Eski Müalümanlar lalamın bir çok hükümlerini İr-» biliyor, Müslümanın, İslama muhalif fiil ve ha- reketinin Islâmdan değil, kendi nefsî arzusundan doğduğunu anlıyorlardı. Bugün kahir ekseriyet İslâmî bilmiyor, bilmediği gibi onu tedkik ihtiyacını da duymuyor. Sadece Müs- lümanlarda gördüğü yaşayış ve tavırdan İslâmiyet hakkında bir hükme varıyor. İslâmî Islâmdan değil Müs- lümandan öğreniyor, Müslümanın istikametindeki doğruluktan dolayı bir kanaata varıyor. Bu demektir ki, kendisine bakılan bugünün Müslü- manı, haberi olsa da olmasa da örnek hayat yaşıyor. Âdeta bir manken gibi, hareket ve tavırları şahsına değil, İslâmiyet hesabına değer kazanıyor, tavırlarının doğruluğundan temsil ettiği dâvâsımn doğruluğuna, kavli ile fiilinin bir birini tutmamasından doğan tenakuzdan da, meslekinin eğriliğine, çürüklüğüne hüküm veriliyor. Bu durumda ortaya çıkan zaruret şu: Bilhassa bugünün Müslümamnın kavli ile fiili birbirini tutmalı, neyin mümessili olduğunu düşünerek, inandığının aynını bizzat nefsinde yaşamalı, imânın zıddı hareketlerden şiddetle kaçınmalıdır- Hatta, doğru bir hareketin yanlış anlaşılması halinde «Allah biliyor, insanların yanlış anlamalarının ne kıymeti var.» demekten bile kaçınmalı, temsil ettiği dâvânın aleyhine anlaşılan hareketini izah ederek, hakkındaki sû-i zannı mutlaka izale etmelidir. Bu çok ehemmiyetli mevzuu târihî bir hâdise ile aslına irca ederek izah etmek gerekirse (Safiyye) mes’elesini zikredebiliriz. Resul-i Ekrem Aleyhissalatu vesselâm Mescidlerinde iken içeri giren (Safiyye binti Ebu Talib) Mescidin bir köşesinde beklemeye başladı. Ashabı üe müşaveresini bitiren Resulüllah (A.S.M.) ise, kalkıp Safiyye’ye de işaret ederek, dışarı çıktılar. Birlikte Medine sokaklarında yürümeğe başladılar. Bu sırada Resûl-ü Ekrem Hazretlerini, yanında bir kadînla gören iki Medineli takib etmeye başladı. Bunlar, Resulüllah’ın yanında bir başka kadınla dolaştığı vehmini kapıldılar; İnandığı gibi Yaşamadığı zannlna düştüler. Halbuki Allah’ın Resulü ne söylemişse aynını ya- şamiş, yaşamadığı şeyi de asla söylememişlerdi. Durum böyleyken -bu. iki adamın böyle bir vehme kapılmaları, i işin iç> yüzünü Allah Celle ve âlâ bildiği için) mühim değilse de, vehmin meydana getireceği dedi – kodu İslâmiyet hesabına hiç de iyi. bir şey değildi. Bu sırada Resulüllah Hazretleri köşe başında duraklayıp, kendilerini takib eden iki şahsın yaklaşmalarını beklediler. İki Medineli geüp geçmek üzere iken, elleriyle durmalarını işaret ederek, Safiyye’nin yüzünü onlara doğru çevirdi ve şunlan söyledi; — Bakın, görüyorsunuz ya, yabancım değil, amcamın kızı Safiyye’dir. Beni çağırmak üzerö gelmiş- Şimdi onlara gidiyoruz! Kendilerini takip eden iki adam kıpkırmızı kesilmiş, mahcubiyetlerinden adetâ şaşırmışlardı. — Hâşâ, Yâ Resulüllah! Diye özür beyan etmek istediler-. Fakat Allah’ın Resulü bu defa şöyle izah buyur’ dular: «— Hayır, hayır! Sîzleri asla itham etmiyorum. Ancak, Şeytan insanoğlunun içinde, damarındaki kan gibi dolaşır. Ona her sû-i zannı telkin eder. Sû-i zanna kapılarak helâk olmanızı istemedim de onun için…» İşte bu hâdise bugünün Müslümanlarına ehemmiyetli ihtarlar vermekte, sû-i zannı doğuracak durumlardan uzak kalmayı,, meydana gelmiş olan bir sû-i zannı izale etmeyi emretmekte, «Allah bildikten sonra kulların yan Iış mânâ vermelerinin kıymeti yoktur» diyerek, sû-i zan- na sebebiyet vermenin doğru olmayacağını meydana koymaktadır
sui zan
02
Haz