SENÂULLAH-İ PÂNİ-PÜTİ

SENÂULLAH-İ PÂNİ-PÜTİ: Tefsîr, hadîs ve Hanefi mezhebi fıkıh âlimi, tasavvuf mütehassısı. îsmi, Muhammed Senâullah olup, Şeyh Celâl-i Kebîr-i Çeştfnin onikinci torunudur. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin en büyük talebelerinden olup, Hz. Osmân bin Affân’m soyundandır. 1143 (m. 1730) senesinde Pâni-püt şehrinde doğdu. 1225 (m. 1810) senesinde Pâni-püt şehrinde vefât etti. Kabri, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin zevcesinin kabri yanındadır.

Senâullah-i Pâni-pütî, yedi yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Nakli ve aklî ilimlerde ihtisas kazandı. Delhi’ye giderek, Şâh Veliyyullah-ı Dehle vî’den hadîs ilmini öğrenip, bu ilimde kemâle geldi, önce Mevlânâ Muhammed Abid-i Semâmî’nin, bunun vefâtmdan sonra, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin teveccühleriyle kemâle erdi. Sonra vatanına gidip, vefât edinceye kadar kadılık yaptı.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin halefi ve Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin hocası olan Abdullah-ı Dehlevî hazretleri, “ Makâmât-ı Mazhariyye” adlı pek kıymetli eserinde buyurdu ki: “Senâullah-i Pâni- pütt, Rabbânî âlimlerin örneği ve Hak teâlâmn sevgili kullanndan biri idi. Aklî ve nakjî ilimlerde uçsuz deryâ idi. Fıkıh ve usûl ilimlerinde mezhebde içtihâd derecesine yükselmişti. Fıkıh ilmine dâir büyük bir eser yazmış, bu eserinde kaynak ve delilleriyle dört mezheb mtictehidlerinin beyânlarım bildirmiştir. Kendi fetvâlannda kuvvetli olan husûsu ayn bir risâle hâlinde te’lif etti. Usûl ilmine dâir olan kendi îzâhlanm da aynca yazdı. Tefsirinde önceki müfessirlerin ifâde ve beyânlarım aldığı gibi, kendi te’villerine de yer verdi. Tefsirinde aynca Ahrâriyye ve Müceddidiyye büyüklerinin îzâhlanna da genişçe yer verdi.
Tasavvufa ve îmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ma’rifetlerine dâir açıklayıcı risâleler te’lif etti. Pınl pml bir zihin, keskin görüş, güçlü fikir ve üstün akıl onun üstün vasıflanndan ba’zılanydı. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin hizmet ve sohbetine kavuşunca, onlann son derece üstün ilgi ve tavsiyeleri ile, Makâmât-ı Ahmediyye’ye maz- har oldu. Kısa zamanda seyr ve sülûku tamamlayıp, tasavvuf hâllerinde nihâ- yete ulaştı. Uzun yıllar boyunca ilim ve ma’rifet tâliblerine feyz saçta, öyle ki, bizzat hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, kendilerine, “ Hidâyet sancağı” ünvâmm vermişti. Bir defâsında Gavsüs-8akaleyn hazret-i Abdülkâdir-i Gelyânî’nin kabr-i şeriflerini ziyâret etti. Abdülkâdir-i Geylânî, kendisine kabirde tâze hurma ikrâm eyledi. Yine bir defâsmda rü’yâsmda hazret-i Ali’yi gördü ve büyük müjdelere kavuştu. Bizzat hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri kendisi hakkında şöyle buyurmuştur.

“Senâullah-i Pâni-pütî’nin derecesi, yükseklikte benimki ile aynıdır. Bana gelen her feyze ortaktır. Zâhir ve bâtın kemâllerini toplamada mevcûdâtın en azizidir. Dînin kuvvetlendiricisi, yolumuzun nûrlandıncısıdır. Melekler ona ta’zim ederler. Kıyâmet günü bana; “Ne getirdin?” denilince; “Senâullah-i Pâni-pütî’yi getirdim” diyeceğim. Onu görünce kalbimde heybet duygusu hâsıl oluyor. O, sâlih, takvâ ve diyâ- nette âdetâ rûh-i mücessem gibidir. Melek huyludur. Melekler ona hürmet ederler.” “Senâullah-i Pâni-pütî, otuzdan fazla eser yazmıştır.

Yazdığı eserlerden ba’zılan şunlardır:

1- Tefsîr-i Maz- harî: Çok kıymetli bir tefsirdir. Arabîdir. 1384 (m. 1964) senesinde Delhi’de basılmıştır. On cilttir.

2- Îrşâd-üt-tâlibîn: Tasavvufa dâir çok kıymetli bir eserdir. Fârisî olup matbû- dur.

3- Gülşen-i vahdet (Mektûbât).
Tefsîr-i Mazharî’de rivâyet edilen hadîs-i şerîfde buyuruldu İd: “Cebrâil aleyh isselâm , K â’be kapısı yanında, iki gün bana imâm oldu. İkimiz, fecr doğarken sabah namazını, güneş tepeden ayrılırken öğleyi, herşeyin gölgesi kendi boyu olunca ikindiyi, güneş batarken (üst kenan kaybolunca) akşamı ve şafak kararınca yatsıyı kıldık. İkinci günü de, sabah namazım, hava aydınlanınca; öğleyi, herşeyin gölgesi kendi boyunun iki katı olunca; ikindiyi, bundan hemen sonra; akşamı, oruç bozulduğu zaman, yatsıyı, gecenin üçte biri olunca kıldık. Sonra; “ Yâ Muhammed! Senin ve geçmiş peygamberlerin namaz vakitleri budur. Ümmetin, beş vakit namazın herbirini, bu kıldığımız iki vaktin arasında kılsınlar dedi. ”

Tefsîr-i Mazharî’nin birinci ve üçüncü cildlerinde buyuruluyor ki: “En’âm sûresindeki “Âzer” kelimesi, “Ebihi99 kelimesine atf-ı beyândır. Âzer’in, İbrâhim aleyhisselâmın babası değil, amcası olduğunu bildiren haberler daha doğrudur. Arabistan’da amcaya baba denilir. Kur’ân-ı kerîmde de, Ismâil aleyhisselâma, Ya’kûb aley- hisselâmın babası denilmiştir. Hâlbuki amcasıdır. Âzer’in asıl ismi “Nâhûr” idi. Nâhûr, dedelerinin hak dîninde idi. Nemrût’un vezîri olunca, dînini dünyâya değişerek kâfir oldu. Fahreddîn-i Râzî ve selef-i sâlihînden çoğu da, Âzer’in amca olduğunu bildirdiler. Zerkânî, Mevâhib-i ledünniyye’yi şerh ederken, tbn-i Hacer-i Heytemî’ nin; “Âzer’in amca olduğunu Ehl-i kitab ve târihçiler sözbirliği ile bildirmişlerdir” sözünü vesika olarak yazmıştır. İmâm-ı Süyûtî; “Âzer’in baba olmadığım, îbrâhim aleyhisselâ- mm babasımn Târuh olduğunu tbn-i Abbâs (r.a.) bildirdi” diyor. Ibn-i Abbâs’ın (r.a.) sözünü, Mücâhid, îbn-i Cerîr ve Süddî senedleri ile bildirmişlerdir. İbn-i Münzîr’in tefsirinde de, Âzer’in amca olduğunun açıkça bildirildiğini yine Süyûtî haber vermektedir. Kâmûs’da, Azer kelimesini anlatırken; “ibrâhim aleyhisselâmın amcasının ismidir” diyor. Imâm-ı Süyûtî, Resûlulla- hm, Âdem aleyhisselâma kadar bütün dedelerinin müslüman olduklarını bildiren bir risâle yazmıştır.”

“Senâullah-i Pâni-pütî, Talâk sûresinin üçüncü âyet-i kerîmesinin tefsirinde buyuruyor ki: “Imâm-ı Rabbânî, din ve dünyâ zararlarından kurtulmak için, hergün beşyüz kerre; “Lâ havle vela kuvvete illâ billah” okurdu. Buna “Kelime-i temcid” denir. Okumağa başlarken ve okuduktan sonra da yüzer kerre salevât okurdu. Hadîs-i şerifte; “Allahü teâlâmn bir nVmet vermesini ve bunun devamlı olma- sim istiyen; “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah99 çok okusun”
buyuruldu. Sahîhayn’daki hadîs-i şerîfde; “Bu, Cennet hazînelerinden bir hazînedir” buyuruldu. Bir hadîs-i şerifte de; “Lâ havle velâ kuvvete”
okum ak, doksandokuz derde devâdır. Bunların en hafifi, hemm9dir” buyuruldu. Hemm; gam, hüzün, sıkıntı demektir.”

Enbiyâ sûresinin sekizinci âyetinin tefsirinde buyurdu ki: “Hadîs-i şerifte buyuruldu ki; “Birinize dert ve belâ gelince, Yûnus peygamberin duâsım okusun! Allahü teâlâ onu muhakkak kurtarır. Duâ şudur: Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke inrd küntü minezzâlimîn.”

Irşâd-üt-tâlibîn risâlesinden ba’zı bölümler: Evliyâya inanmayan var. “Evliyâ vardı, şimdi yok” diyen var. “Evliyâ hiç günah işlemez, gaybleri bilirler, her diledikleri hemen olur, istemedikleri hemen yok olur” diyenler ve bunun için, evliyâmn kabirlerinde dilekte bulunanlar var. Böyle sananlar, kendi zamanlarındaki evliyâmn böyle olmadıklarını görünce, bunlann evliyâ olduklarına inanmıyor. Bunlann feyz- lerinden mahrum kalıyorlar. Müslüman ile kâfiri birbirinden ayıramaya- cak kadar câhil olanlar da, kendilerinin evliyâ olduklanm söylüyor. Böyle câhilleri evliyâ sanarak, bunlara bağlanan akılsızlar da var. Evliyâmn sekr hâlinde iken, ya’nî Allah sevgisi kaplayıp kendilerini unuttuklan zaman, bilmeyerek söylediklerini dillerine dolayarak, evliyâya kâfir diyenler de var. Evliyâmn böyle sözlerinden kendilerine göre yanlış manâ çıkararak, böyle yanlış inananlar, böylece Ehl-i sünnet âlimlerinin Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şeriflerden çıkarmış olduklan doğru bilgilere inanmayanlar, sapıtanlar var. Resûlullahın (s.a.v.) hepsini tebliğ etmeye memur olduğu zâhir bilgilerini öğrenip, Resûlullahın (s.a.v.), Eshâbın- dan dilediğine, dilediği kadar bildirmesi için izin verilen tasavvuf ma’rifetlerine inanmayanlar var. Evliyâya kıymet vermeyen, saygı göstermeyenler bulunduğu gibi, evliyâya tapınan, onlar için adak yapanlar, Kâ’be tavâf eder gibi kabirleri etrâûnda dönenler var. Bunun için vilâyetin ya’ nî evliyâlığın ne olduğunu din kardeşlerime bildirmek istedim ve Arabî dil ile, “Îrşâd-üt-tâlibîn” kitabım yazdım. Bu kitap beş kısımdır. Birinci kısım, vilâyetin doğru olduğunu bildirmektedir. İkinci kısım, tasavvuf yolunda gözetilecek edeblerdir. Üçüncü kısım, rehberin gözeteceği edeblerdir. Dördüncü kısım, tasavvuf yolunda ilerlerken gözetilecek edeblerdir. Beşinci kısım, Allahü teâlâya yaklaşmayı ve yaklaştırmayı bildirmektedir.

Birinci kısım: Islâmiyette vilâyet ve tasavvuf ilmi vardır, insanda zâhirî olgunluklar, üstünlükler bulunduğu gibi, bâtınî üstünlükler de vardır. Zâhirî üstünlükler, Ehl-i sünnet âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şeriflerden anlayıp çıkardıkları bilgilere uygun olarak inanmak ve farzlan vâcibleri, sünnetleri, müstehâblan yapmak ve haramlardan, mekrûhlar- dan, şüphelilerden, bid’atlerden sakınmaktır.Bâtınî Üstünlükler insanın kalbinin, rûhurtün yükselmesidir. Buhârî ve Müslim kitaplarında, Hz. Ömer şöyle bildiriyor “Birgün, Resûlul- lahın (s.a.v.) yamnda oturuyorduk. T aramadığımız bir adam geldi. “îslâm ne demektir?” diye sordu. Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Kelime-i şehâdet söylemek, hergün beş kerre namaz tutmak, Ramazan ayında oruç tutmak, zekât vermek ve gücü yetince hacca gitm ek” buyurdu. Soran kimse; “ Doğru söyledin” dedi. Sormasına ve sonra, verilen cevaplan tasdik etmesine biz dinleyiciler şaşırdık. Sonra; “îmân ne demektir?” diye sordu. Resûl-i ekrem (s.a.v.); “imân; Allaha, meleklere, kitaplara, peygamberlere, kıyâ- met gününe ve hayrm ve şerrin Allahın takdiri ile, dilemesi ile olduklarına inanmaktır” buyurdu. Buna da; “Doğru söyledin” dedi. Sonra; “îhsân ne demektir?” diye sordu. Resûl-i ekrem (s.a.v.); “Allahü teâlâya, O’nu görür gibi ibâdet etmendir. Sen O’nu görmüyor isen de O seni hep görmektedir” buyurdu. Sonra; “Kıyâmet günü ne zaman olacaktır?” diye sorunca; “BuAu senden daha çok bilmem” buyurdu. Sonra; “Kıyâmetin alâmetleri nedir?” diye sordu. Resûlullah (s.a.v.) kıyâmet kopacağı zamâmn alâmetlerini bildirdi. Sonra bize dönerek; “Bunlan sorup giden Cebrâil aleyhisselâm idi. Size dîninizi bildirmek için gelmişti” buyurdu.

Bu hadîs-i Cibril’den anlaşılıyor ki: îmândan ve ibâdetlerden başka, “îhsân” denilen bir kemâl, bir üstünlük vardır ki, biz bu üstünlüğe “Vilâyet” diyoruz. Velîyi, Allahü teâlâmn sevgisi kapladığı zaman, onun kalbi, sevgilisinin müşâhedesinde yok olur. Bu hâle “Fenâ-i kalb” denir. Bu müşâhede Allahü teâlâyı görmek değildir. Allahü teâlâ, bu dünyâda görülmez. Fakat velîde, Allahü teâlâyı görmüş gibi bir hâl olur. Bu hâl istemekle hâsıl olmaz. îşte Resûlullah (s.a.v.); “Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etmektir” buyurmakla, bu hâli haber vermiştir.

İkinci olarak deriz ki: Hadîs-i şerifte; “İnsanda bir et parçası vardır. Bu sâlih olursa, bütün beden sâlih olur. Fâsid olursa, bütün beden fâsid olur. Bu et parçası, kalbdir” buyuruldu. Bedenin sâlih olması için, kalbin sâlih olmasına, tasavvuftular “Fenâ-i kalb” demektedir. Kalb, Allahü teâlâmn sevgisinde fânî olunca, kalbin bu fenâsı, komşusu olan nefse de te’sir eder, Nefs, emmâre- liğinden kurtulmaya başlar. “Hubb-i fillah” ve “Buğd-ı fîllah” kazanır. Ya’nî Allahü teâlâmn beğendiği şeyleri sever, Allahü teâlâmn beğenmediklerini sevmez. Bundan dolayı, bedenin hepsi Islâmın ahkâmına uymak ister. “Kalbin sâlih olması için, îmândan ve amelden başka birşey var mıdır?” suâline şöyle cevap verir: Hadîs-i şerifte;

Kalbin sâlih olunca, beden de sâlih olur” buyuruldu. Bedenin sâlih olması, îslâmın ahkâmına yapışması demektir. Çok kimse vardır ki, kalbinde îmân var iken, îslâmın ahkâmına uymuyor. îmâm olup da, sâlih işleri az, bozuk işleri çok olanların Cehennemde azâb görecekleri bildirildi. Demek ki, kalbde îmân bulunması, bedenin sâlih olmasına sebep olmamaktadır. O hâlde kalbin sâlih olması, îmânlı olması demek değildir. Kalbin sâlih olması, hem îmânlı olması hem de bedenin sâlih işler yapmasıdır da denilemez. Çünkü, bedenin sâlih olmasını, yine bedenin sâlih olmasına sebep göstermek mantıksız bir söz olur. Bundan anlaşılıyor ki, kalbin sâlih olması, İmân ve ibâdetten başka birşeyin kalbde bulunmaması demektir. Bu da tasavvufculann “Fenâ-i kalb” dedikleri hâldir.

Üçüncü olarak deriz ki: Eshâb-ı kirâmın her birinin, Eshâb olmayan müslümanlann hepsinden daha üstün olduklan söz birliği ile bildirilmiştir. Hâlbuki, kıyâmete kadar gelecek olan İslâm âlimleri arasında, ilimleri ve amelleri, Eshâb-ı kirâmın ba’zılanmn ilim ve amelleri kadar olanlan çok vardır. Bundan başka, hadîs-i şerifte; “Başkaları Allah nzâsı için Uhud dağı kadar altın sadaka verseler, Eshâbımın Allah yolunda verdiği yarım sâ arpanın sevâbına kavuşamazlar” buyuruldu. Eshâb-ı kirâmın ibâdetlerinin böyle kıymetli olması, Resûlullahın (s.a.v.) sohbetinde bulunmakla, kaîblerinde hâsıl olan bâtını kemâllerinden dolayıdır. Onlanın bâtınlan ya’nî kalbleri, Resûluilahın mübârek bâtınından nûr aldı.
Bâtınlan nûrlandı. Hz. Ömer vefât edince, oğlu Abdullah; “İlmin onda dokuzu gitti” buyurdu. Orada bulunan gençlerin bu söze şaşırdıklanm görünce; “Sizin bildiğiniz fıkıh ve kelâm ilimlerini söylemiyorum. Resû- lullahm (s.a.v.) mübârek kalbinden fışkırmış olan bâtın ilminin, ma’rifetin onda dokuzu gitti diyorum” dedi. Eshâb-ı kirâmdan sonra gelen müslümanlar arasında bu bâtın nûruna kavuşanlar, hocalanmn sohbetleriyle kavuştular. Onlar vasıtası ile, Resûlul- lahm mübârek kalbinden fışkıran nûrlara kavuştular. Bunların sohbetlerinde kavuşulan nûr, Resûlullahın sohbetinde kavuşulan kadar, elbet olamaz. Eshâb-ı kirâmın üstünlükleri, işte buradan gelmektedir. Bundan anlaşılıyor ki, zâhirin kemâllerinden, ya’nî üstünlüklerinden başka, bâtının da kemâlleri vardır. Bu kemâllerin çeşitli dereceleri vardır. Böyle olduğunu şu hadîs i kudsî de göstermektedir. Hadîs i kudsîde, Allahü teâlâ buyurdu ki: “Kulum bana biraz yaklaşırsa, ben ona çok yaklaşırım. Kulum bana çok yaklaşır sa, ben ona daha çok yaklaşırım. Kulum çok nâfile ibâdet de yapınca bana öyle yaklaşır ki, onu çok severim, Onu sevince, duâlanm kabûl ederim. Onun görmesi, işitmesi ve gücü yetmesi benimle olur.” Allahü teâlâmn böyle çok sevmesine sebep olan nâfile ibâdetler, tasavvuf yolundaki çalışmalardır.

Dördüncü olarak deriz ki: Bin seneden daha çok bir zamanda, dünyâmn üç büyük kıt’asmdan gelmiş olan milyonlarca müslüman, tasavvuf yolunda çalışarak ve sâlihlerin sohbetinde bulunarak, kaîblerinde bir hâl hâsıl olduğunu söylemiş ve yazmışlardır. Yalan birşey için böyle dehşetli bir sözbirliği olabileceğini kimse düşünemez. Bu sözbirliğini yapanlann çoğunun hâl tercümeleri kitaplarda vardır. Hepsinin ilim, takvâ sâhibi, sâlih kimseler olduklan meydandadır. Böyle olgun, iyi kimselerin yalan söylecekleri, olacak şey değildir. îşte, böyle milyonlarca temiz, olgun insan sözbirliği ile bildiriyorlar ki, herbiri kendi rehberinin sohbetinde bulunmakla, kalbleri Resûlullahın sohbetinde yayılan nûrlara kavuşmuştur. Herbiri; “Sâlihlerden birinin sohbetinde bulunarak,kalblerimizde îmândan ve fikıh bilgilerinden başka bir hâl hâsıl oldu. Kalblerimizde bu hâl hâsıl olunca, Allah sevgisi ve Allahın sevdiklerinin sevgisi ve Allahü teâlâmn emrettiği şeylerin sevgisi, kalblerimizi doldurdu, iyi işleri, ibâdetleri yapmak tatlı oldu. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru i’tikâdlar gönüllerimize yerleşti” demişlerdir. Kalblerde hâsıl olan bu hâl, elbet kemâldir, yüksekliktir. Kemâle sebep olan bir hâldir.

Beşinci olarak deriz ki: Evliyâmn kerâmetleri olur. “Kerâmet” Allahü teâlâmn, âdeti dışında, ya’nî fen ve tabiat bilgilerinin dışında yarattığı hârikulâde şeyler demektir. Fakat, bir insanda, fen kânunlan dışında şeyler bulunması, o kimsenin elbet bir velî olduğunu göstermez. Allahü teâlânın sevmediği kimselerde, hattâ kâfirlerde de, böyle âdet dışında, şaşılacak şeyler hâsıl olabilir. Kâfirlerde hâsıl olan âdet dışı şeylere sihir denir. Evliyâda kerâmet ile birlikte takvâ da bulunur. Takvâ, Allahü teâlâdan korkmak, O’ nun emirlerine ve yasaklarına uymaktır.

Vilâyet: Şimdi evliyâlığın ne demek olduğunu bildirelim. Evİivâlık, Allahü teâlâya yakın olmak demektir. Fakat, insanlann Allahü teâlâya yakın olması, iki türlü olur. Birinci yakınlık, Allahü teâlâmn her insana yafan olmasıdır. Allahü teâlâ Kâf sûresinin onaltmcı âyetinde meâlen; “Biz ona, boynundaki şahdam arından daha yakınız!” ve Hadîd sûresinin dördüncü âyetinde meâlen; “Her nerede olursanız olunuz, Allahü teâlâ sizinle berâberdir” buyurdu, ikinci yakınlık; Allahü teâlâmn, insanlann yalnız üstün olanlanna ve meleklere olan yakınlığıdır. Alak sûresinin son âyetinde meâlen; “Secde et ve Allahü teâlâya yaklaş!” buyuruldu. Yukanda bildirdiğimiz hadîs-i kudsîde,- “Kulum bana, nâfile ibâdetleri de yaparak öyle yaklaşır ki, onu çok severim…” buyuruldu. Bu âyet-i kerimede ve hadîs-i kudsîde bildirilmiş olan yakınlık, yalnız seçilmiş üstün kimselerde hâsıl olur. Bu yakınlığa, “Vilâyet” ya’nî evliyâlık denir. Bu yakınlığa kavuşmak için, önce Ehl-i’ sünnet i’tikâdına uygun îmân etmek lâzımdır. Imrân sûresinin altmışseki- zinci âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ îmân edenleri sever” buyuruldu. Fakat, mü’minler arasında seçilmiş olanlan daha çok sever. Her mü’mini sevmesine “Vilâyet-i âmme” denir. Seçilmiş mü’minleri çok sevmesine;

“Vilâyet-i hâssa” denir. Yukanda yazılı hadîs-i kudsîde bildirilmiş olan sevgi, işte bu sevgidir. Bu sevginin de dereceleri vardır. Şunu da bildirelim ki, Allahü teâlâ, insan aklı ile anlaşıla- mayacağı gibi, O’nun sıfatlan da insanın aklı ile anlaşılamaz. Allahü teâlânın kendisi gibi ve sıfatlannın herhangi biri gibi, hiçbir şey yoktur. Bunun için, Allahü teâlânın insanlara olan her iki yakınlığı, insan aklı ile anlaşılamayan, bilinemeyen bir yakınlıktır, iki zamânın ve iki cismin birbirlerine yakın olmalan gibi değildir. Allahü teâlânın kullanna yakın olması, akıl ile düşünülen ve his organ- lan ile anlaşılan yakınlıklar gibi değildir. Ancak ba’zı seçilmiş mü’minlere verdiği ma’rifet denilen ilim ile anlaşılabilir. Bu bilgiye “Ilm-i huzûrî” denir. Bizim bilgilerimiz “llm-i husûlî” dir.

Allahü teâlâmn, kullanna olan bu iki yakınlığı, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifler ile bildirilmiş olduğundan, her ikisine de inanmamız vâcibdir. Allahü teâlâmn bizleri gördüğüne inanmamız lâzım olduğu gibi, bize olan bu iki yakınlığına da inanmamız lâzımdır. Allahü teâlâmn görmesi, fizik kânunlan ile îzâh edilen, ışığın yansıması ile olan görmek olmadığı gibi, O’nun bu iki çeşit yakınlığı da ölçü ile, metre ile, angstron ile bildirilen yakınlık değildir. Ba’zı hadîs-i şeriflerde; arşın, metre, kanş, arpa boyu gibi birimler bildirilmesi, ölçü bildirmek için değil, azlık, çokluk bildirmek içindir.

Vilâyet, Allahü teâlâ ile kul arasında olan, insanlann anlayamayacağı bir hâl olduğuna göre, bunu niçin yakınlık sözü ile anlatmışlardır? sorusuna cevap verebilmek için, önce iki şeyi bildirmek lâzımdır.

1- Evliyâya hâsıl olan keşf ve herkesin gördüğü rü’yâlar, bir şeyin misâlinin, hayâl aynasında görünmesidir. Uykuda iken olursa, rti’yâ denir. Uyanık iken olunca, “Keşf’ denir. Hayâl aynası, ne kadar çok saf, temiz ise, keşf ve rü’yâ, o kadar doğru ve güvenilir olur. Bunun içindir ki, peygamberlerin “aleyhimüsselâm” rü’yâlan, tam inanılacak ve güvenilecek “Vahy”dir.

Çünkü, peygamberlerin hepsi ma’ sûmdurlar. Ya’nî hiç yanılmazlar. Hayâlleri çok saf, temizdir. Bâtınlan, ya’ni kalbleri tertemizdir. Evliyâmn rü’yâlanmn çoğu da böyledir. Doğru olur. Çünkü Eshâb-ı kirâmda olduğu gibi, doğrudan doğruya veya Eshâb- dan sonra gelenlerde olduğu gibi, rehberleri vâsıtası ile, Resûlullahın sohbetinde kazanılan nûrlar ile ve Onun emirlerine uymak ile, evliyâmn hayâlleri temizlenmiş ve kalbleri cilâ- lanmış tır. Celâleddin-i Rûmî, bu inceliği Mesnevisinde ne güzel anlatıyor.

Beyt:

Evliyâyı avlayan hayâller bilir misin nedir?

Hüdâ bostanı güzellerinin görüntüleridir!”

Peygamberlere uymaları sâye- sinde, evliyâmn bâtınlan cilâiamr, parlak ayna gibi olur. Ba’zan bâtınlan- mn eski zulmetleri, kara lekeler gibi meydana çıkıp, hayâl aynaları bulanır. Keşf ve rü’yâlannda yanlışlık olur. Bu bulanıklık, ba’zan haram veya şüpheli birşey yaparak veya haddi aşarak, ba’zan da câhillerden, sapıklardan bulaşarak hâsıl olur. Câhillerin, günah işleyenlerin rü’yâlan çok kerre yanlış olur. Bâtınlan zulmetli olduğundan çok yanılırlar.

2- Allahü teâlâmn yarattığı şeylerin hepsine “Âlem5’ denir, üç türlü âlem vardır. “Âlem-i şehâdet”, bildiğimiz madde âlemidir. “Âlem-i ervâh”, maddî olmayan, ölçüsüz olan rûh âlemidir. “Âlem-i misâl” de maddeli ve maddesiz hiçbir şey yoktur. Âlem-i misâlde, birinci ve ikinci âlemde bulunan herşeyin ve Allahü teâlâmn hattâ düşüncelerin ve ma’nâlann misâlleri vardır. Allahü teâlâmn misli yoktur. Misâli vardır denildi. Bir şeyin kendisine ve sıfatlanna benzeyen başka bir şeye, birinci şeyin misli denir. Allahü teâlâmn kendinin ve sıfatlanılın misli yoktur, olamaz. Birşeyin kendine değil, yalmz sıfatlanna benzetilen başka şeye, birinci şeyin misâli denir. Meselâ, güneşe pâdişâh denir. Pâdişâh, güneşin misâli olur. Nûr sûresi otuzbeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü teâlâmn mü’minin kalbindeki nûru, fener içindeki mum gibidir99 buvurulmuştur. Bir hadîs-i şerîfde; “Öyle bir Hakimdir ki, bir ev yapmış, içini maddelerle doldurmuştur” buyurularak, Allahü teâlâya misâl bildirilmiştir. Yûsuf aleyhisselâm, kıtlık senelerini za’îf sığırlar gibi, bolluk senelerinde, semiz sığırlar ve buğday başaklan gibi rü’ yâda gördü. Buhârî kitabında bildirilen bir hadîs-i şerîfde; “Rüyâda gördüm ki, çok kimseler yanıma geldi. Üzerlerimle gömlek vardı. Kiminin gömleği göğsüne kadar, kiminin daha aşağı idi. Ömeri (r.a.) gördüm. Gömleği yerlere kadar uzundu” buyurdu. Ma’nâsım sordular. Gömlek, ilim demektir buyurdu. Bu âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerifler gösteriyor ki, misli olmayan ve madde olmayan şeylerin misâlleri rüyâda ve keşi yolu ile görülebilir.

Yukarıdaki iki açıklama öğrenildikten sonra deriz ki, vilâyet denilen, bilinmeyen bir hâl vardır. Bu hâl keşf yolu ile âiem-i misâlde, iki cismin birbirlerine yakın olmaları gibi görünmektedir. Vilâyet hâli ilerledikçe, keşf de, Allahü teâlâya doğru yürümek gibi, yâhut O’nun sıfatlarının birinden ötekine gitmek gibi görünmektedir. Evliyânın bilinmeyen hâllerindeki değişmeler, Âlem-i misâlde böyle göründüğü için, bu hâllere, “Kurb-i İlâhî” ve değişmelerine de, “Seyr-i ıiallah” ve “Seyr-i nilah” gibi isimler verilmiştir.
Tasavvuf yolunda “Fenâ” hâsıl olunca, geriye dönülmez. Geri dönenler fenâdan önce dönmüşlerdir. Bu fakir (yani Senâullah hazretleri) bunu, Bekara sûresinin yüzkırküçüncü âyet-i kerimesinin meâli olan; “Allahü teâlâ İmânınızı gidermez. O, kullarına çok acıyıcıdır” dan anlamaktayım. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, kullarının îmânlarım geri almaz. Fakat, âlimleri yok ederek ilmi giderir. ” Bu hadîs-i şerif de gösteriyor ki, Allahü teâlâ, hakîki imâm ve bâtın ilmini geri almaz. (Bu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf, Eshâb-ı kirâmm hiçbirinin, sonradan mürted olmadığının şâhididir. Çünkü, hepsinin îmâm, hakîki idi. Ehl-i sünnet düşmanlan, bu inceliği bilselerdi, Eshâb-ı kirâmm hiçbirine dil uzatamazlardi.)

Tam takvâ, ancak evliyâda hâsıl olur. Hased, kin beslemek, kibir, riyâ, şöhret ve benzeri nefsin kötülükleri büsbütün gitmedikçe, tam takvâ hâsıl olamaz. Bunlann büsbütün gitmeleri için de, “Fenâ-i nefs” ya’nî nefsin fâni olması lâzımdır. Allahı sevmek, başka şeyleri sevmekten daha çok olmadıkça, hattâ kalbde Allahdan başka şeylerin sevgisi yok olmadıkça, kâmil îmân ve tam takvâ elde edilemez. Bu da, ancak “Fenâ-i kalb” ile hâsıl olur. Fenâ-i kalb için, hadîs-i şerîfde; “Kalbin sâlih olması*9 denildi. Buhârî ve Müslim kitablannda bildirilen hadîs-i şerîfde; “Bir mü’min beni ana- babasından ve çocuklarından ve herkesten daha çok sevmedikçe, onun îmânı kâmil olmaz99 buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde; “Üç kimse îmânın tadım bulur: Allahı ve Resulünü herşeyden daha çok sever. Yalmz Allahın sevdiği kimseleri sever. îmâna kavuştuktan sonra, kâfir olmaktan korkması, ateşte yanmak korkusundan daha çok olur buyuruldu. Râbi’a hazretleri, bir elinde su dolu, öteki elinde ateş dolu bir kap götürüyordu. “Böyle nereye gidiyorsun?” dediklerinde; “Cehennem ateşini söndürmeğe ve Cenneti yakmağa gidiyorum. Böylece müslümanları Allahü teâlâya, Cehennem korkusu ve Cennete kavuşmak arzusu ile ibâdet etmekten kurtarmak istiyorum” dedi. Ki, evliyâlık da böyledir.

Resûlullah (s.a.v.); “ Eshâbıma ikrâm ediniz!” buyurdu. Allahü teâlâ da, Hucurât sûresinde meâlen; “İkrama lâyık olanımz, ittikâsı çok olammzdır” buyurdu. Bunun içm, îslâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, Eshâb-ı kirâmın hepsi, bu ümmetin en üstünleri ve en müttekîleridir. Çünkü, Eshâb-ı kirâmm hepsi, Allahın Resûlünün sohbetlerinde bulunmakla, vilâyet makamlanmn en ilerisine vardılar. Allahü teâlâ, Tevbe sûresinin yüzbirinci âyetinde meâlen; “îmânları ileride olanlar ve hicrette önde olanlar99 buyurarak, Eshâb-ı kirâmı övüyor. Vâkıa sûresinin onuncu âyetinde meâlen; “îmânları ileride olanlar, Allahü teâlâya yaklaşmakta ileride olanlardır. Bunlann hepsi mukarreblerdir”

Bâtının kemâle kavuşması için, tasavvuf yolunda çalışmak vâcibdir. Allahü teâlâ, îmrân sûresinin yüzi- kinci âyetinde meâlen; “Ey müminler! Allahü teâlâmn yasak ettiği şeylerden tam olarak sakımmz!” buyurdu. Ya’nî zâhirdeki işlerde ve bâtındaki ahlâk ve akâidde, Allahü teâlâmn beğenmediği hiçbir- şey kalmasın! Bu âyet-i kerîmedeki emr, vâcib olduğunu göstermektedir. Tam takvâ, ancak vilâyet ile elde edilebilir. Nefsin, yukarda yazdığımız kötülükleri haramdır. Bu kötülükler temizlenmedikçe, tam takvâ elde edilemez. Bunlar da, nefsin fenâsı ile temizlenebilir. Takvâ, günahlardan sakınmak demektir. Buna hadîs-i şerîfde;“Bedenin sâlih olması”denildi. Bedenin sâlih olması için de,kalbin sâlih olması lâzımdır. Kalbin sâlih olmasına, tasavvufcular “Fenâ-i kalb” demişlerdir.
Vilâyet, kalbin ve nefsin fâni olmaları demek olduğunu bildirdik. Tasavvuf âlimleri buyuruyor ki, vilâyet yedi derecedir. Beşi, âlçm-i emrden olan kalb, rûh, sır, hafi, ahfâ adındaki beş latîfenin fâni olmalarıdır. Altması nefsin fâni olmasıdır. Yedincisi, bedendeki maddelerin fâni olmasıdır. Beden maddelerin* n fâni olmasına “Bedenin sâlih olması” adı verildi.
Takvâ, yalmz nâfile ibâdet yapmakla elde edilmez. Takvâ, farzları ve vâcibleri yapmak ve haramlardan sakınmak demektir, Ihlâs ile yapılmayan farzların, vâciblerin hiç kıymeti yoktur. Allahü teâlâ, Zümer sûresinin ikinci âyetinde meâlen; “Allaha ihlâs ile ibâdet et! İbâdet, ancak O’na yapılır99 buyurdu. Haramlardan kaçınmak da, fenâ-i nefs olmadan hâsıl olamaz. Görülüyor ki, vilâyetin kemâllerine kavuşmak, farzları yapmakla olur. Fakat, vilâyete kavuşmak, Allahü teâlâmn bir ihsâmdır. Dilediğine verir. Çalışmakla elde edilemez. Allahü teâlâ, insanlara güçleri yeten şeyleri emretmiştir. Tegâbün sûresinin onaltmcı âyetinde meâlen; “Allahın yasak ettiği şeylerden, gücünüz yettiği kadar perhiz ediniz”buyuruldu. Görülüyor ki, elden geldiği kadar çalışmak lâzımdır.

Vilâyetin dereceleri sonsuzdur. Sadî Şîrâzî, Gülistan kitabında;

Onun güzelliği sonsuz, Sa’dî’nin sözü uçsuz,

Hasta içmekle doymaz, deryâmn suyu azalmaz!

beyti ile bunu anlatmaktadır. Bunun gibi, takvâ dereceleri de sonsuzdur. Hadîs-i şerîfde; “Allahı en iyi tanıyanınız ve O’ndan en çok korkanınız benim” buyuruldu. Bir kimse, vilâyet derecelerinde yükseldikçe, Allahdan korkusu da artar, Hucurât sûresinin onüçüncü âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ indinde en yükseğiniz, O’ndan en çok korkammzdır”buyuruldu. Takvâ dereceleri sonsuz olduğundan, vilâyet derecelerinde ilerlemek için, her zaman çalışmak vâcibdir. Bâtın ilminin artmasını istemek her vakit farzdır. “Sevgili peygamberim ! Sen hep, yâ Rabbî benim ilmimi arttır duâsını söyle!” meâlindeki Tâhâ sûresi yüzondördüncü âyet-i kerîmesi, böyle olduğunu bildirmektedir. Bir velînin, kavuştuğu derecede kalması, yükselmek istememesi haramdır. Muhammed Bâkîbillah hazretleri buyuruyor ki:

“Allah yolunda edeb lâzımdır edeb!

ölünceye dek, taleb gerektir taleb,
Deniz dolusu ağzına dökseler de,

Hiç doymamak, hep su aramak gerek!”

Celâleddîn-i Rûmi de:

“Kardeşim, bu yolun yoktur sonu,

Çok gitsen de, yine yürümeli!” buyurdu.

Hâce Muhammed Bâkî-billah:

“Ne kadar çok içirsen de bana,

Ateşim artıyor senden yana!” buyurdu.

Bâtında yükselmeğe çalışmak vâcib olduğu için, rehber aramak da vâcib olmaktadır. Çünkü, rehber arada olmaksızın Allahü teâlâya kavuşmak, çok az kimseye nasîb olmuştur. Bunun için, Celâleddîn-i Rûmî:

“Rehberden başka yoktur insanı çeken,

Bir rehber ara, ona sanl pek muhkem!”

buyurdu. Fakat, yalana rehberlere aldanmamahdır.

Rehberin alâmeti, Ehl-i sünneti kâdında olması ve İslâm ahkâmına tam uymasıdır. Sözleri, hareketleri İslâm ahkâmına uygun olmayan, kimse, havada uçsa da, rehber olamaz. Kehf sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen; “Kalbi bizi zikr etmekten gâfil olan, nefsinin arzuları peşinde koşan ve hareketlerinde Îslâmın dışına taşan kimseye itâat etme!” buyurdu. Bu âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki, nefse uymak, kalbin gâfil olmasını gösterir. Bedenin bozuk olması, ya’nî günah işlemek, kalbin bozuk olmasını göstermektedir. (Günah işleyenler ve ibâdet etmeyenler, müslümanlan aldatmak için; “Sen kalbe bak, kaibimiz temizdir. Aliah kalbe bakar” diyorlar. Onlann böyle konuşmalarının yanlış ve bozuk olduğunu, bu âyet-i kerîme göstermektedir. Nitekim hadîs-i şerifte; “Kalb bozuk olunca, bedenin işleri de hep bozuk olur99 buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerif de, günah işleyenlerin bu gibi sözlerini yalanlamaktadır. “Allah dışıruza bakmaz. Kalbinize ve niyetinize bakar99 hadis-i şerifi, ibâdet yapanlar, hayr işleyenler içindir. Ya’ni, ibâdetin kabûl olması için, Aliah nzâsı için yapılması lâzımdır.)

Rehberin ikinci alâmeti, hadîs-i şerîfde bildirilmiştir ki, onunla konuşmak ve onu görmek, Allahü teâlâyı hatırlamağa sebep olur. Allahdan başka herşey kalbe soğuk gelir. îmâm-ı Nevevî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfde, Resûluiiahtan (s.a.v.) evliyânın alâmetleri sorulunca; “ Onlar görülünce, Allah hatırlanır99 buyurdu. Bu hadîs-i şerifi Ibn-i Mâce de bildirmektedir. Imâm-ı Begavi’nin haber verdiği hadîs-i şerîfde; “Allahü teâlâ buyurdu ki, ben zikr olunduğum zaman evliyâm hatırlanır. Onlar zikr olununca da, ben hatırlanırım” buyurulmuştur. Fakat, Allahı hatırlamak için velî ile bağlılık lâzımdır. Velîyi inkâr eden, velî olduğuna inanmayan, ona bağlı değildir. Inan- mıyan, bu ni’mete kavuşamaz.

Beyt

Allahın nasîb etmediği kimse,

Feyz alamaz Peygamberi de görse!

Her velide böyle te’sir vardır. Ba’ zısında daha kuvvetli te’sirler olur ki, talebeyi çekerek tasavvuf yolunun yüksek derecelerine çıkanrlar. Bunlara “Kâmil ve mükemmil denir.

Câhiller ve yalanalar, ilk görmekte ve birkaç görüşmekte velîyi tanıyamaz. Bunlann, güvendikleri kimselerden sorup anlam al an lâzımdır. Allahü teâlâ, Nahl sûresinin kırküçüncü âyetinde ve Enbiyâ sûresinin yedinci âyetinde meâlen; “Bilmediklerinizi bilenlerden sorup öğreniniz!”
buyurdu. Hadîs-i şerîfde; “Cehâletten kurtulmanın yolu, bilenlerden sorup öğrenm ektir99 buyuruldu. Rehber olarak tanınan bir kimsenin yamnda yıllarca bulunup da, kalbinde bir değişiklik hâsıl olmayan kimse, onun yanından aynlmalıdır.

İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî buyuruyor ki: Resûlullah (s.a.v.) vefât edince, Eshâb-ı kirâm sıra ile dört halîfeyi seçtiler. Halîfe seçmek, yalmz dünyâ işlerini düzene koymak için değildi. Bâtmlannı kemâle getirmek için de, seçmişlerdi.

Evliyâ ölünce, onun feyz vermesi kesilmez. “Feyz almak için hep diri olanı aramak lâzımmıdır?” sorusuna şöyle cevap veririz: Evliyâ ölünce, feyz vermesi bitmez. Hattâ artar. Fakat, nâkıs olanlann, kendilerini kemâle erdirecek kadar, meyyitten feyz almaları pek az nasîb olur. Velîden, öldükten sonra alman feyz, diri iken alınan kadar olsaydı, Medine’de yaşayan müslümanlann, bu zamâna gelinceye kadar, hepsinin Resûlullahdan feyz alarak, Eshâb-ı kirâm derecesinde olmalan lâzım gelirdi. Kimsenin rehber aramasına lüzum kalmazdı. Çünkü rehberden feyz alabilmek için, feyz alan ile feyz veren arasında bağlılık lâzımdır. Rehber ölünce, bu bağlılık kalmaz. Evet, fenâ ve bekâya kavuştuktan sonra, bâtınlan arasında bağlılık hâsıl olup, kabrden de, çok feyz alınabilir ise de, bu feyz de, diri iken alınan feyz kadar olamaz.

Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki: Hiçbir velî, gaybı bilmez. Allahü teâlâ keşf veya ilhâm ile bildirirse, ancak onu söyleyebilir. Evliyâ gaybı bilir diyen îmânsız olur. Evliyâ, yok olan şeyi var edemez. Var olam yok edemez. Kimseye nzk veremez. Çocuk veremez. Hastalığı gideremez. A’râf sûresinin yüzseksensekizinci âyetinde meâlen; “Ey sevgili Peygamberim! Onlara söyle ki, kendime fûide ve zarar vermeğe gücüm yetmez. Ancak Allahın dilediği olur99 buyuruldu. Allahü teâlâdan başkasından yardım beklemek câiz değildir. Fâtiha sûresinde meâlen; “Ancak sana ibâdet eder, senden yardım bekleriz”dememizi emr etmektedir. “lyyâke” yalnız sana mahsûstur demektir. Bunun için, evliyâya adak yapmak câiz olmaz. Çünkü, nezr (adak) yapmak ibâdettir. Evliyâdan birine nezr yapan kimsenin, bu nezrini yerine getirmemesi lâzımdır. Çünkü, elden geldiği kadar, günahtan kaçınmak vâcibdir. Mezâr etrafında saygı için dönmek câiz değildir. Çünkü, Kâ’be etrâfinda dönmeğe benzemektedir ki bu dönmek ya’nî, Ka’be’yi tavaf etmek namaz kılmak gibi ibâdettir.

Peygamberlerin ve velîlerin dirilerine ve ölülerine duâ etmek, kendiliğinden birşey yapmasını istemek câiz değildir. Hadîs-i şerîfte; “ Duâ ibâdettir99 buyuruldu. Mü’min sûresinin altmışıncı âyetinde meâlen; “Bana dua ediniz! Duanızı kabûl ederim. Kibr edip bana ibâdet etmek istemeyenler, zelil olarak Cehenneme gideceklerdir” buyuruldu. Câhiller; “Yâ Abdülkâdir-i Geylânî, yâ Şemseddîn Pâni-püü, (ya Tezveren Dede), Allah için bana şunu ver” diyorlar. Böyle söylemek şirktir, küfürdür. “Yâ Rabbî! Abdülkâdir-i Geylânî hürmeti için bana şunu ver! Seyyidet Nefise hürmetine hastama şifâ ver!” demelidir. Allahü teâlâya böyle duâ etmek câizdir ve fâidelidir.

A’râf sûresinin yüzdoksanüçüncü âyetinde meâlen; “Allahdan başka her kime duâ ederseniz, onlar da sizin gibi kuldur. Kimseye yardım edecek güçleri yoktur.”buyuruldu.

“Bu âyet-i kerîme kâfirlerin putlarına tapınmalarının şirk olduğunu bildirmek için gelmiştir. Evliyâyı putlara benzetmek doğru mudur”? Sorusuna da şöyle cevap veririz: Âyet-i kerîmede, Allahdan başka buyuruldu. Allahdan başka herşey demektir. Evet, hadîs-i şerîfde; “Peygamberleri zikr etmek ibâdettir. Sâlihleri zikr etmek günahlara keffârettir. ÖUlmü zikr etmek sadaka vermek gibidir. Kabri zikr etmek, sizi Cennete ,yo&fo£fcrcr” buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, Ebû Nasr Deylemfnin “Müsned- ül-firdevs” kitabında yazılıdır. “Ali’yi zikr etmek ibâdettir99 hadîs-i şerifini de Deylemî bildirmektedir. Bu hadîs-i şeriflerdeki zikr etmek, onların yüksek mertebelerini, hâllerini, güzel huylarını hatırlamak, söylemek demektir. Böyleee bunlan sevmek, Allah sevgisindendir. Bunlan işitenler, bunlar gibi olmağa çalışırlar. Yalnız ezânda ve ikâmette, Allahü teâlâmn ismi yamnda Muhammed aleyhisselâmın ismini de zikr etmek ibâdettir. İnşirâh sûresi dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Senin için, senin zikrini yükselttik” buyuruldu. Bu yükseltmek, yalnız Muhammed alayhisselâm içindir. Bir kimse; “Lâ ilahe illallah Muhammedün resûlullah”dedikten sonra,“Ali veliyullah”dese, bu kimse ta’zir olunur. Ya’nî cezâlandınlır. Muhammed aleyhisselâmın ismini zikr etmek de, yalnız dînimizin bildirdiği yerde câiz olur. Meselâ; “Yâ Muhammed, yâ Muhammed!” diyerek teşbih çekmek câiz değildir.

İsmet, Peygemberlere mahsûstur. İsmet demek, bilerek ve bilmiyerek, büyük ve küçük hiçbir günah işlememek demektir. Evliyâda ismet vardır ya’nî günah işlemezler demek küfr olur.

Eshâb-ı kirâmın hepsi, evliyâmn hepsinden daha yüksektirler. Tâbünin büyüklerinden olan Abdullah ibni Mübârek hazretleri dedi ki; “Hazret-i Muâviye’nin, Resûlullahın yanında bindiği atin burnuna giren toz, Veysel Karânî’den ve Ömer bin Abdülazîz’ den daha hayırlıdır.”

Evliyâmn kabirlerini yüksek yapmak, onlara saygı için üzerlerine türbe yapmak, yanında ziyâfet vermek, kabirlerinde kandil, mum yakmak bid’ attir. Kimisi haram, kimisi mekrûhtur. Resûlullah (s.a.v.) hazret-i Ali’yi göndererek, kâfirlerin yüksek mezârlannı yıktırdı ve resimleri yok ettirdi. (Evliyâ öldükten sonra da, kendilerini sevmek, hürmet etmek lâzımdır. Böylece, rûhla- nndan feyz alınır. İstifâde olunur. İnsanın kalbi temizlenir. Ziyârete gelenlerin, bir velî mezân olduğunu anlayarak, saygı göstermeleri için ve ziyâret edenin soğuktan, sıcaktan, yağmurdan, yırtıcı hayvanlardan korunması için, evliyâmn kabirleri üzerine türbe yapmak câiz hattâ lâzımdır. Türbe, velî için değil ziyârete gelen diriler için yapılmaktadır.)

Resûlullahın (s.a.v.) kabrini ziyâret etmek için sünnet şöyledin Abdestli olmalı, Resûlullaha salevât getirmeli, önceden yapmış olduğu,namaz, sadaka, oruç, Kur’ân-ı kerîm okumak gibi hayırlı işlerin sevâbını O’na bağışlamalı, gönlü uyamk olmalı, O’nu sevmeği ve sünnetine uymağı, Allahü teâlâdan dilemelidir. Eğer, ziyâret ettiği kabir, mensub olduğu velînin kabri ise kalbinden dünyâ düşüncelerini çıkanp, ondan feyz almağı beklemelidir. Kabir başında Kur’ân-ı kerîm okumak câizdir.

Dünyâlığa, mala, şöhrete kavuşmak, saygı toplamak için rehberlik yapanlar, şeytanın vekilleridir. Müseylemet-ül-kezzâb gibidirler. Evliyâmn, Allahü teâlâdan kendilerine gelen ni’metleri haber vermeleri, bulundukları yüksek dereceleri talebelerine bildirmeleri câizdir. Hadîs-i şerîfde; “Allahü teâlâmn verdiği nimetleri bildirmek, bunlara şükretmek olur” buyuruldu. Öğünmek haramdır. Kendindeki iyilikleri, nimetleri, kendinden bilirse, Allahü teâlâmn verdiğini düşünmezse, öğünmek olur. Yanî “Tezkiye-i nefs”olur. Bu nimetlerin Allahü teâlâdan geldiğini bilir. Kendinin kusurlu olduğunu düşünürse, “Şükr”olur.

İnsanların Allahü teâlâya yaklaşması, ancak Allahü teâlâmn çekmesi ile olur. Eğer, vâsıtasız doğrudan doğruya çekerse, “letibâ” denir. Vâsıta ile çekmesi, iki türlü olur: ibâdet yapmak ve riyâzet çekmek vâsıtası ile çeker. (Tasavvuf yolundaki vazifelerin tesirleri tecrübe edilmiş olduğu için, bv nâfile ibâdetleri yapmak tercih edilmektedir.) Buna “Sülük” denir. Yâhud bir rehberin sohbeti vâsıtası ile “Cezb” eder. Bütün bu çekişlerin asıl sebebi, insanın kendi kabiliyetidir. Bu kâbili- yetleri, insana yaratılışta verilir. İnsanların kâbiliyetleri, istidâtlan başka başkadır, insanın Allaha yaklaşmasına en büyük mâni, nefsinin şehvetleri ile bedenin ihtiyâç ve kötülükleridir. İkinci mâni, “Alem-i emr” latîfelerinin kendilerinden ve Rablerinden gâfil olmalarıdır. İnsanı Allahü teâlâya yaklaştıran ibâdetleri, riyâzetleri de, bir rehberin göstermesi lâzımdır. Riyâzet ve ibâdet yapmakla, hem nefs ve beden tezkiye bulur. Ya’nî kötülüklerden temizlenirler. Hem de, Âlem-i emrden olan latifeler, beden maddelerinden ve nefsten bulaşmış olan zulmetlerden tasfiye olur. Gafletten kurtulurlar. Tasavvuf yollanmn çoğunda, önce sülük yapılır, önce, iki mâni ortadan kaldırılır. Böylece, Âlem-i emrin beş latîfesi sâf olur ve nefs “Makâmât-i aşere” denilen güzel huylarla bezenir. Bundan sonra, rehber sâliki Allahü teâlâya cezb eder. Bu sâlike “Sâlik-i meczûb” denir. Böyle ilerlemesine “Seyr-i âfâkî” denir. Çünkü, rehber sâlikin temizlenmesini Âlem-i misâlde görerek anlar. Bu seyr çok güçtür ve uzun sürer. Allahü teâlâ Behâüddîn-i Buhârî’ye sülükten önce cezb yapmasını ilhâm eyledi, önce teveccüh ederek, her latîfede zikr yaptırırlar. Her latîfede fânî olurlar. Buna “Seyr-i enflisî” denir. Seyr-i âfâkînin çoğu da, bununla birlikte hâsıl olur. Sonra, nefsi ve bedeni temizlemek için riyâzet yaptırılır. Bu sâlike, “Meczûb-i sâlik” denir. Bu seyr kolay ve çabuk olur. Nâkıslann; câhillerin kendiliklerinden yaptıkları ibâdetlerle, terakkileri pek az olur veya hiç olmaz. Çünkü, bunların ibâdetlerinin sevâbı pek azdır. Elli sene ibâdet ile vilâyetin en aşağı derecesine yetişebilirler. O hâlde, yalmz mücâhede ve riyâzet ile vilâyet elde edilemez. İbâdetlerin, riyâzetlerin ancak sünnete uygun olanları fâidelidir. Bunun için, bid’atlerden sakınmak şarttır. Hadîs-i şerîfde; “Amelsiz söz kabûl olmaz. Niyetsiz amel kabûl olmaz. Sünnete uygun olmazsa, hiçbiri kabûl olmaz” buyuruldu. Ya’ ni, hiçbirine sevâb verilmez. İbâdetlerin, riyâzetlerin, güç ve sıkıntılı olması değil, sünnete uygun olmaları lâzımdır.

“Çok sıkıntılı riyâzetler çekenlerin çok ilerledikleri, hârikalar gösterdikleri görülüyor. Buna ne dersiniz?” suâline şöyle cevap veririz:

Riyâzet çekerek, çeşitli hârikalar göstererek, dünyâ işlerinde menfaat * elde edilebilir. Eski Yunan filozofları ve Hind papazları böyle yaparlardı. Allah adamlan, bunlara kıymet vermez. Nefsi kötülüklerden kurtarmak, şeytanı öldürmek, ancak sünnete uymakla mümkündür.

“Yukarıdaki cevâba göre, yalnız rivâzet yapılan tasavvuf yollarında kimsenin velî olmaması lâzım gelir. Buna ne dersiniz?” suâline de şöyle cevap veririz:

Tasavvuf yollarının hepsi sünnete uymaktadır. Ba’zılanna bid’at karışmış ise, başka işlerinde sünnete uymaları, bu bid’atin zararım giderebilir. Bunlara bid’at karışması, ictihâdla- nnda hatâ ettikleri içindir. Müctehidin hatâsı affolunur. Câhillerin, yalancıların hatâsı böyle değildir. Bunlar hep zarardadırlar.

Nâkıs ve kâmil herkes, daha kâmil olandan, daha çok feyz alabilir. Vilâyet ancak kâmilin sohbeti ile elde edilebilir. Nâkıslar, câhiller, “îctibâ” ile çekerek vilâyete kavuşduramaz. Çünkü, bunlann Hak teâlâ ile münâsebetleri yoktur. Kâmil olan rehberin zâhiri halk ile, bâtını Hak ile olduğu için, Allahü teâlâdan aldığı feyzi, insanlara vererek, onlan vilâyete kavuşdurur. îsrâ sûresinin doksanbeşinci âyetinde meâlen; “Eğer yeryüzünde melekler olup yürüselerdi, onlara gökten peygamber olarak elbette melek gönderirdim” buyuruldu. Bunun içindir ki, Resûlullahın vefâtmdan sonra, görünüşde kendisi ile münâsebet kalmadığı için, herkes Kabr-i seâdetten feyz alamaz oldu. Resûlullahın vârisleri olan âlimlerden. rehberlerden feyz alındı. Çünkü hadîs-i şerîfde; “Zûhir ve bâtın bilgilerinde âlim olanlar, peygamberlerin vârisleridirler99 buyuruldu.

Kemâle yetişen, velî olan kimse, Allahü teâlâdan vâsıtasız feyz alabilir, ibâdet yapmakla da yükselir. “Secde et ve Alaha yaklaş” meâlindeki âyet-i kerîme bunu bildirmektedir. Bu velî, Resûlullahın (s.a.v.) ve evliyâmn kabirlerinden de feyz alabilir.

Peygamberlerin insandan gönderilmesi, sohbette hâsıl olan te’sir içindir. Çünkü, i’tikâd ve fıkıh bilgileri meleklerden de öğrenilebilir. Cibril hadîsi bunu göstermektedir. Çünkü, Resûlullah; “Bu gelen Cebrâil idi. Size dîninizi öğretm ek için gelmişti” buyurdu. Sohbetin te’siri için, yol göstericilerden feyz alabilmek için, arada tam münâsebet (tanımak ve sevmek) bulunması lâzımdır. Vilâyet elde etmek için de, bu te’sir lâzımdır.

Az kimse vardır ki, ıstidâdlan çok kuvvetli olup, Peygamberin veya bir velînin rûhundan feyz alarak, vilâyet mertebesine kavuşurlar. Bunlara “Üveysî” denir. Eshâb-ı kirâmın sohbeti de, feyz verdi. Fakat bir sohbet yetişmezdi. Çok defâ sohbet etmek lâzım idi. Sonra gelen evliyâmn sohbetleri, ancak riyâzet çekmekle birlikte te’sir etti.

Allahü teâlâ, insanlarda kendine yaklaşmak ve kendini tanımak istidâ- dım yarattı. Bu istidâdın miktan herkeste başkadır.

Farzlan, vâcibleri yaptıktan ve haramlardan, şüphelilerden kaçtıktan sonra, nâfile ibâdetlerin en te’sirlisi zikrdir. Her zaman Allahü teâlâyı zikretmelidir. Hadîs-i şerîfde:”Cennette- kiler, ençok, dünyâda Allahü teâlâyı zikretmeden geçirdikleri zamanlar için üzülürler” buyuruldu. Fenâ-i nefs hâsıl olmadan önce, diğer nâfile ibâdetleri yapmakla ve Kur’ân-ı kerîm okumakla Allahü teâlâya yaklaşılanı az. Bâtını temizlemedikçe, bunlarla terakki olmaz. Bâtını temizlemek, Allahı zikr etmekle.olur. Hadîs-i şerîfde; “Zikrin en iyisi, Lâ ilâhe illallah’ tır” buyuruldu. Bunun için boş zamanlarda hep bu “Kelime-i tevhîd”i okumalıdır. Bundan sonra kalan zamanlarda, âhıret adamlan ile, sâlihlerle görüşmeli, sohbet etmelidir. Sâlih kimse bulamazsa, mürtedlerle, bid’at sâhibleri ile, fâsıklarla arkadaşlık etmemeli, bunlarla oturmamalıdır. Haram işleyenlere “Fâsık” denir. Sâlih kimselerin kitaplanm okumalıdır. Din câhilleri ile, dünyâya düşkün olanlarla ve mezhebsizlerle görüşmemelidir. Bunlarla görüşmek, insanın bâtınını (kalbini, rûhunu) harâb eder. Evliyâmn sohbetinde bulunmak, zikrden ve diğer nâfile ibâdetten daha fâi- delidir. Eshâb-ı kirâm, birbirlerini görünce; “Biraz benimle otur. îmânımı tâzeliyeyim” derlerdi. Celâleddîn-i Rûmî buyuruyor ki:
“Evliyâ yamnda geçen az zaman,

Fâidelidir yüzyıllık takvâdan!’

Hâce Ubeydullah-i Ahrâr buyuruyor ki:

“Kilınabilir her zaman nâfile namaz,

Bizim sohbetim iz bir daha bulunamaz!”

Birisine; “Bâyezîd’in sohbetinde bulun!” dediler. “Ben her ân Rabbimin sohbetindeyim” dedi. “Bâyezîd’in sohbeti sana daha fâidelidir” cevâbını verdiler. Ya’nî, cenâb-ı Hakdan, O’na bağlılığın ve istidâdın kadar feyz alabilirsin. Bâyezîd’in sohbetinde ise, onun yüksek derecesine uygun feyzlere kavuşursun demek istediler.

Kötü arkadaşlarla hiç görüşme,

O, zehirli yılandan da fenâdır!

Yılan alır insanın cânım,

O alır cânım, îmânını!

Senâullah-i Pâni-püti hazretlerinin “Tefsîr-i Mazharî”sinin bazı kısımları şöyledir:

Müttekî, kendisine âhırette zarar verecek olan; şirk, günah ve mâlâya’nî (fâidesiz şeyler) ile meşgûl olmaktan alıkoyan herşeyden sakınan kimsedir. Mâlâya’nîden ve Allahü teâlâmn zikrinden alıkoyacak şeylerden sakınmak, takvâmn en yüksek derecesidir.

îbn-i Ömer buyurdu ki: “Takvâ, kendini hiçbir kimseden daha hayırlı görmemektir.”

Nu’man bin Beşîr’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde Resûlullah (s.a.v.) buyurdu İd: “Dikkat ediniz! Bedende bir et parçası vardır. O sâlih (iyi) olunca bütün beden (a’zâlar) iyi olur. O bozuk olunca, bütün beden bozuk olur. Dikkat ediniz! O (et parçası), kalbdir.” Tasavvuf ehli, bu hadîs-i şerîfdeki kalbin salâhım (iyi olmasını) Fenâ-ul-kalb (kalbin fenâ bulması) ta’biri ile ifâde etmiştir. Kalb bu mertebeye gelince, iyi işler yapar, harama düşmek korkusu ile şüpheli şeylerden sakınır.

Şehr bin Havşeb (r.a.) şöyle buyurdu: “Müttekî; mahzurlu olan bir şeyi yapmamak için, mahzurlu olmayan şeyi bile terkeden kimsedir.” Harama düşmemek için şüpheli olan şeyleri terkeden kimse, nâmusuna ve dînine şüphe getirecek şeylerden kendisini muhâfaza etmiş olur.

Şüphelilerin içine düşen kimse harama düşer. Onun durumu; yasak olan korunun kenarında sürülerini otlatan ve sürülerinin o yasak olan koruya girmesi pek yakın olan çobanın durumuna benzer.

Günah işlemekle kalbin kararması: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Mü’min günah işlediği zaman, kalbinde siyah bir nokta meydana gelir. Eğer tövbe eder, o günahtan vaz geçer ve Allahü teâlâdan affını isterse, o siyah leke gider ve kalbi parlar. Eğer günah işlemeye devâm ederse, siyah nokta büyür ve kalbini haplar.” Nitekim Kur’ân-ı kerimin, Mutaffifîn sûresinin 14. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Hayır (onlann zannettikleri gibi değil)! Doğrusu onların kazandıkları günahlar, kalblerini kaplamıştır ” buyuruldu.

Kalbin siyahlaşması, bu hadîs-i şerîfte bildirilen kalbin bozulmasıdır. Mü’minin işlediği günahın durumu böyle olursa, kâfirin inkânmn onda! neler yapacağı buradan kolayca anlaşılır.

Müminlerin imtihân edilmesi: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: “Ey mü’minler, (itâat- kân, âsî olandan ayırt etmek için) sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsûllerden yana eksiltme ile andolsun imtihân edeceğiz. Ey Habîbim! Sabredenlere (lütuf ve ihsânlanmı) müjdele.” (Bekara-155) Ya’nî; Ey Muhammed’in (s.av.) ümmeti! Size verilen belâ ve musibetlere sabredip, benim kazâma boyun eğip eğmediğinizi denemek için size (belâ ve musîbet) veririz. Eğer siz, sabreder ve kazâma râzı olursanız, size semâdan bereketler göndeririz. (Allahü teâlâmn, böyle bir imtihânı, olmadan önce haber vermesi, onlann, kendilerini böyle bir imtihâna alış tırmalan, hazırlamalan içindir.) Ebû Mûsel Eş’arî (r.a.) şöyle rivâyetetti: “Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir kimsenin oğlu vefât ettiği zaman, Allahü teâlâ m eleklere; “Kulumun çocuğunu mu aldınız?” buyurur. Melekler; “E vet” derler. Allahü teâlâ; “Gönlünün meyvesini mi aldınız?” buyurur. Melekler; “E vet” diye cevap verirler. Allahü teâlâ; “O (kulum) ne dedi?” diye sorduğunda da; “tnnâ lillah ve innâ ileyhi râcVûn: Biz Allahü teâlâmn kuluyuz ve yine O’na döneceğiz ” diyerek sana hamdetti” derler. Bunun üzerine Allahü teâlâ; “O kuluma Cennette, “Hamd Evi”isminde bir ev yapınız” buyurur.” Bu hadîs-i şerifi Tirmizî rivâyet etti ve hasen hadîs olduğunu bildirdi.

Ölümü temenni etmek: Günahişlemekten, ibâdet ve tâatlarda eksiklik olmasından korkmak sebebiyle ölümü temenni etmek kat’î olarak câizdir. Bundan başka ölümü temenni etmek, Allahü teâlâya kavuşma arzusuyla da olur. Bu şekildeki ölümü temenni etmek övülmüştür ve selef-i sâlihînde görülmüştür. Çünkü onlarda, Allahü teâlâya kavuşmaktan başka bir arzu kalmamıştır. Ubâde bin Sâmit’in bildirdiği bir hadîs-i şerîfde, Peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kim Allahü teâlâya kavuşmayı isterse, Allahü teâlâ da ona kavuşmak ister. Kim Allahü teâlâya kavuşmayı istem ezse, Allahü teâlâ da ona kavuşmak istemez.” Bunun üzerine Hz. Âişe ve Resûlullahın ba’zı zevceleri; “Biz de ölümü istemeyiz” dediler. Peygamber efendimiz (s.a.v.); “Bu (sizin dediğinizden başkadır.) Mü’m ine ölüm ârunda Allahü teâlânın kendisinden razı olduğu ve ona yapacağı ikrâmları m üjdelenir. İşte o zaman, o mü’mine, önündeki bu nimetlerden daha sevimli birşey olmaz. Bu müjdeyi alan mü’min bir an önce Allahü teâlâya kavuşmayı ister. Allahü teâlâ da ona kavuşmayı ister. Kâfir olan kimseye de vefatı sırasında duçâr olacağı azâb bildirilir. O zaman kâfir ölümü istemez, o zaman ona ördln- dekinden daha kötü birşey olmaz. Bundan dolayı Allahü teâlâya kavuşmayı istemez. Allahü teâlâ da ona kavuşmak istemez.” Evliyâya ölüm yaklaştığı zaman, Allahü teâlânın râzı olduğunun müjdelen- mesi, ya keşf ile, ya gizliden birisinin sözü ile, yâhut başka şekillerle, ya o sırada üzerlerine inen pekçok bereketi tatmakla, yâhut da Melek-ül-mevt’i ve rahmet meleklerini görmek sûretiyle olur. Kâfirin azâb ile korkutulması, öleceği sırada Melek-ül-mevt’i ve azâb meleklerini (onlan korkutacaklan şekilde) görmek sûretiyle olur.
İbn-i Sa’d ve Şeyhayn (Imâm-ı Buhârî ve Müslim) rivâyet ettiler ki: “Hz. Âişe (r.anhâ) buyurdu ki: “Her peygamber, dünyâ veya âhıreti seçme arasında muhayyer bırakılır. Sonra vefât eder” diye duyardım. Resûlulla- hm hastalıklan şiddetlendiği bir sırada Nisâ sûresinin; Allahın kendilerine nVmet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehîdlerle ve iyi kimselerle beraberdirler ” meâlindeki altmışdokuzuncu âyet-i kerîmesini okuduğunu işittim. Bundan bende, Resûlullahın (s.a.v.) dünyâ ile âhıret arasında muhayyer bırakıldığı zanm meydana geldi.

Nesâî şöyle bildirdi: “Hz. Âişe (r.anhâ) buyurdu ku: “Resûlullah (s.a.v.) kucağımda iken, rahatsızlığı ağırlaşmıştı. Ben: “Yâ Rabbî! Ondan bu rahatsızlığı gider!” diye duâ ediyordum. Bir müddet sonra elini elimden çekti ve “Allahü teâlâdan Refîk-i A ’lâyı istiyorum”buyurdu.

Taberânî de şöyle bildirdi: “Melek- ül-mevt, îbrâhim aleyhisselâmın rûhunu almak için gelmişti. îbrâhim aleyhisselâm; “Ey Melek-ül-mevt! Hiç dost dostun cânını alır mı?” deyince, Allahü teâlâ, îbrâhim aleyhisselâmın bu sözünü bilmekle berâber, Melek-ül- mevt bu sözü Allahü teâlâya arz etti. Allahü teâlâ, Melek-ül-mevt’e; “Sen de îbrâhinie; “Hiç dost dosta kavuşmak istemez mi? de!” buyurdu. Melek-ül- mevt İbrahim’in (a.s.) yanma gelince, îbrâhim aleyhisselâm; “ Hemen rûhumu al” dedi.

Selef-i sâlihîn, sıhhat hâlinde iken ölümü istememişlerdir. Fakat günaha düşmekte ve ibâdetleri yapmakta eksiklik olmasından korktukları zaman ölümü istedikleri görülmüştür.

Buradan anlaşıldığı gibi, kişinin malına, vücûduna ve çoluk-çocuğuna gelen bir zarardan dolayı ölümü temenni etmesi ve bunun için duâ etmesi câiz değildir. Çünkü Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Sizden birisi, kendine gelen bir zarardan dolayı ölümü temenni etmesin. Muhakkak ölümü istiyorsa; “Allahım! Yaşamak hakkımda hayırlı ise beni yaşat. Ölüm hakkımda hayırlı ise benim canımı al” desin” buyurdu. Buhârî’deki bir başka hadîs-i şerîfde de; “Sizden birisi ölümü temenni etmesin. Ölüm gelmeden ölümü için duâ etmesin. Çünkü o öldüğü zaman ameli kesilir. Mü’minin yaşaması onun hayrının artmasına vesîle olur. ” Ahmed bin Hanbel, Ebû Umâme’ den (r.a.) şöyle rivâyet etti: “Resûlullah efendimizin (s.a.v.) huzûr-u şeriflerinde oturuyorduk. Bize nasihatte bulundu. Peygamberimizin mübârek sözleri bize çok te’sir etti, kalblerimiz inceldi. Orada bulunan Sa’d bin Ebî Vakkâs pekçok ağladı ve; “Keşke ölseydim” dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz (s.a.v.) “Ey Sa’d! Benim yanımda mı böyle ölümü temenni ediyorsun?” buyurdu. Bu sözlerini üç defâ tekrar ettikten sonra; “Ey Sa’d! Eğer Cennet için yaratılmış isen ömrünün uzun olup, âmelinin güzel olması senin için daha hayırlıdır” buyurdu. İşte malına, canına ve çoluk çocuğuna bir zarar gelen kimse, istigfâr (estağfurullah el- azîm) okuyarak, Allahü teâlâdan affını ve mağfiret olunmasım istemeli, sâlih ameller yapmak için gayret göstermeli ve günahlardan sakınmalıdır. Bundan dolayıdır ki, Resûlullah (s.a.v.), ölümü istemekten menetmiştir. Allahü teâlâmn evliyâsı: Yûnus sûresi altmışikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biliniz ki, Allahü teâlânın evliyâsı için azâb korkusu, nimetlere kavuşmamak üzüntüsü yoktur” buyuruldu.

Allahü teâlâmn evliyâsı, Allahü teâlânın zikrine dalmış, gece gündüz onu teşbih edip hiç gevşeklik göstermeyen cenâb-ı Hakkın sevgisi ile dolup, sevdiğini sâdece O’nun için seven, sevmediğini de yine O’nun için buğzeden, verdiğini Allah için veren, vermediğini Allah için vermiyendir. İşte bunlar, Allah için sevişenlerdir. Tasavvuf büyükleri bu sıfata, “ Fenâ-ül-kalb” ismini vermektedirler.
Böyle bir velî, zahirini ve bâtınını süsleyebilmesi için. Allahü teâlâmn beğenmediği amellerden şirk, hased, kin, kibir, nefsin arzu ve istekleri gibi kötü huylardan sakınır. Tasavvuf büyükleri; “Nefsinin isteklerini yapmayan, kötü huylardan sakınan, iyi amel ve ahlâk sâhibi olanlara, şeytan zarar veremez” buyurdular. îmâmn mahalli kalbdir. Kâmil îmân, kalbin Allahü teâlâmn zikri ile mutmain olması, bir an için O’nu hatırlamaktan ve anmaktan gâfil olmaması, O’ndan başkasına meyi etmemesi, yönelmemesidir. İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretleri de şöyle buyurdu: “Kendisini herhangi bir kimseden hayırlı ve üstün gören kimse, ma’rifetullahtan mahrum kalır.”

Ebû Dâvûd, Hz. Ömer’den (r.a.) şöyle rivâyet etti: “Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâmn ba’zı kulları vardır ki, peygamber veya şehîd değildirler. Fakat peygamber ve şehidler bile, kıyâmet gününde onlann Allahü teâlâ katındaki derecelerine gıbta ederler .” Bunun üzerine Eshâb-ı kirâm (r.anhüm); “Yâ Resûlallah! Onlann kimler olduğunu bize haber ver” dediler. Peyamber efendimiz (s.a.v.); “Onlar aralarında herhangi bir akrabalık bağı ve mal alışverişi olmadığı halde, birbirini sırf Allahü teâlâmn rızâsı için seven kimselerdir. Onlann yüzleri nurludur. İnsanlar korktuğu zaman onlar korkmazlar. İnsanlar mahzûn oldukları zaman onlar mahzûn olmazlar” buyurup, “Biliniz ki, Allahü teâlâmn evliyâsı için azâb korkusu yoktur” meâlindeki Yûnus sûresinin altmışikinci âyet-i kerîmesini okudular.

Allahü teâlâmn velî kullanndan olmak, vâsıtasız yâhut bir vâsıta veya birkaç vâsıta ile, Resûlullahdan (s.a.v.) istifâde etmek sûreti ile olur. Allahü teâlânın velî kullanndan olabilmek, bu mertebeye kavuşabilmek için muhabbetle, ya Resûlullahın (s.a.v.) mübârek sohbetlerinde bulunmak, O’nun emirlerine itaat etmek, veya Resûlullah efendimizin vekîli, vârisi durumunda olan zâtın yanında böyle muhabbetle bulunmaktır. Kişi, bu iki yol ile Allahü teâlâmn muhabbetini elde eder, Kalbi, kalıbı (bedeni) ve nefsini Resûlullahın (s.a.v.) mübârek ahlâkı ile ahlâklandırmış olur. Allahü teâlâyı, sünnet-i seniyye üzere pekçok zikreder. Sünnet-i seniyyeye uymak, Resûlullah efendimizden (s.a.v.) istifâdeyi arttırır. Zikr, kalbin cilâsıdır. Kalb cilâlamnca da, Resûlullah efendimizden (s.a.v.) istifâde daha da çok olur. Nitekim Peygamberimiz; “Herşeyin bir cilası vardır. Kalbin cilâsı ise zihrdir (Allahü teâlâyı anmaktır)” buyurdu.

Mu’az bin Cebel (r.a.) şöyle rivâyet etti: Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Allahü teâlâ buyurdu ki: Benim için birbirini sevenlere, benim için bir araya gelip oturanlara, benim için birbirini ziyâret edenlere, benim için birbirine verenlere muhabbetim vâcibdir”

Ibn-i Mes’ûd buyurdu ki: Bir kişi Resûlullah efendimize (s.a.v.) geldi ve; “Yâ Resûlallah! Bir topluluğu sevip onlar gibi amel yapmayan bir kimse hakkında ne buyurursun?” diye sordu. Bunun üzerine Peygamber efendimiz (s.a.v.); “ K işi sevdiği ile beraberdir” buyurdu.

Ebû Zer (r.a.) şöyle rivâyet etti: Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “ Yâ Ebâ Zer! Seni, dünyâ ve âhıret iyiliklerine kavuşturacak şeyi bildireyim mi Zikir ehlinin meclislerinden ayrılma. Yalnız olduğun zaman gücün yettiği kadar dilinle Allahü teâlâyı zikret (an), AUah için sev ve Allah için buğzet.

”Yine Ebû Zer (r.a.) şöyle rivâyet etti: Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Allahü teâlâmn en râzı olduğu amel: Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir. ”

Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle rivâyet etti: Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlâ bir kulunu sevdiği zaman, CebrâiVi çağırır ve; “Ben falancayı seviyorum (ondan râzı- yım), onu sen de sev99 buyurur. Cebrâil de o kimseyi sever. Sonra semâda şöyle nida eder: “Allahü teâlâ falancayı seviyor, onu siz de seviniz.99 Semâdakiler de o kimseyi sever. Artık o kimse yeryüzünde herkes tarafından kabûl görür. Allahü teâlâ bir kuluna buğzettiği zaman, Cebrâili çağırır ve; “Ben folancaya buğz ediyorum, sen de ona buğzet99 buyurur. Cebrâil, o kimseye buğzeder. Sonra; “Ey semâdakiler! Allahü teâlâ folancaya buğzediyor, siz de ona buğzediniz99 der. Semâdakiler de o kimseye buğzeder. Artık o kimseye yeryüzündekiler buğz ederler.”

Evliyâmn alâmeti: Begavî (r.a.) şöyle rivâyet etti: Resûlullaha (s.a.v.) Allahü teâlâmn evliyâsımn kimler olduğu suâl edilince buyurdu ki: “ Görüldüklerinde Allahü teâlâ hatırlanır.99 Bir hadîs-i şerîfde de; “Allahü teâlâ buyurdu ki: Benim velî kullarım o kimselerdir ki, ben anıhnca onlar, onlar anılınca ben hatırlanırım” buyuruldu.

Bundan dolayı Allahü teâlâmn velî kullan ile berâber olmak, Allahü teâlâ ile berâber olmak gibidir. Onlan görmek, Allahü teâlâyı hatırlatır. Onlann anılması, Allahü teâlâmn anılmasına sebep olur. Allahü teâlâ, velî (sevdiği) kullarına feyz ve ma’ rifetleri alma ve insanlara te’sir etme kâbiliyeti vermiştir.

Zannedildiği gibi evliyâmn alâmeti, fevkalâde hâller göstermek ve kimsenin bilmediğini bilmek değildir. Çünkü çok velîde bu hâller bulunmaz. Hattâ velî olmayanlarda görülen böyle hâller, istidraçtır. Tasavvuf büyükleri; “Evliyâmn kerâmetlerini gizlemeleri lâzımdır. Kerâmetle bir kimsenin diğerine üstünlüğü anlaşılmaz. Büyüklerin çoğu, kendilerinde çok kerâmetin görünmesini istemezlerdi” buyurdular.

Yûnus sûresinin altmışdördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; “Onlar (Allahü teâlâmn velî kullan) için dünyâ hayâtında da (Kur’ân-ı kerîmin ve Peygamberin haberleriyle), âtu- rette de (Cennetle) müjdeler vardır. Allahü teâlânın kelim elerinde (verdiği sözlerde) oslâ bir değişme yoktur. İşte bu (Cennetle müjdelenme) en büyük kurtuluştur.99
Allahü teâlâmn velî kullan için dünyâdaki bu müjdeler, Resûlullahın vahiy yoluyla umûmî ve husûsî olarak haber verdikleri müjdelerdir. Nitekim Peygamber efendimiz (s.a.v.), daha dünyâda iken aşere-i mübeşşerenin tek tek isimlerini sayarak, Cennetlik olduklannı bildirmiştir. Bir hadîs-i şerîfde; “Stma gelince ey Ebû Bekr! Ümmetimden ilk önce sen Cennete gireceksin” buyuruldu. Eshâb-ı kirâm için buyurulan ba’zı müjdeleyici hadîs-i şerifler şöyledir: “Kıyâmet günü; yerinden (mezânndan) ilk önce ben, sonra Ebû Bekr, sonra Ömer kalkacaktır. ” “Her peygamberin bir refiki (arkadaşı) vardır. Benim Cennetteki refikim Osman dır.” Hz. Ali için de; “Senin bana yakınlığın, Hârûn’un Mûsâ’ya olan yakınlığı gibidir. Ancak şu var ki, benden sonra peygamber gelmeyecektir” buyurdu. “Fûtuna benden bir parçadır. Onu gadab- landıran beni gadablandırmış olur. ” “Ensân (Medîne-i münevverelileri) sâdece mü’minler sever. Münafıklardan başkası onlara buğzetmez. Onlan seveni Allahü teâlâ sever. Onlara buğz edene Allahü teâlâ buğz eder.” “Eshâbıma dil uzatmayınız. Çünkü sizden birisi Uhud dağı kadar altın infak etse, onlardan birisinin bir müd veya yansı kadar olan infaklanna ulaşamaz.” Ni’mete şükretmek: Hûd sûresi dokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “İnsanoğluna tarafımızdan bir rahmeti (sıhhat, emniyet ve zenginlik gibi bir ni’meti) tattınp, sonra o ni’meti ondan çekip alı- versek, şiddetli bir ümitsizliğe kapılır.” (Ya’nî, kendinden alman o ni’metin benzerinin tekrar kendisine verilmesinden ve Allahü teâlânın geniş olan lütuf ve ihsâmndan ümîdini keser. Çünkü insanoğlunun sabrı azdır. Allahü teâlâya i’timât etmez, O’ nun kazâsma teslim olmaz.) Aynı âyet-i kerîmesinin devâmmda meâlen; “(O) nankör bir kimse olur” buyuruluyor. Çünkü o, Allahü teâlâmn daha önce verdiği ve hâlen içerisinde bulunduğu ni’meti unutur. Hâlbuki insan, her an Allahü teâlânın kendisine verdiği ni’metler içerisindedir. Âyet-i kerîmede; “Şâyet ona dokunan bir sıkıntıdan sonra (hastalıktan sonra sıhhat, fakirlikten sonra zenginlik gibi) bir ni’meti tattzrsak, andol- 8un; “ Benden musibet gitti diyecektir.” ( O muhabbetleri giderenin Allahü teâlâ olduğunu söylemeyecek, bu sebeple Allahü teâlâya şükretmeyecektir. Kendisinden musibetin gitmesini zamâmn âdeti olarak kabûl edecek; “ Zamâmn îcâbı böyledir” diyecekdir.) Çünkü o, (o ni’ met sebebiyle) şımarır” buyuruluyor. Ya’nî insan, kendisine ni’met geldiğinde, ben bu ni’mete lâyığım” zan- mna kapılır. Kendisini başkalarından üstün görür. Bu şımarıklık ve öğün- mesi, onu, Allahü teâlâya şükretmekten alıkor. Yine âyet-i kerîmenin devâmında meâlen; “Sıkıntılara sabredip, sâlih amel işleyenler böyle değil” buyuruluyor. Ya’nî, mü’ minler, kendilerinden ni’met alındığı zaman ümitsizliğe kapılmazlar, önceki ve içerisinde bulundukları ni’ metleri unutup nankörlük yapmazlar. Bilâkis Allahü teâlâmn lütuf ve ihsâ- mm umarlar. Allahü teâlâmn daha önce verdiği ve hâlen içerisinde bulunduğu ni’metlerine şükrederler. Cenâb-ı Hakkın lütfuna ve ihsâmna kavuştukları zaman şımarmazlar, insanlara karşı övünmezler. Belki, verdiği ni’ metten dolayı Allahü teâlâya şükrederler. Süheyb’in (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Mü’minin işi ne kadar hayret vericidir. Çünkü onun işi hep hayrdır. Bu hâl sâdece mü’mine mahsustur. Ona bir genişlik isâbet ederse, o bundan dolayı Allahü teâlâya şükreder. Bu onun için hayr olur. Ona bir zarar isâbet ederse, sabreder. Bu da onun için hayr olur.” Yukarıda geçen âyet-i kerîmenin devâmında meâlen; “İşte o sabreden ve şükredenler için mağfiret ve büyük bir ecir vardır” buyuruluyor. Ya’nî, Allahü teâlâ onların günahlarına af ve mağfiret eder. Onlar için Allahü teâlânın nzâsı ve Cennet vardır.

Âhırette iyi amellerin karşılığını görememek: Hûd sûresi onbe- şinci âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyuruldu: “Ameli ve iyiliği ile kim dünyâ hayâtını (dünyâda uzun müddet kalmayı ve sıhhati) ve zinetini (mal, çoluk-çocuk, hizmetçi v,s.) isterse, onlara dünyâda iken güzel amellerininû karşılığını bol bol veririz. Ecirlerinden, hiçbir şey eksik bırakılmaz. (Fakat) onlar için âhırette karşılık olarak sâdece nâr (ateş) vardır. (Çünkü onlar, dünyâda iken iyi amellerinin karşılığım tam olarak aldılar. Geriye yalnız onlar için kötü amellerinin günahlan kaldı). Âyet-i kerîmede; “Dünyâda iken yaptıkları iyilikler boşa gitmiştir” buyuruluyor. Ya’ nî onlar için âhırette sevâb kalmamıştır. Veya onlar âhıreıte sevâbla karşılaşmazlar. Çünkü, onlar dünyâda iken yaptıklan amelleri Allah için yapmamışlardır ki, Allahü teâlâ onlara, yaptıklan böyle amellere ( ecir versin. Ayet-i kerîmede meâlen; “Zâten onlann (dünyâda) yaptıktan (iyilikler) boşa gitmiştir” buyuruldu. Bu âyet-i kerîme kâfirler hakkındadır.

Hz. Ömer anlattı: “Resûlullah efendimizin (s.a.v.) saâdethânelerinde (evlerinde), içerdeki eşyâlara bir göz gezdirdim. Üç şeyden başka birşey göremedim. Bunun üzerine; “Ey Allahın Resûlü! Allahü teâlâya duâ et de, ümmetine genişlik versin. Çünkü Allahü teâlâ, Farslar (tranlılar) ve Rumlara genişlik, bol dünyâlık verdi. Hâlbuki onlar Allahü teâlâya ibâdet etmiyorlar” dedim. Resûlullah efendimiz yaslanmışlardı. Doğrularak oturdular ve şöyle buyurdular: “Onlar dünyâdaki iyiliklerinin karşılığını peşin aldılar.”

Fakat mü’minlerin âhıreti istemesi dünyâyı istemesinden fazladır. Onlar, âhıreti dünyâya tercih ederler ve dünyâda yaptıklan iyiliklerin karşılığını görürler. Âhırette de ecir ve sevâba kavuşurlar. Kâfirler ise dünyâda yap- tıklan iyiliklerin karşılığını dünyâda iken alırlar. Âhırete gittiklerinde, kendilerini kurtaracak hiçbir iyiliklerini bulamazlar. Yukarıda bildirilen; “Onlar için âhırette karşılık olarak sâdece nâr vardır” âyet-i kerîmesinin, riyâkarlar için olduğu da söylenmiştir. Riyâ yapanlar hakkında Sa’îd bin Fudâle’nin (r.a.) bildirdiği bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Allahü teâlû kıyâmet gününde insanlan topladığı zaman, bir münâdî şöyle seslenir: “Kim yaptığı bir işte Allahü teâlâya (başka) birisini ortak yapmış ise, o işin sevabım cenâb-ı Haktan başkasından istesin.”

Secde sûresi onbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “(Ey Resûlüm, onlara) de ki: “Sizin canınızı almağa vekil kılınan ölüm meleği (Azrâil) canınızı alacak99 buyuruluyor. Melek-ül- mevt, mü’mine en güzel sûrette, kâfirlere ise en çirkin sûrette görünür, îbn-i Abbâs (r.a.) şöyle rivâyet etti: “Allahü teâlâ, îbrâhim aleyhisselâmı kendisine halîl (dost) edinince, Melek-ül- mevt, bunu Îbrâhim aleyhisselâma müjdelemek istedi. Allahü teâlâ da ona izin verdi. Bu izni alan Azrâil aleyhisselâm, müjdeyi getirdi. Müjdeyi alan îbrâhim aleyhisselâm; “ Elhamdülillah” diyerek cenâb-ı Hakka hamd ettikten sonra; “Ey Melek-ül-mevt! Kâfirlerin rûhlannı nasıl aldığım bana göster” dedi. O da; “Ey îbrâhim (a.s.)! Onıı görmeğe gücün yetmez, tahammül edemezsin! diye arz etti. Sonra Melek-ül-mevt, îbrâhinie (a.s.), ağzından ve vücûdundaki deliklerden Cehennem ateşi çıkan ve başı göğe değen simsiyah bir insan sûretinde göründü. îbrâhim aleyhisselâm; “Ey Melek-ül-mevt! Eğer, kâfirler seni bu hâlde görmekten başka bir belâ ve musibetle karşılaşmasa idi, sâdece bu onlar için kâfi gelirdi” dedi.

îbrâhim (a.s.) bu defâ da mü’ minlerin rûhlannı nasıl aldığım göstermesini istedi. Melek-ül-mevt, îbrâhinie (a.s.), pek yakışıklı ve beyaz elbiseler içerisinde bir genç sûretinde göründü. Bunu gören îbrâhim (a.s.); “Ey Melek-ül-mevt! Mü’min vefât edeceği zaman, seni bu sûrette görmekden başka, sevinçli hâller ile karşılaşmasa bu mü’minler için kâfi gelirdi” dedi.

Ka’b’dan bildirildiğine göre: Melekül-mevt mü’minin rûhunu alırkenki olduğu sûreti, îbrâhim aleyhisselâma gösterdi. îbrâhim aleyhisselâm öyle bir nûr ve yüksek hâller gördüler İd, bunlan Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. îbrâhim (a.s.), Melekül-mevt’in, kâfir ve fâcirlerin rûhunu alırkenki sûretini görünce, şiddetli bir şekilde’ ürperdi. Aynı âyet-i kerîmenin devâ- mında meâlen; “Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz99 buyuruluyor, öldükten sonra, rahmet melekleri mü’ minin rûhunu yedinci dünyâ semâsına kadar götürür. Kâfirlerin rûhunu da azâb melekleri alır ve birinci semânın kapısını çalarlar. Fakat açılmaz. Bunun üzerine kâfirin rûhu atılır.
(Cehennemin dibine, Âlem-i sicdne indirilir.) Bu âyet-i kerîmenin bir ma’nâsı da şöyledir: “Haşrdan sonra, diri olduğunuz hâlde hesap yerine döndürülürsünüz. Burada herkes yaptığının karşılığını görür.” Allahü teâlâ, onlann haşrdan sonraki hâlini şöyle beyân eyledi: “(Ey Resûlüm! Kıyâmette) m üşrikleri Rableri huzurunda başlarını eğerek; “Ey Rabbimiz! Bize va9d ettiğini gördük, peygam berlerin doğruluğunu işittik. Şimdi bizi (dünyâya) geri çevir, sâlih bir amel işleyelim. Çünkü (inkâr ettiklerimize tamâmen ve) yakînen inandık…99
derlerken bir görsen!…” Emr-i ma’rûf ve nehy-i anil- münken Asr sûresinde cenâb-ı Hak meâlen; “Asra yemin olsun ki”buyuruyor. İbn-i Keysân! “Asr” ile, murâd-ı İlâhînin, gece ve gündüz olduğunu söyledi. Hasen (r.a.); “Asr”, güneşin tam ortaya gelmesinden batışına kadar olan zamandır dedi. Mukâtil (r.a.) ise, ikindi namazıdır dedi. “Muhakkak insan (büyük bir) hüsrândadır.99 Çünkü insan, nefsini, ömrünü ve malım ebedî âhıret hayâtında fâidesi olmayacak şeylerde harcamakta, yok etmektedir. Âyet-i kerîmenin devâmında meâlen; “Ancak, imân edip, amel-i sâlih yapanlar, birbirlerine hakkı, sabrı tavsiye edenler müstesnâ- dır99 buyuruldu. “iyiliği emredip, kötülükten men etmek” farzdır. Bunu terkedenler hüs- rânda olurlar. Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Bir kötülüğü gören, onu eli ile değiştirsin (ona mâni olsun). Buna gücü yetmezse, dili ile mâm olsun. Buna da gücü yetmezse, kalbiyle buğz etsin. Bu ise îmânın en zayıf derecesidir.” Bir hadîs-i şerîfde de; uAllahü teâlâ, umûma (herkese), bazı kimselerin yaptıkları sebebiyle azâb etmez. Ancak, kendi aralarında ortaya çıkan kötülüğe mâni olmaya güçleri yettiği hâlde mâni olmazlarsa, onlar da bu kötülüğü yaparlarsa, Allahü teâlâ onların hepsine azâb eder99 buyuruldu. Hz. Ebû Bekr de şöyle buyurdu: “Arala- nnda günah işlenip ona mâni olmaya güçleri yettiği hâlde, ona mâni olmayan hiçbir kavim yoktur ki, Allahü teâlâmn azâbma en kısa zamanda yakalanmasın.”

 

 

 

 

 

Rate this post
Rate this post

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar işaretlenmelidir *

*