyandıran odacı: “Kapatıyoruz efendim, uyumak için en iyisi evinize gidin” dedi. Bay Tompkins, ayağa kalktı ve çıkış kapısına doğru ilerledi.

Derleyerek çev: Yrd. Dcç. Dr. Tuncay İNCESU (ODTÜ Fizik Böl. Öğr. Üyesi)

Dennis OVERBYE

O    ETI’nin (Dünyadışı Zeki Canlıların AraştırıI- ^ ması) ortaya çıkışı 2. Dünya Savaşı’nda.ı sonraya rastlamaktadır. O zamanlar, astronomlar radyo-teleskopları ilk defa gökyüzüne çevirmiş ve evrenin çeşitli sinyallerle dolu olduğunu bulmuşlardır. 1959 yılında, Cornell Üniversitesi fizikçilerinden, Philip Morrison ile Giusep- pe Cocconi, yakın yıldızların da radyo sinyalleri yayıp yaymadığını anlamak için, radyo-teles- kopların onlara yöneltilmesini önerdiler. Bu sıralarda, Frank Drake adındaki genç astronom, Batı Virginia, Green Bank’deki Ulusal Radyo Astronomi Gözlemevi nde aynı düşünceyi uyglu- lamayı planlıyordu. 1960’daki Ozma Projesi (ilk planlı SETİ araştırması) s’rasında Drake, Green Bcnk’ın 26 m’lik büyük antenini güneşimize benzeyen iki yakın yıldıza Tau Cet i ve Epsilon Eridani’ye çevirdi. İkinci yıldızı incelerken, düzenli sinyaller saptadı ama, sevinci kısa sürdü. İki hafta, sonra sinyallerin askeri bir uçaktan kaynaklandığını anladı.

Binlerce yıldızı kapsayan birçok çalışma sonucunda resmî kanı, insanoğlunun yalnız olduğuydu. Fakat bu yıldızlar galaksimizdekilerin bir milyonda birini oluşturmaktadır. Galaksideki uygarlıkların sayısı bir milyona ulaşsa bile, astronomların tek bir sinyal yakalamaları için 200 ‘bin yıldızın incelenmesi gereklidir. Drake, “Günümüze kadar süre gelen araştırmalar samanlıkta iğne aramaktan öteye gidememiştir” demektedir.

Bu samanlığın inceden inceye araştırılması da hem para, hem de zaman almaktadır. 1971 yılında yapılan bir incelemeye göre, 92 mTık binlerce radyo-teleskopdan ol.uşan bir anten dizisi 10 milyar dolara çıkmaktadır. Bu kadar sıkıntı neden? Dünyadışı^varlıklar şimdiye değin insanlar için ne yapmışlardır? Pasadena’daki Jet Fırlatma Laboratuvarı (JF) müdürü Bruce Murray, “Uzayda bize benzeyen bir başka canlı türünün keşfi, bilim tarihinin en büyük olayı olacaktır” demektedir. Kaliforniya’daki Ames Araştırma Mer- kezi’nde görevli SETİ araştırıcısı John VVolfe’a göre, insanoğlunun yalnız olduğu anlaşılsa bile, bu uzun araştırmanın bir değeri olacaktır. Çünkü bu buluş hayatımızın önemini arttıracak insan ırkının evrende özel . bir rolü ol anlamı çıkarılacaktır.

Ateşli SETİ taraftarları, uzaydaki zeki lıkların bulunmasının, filozofik özlemlerden ha doyurucu olacağını savunmaktadır. Çü insan, uzayla bağlantıyı sağlayacak radyö te‘ jisini yakın zamanlarda geliştirmiştir. Radyo haberleşebilen herhangi bir dünyadışı ırk bizden daha eski kökenli ve daha zeki olabi SETİ araştırıcıları diğer ırkların; nükleer tek Ipjirin tehlikelerini, genetik mühendisliğini çevre kirliliğinin atlatıp, gelişmeye devam e lerini öğrenmenin bizi cesaretlendireceğini lemektedir. Onlara göre, çok ileri ırkların bi leri insanlığın kendi gelişimine öncülük edebi

NASA’nın yaptığı toplumsal bir incelem göre, bu çalışmaların sonuçları insanlar üze de uzun süreli ve çok önemli etkiler yapaca* Dünyadışı zeki varlıkların bulunması (örne mesajlarını saptayarak) derhal kültürel bir kınlaşma doğuracak; mesajın çözümlenmesi larca ya da yüzlerce yıl alacaktır. Harvar bir SETİ astronomu olan Paul Horowitz, üni sitelerin yeni bölümler kurmasının nedenle ? bu düşünceleri yattığını söyle nüktedir.

İleriki ırkların diğerleriyle bağlantı kur çalıştıklarını varsaysak bile fibşiki de yön çileri bu konuda para harcamayı uygun gö yordur!), gerekli bjlgiler radyo ya da tel yon dalgalarıyla beraber uzaya yayîlmalı Washington Üniversitesi astronomu Wood Sullivan’a göre, “yabancı” bilim adamları t vizyon sinyallerimizi inceleyerek, dünyam dönüşünü, güneş çevresindeki yörüngesini, zey sıcaklığını hatta televizyon kulelerinin yutlarıhı hesaplayabilirler.

Fakat evrenin geri kalan kısmındaki z yaşam neye benzemektedir? Onu meydana tiren maddelerin bileşimi çok basittir : B! metan gazı alıp, su buharı, azot, amonyak, bon dioksit, belki biraz sülfür, büyük bir p çamur, sıvı halde su ekleyin (hepsinin i dünyada bolca bulunduğu düşünülüyor) ve diğimiz ışıkla ya da morötesi ışınlarla karı canlandırın. Sonuç, genellikle amino as (proteinin temel yapı taşları) içeren ve or^ bileşiklerle dolu, kahve renkli sultı bir çarnu Doğa bu organik molekülleri, kuyrukluyıldı

FRANK DRAKE’İN KOZMİK MESAJI

Günümüzden 25 bin yıl sonra, M 13 açık yıldız kümesinin sakinleri, eğer radyo-teles- kopları doğru yöne dönmüşse, Samanyolu gdaksisinîn bir ucunda duran önemsiz bir güneşi üç dakika için galaksinin en parlak radyo yıldızları gibi göreceklerdir. Onlar, Estrofîziksel bir felakete değil, 1974 yılında dev Arecibo radyo-teleskobu ile dünyamızdan uzayın derinliklerine yollanmış kozmik bir mesaja tanıklık edeceklerdir. Cornell Üniversitesi fnden SETİ öncüsü Frank Drrke tarafından hazırlanan ve 8 yıl önce / gönderilen mesaj, btfgîsayarlarca kullanılan matematiksel binary dillndedir ve 1.679 adet “2″ ev “O” ya da “bit” ler (en küçük parça anlamında) taşımaktadır. M 13’ün matematikçileri önceleri biraz uğraşsalar de, en sonunda 1.679’un 3 ve 23’ün çarpımı olduğunu anla* yrcaklardır. Ellerindeki bitleri 73 sıra ve 23 değişik çeşitte sıralayarak ve sıfırları siyah karelere, birleri ise beyaz karelere çevirerek, burada gördüğümüz şekli bulacaklardır. İşte

o             zaman şifrenin asıl çözümü başlayacaktır.

Mesajın en üst tarafında bir matematik dersi verilmektedir: Sağdan sola doğru 1’den 10’a kadar olan sayılar binary sistemiyle yazılmıştır. Bunların altındaki 5 adet binary sayısı, dünyasal yaşamın temel elementleri eten, hidrojen, karbon, azot, oksijen ve fosforun atomik sayılarını belirtmektedir.

Aşağıdan yukarıya değru i’zar.an yeni bölüm ise bir kimya dersidir. Binary sayılardan oluşan 12 blok, DNA’nın esas bileşenlerinin kimyasal formülleridir. Dünyadaki yaşamın anahtarı, en önemli molekül DNA, şeklin ortasına doğru kıvrılan sarmal biçim ile gösterilmiştir.

Ortadaki sütunda ise insan DNA’sınn

1. milyar bileşenden oluşduğu rnlatılmıştır.

  1. 2.      Bunların altında da, bir insan figürü yer almaktadır. Onun solunda, yine binary sayılarla dünyanın nüfusu verilmiş; sarında ise bu mesajın iletildiği dalga genişliklerinin katlarına orantılı olarak, insanın boyu yazılmıştır. Ayakları altında bir güneş ve dokuz tame gezegen vardır. M13 astronomları, bu yaratığın güneşin üçüncü gezegeninde yaşadığını, o gezegenin yerinden biraz oynamış olmasından dolayı anlayacaklardır. Şeklin en alt kısmına, mesajı gönderen Arecibo teles- kebu ve onun bcyutları eklenmiştir.

 

Titan’ın, Jüpiter’in ve Satürn’ün «bulutlarına uzayın donuk ve soğuk tozları ile dünyamıza dağıtmıştır. Biyologlar, bayatın dünyada, başlangıçtaki bu çorbayı oluşturan maddelerden, kendisini eşle- yebilen ilk DNA zincirinin meydana gelmesiyle başladığını düşünmektedirler. Dünya bir milyar yaşına ulaştığında ise, her yerde mavi-yeşil yosunlar yetişiyordu. Bilim adamları bu yosunlarla, onları izleyen tüm yaşam biçimlerinin ilk DNA rr ok külünden geldiğine inanmaktadır. Aımes’de fizyolog olarak görev yapan ve NASA’nın SETİ bölümü yöneticisi John Billingham, “Hayatın dünyamızdaki başarısı, onun başka bir yerde de yar olduğunun en belirgin kanıtıdır” demektedir. “Doğada şimdiye kadar bulduğumuz hiçbir şey, türünün tek örneği değildi.”

Fakat hayatın ortaya çıkışı, zekânın ve rad- yo-teleskopların oluşması yolunda atılmış sadece tek bir adımdır. Galaksimizdeki milyarlarca yıldızın içinde acaba kaç tanesi gezegenlerinde hayatın yeşermesine olanak tanıyacak kadar sağlam ve uzun ömürlüdür? Gerçekten de, onların kaç tanesinin gezegenleri vardır ve bu gezegenlerden ne kadarı yaşanabilir durumdadır? Başlangıçtaki çorbada, hayatın temeli DNAyı ya da benzer bir karmaşık molekülü oluşturmak için doğru maddelerin birleşme şcnsı nedir? Ayrıca ^hayat daima zekâ anlamına gelmez, hatta zeki varlıklar bile teknolojiden yararlanmayabilir. Örneğin şu neşeli ama gelişmiş bir beyne sahip yunuslar gibi. Bütün bunların yanı sıra, teknolojik uygarlıklar kendilerini yok etmeden önce ne kadar süre yaşayabilirler? Cari Sağan gibi akla yakın tahminlerde bulunan iyimserler bu olasılıkları çoğaltarak, sadece Sarnan- yolu’nda bir milyon kadar ileri uygarlığın bulunabileceği sonucuna ulaşmaktadır (ve astronom- ler evrende 100 milyar galaksi olduğunu tahmin ediyorlar).

Fakat geçtiğimiz yıllarda, sayıları giderek artan ‘kötümserler gnılbu iyimserlerin düşüncelerine karşı çıkmaktadır. Bunlara göre, hayatın dünyada yeşermesi bir şans^ sonucudur, daha önce hiçbir yerde yaşam olmamıştır ve olmayacaktır, yeni insan evrende tek başınadır.

  1. yılında, galaksimizde başka hiçbir zeki varlığın olmadığını ileri ^eüren Texas Trinity Üniversitesi astronomu Michael Hart, kötümserlerin başını çekmektedir. Hart, kanıtını oldukça dünyasal bîr gözleme dayandırmaktadır: Bugün güneş sistemimizde bizden başka canlılar olmadığı gibi daha önceleri de kimse bizi ziyaret etmemiştir. Eğer başka uygarlıklar bulunsaydı, onlar uzay yolculuğunu geliştirecek ve birkaç milyon yıl içinde galaksiyi sömürgeleş- tlreceklerdi. örneğin, onların 1 ışık-yılı uzaklıktaki bir yıldıza 10 yılda gidebildiklerini ve oradan başka yıldızlara hareket edebilmeleri için de bir 10 yıl daha gerektiğini varsayalım. Böy- lece onlar galaksiyi (100 bin ışık-yılı uzunluğunda) 2 milyon yıl kadar bir sürede tamamen aşmış olacaklardı. Galaksi ise bundan 5.000 defa daha yaşlıdır, yani birçok ileri uygarlık bulunsaydı, “birileri” dünyamıza da uğrardı. Hart, “Hiç kimsenin buluş yapmamasına ve sömürgeleştirmemesine inanmak çok güçtür” diye konuşmaktadır.

Bu açıklama, Tulane Üniversitesi fizikçilerinden Frank Tipler tarafından biraz daha geliştirilmiştir. Ona göre, yabancıların canlı göndermeleri gerekmez. Bilgisayarlarla donatılmış ve yeni bir gezegen sistemine varınca elde ettiği bilgileri radyo ile kendi gezegenine yollayan sondalar yeterlidir.

Kötümserler, SETİ konferanslarına alınmadıklarından ve yazılarının Amerikan dergi ve gazetelerinde yayınlanmasının SETİ taraftarlarınca önlenmesinden yakınmaktadır. Bu arada Hart, uzaydan beklenen sinyallerin bize yararlı bilgiler taşıyacağı, hatta insanlığı kurtaracağı inancının bir önyargı olduğuna inanmaktadır. O, SETİ araştırıcılarının aksine, insanoğlunun birkaç yüzyıl içinde galaksiyi sömürgeleştireceğini ve yıldızlararası yolculuğun göz yıldırmayacağını söylemektedir. Halbuki diğer bilim adamları, ışık hızının 1/10’u bir hızla en yakın yıldıza yapılacak kısa bir yolculuk ^sırasında, ABD’nin 500 yıllık enerji gereksinimine es miktarda enerji kullanılacağını hesaplamıştır. Qı#r Hart ve Tipler’in bu tür zorlukları görmezlikten geldiğini belirtmektedir.

Uzak gezegenlerden mesaj gönderebifenler ne tür yaratıklardır? Biyolog John Billingham, dünyadışı yaşamın, dünyadaki gibi karbon yapılı olup olmadığını ve DNA tarafından yönetilip yönetilmediğini merak etmektedir. “DNA tek yaşam biçimi mi bilmiyoruz ama, herhalde en iyisidir” diye konuşmaktadır. Bazı bilim adamları, karbon kadar kolay değişen silikonun da hayatın temelini oluşturabileceğini ileri sürmektedir. Hatta John Wolfe, onun değişik bir rol oynadığım, örneğin mekanikleşmiş canlılar için yarıiletken bir madde görevini yüklendiğini spnmaktadır.

Görüldüğü gibi, insanlığı evrende başka canlı varlıkların olup olmadığını bilmeye zorlayan neden, kozmik yalnızlık duygusudur. JFL astronomu Michael Klein, “Biz bu araştırmaları kendimizi ve evrendeki gerçek yerimizi bulmak amacıyla yapıyoruz” demektedir.’“Bu, insan ırkının da belki bilmeden katıldığı bir araştırmadır”. Dîscover’dan Çeviren: Haldun İ. MENALİ

 

Frank J. TİPLER

l””\ ürryadışı zeki yaşamın var olma düşüncesi insanlara daima çekici gelmiştir. Son 25 yılda sayısız astronom, özellikle, Cornell Üni- versltesi’nden Cari Sağan ve Frank Drake ile Massaöhusetts Teknoloji Enstitüsünden Philip Morrison, radyo-teleskoplar yardımıyla dünyadışı canlılardan gelebilecek sinyalleri araştırmamızı önermişlerdir. Fakat, harcamaları milyonlarca doları aşan böyle pahalı bir deneye girişmeden önce, sonucun ne derece başarılı olacağı göz önüne alınmalıdır. Benim kanım, böyle bir araştırmanın kesin başarısızlığa uğrayacağı yolundadır. Çünkür hem kendi galaksimizde hem de bugün için bilinen evrence yaşayan tek canlı türünün insanoğlu olduğuna inanıyorum.

Dünyadışı zeki yaşam sözcüğüyle, kendi uygarlığımıza benzer, ya da bizimkinden daha üstün bir teknoloji geliştirmiş ve bizim gibi, diğer canlılarla haberleşmek, evreni keşfetmek ve belki sömürgeleştirmek amacı güden canlı türlerini belirtiyorum. Bu tanımın çok sınırlı olduğu ileri sürülse de, günümüzde kullanılan rad- yo-teleskopların saptayabileceği dünyadışı herhangi bir zeki yaşam ancak bu şekilde olabilir. Ayrıca bu zeki canlılar, dış görünüş bakımından bizden tamamen farklı özellikler gösterebilirler.

Dünyadışı zeki yaşamın var olmadığını savunan düşüncemi iki nedene dayandırıyorum. Birincisi; çağımızın ünlü evrimbilimcilerîne göre, tek hücreli basit canlılardan, karmaşık yapılı zeki canlı türlerine geçiş, birçok değişik evreleri içermekte ve bunların tümünün sonunda da zeki canlılara rastlanmamaktadır. Zekânın ortaya çıkması için, birbirinden farklı birçok olasılığın çırayla meydana çelmesi gerektiğinden, bugün evrimbilimciler, zeki canlılara varan evrim sürecinin dünyamız dışında başka hiç bir yerde tekrarlanmadığı konusunda anlaşmaktadır.

Bu arada SETİ (dünyadışı zeki canlıların araştırılması) nın ne derece başarı sağlayabileceğini de hesaplayabiliriz. Zekânın oluşma olası-

Dünya dışında, evrenin herhangi bir köşesinde yaşam olup ofmadığı, okuyucuianmmn m fazla ilgisini çeken konulardan bîrini oluşturuyor. Başta ABO olmak özere tüm ülkelerde tartışılan ve üzerinde çalışmalar yapılan bu konuda Mim adamlarının farkh görüşleri var. 38- 40. sayfalarda yer alan yazıda bu görüşlerin bir bölümünü sîzlere aktarmaya çalıştık. Tersi görüşü savunan bu yazıya da yer vererek, yorumu okuyuculanmıza bırakmayı amaç* lıyoruz.

nan bilgilere dayanarak kendi kopyalarını oluşturabilecek yeterlilikte olmalıdırlar. Ben böyle bir araca, ımakinaların kendilerini eşleyebilecek- lerini prensipte kanıtlayan ilk kişi olan Amerikalı matematikçi John von Neumann’ın adını vererek, von Neumann sondası diyorum.

Bu sonda başka bir yıldız sistemine girince, her sistemde var olduğu kabul edilen küçük gezegen, kuyrukluyıldız ya da benzer cisimlerin maddesel artıklarından yararlanarak kendisini eşler ve ortaya çıkan kopyalarını diğer yıldız sistemlerini keşfetmeye göndererek, aynı işlemin oralarda da sürdürülmesini sağlar Daha sonra, araştırmalarını kendi hedefi olan yıldız sistemi üzerinde yoğunlaştırır. Tüm sondalardan toplanan veriler dünyaya radyo dalgalarıyla iletilir. Sonuçta, galaksimizin tüm yıldızları başlangıçtaki tek bir sondadan üretilen uzay araçlarıyla ve sadece tek bir von Neumann sondasının maliyetine keşfedilmiş olur. Bu tür bir araştırma, günümüz fiyatlarıvla yaklaşık 4 milyar dolara mal olmaktadır.

öte yandan canlı olmayan bir yıldız sistemi. bir-von Neumann sondası tarafından sömür- geleştirebilir. Bir insanın meydana gelmesi için gerekli tüm bilgi, tek bir döllenmiş insan yumurta hücresinin DNA’sında kodlarmıştır. Bu bilgi sondanın bilgisayarında depolanırsa, hedef olan yıldız sistemine varıldığında sonda tarafından böyle bir yumurta hücresi oluşturularak, suni bir râhime yerleştirilmesi sağlanır. Bu işlemden dokuz ay sonra başka bir yıldız sisteminde ilk insan doğar. Böyle “yaratılan” bebekler, von Neumann sondasınca inşa edilen uzay istasyonlarında robotlar tarafından büyütülür. Bu yöntem, bir yıldız sistemini herhangi bir canlı türü ile sömürgeleştirmek için kullanılabilir.

 

Oldukça basit bir roket sistemiyle donat mış bir von Neumann sondası, iki yıldız arası daki ortalama uzaklığı 100 bin yılda aşabil! Kendisini eşlemek için de yaklaşık bin yıl g’ rektiği varsayılırsa, tek bir sondanın üretti araçlar tüm galaksiye 300 milyon yılda yayı bilirler. Bu sürenin, galaksimizin 10 ila 20 mi yar yıllık tahmini yaşıyla karşılaştırıldığında kısa olduğu görülmektedir.

Yeterince gelişmiş toplumların, kendi gezegenlerinin oluşumunun ilk 6 milyar yılı içinde [Dünya 4.5 milyar yaşındadır) galaksiyi keşfetmeye başladıklarını kabul ederseik, şimdiye* kadar galaksimizde kaç tane uygarlığın ortaya çıktığını hesaplayabiliriz. Bugün bize 6.3 milyar yıldan yaşlı olan yıldızlarda yaşayan canlıların erişmesi gerekirdi; fakat böyle bir durum söz konusu olmadığından, galaksideki 6.3 milyar yıldan yaşlı tüm yıdızlar için 1’den daha az sayıda uygarlık varolduğu anlemı çıkar. Diğer bir deyişle, bizim uygarlığımız galaksimizde tek başınadır.

Olumlu sonuç alındığı zaman, SETİ deneylerinin derin etkileri olacağını kabul ediyorum, fakat araştırmaların hiçbir şey saptayamadığı- nı varsayalım. Bu bize dünyadışı zeki yaşamın neye benzediği hakkında bir yargı getirebilir mi? Kısaca, hayır. Radyo araştırmaları, yabancı toplumların teknolojisi ve sosyal yapısı özerine tahminlere dayandığından, SETİ taraftarları başarısız oldukları takdirde; yanlış dalga taylarında inceleme yaptıklarını, ileri topluımlsrın radyo vericilerini yetersiz bularak artık kuşanmadıklarını ya da bunlara benzer binlerce neden ileri süreceklerdir. Bir kuramıp bilimsel nitelik taşıyabilmesi için, deneylerle * doğruluğunun ya da yanlışlığının kanıtlanması gerekir. Bu açıdan bakıldığında, SETİ geçerli bir bilimsel deney olmaktan çok uzaktır. O ancak; SETİ savunucuları, benim düşüncemin akla yatkınlığına onları neyin inandıracağını söyledikleri zaman, gerçek ve değerli bir bilim dalı olacaktır.

Bu gerçekleşinceye kadar, SETİ için para harcanmamalıdır. SETİ taraftarlarının bir yıllı araştırmaları için talep ettikleri 2 milyon dolar, NASA’nın toplaım bütçesiyle karşılaştırıldığınd küçük görünürse de, diğer bilim dallarında har Canmayan para tutarına eşittir. Hayalci rad’ araştırmaları yerine, yaşamın dünyamızdaki e rimiyle ilgili çalışmalara önem verirsek, dünv dışı zeki yaşam hakkında ancak o zaman d ayrıntılı bilgiye sahip oluruz.

Dlscover’dan Çev.: Haldun I. M

 

KUVARS VE SAATLER

Bir bilgin, ya hiçbir yeni şey ileri sürmemeye ya da, bu yeniyi (savurabilmek için onun kölesi olmaya karar vermek zorundadır. NEWTON

1975’de satılan 225 milyon saatin sadece yüzde üçü kuarslı idi. 1979’da ise bu oran, satılan 280 milyon saatin yüzde yirmisi idi. Yapılan tahminlere göre 1985’de satılacak olan 300 milyon saatin yansı kuarslı olacak. Kuarslı saatlerin gelişmeleri, mini-elektronik dünyasında son yıllarda önemli ilerlemelerle olası olabilmiştir. Mini-elektronik dünyfesı deyimi kuarslı saat, hesap makineleri ve benzerlerinin tuttuğu küçük yüzeyden kaynaklanıyor. Bu alandaki ilerlemelerden biri kullanılan elektrik enerjisinin tasarrufu, zaten kuars burada işe karışıyor. Bir kuars parçacığı içine bir saat in motoruna yetecek kadar elektrik yüklenebilmekte. Kuars m kullanım ulam sadece saatçilik değil. Telekomünikasyon da 1979’da kuars üretiminin yüzde sekseni kullanılıyordu, geriye kalan yüzde yirmi’den modern enformatik tekniklerinde, elektronik aletlerde ve elektrik endüstrisinde yararlanılıyordu. Kuars ın dünyanın 4ıemen hemen her yerinde bulunabilmesi (özellikle Madagaskar ve Brezilya’da) ve son bir kaç yıldır yapay olarak üre

Kuvars kristalleri

 

 

tilebilmesi kuars m yeterli olarak bulunamaması sorununu ortadan kaldırıyordu. Doğada kuars çeşitli değerli taşlar halinde bulunuyor: Rengi mor elan ametist ve rengi sarı olan sitrin bunla-^ bazıları. Ama doğal kuars, yapayının yanında daha pahalı kalıyor.

Passepartour’dan Çev: Evren ÖRS

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*