ölüm, canlılarda bütün yaşam süreçlerinin
geriye dönüşü olmayacak biçimde durması.
Tarih boyunca gizemini koruyan ve boş
inançlara kaynaklık eden ölümün kesin
tanımı tartışmalara konu olmuş, kültürel ve
hukuksal farklılıklar göstermiştir.
Solunum, çoğalma ve madde alışverişi gibi
yaşam ölçütü olarak kabul edilen süreçlerin
yokluğu bazı canlılarda kesin ölüm belirtisi
sayılmayabilir. Örneğin, en küçük canlılardan
bakteriler düşük ısıda içerdiği sıvının
tümünü yitirerek toz haline gelebilir; bir
süre sonra uygun yaşam koşulları sağlanırsa
hücre yeniden normal işlevlerini yürütebilecek
duruma gelir. Tekhücrelilerde yapı
işlevi gören moleküller geriye dönüşsüz
olarak yeniden düzenlenirse ve bu düzen
hücre bölünmesi ve çoğalmasına engel olursa
hücrenin öldüğü söylenebilir.
Üstün yapılı hayvanlarla birlikte insanda
da ölüm tanısı eski çağlardan bu yana
ölümden sonra ilk dakikalarda ortaya çıkan
değişikliklerle konmuştur. Bunlardan başlıcaları
çevrel damarlarda nabzın durması,
kalp atımı ve solunumun durması, kornea
refleksinin kaybolması, derinin solması ve
kasların gevşemesidir. Kan dolaşımı ve
solunumun durmasıyla dokular oksijen alamaz
ve canlılığını yitirir. Oksijen eksikliğine
en az dayanan, bu nedenle en erken ölen
doku beyin dokusudur. Teknolojik gelişmeyle
birlikte yapay solunum, kalp-akciğer
pompası gibi yeniden canlandırma (reanimasyon)
yöntem ve aygıtlarının yaygın olarak
kullanılmaya başlaması, ölümden hemen
sonra yaşama döndürmeye olanak
sağlamıştır. Ayrıca tıpta organ ve doku
naklinin yaygınlaşması insanda ölümü belirleyen
ölçütlerin yeniden gözden geçirilmesini
gündeme getirmiştir. Çeşitli yapay yöntemlerin
yardımıyla vücut kendi başına
yerine getiremediği yaşam işlevlerini sürdü rebilmektedir. Bu yüzden, özellikle yaşamlarını
bu tür teknikler yardımıyla sürdüren
ve sağlıklı organlarını başkalarına bağışlayabilecek
kişiler söz konusu olduğunda
ölüm kararı verirken farklı ölçütlere gerek
vardır. 1968’de Harvard Tıp Okulu’nun The
Journal o f the American Medical Association’da
yayımlanan raporunda kabul edilen
“beyin ölümü” tanımı, tedavi edilebilir bir
bozukluğun olmadığı durumlarda 24 saat
boyunca solunum ve reflekslerin yokluğu,
tam koma durumu ve elektroensefalogramda
çizginin düzleşmesini kapsar. Başka
bir deyişle kesin ölümden söz edebilmek
için bütün beyin işlevlerinin yeniden kazanılamayacak
biçimde ortadan kalkmış olması
gerekir.
Hukuk açısından ölüm kişiliğin sona ermesi
sonucunu doğurur. Ölenin mal varlığı
hakları ölümle birlikte mirasçılarına geçer.
Miras bırakanın ölüme bağlı tasarrufları
ancak ölümünden sonra etkili olur. Kişilik
hakları, salt kişiye bağlı haklar ve kişisel
irtifak hakları ölümle sona erer.
Türk Medeni Kanunu’na (TMK) göre bir
kimsenin sağ olduğunu ya da öldüğünü ileri
süren bir kimse, savını kanıtlamak zorundadır
(m. 28). Ölüm kural olarak nüfus
kütüğündeki kayıtla kanıtlanır. Ama bir
kaydın bulunmadığı ya da kaydın yanlışlığının
ortaya çıktığı durumlarda, kanıtlama
için başka deliller de kullanılabilir (m. 29).
Bir kimsenin ölüsü bulunamazsa da içinde
kaybolduğu koşullardan dolayı ölmüş olduğuna
kesin gözüyle bakılabilir. Bu durumda
yasanın koyduğu karinelerden yararlanılır.
Örneğin bir geminin açık denizde batmasından
sonra cesetleri bulunamayan kimseler
ölmüş sayılarak nüfus kütüklerine o yerin
en büyük mülkiye memurunun emriyle
“ölmüş” kaydı düşürülebilir (m. 42). Kaza
ve doğal afetlerde aralarında yakın hısımlık
bağı bulunan kimselerden birkaçının ölmesi
durumunda kimin daha önce öldüğü miras
hukuku bakımından önem taşır. Bu gibi
durumlarda kesin bir saptama yapılamazsa,
birlikte ölüm karinesi kabul edilir (m. 28/2).
Birlikte ölüm karinesinin tersi tanık ifadeleri
ya da başka bir delille kanıtlanabilir.
TMK’nın 41. maddesine göre her ölümün
ve bulunan her ölünün en geç 10 gün içinde
nüfus memuruna bildirilmesi gerekir.
ölüm
24
Şub