Bundan 120 küsur yıl, 1. Dünya Savaşandan 23 yıl önce Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın başbakanlığa hitaben kaleme aldığı muhtırası, hem yakında patlayacak olan büyük savaşın hem de Osmanlı bürokrasisinde hâkim zihniyetin şifrelerini ortaya koyması bakımından oldukça önemli…
Ümitlerini kestiklerini ve hatta kimisinin rüşvete tevessül ettiklerini, “Ne koparsak kârdır” mantığıyla sırf kendi keseleri için çalıştıklarını ifade eden sultan, bu halden çok müteessir olduğunu beyan eder. Fakat sultan her şeye rağmen ümitsiz değildir ve bu konuda hususi bir kurula istişareyle çözüm bulunmasını şu sözlerle teklif eder:
“Devleta Aliyye’nin şimdi ve gelecekte hakiki menfaatleri neden ibaret olduğunun ve buna erişmek için nasıl bir siyasi meslek benimsenmesi gerekeceğinin şahıstan şahsa değişmeyecek ve gelecek nesiller tarafından da bir prensip kabul edilecek surette sağlam bir esasa dayanarak tayinine kuvvetli bir ihtiyaç vardır.”
Memlekette bugün de hâkim olan vaziyetin o günkü ahvalden pek farklı olmadığı aşikâr. Dolayısıyla yazının muhtevası dün olduğu gibi bugün de ders alınmaya layık. İşte kısmen sadeleştirdiğimiz o muhtıra…
Abdülhamid Han Anlatıyor
Beyana muhtaç olmadığı üzere, her devletin ya mülk dairesini genişletmek, ya kaybettiği mülk ve beldeleri geri alarak evvelki kudret ve kuvvetini yerine getirmek yahut [Batılı devletlerde misalleri görüldüğü gibi] toprak bütünlüğünü muhafaza ile yetinerek yalnız ticaret dairesini genişletmek için sömürgeler edinip tebaasının
servet ve saadetinin artırılmasına çalışmak gibi asli bir maksadı bulunması icap eder* Ayrıca bulunduğu hal ve mevkiye ve asli maksadına uygun kendisine siyasî bir meslek benimseyerek küçük-büyük bütün meselelerde o meslek dairesinde hareket etmesi tabiidir. Mesela İngiltere devletinin esas maksadı ticaret dairesini genişletmektir; dolayısıyla Hindistan’ı istila etmesi, Kıbrıs adasının geçici idaresini ele alması ve Mısır’ı işgali ve Afrika’yla Amerika’da bazı sömürgeler edinmeye kalkışması hep bu maksattan ileri gelir. Ayrıca Devleti Aliyye’ye zahiren gösterdiği dostluk da bu asli maksada hizmet içindir.
Fransa’nın Hedefi
Fransa’nın maksat ve siyasi mesleği de İngiltere gibi ticaret dairesini genişleterek servet ve saadet kazanmaktır. Asya ve Afrika’da bazı sömürgeler edinmesi bu maksattan ileri gelir. Yine mağlubiyetinin ardından kaybettiği Alsace-Lormine (Alsasioren) eyaletlerinin Almanya’dan geri alınması onun için bir idealdir ve bilcümle mesaisini bu maksatları elde etmek için sarf ettiği meydandadır.
Almanya Zekice Hareket Eder
Almanya ise, galibiyetinin meyvesi olan bu iki eyaleti (Alsace’Lorraine) Fransa’ya kaptırmamakla beraber,müsait bir zamanda Rusya ve Avusturya’nın toprağı olduğu halde Almanlarca iskân edilen eyaletleri ele geçirmek ve yine bunun gibi Afrika’da bazı mahallere el atıp ticareti genişletmek için müstemleke peyda eylemek ve deniz kuvvetlerini kara kuvvetleriyle denk bir mükemmeliyete getirerek şan ve şevketini artırmak maksadını gütmektedir. Ayrıca düşmanı olan Fransa’ya karşı her meselede kendisi ortaya atılmaz, aksine Avusturya’yı ileri sürmek yolunu tercih eder.
Avusturya’nın Hedefi İstanbul
Avusturya’ya gelince; Rusya ve Almanya gibi iki kuvvetli devlete karşı müşkül bir mevkide bulunur; fakat Almanya’yla birlikte hareket etmeyi “ehvem şerreyn” (iki şerrin en zararsızı) addeder. Çünkü Alman ile meskûn olan eyaletlerinin kendisine mâl olamayıp er geç Almanya topraklarına katılacağını bildiği için geçmişi telafi kabilinden olmak üzere bir fırsat bulduğunda Hersek ve Bosna’yı muhakkak elde edip Selanik’e kadar inerek, belki İstanbul’u bile ele geçirerek gayet geniş bir ticaret yolu ve servete sahip olmak maksadına hizmet etmektedir.
İtalya Trablusgarp’a Girebilir
İtalya dahi yeni büyümeye başlamış bir devlet olduğu için haliyle topraklarını genişletmek, şan ve kudretini artırmak emelindedir. Ancak Avrupa kıtasında bulunduğu daire içinde bu maksadını elde etmeye imkân görememekte ve özellikle Fransa’dan hiçbir vakitte emin olamamaktadır. Bu yüzden İngiltere’nin maksatlarını tervice hizmet edip onun yardımıyla Asya ve Afrika’da bazı sömürgeler peyda ederek, hususiyle Trablusgarp’ı ele geçirmeyi emel edinerek ve bir yandan da donanmasının noksanlarını tamamlayarak amacına ulaşmak yolunu tutmuştur.
Rusya Cihan Hükümdarlığına Soyunuyor
usya devleti meşhur Deli Petro’nun vasiyetnâmesi hükümlerini kendisine prensip edinerek Avrupa kıtasının Slav sâkin olan mahallerini ele geçirip, büyük bir Slav birliği teşkil etmek, Karadeniz ve Akdeniz boğazlarını da alarak bütün cihana hükmetmek maksadını gerçekleştirmek için çok çalışmıştır.
Hatta yirmi, yirmi beş senede bir Devletli Aliyye’ye harp ilan etmesi de bu emelinin tahakkukuna set çeken Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırmak arzusunda ileri gelmiştir. Fakat her muharebenin neticesinde elde ettiği menfaat, katlandığı fedakârlığı karşılamamış ve özellikle son muharebede (1293 Osmanlı-Rus Harbi) kendisi bu kadar can ve mal telef etmiş iken ettiği istifade bir “hiç” hükmünde kalmıştır. Aksine uzaktan seyirci olan devletlerin bedavadan birer yer kaptığını ve hususiyle kendisinin meydana çıkardığı Bulgaristan’ın kendisine karşı nasıl nankörce bir meslek tuttuğunu görmüş ve Allah saklasın Osmanlı başşehri başka bir devletin eline geçer yahut tarafsız bir şehir halini alırsa, kendisince daha muzır olacağını anlamış olduğu için asli maksadının gerçekleşmesini -uzun bir müddet beklemek lazım gelse dahi- beklemek, Devlet-i Aliyye ile daima dostça münasebette bulunmak ve hatta Deli Petro vasiyetnâmesini bütün bütün unutturmak yolunu tercih etmiştir. Fakat şayet İstanbul üzerine bir başka devlet tarafından kendisinin define güç yetiremeyeceği bir taarruz ve tecavüz meydana gelecek olursa, o halde kendisi de Anadolu’ya sarkarak ve İran’ı dahi ortadan kaldırarak Basra’ya kadar Asya kıtasının tamamını zapt etmek ve Hindistan’ı bu suretle tehdit etmek niyetinde bulunmuştur.
Rusya devleti meşhur Deli Petro’nun vasiyetnamesi hükümlerini kendisine prensip edinerek Avrupa kıtasının Slav sâkin olan mahallerini ele geçirip, büyük bir Slav birliği teşkil etmek, Karadeniz ve Akdeniz boğazlarını da alarak bütün cihana hükmetmek maksadınıgerçekleştirmek için çok çalışmıştır.
Yunanistan Adaların Peşinde
Yunan devleti de topraklarını genişleterek kuvvet ve kudretini artırmak için Yanya, Manastır ve Selanik vilayetlerini ve hatta başarabilirse İstanbul’u zapt etmek arzusunda ise de karşısında Avusturya gibi kuvvetli bir rakip
görüldüğünden daha ilerisinden ümidi kesip evvela Yanya ve Serfiçe taraflarını ve ardından Akdeniz’de bulunan adaları ele geçirmek mesleğini tutmuştur.
Osmanlı İhanete Kurban Gidebilir
İşte her devlet hal ve mevkiine göre bir maksada hizmet etmektedir. Nitekim bu da tabii bir şeydir. Ve devletlerin asli amaçları da şahısların değişmesiyle değişiklik göstermez. İşbaşına her kim gelecek olursa olsun o esasa hizmet etmek mecburiyetindedir. Fakat maksada erişmek için önceki(selef)lerin tercih ve tasvip ettiği yol ve vesileleri, sonraki(halef)ler halin icabına ve maslahata uygun görmezlerse kendisince münasip gördüğü yolu tercih ederler. Hâlbuki Devletli Aliyye’ce muayyen ve kararlaşmış bir maksat ve meslek yoktur. Her meselede işbaşında bulunan zât kendi görüşlerine göre hareket etmekte ve başarısızlık halinde halef selefe ve selef halefe kusur isnat eder ve arada devletin mukaddes menfaatleri kaybolup gider. ٠. Gerçi Devlet-i Aliyye’de işbaşına gelenler içinde devlet ve memleketin hakiki menfaatlerine vâkıf, dirayet ve hamiyet sahibi pek çok kimse bulunmuş ve bunlar devletin şanını yükseltmek ve memleketi imar etmek için hizmet etmişlerdir. Fakat araya tecrübesi noksan kimseler de girmiş ve devletçe malum ve mukarrer bir meslek olmadığından herkes kendi görüşleri doğrultusunda hareket etmiş, dolayısıyla bu iyi hal uzun bir müddet devam edememiş, az bir zaman içinde kaybolmaya yüz tutmuştur. Hatta üç beş sene öncesine gelinceye değin yakın zamanlarda bile işbaşına gelen kimseler içinde devlet menfaatlerine pek ters noktalardan nazar edenler zuhur etmiştir. Mesela Midhat Paşa taşralarca idari yetkilerin genişletilmesi usulünü devlet menfaatine uygun zannederek bu usulün yaygınlaştırılmasına bir başlangıç olmak üzere Tuna vilayetini teşkil etmiştir. Fakat bir memlekette ekseriyet hangi millette ise, idari özerkliğin faydalarından en fazla o milletin hissedar olması tabiidir. Tuna’da hükümet dizgini İslamların elinde olduğu halde bu usulden yine Bulgarlar istifade etmişler, bunun muzır neticesi olmak üzere muharebe sonunda bu vilayet Bulgaristan adını almış ve İslam ahalisinden birtakımı hicret etmiş ve birtakımı da harp ve göç sırasında öbür dünyaya göçmüşlerdir. Bugün orada bulunanların da yakın vakitte yok olacağı açıktır ve idari özerklikten yalnız devletin değil İslam ahalisinin de zarara uğramış olduğu meydandadır. İşte Berlin Muahedesi’nin Anadolu ve Rumeli vilayetlerinde icrasını tavsiye ettiği ıslahat da aynen bu neticeyi hâsıl edecek; yani çoğunluğu Ermenilerce meskûn olan vilayetlerde Ermenilerin ve Rum nüfusu ziyade olan vilayetlerde Rumların menfaatine hizmet edecektir.
Öte yandan Devlet-i Aliyye’nin hal ve mevkiine, tebaasının âdet, ahlak ve mizacına göre menfaati neden ibaret olduğu, maksat ve mesleği ne olmak ve buna ulaşmak için ne gibi yol ve vesilelere teşebbüs edilmek gerektiği muayyen ve malum değildir. İhtimal ki, bugün hizmette bulunan devlet adamlarının bu konudaki görüşlerine müracaat edilse muhtelif fikirler meydana çıkacak, belki kimileri (misali meydanda iken) devletin menfaatini yine idari özerklikte göreceklerdir.
Pek ziyade teessüfe şayan hallerden biri de, devlet adamlarının çoğunun Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin (Cenâb-ı Allah kıyamet saatine dek şan ve şevketle payidar buyursun) bekasından ümitsiz olmaları sebebiyle, devletin istikbalini asla düşünmeyip, kendi zamanlarını hoş geçirmeleri ve bunlardan fıtratı gereği suiistimale meyilli olanların “Ne koparsak kârdır” düşüncesiyle çeşitli yolsuzluklarla bir yandan devlet hâzinesini ve diğer yandan ahali ve memleketi tahrip etmek gibi fena bir yola girmiş olmalarıdır. Devlet adamlarının ekserisinin bu fikirde olduğu ara sıra Avrupa matbuatının neşriyatıyla da teyit edilmektedir. [Bu noktadan sonrası, sultanın kâtibinin fikirleridir.] Bu cümleden olarak geçende tercümesi padişah tarafından görülen bir Avrupa gazetesinde çıkan makalede İstanbul’a gelip pek çok devlet ileri geleniyle görüşmüş olan bir ecnebinin konuştuğu isimlerin çoğunun, hatta mâbeyn-i hümâyûnda (sarayın, padişahın devlet işlerini yürüttüğü kısmı) görevli bazılarının dahi bu yanlış fikirde bulundukları hikâye olunmuştu. Cenâb-ı Hakk’m Devlet-i Aliyye ye ihsan ettiği geniş arazi, her türlü ıslah ve imara müsait ve Osmanlı ahalisi ilim, fen, sanat ve zanaatları alıp elde edilen meyveleri fiil ve icra mevkiine koyabilmek kabiliyet ve iktidarını fazlasıyla hâizdir. Dahası (Cenâl>ı Hakk bir gününü bin etsin) velinimetimiz padişahımız Devlet-i Aliyye’nin şan ve şevketini artırmak, Osmanlı mülkünü ve her sınıf tebaasının mamuriyetini ilerletmek ve servet ve saadetleri tamama erdirmek için gece gündüz uyku ve rahatı terk ettikleri halde bazı basiretsizlerin böyle bir fikre kapılmaları sırf hamiyetsizliktir. Yoksa daha yakınlarda Osmanlı topraklarının bir parçası olduğu halde, zamanın hükmü gereği bağımsızlığını kazanan ve ancak Osmanlı vilayetlerinden biri kadar genişliğe sahip bulunan Yunanistan’ın bugün kendi halinde deniz ve kara kuvvetlerine sahip bir devleti idare ettiğine ve yine son savaşın (93 Harbi) ardından imtiyaz elde eden Tuna vilayetinin Bulgarların idaresine geçtikten sonra on iki sene zarfında ne derece terakki ettiğine dikkat eden bir Osmanlı’mn böyle bir fikrin sahibi olamayacağı açıktır.
Bir kere bu fikir ortadan kaybolup da kiıçük-büyük bütün devlet memurları padişahımızın gösterdikleri gayret ve hamiyete denk ciddi bir terakki arzusuyla vazifelerini sadıkâne ve dosdoğruca yapacak olsalar Allah’ın yardımıyla Devletli Aliyye-i Osmaniye’nin önceki kudret ve kuvvetini kazanarak bugün Avrupa’nın büyük devletleri arasında muhafaza ettiği âlî mevkiyi bir kat daha yükselteceği âşikârdır.
Padişahın Devlet Adamlarından Talebi
Hâsılı, Devlet-i Aliyye’nin malum ve muayyen bir siyasi mesleği olmaması ve devlet ricalinin birçoğunun devletin bekasından umudu kesip günlerini gün edip zamanlarını hoş geçirmeleri, bunlardan bazılarının devlet ve memleketin harabına müstakil bir sebep olan yolsuzluk ve rüşvete tevessül etmeleri Devletli Aliyye’nin istikbalini çok vahim göstermektedir. Padişahımız efendimiz bu hallerden fazlasıyla müteessir ve müteessif olduklarından sair devletler gibi Devlet-i Aliyye’nin şimdi ve gelecekte hakiki menfaatleri neden ibaret olduğunun ve buna erişmek için nasıl bir siyasi meslek benimsenmesi gerekeceğinin şahıstan şahsa değişmeyecek ve gelecek nesiller tarafından da bir prensip kabul edilecek surette sağlam bir esasa dayanarak tayinine kuvvetli bir ihtiyaç olduğunu görmüşlerdir. Bu konuda Encümen-i Hassa-i Vükelâca (Hususi Bakanlar Kurulu) derinlemesine bir müzakereyle sonucunun açıkça ve delilleriyle kaydedilerek padişah katma mazbatayla arz kılınması emredilmiştir. Bu gibi esaslı maddelerde fikir bakımından ihtilaf çıkması muhtemel olduğundan müzakere sonunda birlik hâsıl olmazsa muhalif görüşlerin de mazbataya derç edilmesi kaydedilmiştir…