PEYGAMBERLİĞİN (5)’inci senesinde ilk Habeşistan
kafilesi yola çıkmış; ilk Müslümanlar dinleri için evlerini,
barklarını terkederek gurbet ellerine yerleşmeyi göze almaya
mecbur kalmışlardı. Bu kafilenin gidişinden hemen
sonra İslâm’la müşerref olan Hazret-i Ömer, mü’minlere
büyük bir kuvvet ve destek olmuşsa da, müşrikler işin
gittikçe büyüdüğünü düşünmeleri üzerine zulümlerini
daha da arttırmaya başlamışlardı. Bu yüzden peygamberliğin
altıncı senesinde ikinci bir Habeşistan kafilesi yola
çıkmış, onlar da Habeşistan’a göç etmek zorunda kalmış
lardı.
Gariptir ki, doğup büyüdükleri baba ocaklarını, sâhip
oldukları mal, mülklerini göz kırpmadan terke mecbur
kalan bu masum ve mazlum insanların düçar edildikleri
bu mağduriyet yetmiyormuş gibi insafsız müşrikler, Mekke’den
Amr bin As ile Abdullah bin Ebî Rebî’i bir hayli yekûn
tutan hediyelerle Habeşistan’a gönderdiler. Maksatları,
mağdur ve mazlum Müslümanları sığındıkları yerden
alıp geri getirmek, Mekke’de onlara revâ görecekleri zulüm
ve cinayetleri teşhir ederek ehl-i imana gözdağı vermek,
böylece işin daha fazla genişlemesini önlemekti.
Gönderdikleri iki adama verdikleri direktif şöyle idi:
– Bu hediyeleri önce Habeşistan melikinin adamları
na verecek, onları kazanacaksınız. Sonra Necâşî’nin huzuruna
çıkacak, onun da özel hediyelerini verecek, kendisine sığınanları bundan sonra geri isteyeceksiniz.
Müşriklerin adamları bunları aynen yaptılar. Habeşistan’a
gelince, önce melikin etrafını tutmuş olan hükü
met vazifelilerine hediyeler verip, onları ayarladılar. Sonra
da melikin huzuruna çıkıp cazip hediyelerini takdim ettikten
sonra, isteklerini şöyle ifade ettiler:
– Aramızda zuhur eden hâdiselerden dolayı size sığınmış
olan bu bozguncu kimselerin bize iâdesini istiyoruz.
Mekke eşrafı bizi bunun için size gönderdi. Bunların ne
türlü kötü ve zararlı kimseler olduğunu, ancak onları yakından
tanıyan bizler biliriz. Size masum görünmelerine
bakmayın..
Konuşmanın bu kısmında, daha önceden sözleşildiği
üzere melikin adamları söz alarak aynen teyid ettiler:
– Öyledir efendimiz. Bunların ne türlü kötü ve zararlı
kimseler olduğunu onları yakından tanıyanlar daha iyi bilirler.
Bize masum görünmelerine bakarsak aldanırız!..
Konuşmanın bir yerinde, meliki tahrik etmek isteyen
Mekke müşriklerinin bu iki sözcüsü şunu da ilâve etti:
– Efendimiz! Onlar, huzurunuza girince, size secde de
etmezler. Siz onları bize iâde edin. Böylesine saygısız kimseleri
ancak biz islâh ederiz!
Birçok bakımlardan tahrik ve tezvirlerle dolu bu konuşma,
hükümdarı memnun etmedi. Aslında gerçek dini
bulamamış, ama bulmaya lâyık bir iyi niyet ve arzuda kalmış
olan bu Hıristiyan melikin kalbinde hakikatlara karşı
bir sevgi yeri vardı. Lâkin henüz üzeri küllenmiş bir
ateş halindeydi. Üfleyecek bir hâdiseye ihtiyaç vardı. Necaşî’nin
memnuniyetsizliğini hisseden çevresindeki
adamları, aldıkları hediyelerin icabı gereği ağırlıklarını
koydular:
– Efendimiz, vallahi bu adamlar doğru konuşuyor. Biz
gelenleri teslim edelim, alıp götürsünler, ne yaparlarsa
yapsınlar.
Necaşî büsbütün kızdı:- Çaresiz kalarak bana sığınmış insanları teslim etmek
benim adâlet anlayışıma uymaz. Ancak, çağırır, onları
da dinlerim. Bunların söylediklerinin doğru olup olmadığını
bizzat kendilerinden öğrenirim. Ondan sonra isterlerse
teslim ederim. Şayet bunların söylediklerinin aksi
zuhur ederse, bana sığınanları ben korur, muhafaza
ederim. Bu benim şerefimle alâkalıdır.
Necaşî dâvetçisini gönderip kimsesiz muhacirleri huzuruna
çağırttı.
Muhacirler önce kendi aralarında fikir birliğine vardı
lar.
– Sözcümüz Ca’fer olsun. Her kafadan bir ses çıkmasın,
dediler.
Bu arada kendi rahiplerini de çağırtan melik, onlann
da kitaplarıyla hazır bulunmalarını istedi. Divanın teşekkülü
son derece ciddi oldu.
Artık Hıristiyanlığın, putperestliğin ve İslâm’ın temsilcileri
çarpışacaktı. Sanki bir imtihan ve hak arayışının
büyük jürisi teşekkül etmiş, neticeyi divandaki konuşmalara
göre tâyin edeceklerdi.
Hey’etin teşekkülünden sonra muhacirleri sükûnetle
içeri aldılar.
Müslümanların en önünde Necaşî’nin huzuruna giren
Cafer, evvelâ selâm verdi, sonra da âdet olan secdeyi yapmadan
gösterilen yere geçti. Hükümdarın adamları hemen
müdahale ettiler:
– Hükümdarımıza secde etmeden geçtiniz!
Ca’fer gayet sakin ve kendinden emin şekilde cevap
verdi:
– Biz sadece Allah’a secde ederiz. Allah’ın Resûlü bize
böyle bildirdi.
Müşrik sözcüleri hemen fırsatı değerlendirdiler:
– Biz size dememiş miydik efendimiz? Görüyorsunuz
ya? Söylediklerimizin tümü de işte böyle doğrudur! Necaşî bu sözlere pek iltifat etmedi. Hemen suâle geç
ti:
– Söyleyin bakalım, siz ülkeme ne için geldiniz? Sıkıntınız
neydi?
Muhacirlerin sözcüsü, mes’eleye değişik açıdan girmek
istiyordu. Bunun için söze şöyle başladı:
– Size üç şey soracağım. Bu suâlime onlar cevap versinler.
Ancak sizden ricam, bu adamlardan biri konuş
sun, hepsi birden söze karışıp da mes’elemizi anlaşılmaz
hale sokmasınlar.
Müşriklerin sözcüsü Amr bin Âs:
– Ben konuşacağım, dedi.
Bundan sonra Ca’fer şu fevkalâde mühim suâlleri
sordu:
– Bizi ülkesinde misafir eden ey muhterem hükümdar!
Lütfen bu adama sorun: Biz köle miyiz ki, arkamızdan
gelmişler, bizi yakalayıp götürecek, sâhiplerimize iâ-
de edecekler?
Hükümdar suâli tekrar etti:
– Ne dersin Amr? Bunlar köle midirler?
– Hayır, köle değil, hürdürler!
Ca’fer ikinci sualini sordu:
– Biz haksız yere birilerinin kanlarını mı döktük ki,
bizi takip ederek arkamızdan gelip götürmek istiyorlar?
Kanlarını akıttığımız kimselere teslim edecekler?
– Ne dersin Amr? Bunların böyle bir suçlan mı var ki,
peşlerini takip etmek ihtiyacı duymaktasınız?
– Hayır, böyle bir suç da işlemediler.
Ca’fer üçüncü suâlini de sordu:
– Biz halkın malını mı çalıp kaçmışız ki, bizi geri gö
türüp borçlulara teslim etmek için peşimize düşmüşler?
– Ey Amr, bunlar borçlu mudurlar? Hırsızlık mı ettiler?- Hayır, vallahi kimseye borçları da yoktur! Hırsızlıkları
da.
Ca’fer’in suâlleri bitmiş, ortalığa sessizlik hâkim olmuştu.
İâde edilmelerini gerektiren suçların hiç birini iş
lemedikleri Ca’fer’in bu ferasetli sualleriyle meydana çıkmıştı.
O halde ne için peşlerine düşülecek, neden bu masum
ve mağdur insanların iâde edilmelerini isteyeceklerdi.
Necaşî nihâî suâlini sordu:
– Peki, neden bu insanların peşine düşüyor, onların
teslimini istiyorsunuz? Bakın suâllerine verdiğiniz cevapla
masumluklarını siz açıklamak zorunda kaldınız. İâdelerini
gerektiren bir suçlan yok.
Mes’eleyi saptıracak yer kalmadığını anlayan Amr bin
Âs asıl maksatlannı itiraf zorunda kaldı.
– Biz bir dine tapmışük. Onlar bu dini bırakıp Muhammed
denen birinin Allah’dan getirdiğini iddia ettiği dine
inandılar, bizim taptığımız tannlan terk ettiler. İşte bü
tün huzursuzluk da buradan çıktı.
Necaşî bu defa Ca’fer’e döndü:
– Sizin inandığınız yeni din, benim dinime benzemiyor.
Mekkelilerinkine de uymuyor. O halde biraz açıklar
mısınız, bu yeni dinin aslı, esası nedir?
Ca’fer, istediği fırsatı bulmuş, İslâmiyet’i anlatmak
için beklediği ânı elde etmişti. Uzunca bir konuşma yaptı.
İslâm’dan önceki câhiliyye devrindeki putlara tapışları
nı, kız çocuklarını diri diri gömüşlerini, ahlâksızlık ve kö
tülüğün bütün çirkinliklerine daldıklarını, kuvvetli olanların
zayıfları ezdiğini, ama İslâm’la bütün bu kötülüklerden
uzaklaşıp, aklın, vicdanın ölçülerine uyan bir inanç
silsilesine tâbi olduklannı birer birer saydıktan sonra şöyle
dedi:
– Sadece şahsımızla yaşayarak güzel örnek olmak istediğimiz
bu dinimizin emirlerine bağlı kalmamızı işte
bunlar çekemediler. Biz de evimizi, barkımızı, malımızı,
mülkümüzü, hattâ doğup büyüdüğümüz baba ocağımızıbütünüyle bunlara terkedip adâletperverliğinizi duyduğumuz
size sığınmayı tercih ettik. Huzurunuzda haksızlığa
uğramayacağımızı umuyoruz.
Necaşî gönülden kopan bu sözleri büyük bir dikkatle
dinledikten sonra sordu:
– Senin yanında Peygamberinize geldiğini söylediğin
Kur an âyetlerinden var mı?
– Var. Meryem sûresinin baş tarafını yazıp yanımıza
almıştık.
– Öyle ise biraz oku da dinleyelim.
Ca’fer bilhassa Meryem validemizle İsa Aleyhisselâm’ın
hayatlarını anlatan bu sûrenin ilk âyetlerinden
okumaya başladı.
Âyetleri dinledikçe Necaşî’nin gözleri yaşarmaya baş
lamıştı. Bir ara kendini tutamayarak konuştu:
– Vallahi bunlar aynı kandilden fışkıran nura benziyor.
İsa ve Mûsa’ya gelenin de bu kaynaktan geldiğine
şüphe etmiyorum.
Bundan sonra divanın havası sakinleşmiş, melikin
kanaati Amr bin Âs’la, Abdullah bin Ebî Rebî’nin hoşuna
gitmeyecek şekle gelmişti. Necaşî kararını şöyle verdi:
– Haydi gidiniz Mekkeliler! Vallahi bunları ne size teslim
ederim, ne de bir kötülük etmenize razı olurum.
Böylece divandan mağlûp ve mahcup vaziyette çıkan
Ebû Cehil’in adamları, Resûlüllah’m ashabı karşısında
hacîl duruma düşmüş, Ca’fer’in dirayetli üç suâliyle
mes’elenin gerçek veçhesinin ortaya çıkmasını önleyememişlerdi.
Ama Arabın cin fikirlisi diye bilinen Amr bin As, yeni
şeyler düşünüyordu. Bulduğu fikri arkadaşına anlattı:
– Vallahi bunların Meryem oğlu İsa’yı, herhangi bir insan
olarak kabûl ettiklerini, ilâhlık tarafı bulunmadığını
iddia ettiklerini Necaşî’ye ihbar ettiğim vakit işleri bitiktir.
Yarın sabah ilk işim bu olacaktır.Nitekim ertesi sabah tekrar melikin huzuruna çıkan
Ebû Cehil’in sözcüsü, Resûlüllah’ın ashabını şöyle şikâ
yet etti:
– Onlar Meryem oğlu İsa’ya iftira ediyorlar. O nun
hakkında ağıza alınmayacak şeyler söylüyorlar. İsterseniz
çağırıp dinleyin. Göreceksiniz İsa’yı nasıl sıradan bir insan
kabûl ettiklerini.
Necaşî, muhacir Müslümanları tekrar çağırdı.Toplu
halde yine geldiler. Sözcüleri yine Ca’fer’di:
Suâl-cevap başladı:
– Meryem oğlu İsa hakkında ne söylüyorsunuz?
– Biz İsa Aleyhisselâm hakkında Allah’ın Resûlü’nün
bize bildirdiğinden başka bir şey söylemeyiz. O, Allah’ın
kulu ve Resûlü’dür. Kendini Allah’a adamış bir kız olan
Meryem’in oğludur. Rabbimiz Âdem’i nasıl babasız yaratmışsa,
İsa’yı da aynı şekilde babasız yaratmıştır. Bu, kâ
inatın sahibine zor değildir.
Ortalığı bir sessizlik kapladı. Necaşî yerden aldığı bir
çöpü işaret ederek ilâve etti:
– Vallahi, Meıyem oğlu İsa’nın hali ve şanı da söylediğinizden
başka değildir. Bizim inancımızla sizin inancınız
arasında işte bu çöp kadar bile fark yoktur.
Bu konuşmaları hazımla karşılayamayan kendi
adamları homurdanmaya başlayınca Necaşî tekrar etti:
– Siz ister öyle deyin, isterse böyle. Gerçek, bu masum
insanların dediği gibidir.
Bundan sonra muhacirlere dönerek bizzat hitap eden
Necaşî şu tarihî sözleri söyledi:
– Sizi ve kendine iman ettiğiniz o zatı tebrik ederim.
Ben şehâdet ederim ki, sizin iman ettiğiniz o zat, Allah’ın
Resûlüdür. Zaten biz O’nu, İncil’de bulmuştuk. O’nu Meryem’in
oğlu İsa da müjdelemişti. Vallahi O, ülkemde olsaydı,
gider, ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkama şerefine
erişmeyi isterdim.Necaşî şöyle devam etti:
– Gidiniz, ülkemin istediğiniz yerinde ikamet ediniz.
Size kimse dokunamayacak, rahatsız edemeyecektir. Şunu
herkes iyi bilsin ki, size kötülük edecek olan herkes
helâk olacaktır.
Necaşî sözlerine şunu da ekledi:
– Sizden birini üzüntüye uğratınca, dağ büyüklüğünde
altına sahip olacağımı bilsem, o altını reddeder, sizi üzmek
istemem.
Necaşî bununla da iktifa etmedi. Ebû Cehil’in adamlarını
işaret ederek ihtar etti:
– Getirdiğiniz hediyelere de ihtiyacım yoktur. Allah bu
mülkü bana ihsan ederken benden rüşvet almadı. Alın
getirdiğiniz hediyelerinizi. Bir haksızlığı hak diye göstermek
için hediye almak bir melikin şanına yakışmaz.
Birbirine bakışan Amr bin Âs’la, Abdullah bin Ebî Rebi’,
kızgın olduğu kadar da ölgün bir kıpırdanışla kapının
çıkışma koyulmuş hediyelerini alarak çekip gitmekten
başka çare bulamadılar.
Ca’fer’in başkanlığındaki muhacir Müslümanlar ise,
Allah’a hamd ve şükürler ederek kaldıkları evlerine dö
nüp, Ebû Cehil’in adamlarının şerrinden kurtulmanın
huzurunu tattılar.
Bu masum ve mazlum Müslümanların burada kalış
ları tam (13) sene kadar sürdü. Nihayet hicretin yedinci
senesinde Necaşî’nin hazırlattığı iki gemiyle dönen bu fedakâr
muhacirler Cidde’ye çıktılar. Buradan da Medine’ye
doğru devamla Resûlüllah’ın (150) km. ötede Hayber’in
fethinde bulunduğunu öğrenince yolu oraya kadar uzattı
lar. Hayber’in fethi sırasında Müslümanların sözcüsü
Ca’fer’in diğer muhacir kafilesiyle geldiğini gören Resûlüllah
öylesine sevindi ki, şu tarihî sözü, bu sevincin ifadesi
oldu: – Bilmem bu iki hayırlı haberin hangisiyle sevineyim:
Feth-i Hayber’le mi, yoksa kudûm-u Ca’fer’le mi?…
Allah yolunda girişilen sabrın sonu böylesine güzel
bir neticeyle noktalanırken kendilerinden asırlarca sonra
gelecek Müslümanlara da örnek bir feragat ve fedakârlık
ölçüsü vermiş oldular bu masum insanlar. Nitekim aradan
asırlar geçti, onların örnekliğinin değeri geçmedi.
Bir gün Ca’fer’in hanımı Esmâ, Hafsa’nın yanında
oturuyordu. Kızının yanma gelen Hazret-i Ömer:
– Kimdir bu hanım? dedi.
Hafsa:
– Habeşistan muhacirlerinden Esmâ, dedi.
Hazret-i Ömer lâtifede bulundu:
– Bizler hicrette sizi geçtik. Resûlüllah’ın şehri Medine’ye
sizden önce geldik.
Kendisi yaşlı, fakat muhakame ve mantığı genç olan
Esmâ cevap verdi:
– Hiç de öyle olmasa gerek ya Ömer! Siz Resülüllah’ın
dâima yanındaydınız. O, aç kalanlarınızı doyurur, zayıflayanlarınızı
irşadıyla kuvvetlendirir, ondan devamlı şevk
alırdınız. Biz ise Habeşistan’da böyle bir azim ve şevk kaynağından
mahrumduk. Bu yüzden bizim sizden farklı şekilde
hicret etmiş olmamız lâzım gelir. Hem biz bir kere
Habeşistan’a, sonra ikinci kere de oradan Medine’ye hicret
ettik. Böylece sizden iki kat fazla hicret sevabına nail
olmamızı ümid ederiz.
Hazret-i Ömer’in bu görüşe iltifat etmemesi üzerine:
-Vallahi ben bu mes’eleyi Resûlüllah’a soracağım, diyerek
fırsatını kollamaya başladı.
Nitekim bir ara sualini sorma imkânını da buldu:
– Ya Resûlüllah, Ömer bizim sevabı az hicrette bulunduğumuzu
ifade ediyor. Ben ise hicrette onlardan daha sevaplı olduğumuzu ifade ediyorum, deyince, Resûlüllah
Hazretleri Habeşistan muhacirlerinin tarafını tutarak şöyle
karşılık verdi:
– Esmâ! Hicret hususunda sizi geçen kimse yoktur.
Sizler gerçekten de iki hicret sevabına nail oldunuz. Hem
Necaşî ülkesine, hem de bizim ülkemize hicret…
Bundan sonra ne oldu biliyor musunuz? Grup grup
Habeşistan’a hicret etmiş hanımlar Esmâ’yı ziyarete baş
ladılar. Resûlüllah’dan işittiği bu sözü tekrar tekrar dinliyor,
sevinç gözyaşları döküyorlardı. İki kere hicret şerefi
onları iki katlı sevindiriyordu
NECAŞÎ’NİN HUZURUNDA HAK İLE BÂTIL HESAPLAŞIYOR
03
Mar