wiki

HAYDERl-ZÂDE İBRÂHİM FASİH EFENDİ

HAYDERl-ZÂDE İBRÂHİM FASİH EFENDİ

Ibrâhim Fasîh Efendi’nin furistiyan- lora reddiye olarak yazdığı “Es-Sırât- ül-müstekîm” kitabının kapak aahifesL Kitap thlâs A.Ş. tarafından neşr edilmiştir.

Ibrâhim Fasîh Efendi’nin furistiyan- lora reddiye olarak yazdığı “Es-Sırât- ül-müstekîm” kitabının kapak aahifesL Kitap thlâs A.Ş. tarafından neşr edilmiştir.

Târih, tefsîr, matematik, astronomi, dil ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Ibrâhim bin Seyyid Sibga tullah bin Muhammed Es’ad bin Ubey- dullah bin Sibgatullah’tır. 1236 (m. 1820) senesinde doğdu. Hayderî ve Bağdâdî nisbet edildi. Fasîhuddîn lakabı verildi. 1299 (m. 1882) senesinde Bağdat’ta vefât etti. Seyyid Ibrâhim Efendi, Bağdat âlimlerinin ocağı olan Hayderî âilesi- nin bir ferdi olarak dünyâya geldi. Mevlânâ Hâlid hazretleri, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinden icâ- zet alıp, Bağdat’ta insanlara doğru yolu göstermekle vazifelendirilince; “Bağdat’ta, Hayderiyye ve Berzen- ciyye seyyidleri var” diye hocasına arzetti. Bunun üzerine Abdullah-ı Dehlevî hazretleri de; “Bağdat’ta büyük- küçük herkes sana hizmetçi olurlar” buyurmuşlardı. Gerçekten de âlim ve sâlihlerin güz bebekleri olan Hayderî ve Berzend âilelerinin mensuplan, Hindistan’dan pMI r nûrl î.r a Bağdat’ı’ aydınlatmaya gelen Mevlânâ Hâlid hazretlerinin en büyük yardımcıları oldular. Hayderî-zâde Ibrâhim Efendi’nin Bağdat müftülerinden olan baba ve amcaları da, bu mübârek kimseler ara- sındaydılar. Böylesine âlim ve sâlih kimseler arasında doğan Ibrâhim Fasîh Efendi, küçük yaşta zamâmn müeeddidi Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdi hazretlerinin sohbetiyle şereflenip, feyz ve duâlanna mazhar oldu. Küçük ve hasta olduğu için amcasımn kucağında Mevlânâ Hâlid hazretlerinin sohbetine götürülürdü. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdi’nin duâ ve teveccühleri bereketi ile şifâ bulduğunu, “Mecd- it-tâlid” adlı eserinde yazmaktadır. Temel bilgileri öğrenip, Kur’ân-ı kerîmi hıfzeden ıbrâhim Efendi, Muhammed Cedîd Efendi’nin terbiyesine teslim edildi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdi hazretlerinin en büyük halîfelerinden olan hocası Şeyh Muhammed Cedîd, îbrâhim Fasîh Efendi’yi çok severdi. Onu küçük yaşta talebeleri arasına kabûl buyurma lütfunda bulundu. Ona nasihatlerinde ilim tahsîl etmesini emreder; “önce ilim tahsîl eyle, sonra da tasavvuf ehlinin hizmetine gir” buyururdu. îbrâhim Fasîh Efendi, Muhammed Cedîd hazretlerinin duâ- lan bereketiyle nice yüksekliklere kavuştu. Ontiç yaşında iken Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin dergâhına kabûl edildi. Bütün talebeleri ilim sâhibi olan Hâlidiyye dergâhında kırk yaşına kadar kaldı. Babasından, civar şehirlerdeki ulemâdan ve Erbil âlimlerinden ilim öğrenmek için izinle gidip gelmeleri hâriç, âdetâ hiç dış an çıkmadan ilim ile meşgûl oldu. Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden Yahyâ Mezûrî Imadî, Abdülgafûr Hâlidî Müşâhidî, Mûsâ Cebûrî Bağdâdî, Muhammed Meczûb Îmâdî (Seydâ), Abdullah Hiratî, Abdullah Geylânî, îsmâil Şirvânî, Ahmed Ağnbozî, Muhammed Hâfiz Urfavî, Şeyh Muhammed îmâm Bağdâdî, Abdürahmân Kürdî, Ahmed Ber- zenci, Hidâyetullah Erbilî, îsmâil Berzend, Abdülfettâh-ı Akrî ve daha Haremeyn kadılıklarında da bulunan Seyyid îbrâhim Fasîh Efendi; ilmi, takvâsı, güzel ahlâkı ve güzel eserleri ile insanlara nasihatlerde bulunurdu. Sözleri ve hâlleri insanlara te’sir ederdi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin muânzlanna, usta kalemiyle beliğ cevaplar veren îbrâhim Fasîh Efendi, bu hususta, zamâmn Bağdat müflisi Âlûsî’nin yazdığı bir risâleye de cevap yazmıştı.

Bu risâleyi niçin yazdığım ve yazdıktan sonra gördüğü rüyayı “Mecd-it-tâlid” adlı eserinin 77. sahifesinde şöyle anlatmaktadır “Bağdat vâlisi Mehmed Nedb Paşa, meşhûr Âlûsî’yi Bağdat mtiftîli- ğinden azledince, Âlûsî, Mevlânâ Hâlid-i Bağda df nin yoluna taarruz edip, o mübârek zâtın halîfelerini zemmeden bir risâle yazdı. Çünkü Mehmed Nedb Paşa, Mevlânâ Hâlid’in (r.aleyh) sevenlerinden idi. Bu sebepten onun talebelerinin istifâde ettikleri binâlan yıktırıp, yeniden güzel bir şekilde binâ ettirmişti. Âlûsî, Vezir Mehmed Nedb Paşa’yı bağlı olduğu Hâlidiyye yolu mensuplanna taarruz ederek ta’dz etmek gâyesiyle risâleyi kaleme almıştı. O sırada bu fakîr(îbrâ- him Hayderî) de, bir risâle kaleme alıp, Âlûsî’nin yazdıklannı reddetmeyi arzu ettim. Bu rieâlemi Mevlânâ Hâlid hazretlerinin halîfeleri ve âlimler çok beğendiler. Sonra birgece, Mevlânâ Hâlid efendimizi rü’yâmda gördüm.
Abdülfettâlı-ı Hâlidî Akrî ve halîfeleri yamnda duruyorlardı. Hemen ben de gittim. Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin ellerini öptüm. Mübârek ellerini başıma ve arkama koyup; “Ne güzel iş işledin, ey îbrâhim!” buyurdular. Sabah bu rü’yâyı dostlanmıza anlattığımda, beni tebrik ettiler. Allahü teâ- lâya hamd olsun, Âlûsfnin bu risâleyi te’lif etmesinin sebebi, Hâlid-i Bağdâdî halîfeleri hakkında sû-i zannından dolayı idi. Bu zanm da Vezir Mehmed Nedb Paşa’mn kendini müftîlikten azlinde, Hâlidiyye halîfelerinin te’sirli olduğu düşüncesi idi. Hucurât sûresi onikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; ‘Zan etmenin ba’zısı günahtır”buyuruldu. İstanbul’dan Baödat’a gelen Âlûsî, hasta olup, lisânı tutuldu. O hâl üzere vefât etti. Tasavvufta yüksek makamlara sâhip olan Hayderî-sâde Seyyid îbrâhim Fasih Efendi, yasmış olduğu pek kıymetli eserleri ile tanındı. Eserlerinin isimleri Esmâ-ül-müellifin’de uzun yazılıdır. Bunlardan ba’zılan şunlardır

1- El-kelâm fi Medi net-is-selâm5

2- Alâ-ir-rütbe fi şerh-i nazm-m-Nuhbe li-îbn-i Hacer-i Askalânî: Hadis usûlü ile ilgilidir.

3- îmdâd-ül-kâsid fi şerh-il- Mekâsıd lin-Nevevî,

4- Em’ân-ül-el-bâb fil-usturlâb,

5- Hâşiye alel-Eşbâh ven- nezâir-il-fikhıyye lis-Süyûü,

6- Hâşiye alel-cüz-il-ewel min Tuhfet-il-muhtâc li-îbn-i Hacer-il-Mekkî,

7- Hâşiye alâ Hâşiyekil-Karabâğî li Isâgûd,

8- Hâşiye alâ Hâşiyet-i Abdülhakîm SiyalkûÜ li- Şerh-iş-Şemsiyye,

9- Hâşiye alâ şerh il- Çârpurdî liş-Şâfiiyye,

10- Hâşiye alâ Şerh-is-Süyûti H-Eİfiyye îbn-i Mâlik,

11- Râhat-ül-ervâh fi şerh-iHktirâh lia- Süyûtl,

12- Es-Sünûhât fit-tesawuf,

13- Şerh-i Teşrîh-ül-eflâk,

14- Şerh-i Dîvân ı Ebî Temâm,

15- Şerh-i Dîvân ı Ebîl-A’lâ eî-Me’arrî,

16- Şerh-i Risâleti Halk-ıl-efâl liş-Şeyh Hâlid-in Nakşibendî,

17- Es-Sırât-ül-müstekîm fi emr- id-dîn: Hakikat Kitabevi tarafından İstanbul’da bastırıldı.

18- Ünvân-ıl- Mecd fi beyân-ı Ahvâî-i Bağdat ve Basra ve Need,

19- Fazîh-ül-beyân fi tefsîr-il-Kur’ân,

20- El-Mecd-üt-talid fi menâkıb-ı Mevlânâ Şeyh Hâlid: Hakikat Kitabevi tarafından İstanbul’da baatınîdi.

21- Nihâyet-ül-mıvâd min ahvâl-i Bağdat

22- Şerh-i Makâmât liî- Haıirî,

23- Tuhfet-üi-Uşşâk: Bu eseri de, Hakikat Kitabevi tarafından İstanbul’da basılmıştır.

Hayderî-zâde îbrâhim Fasîh Efendi, “Tuhfet-ül-uşşâk” adındaki eserinde buyurdu ki:

“Allahü teâlâya hamd, Resûlüne, Âline ve Eshâbma salât-ü-selânı olsun.

Bu eserimde, kalbi, büyüklerin kalbine bağlayarak onlardan feyz almanın mümkün ve bunun Resûlullahın sünnetinde mevcut olduğunu delilleri ile isbât etmeğe çalıştım. Allahü teâlâ- mn rızâsına, sevgisine kavuşmak için, ihlâs ve kalb-i selîm sâhibi olmak lâzımdır. Kalb de, ancak Resülullaha (s.a.v.) inanmak, 0 ?nu sevmek, O’na tâbi olmakla temizlenir. Bunun için, kısa yol, kolay yol, bir velîyi tanıyıp,onun sözlerinden EhM sünnet fü- kâdını, fikıh bilgilerini ve tasavvu- fun edebleıini kolayca öğrenmek ve banlara uymak şara ile kalbini onun kalbine bağlamakta. Bir velî, kendi üstâdlanndan almış olduğu yazılı veeS- kadan ve bütün sözlerinin, hareketlerinin îslâmiyete uygun olmasından anlaşıbr. Böyle bir velî görülemediği zaman, İmâm, fikıh bilgilerini ve edeb- leri, bir ârifın kitaplarından öğrenerek, onun rûhuna bağlanır, onun üveysîsi olur. Bu nâçiz eserimde, kalbini evliyâmn kalbine bağlamanın hakikatinden ve gizli sırlarından bahsetmedim. Çünkü bütün bunlar, ma’nevi zevk ile ve bizzat o hâli yaşamakla anlaşılabilecek şeylerdir. Onun için de bu fakîr (îbrâhim Fasîh), bu ince hâllerden bahsetmekten âcizdir. Nasıl âciz olmam ki, bu incelikleri bilmek, tasavvuf yolunda sultan olanların sırlann- dandır. Evliyâmn kalbiyle irtibat kurmanın, Resûlullahın sünnet-i şerifinde mevcûdiyetini delilleri ile anlatırken, hatâya düşmekten Allahü teâlâya sığınırım. Gerek hayatlarında ve gerekse âhı- rete teşriflerinden (vefâtından) sonra, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mübârek rühlanndan, ledünnî ilimleri ve İlâhî ma’rifetleri almak husûsunda faydalanmak; Resûlullah efendimizle, Resûlullah efendimizden feyz alacak kimse araBinda, rûhânî bir münâsebetin (irtibâtın) meydana gelmesine bağlıdır. Çünkü, ledünnî ilimler ve İlâhî ma’rifetler rûhânî şeylerdir. Onun için Resûlullah efendimizle, bu ilimleri Resûlullah efendimizden feyz yoluyla alacak kimse arasında, rûhânî bir ırti- bâtan olması lâzımdır. Ancak dînin hükümlerini, emir ve yasaklarım bilmek, böyle rûhânî bir irtibâü gerektirmez, Çünkü zâhirî ilimler, sâdece Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mübârek sözlerini duymak, işlerini, hareketlerini ve hâllerini ya’nî sünnet-i seniyyesini görmekle elde edilir. Resûlullah efendimizle rûhânî irtibât ise, ancak O’na ma’nevî olarak yönelerek, kalbe Peygamberimizin (s.a.v.) peygamberlik nûnına kâmil bir sevgi ile bağlayarak, îslâmiyetin bildirdiği şekilde nefsle mücâdele ederek ve Resûlullahın bildirdiği şekilde nefsi, terbiye etmekle mümkün olur.

Allahü teâlâ, kullarına bu rûhânî irtibâü elde etmenin yolunu gösterdi. Bunun için onlara, Resûlüne (s.a.v.) sa- lât ve selâm okumalarım emreyledi Boylece, kullann okudukları bu salât ve selâmlar, onlann Resülullaha (s.av.) ma’ nen yönelmelerine, kalblerini O’na rabtetmelerine (bağlamalanna) vesîle olacak, nefslerinin kemâle erdirilmesi husûsunda Resûlullahtan (s.a.v.) istimdâd etmeleri (yardım istemeleri) sebebiyle, Resûlullah (s.a.v.) ile bu rûhânî irtibâü elde edebileceklerdir. Yoksa Resûlullahın (s.a.v.), insanların kendisine salât ve selâm okumalarına, onlann duâlanna ihtiyâcı yoktur. Çünkü, Allahü teâlâdan gelen tecellîler ve Rabbânî ma’rifetlerin nûrlan O’ nda doğmaktadır. Şüphesiz, Allahü teâlânın O’na salât buyurması sebebiyle, ümmetinin salât okumasına ihtiyâcı yoktur ve onlann salâtından müstağnidir. O en yüksek ve kâmil rahmetlerle, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuştur. Ancak, ümmeti O’ na okudukları salâtlarla kendileri istifâde etmekte, Resûlullahtan feyze kavuşmaktadırlar.
İşte Resülullaha (s.a.v.) salât-ü- selâm okumanın sim budur. Salât-ü- selâm, kalb huzûru ve muhabbetle okunmalı, ma’nâsını düşünmelidir. Böyle okunan salât ve selâm manevî olarak Resülullaha yönelmeyi, O nu düşünmeyi ve kalbi O’na bağlamayı hâsıl eder.

Fakat, salât ve selâm okuyan kimse cehl ve gaflet içerisinde, nefsinin arzu ve isteklerine uymuş, ne söylediğinin farkında olmayan, hangi meydanda dolaştığım bilmeyen, kalbini Resûlullah efendimizden tarafa vermeyen, sâdece dili salât okuyup, zihni bundan habersiz bir hâlde olmamalıdır. Böyle kimseler, Resûlullahtan kavuşmak istedikleri feyzlere kavuşamazlar. Fakat, Resülullaha salât-ü-selâmı yukanda bahsettiğimiz şekilde okurken ma’nevî olarak Resülullaha (s.a.v.) yöneldiğimiz ve haünmızda, hayâlimizde Resûlullahı tasavvur ettiğimiz zaman, arada sevgi ve bağlılık meydana gelmektedir. Çünkü bağlılık, bu ikisinden ibârettir. Allahü teâlâ ve melekleri Resülullaha (s.a.v.) salât ve selâm ederler. Ey mü’ nünler! O’na siz de salât ve selâm 
edin” meâlindeki Ahzâb sûresi ellial- tıncı âyet-i kerimesi, lâzımı olarak sünnet-i seniyyede bu bağlanma şeklinin mevcut olduğuna ve müslümanla- nn onunla emrolunduğuna delâlet etmektedir.
Aym zamanda Eshâb-ı kirâm(r.an- hüm), Resûlullah efendimizin bizzat mübârek sûretini, yüksek ahlâkım ve yaşayışım devamlı gördüler. Onlar, Resûlullah efendimize (s.a.v.) O’nun mübârek cemâlini düşünerek, kalble- rinde Resûlullahı (s.a.v.) bulundurarak salât-ü-selâm okurlardı. Resûlullah (s.a.v.) onlann gözlerinin nûru idi. Resülullaha (s.a.v.) çok salât okumak, Resülullaha olan şiddetli sevgiye delâlet etmektedir. Bir kimse çok sevdiği kimseyi daha çok anar ve hatırlar. Çünkü kişi dâimâ sevdiği ile berâherdir. Sevdiğini aslâ haünndan çıkarmaz. Resûlullahı (s.a.v) çok sevmek ise, O’na tâbi olmanın kuvvetli olduğuna delâlet eder. Nitekim; “Seven sevdiğine boyun eğer” buyurulmuştur. Resûlullahı (s.a.v.) bu derece sevip O’ na tâbi olan kimsenin rûhu, Resûlulla- hm mübârek rûhuna yakın olur. Bu sebeple o kimse ile Resûlullah efendimiz arasında bir irtibât ve yakınlık meydana gelir. Şeyh Ebû Abdullah Sâhilî, “Bugyet-üs-sâlık” kitabında şöyle buyurdu: “Resülullaha (s.a.v.) salât ile kazanılan fâidelerin en üstünü, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mübârek sûretlerinin, köklü bir şekilde kalbe yerleşmesidir. Bu da, ihlâsla, şârtla- nna ve edeblerine riâyet ederek, ma’ nâsını düşünerek, salât-ü-selâm okumaya devâm etmekle olur. Böylece Resûlullah efendimizin (s.a.v.) sevgisi kalbe iyice yerleşir. Resûlullahı (s.a.v.) sevmek, O’na uymayı gerektirir. O’na uymak ise, kavuşmayı gerektirir. Nitekim Nisâ sûresi altmışdokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen;

“Allaha ve Peygambere itâat edenler, işte bunlar, Allahın kendilerine nVmet verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle ve iyi kimselerle berâberdirler. Onlar ne güzel arkadaştır”
buyurulmuştur.

Kalben bağlanmanın sünnet-i seniyyede olduğunun delillerinden birisi de, namazda birinci ve ikinci oturm alarda namaz kılanın Ettehıyyâtü’de: “Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve Rahmetullahi veberakâtühti” okumasıdır. Tahiyyât okurken “aleyke” de “kâf ’ ın hazır birisine hitâbetmek için “eyyuhâ”mn da hazır bulunan birisine nidâ etmek (seslenmek) için olduğunu bilen bir kimse, bunu okurken Resûlullah efendimize hitâbettiğini, O’na nidâ ettiğini, O’na selâm verdiğini, O’nun için Allahü teâlâdan rahmet ve bereket dilediğini bilir. Böyle bir kimsenin Resûlullahı (s.a.v.) zihninde ve hayâlinde tasavvur etmemesi mümkün değildir. Bu, akıllı ve dindar bir kimse için imkânsız gibidir. Resûlullah efendimizi (s.a.v.) bu şekilde hatırlayan ve tasavvur eden kimsenin kalb ufuklarında, Resûlullahın (s.a.v.) nûru, feyz ve ma’rifetleri parıldar. Çünkü Resûlullah (s.a.v.), kalblerin bağlanabileceği en büyük güneştir. Hüccet-ül-Islâm Imâm-ı Gazâlî, “Ihyâ-ı ulûmiddîn” kitabında, namazın sırlan bahsinde şöyle buyurur: “Teşehhüd (Ettehıyyâtü’yü okumak) için edeble otur. Salevât, tayyıbât ve mülkün Allahü teâlâ için olduğunu söyle. Zâten Ettehiyyâtü’nün ma’nâsı budur (Ya’nî Ettehiyyâtü’yü oku). Sonra Resûlullahı ve O’nun mübârek zâtını kalbinde hazır et. “Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtühû”yü oku. Selâmının, rahmet ve bereket dilemenin Resûlul- laha ulaşacağına, Resûlullahın da en güzel şekilde senin selâmım alıp, cevap vereceğine dâir i’tikâdın doğru olsun. Bundan sonra kendine ve sâlih mü’minlere selâm edersin”

Şihâbüddîn Ebû Nasr Ömer Sühre- verdî de (r.aleyh), “Avârif-ül-meârif” kitabında, tahıyyâtın âdâbından bahsederken; “Namaz kılan kimse Ettehıyyâtü’yü okurken, Resülullaha selâm okur, kalb gözü önünde, Resûlullah efendimizi tasavvur eder. Sonra Allahü teâlâmn sâlih kullanna selâm eder” buyurmaktadır.

Yine Tâceddîn Ebü’l-Abbâs Ahmed bin Atâullah Iskenderî “Tâc-ül-ürûs-ül- hâvî li tehzîb-in-nüfûs” adındaki eserinde buyurdu ki: “Namaza girildiği zaman, Allahü teâlâya münâcâtla O’na yakarılır. Resûlullahla (s.a.v.) konuşulur. Çünkü Ettehiyyâtü okunurken; “Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berakâtüh” okunur.

Bu şekilde ancak hazır olan kimseye hitâb edilir. Allahü teâlâyı tefekkür ederken (düşünürken) zâtım değil, nrmetlerini düşünmelidir. Allahü teâlânın zâtı, tahayyül ve tasavvur edilen, kalbe gelen herşeyden münezzehtir. Allahü teâlâ hiçbir şeye benzemez. Resûlullah (s.a.v.); ‘ Allahü teâlânın nimetlerini tefekkür ediniz, zâtım tefekkür etmeyiniz (düşünmeyiniz)” buyurmuştur. Allahü teâlânın ni’metlerini, yerlerin ve göklerin yaratılışını tefekkür etmek (düşünmek), mutlak olarak caizdir ve hadîs-i şerifle de teşvik olunmuştur. Nitekim Şûrâ sûresi onbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. Ancak O, işitici ve görücü dür”buyurulmuştur. Allahü teâlâmn nf metleri ve mahlûkâtı hakkında tefekkür etmek caiz olunca, Allahü teâlânın bize en büyük ni’meti ve mahlûka tın en şereflisi olan Resûlullahı (s.a.v.), O’nun halîfelerini ve onlann yolunda bulunan büyükleri düşünmek ve hatırlamak elbette câizdir.
Kalben hatırlamanın sünnet ve teşvik olunan bir iş olduğuna dâir delillerden birisi de şudur. “Delâil-i hayrât”m evvelinde şöyle rivâyet olundu: Resülullaha (s.a.v.); “Kendilerini sevmek, ikram olunmak ve iyilik etmekle emrolunduğumuz Muhammed aleyhisselâmm âli kimlerdir? diye soruldu. Resûlullah (s.a.v.); “Onlar, bana îmân edip, hâlis olan safâ ve vefa ehlidir” buyurdu. “Onların alâmetleri nedir?” diye suâl edilince, Resûlullah (s.a.v.); “ Benim sevgimi benden başka herkesin sevgisine tercih eden» Allahü teâlânın zikrinden sonra, bâtını benim zikrimle (beni hatırlamakla) meşgûl olandır, Başka bir rivayette; “Beni anmaya devâm etmek ve bana çok salât okumak99 buyurmuşlardır. Yine Resülullaha (s.a.v.); “Müminlerden bâ’zısının huşû’ sâhibi, diğerinin böyle olmadığım görüyoruz.Bunun sebebi nedir?” diye suâl edildi. Resûlullah da (s.a.v.); “îmânın tadını duyan huşû ehlidir. Bunu duymayan huşû sâhibi değildir buyurdu.Tekrar; “îmânın tadı ne ile bulunur veya, ona nasıl kavuşulur, o ne ile elde edilir?” diye suâl edildi. Resûlullah (s.a.v.); “Allah için sevmek husûsunda samîmi olmak ile” buyurdu.Yine; “Allahü teâlâmn sevgisi ne ile elde edilir?” diye suâl edilince, Resûlullah (s.a.v.); “Buna Resûlünün sevgisi ile kavuşulur. Bu sebeple Allah ve Resûlünün sevgisi için Allah ve Resûlünün rızâsını isteyiniz”Yukanda beyân edildiği gibi, Resûlullahı sevmek, Allahü teâlâyı sevmeye, Allah sevgisini elde etmeye büyük vesiledir. Nitekim Mâide sûresi otuzbeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen “0”na kavuşmak için vesîle  vâsıta arayınız” buyurulmuştur.Bir kimse Resûlullah efendimize tam bir sevgi ile bağlanınca; Resûlulah efendimizi zihninde tasavvur eder.O’ndan bir an bile gâfil olmaz, O’nu asla unutmaz.

Şüphe yok ki, Eshâb-ı kirâm(r.aleyhim), Resûlullah efendimizi o kadar severlerdi ki, bu sebeple onlarla Resûlullah (s.a.v.) arasında rûhânî bir beraberlik ve irtibat meydana gelmişti. Esâsında, onlardaki bu rûhânî berâberlik ve irtibâtm sim, onlann Resûlullahın (s.a.v.) yüksek sohbetlerinde bulunmalanndandır. Hadîs-i şerîfde Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur “Beni seven. Cennette benimle beraberdir. ” Eshâb-ı kirâm (r.anhüm) Resûlullahm (s.a.v.) sohbetini ve îmânın tadım tatmışlardı. Tâbiîn, müctehid imâmlann (r.anhüm) da durumu böyle idi. Onlar, Resûlullaha (s.a.v.) ma’nen yönelmişler, kalblerini Resülullaha sevgi ile bağlamışlar, O’nun âşıkı olmuşlar, sabah- akşam O’nun mübârek cemâlini ve şemâil-i şerifini mütâlaa etmek sûretiyle, yüksek rûhâniyetinden feyz almışlar, O’ndan yardım istemişlerdir. O büyüklerin böyle hâllerini öğrenmek isteyen, Kâdı Iyâd’ın “Şifâ” kitabı ikind kısım ikinci bâba mürâcaat edebilir. Şifâ kitabında, Ebû Hüreyre’nin (r.a.) Resûlullah efendimizden bildirdiği hadîs-i şerifte şöyle buyurulur “Bir kimse bana selâm verdiği zaman, Allahü teâlâ rûhumu bana iûde eder, ben de o kimsenin selâmına cevap veririm. ”

Resülullaha olan şiddetli sevgileri ve kâmil bir şekilde tâbi olmalarından dolayı, Eshâb-ı kirâm efendilerimiz, Resûlullah (s.a.v.) ile devamlı rûhânî bir irtibat hâlinde idiler. Yine Tâbiîn- den olanlar da, Hulefâ-i râşidîn ve diğer Eshâb-ı kirâm ile olan sohbetlerinden dolayı onlar da Resûlullah efendimizle (s.a.v.) rûhânî bir irtibâta sâhiptiler. Fakat, zaman ilerleyip, nübüvvet nûrundan uzaklaşmak ve insanların kalbleri dünyevî meşgûliyet- lerine dalıp, ihlâs ile sevgide gevşeklik meydana gelmek gibi sebeplerle, tekrar bu sevgiyi elde etmek için îkaz ve uyarmaya ihtiyaç duyuldu. İnsanlara doğru yolu göstermekle vazifeli olan kâmil ve mükemmil İslâm âlimleri, kalblerindeki dağınıklığın giderilmesi, feyz yoluyla büyüklerin rûhâniyetle- rinden faydalanmak için, büyüklerin sevgisini zorlanarak da olsa elde etmek için çalışmayı ve gayret göstermeyi emrettiler. Sonra bu rûhânî sevgiye, kalben bağlılık ismini verdiler.
Çünkü sevgi, sevenin kalbini sevilene bağlamakta, böylece ikisi arasında rûhânî bir irtibat meydana gelmektedir. Bu ma’nevî sevgi ile büyüklere talebe olunduğu için buna, nisbet de denir. Zamanla tasavvuf ehli arasında yaygın bir ıstılah oldu. Çünkü her sâhanın kendisine has kullandığı ıstılahlar (husûsi ma’nâlı kelimeler) vardır. Yine buna tasavvufta “Muhabbet yolu” da denir. Çünkü bu yolda esas, Allahü teâlâmn rızâsına kavuşma yollarım ve sırlarım bilen, Allahü teâlâya ve O’nun rızâsına, O’nun sevgisine kavuşturan büyük bir zâtı, mürşid ve kâmil bir rehberi sevmektir. Bu sevgi sırf Allah içindir, O’ndan başka bir garaz ve maksat için değildir. Sırf Allah için muhabbet hakkında; “Meşârik-il-Envâr” daki hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır “Allahü teâlâ fuyâmet gününde; “Benim için sevilenler nerede? Onları Arşımın gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde (Arşımın gölgesinde) gölgelendireceğim ” buyurur.”

Ömer (r.a.) şöyle buyurdu: Resûlullahdan (s.a.v.) duydum. Buyurdular ki: “Allahü teâlânın ba’zı kulları vardır. Peygamber ve şehîd değildirler. Fakat, onlara kıyamet gününde Allahü teâlâ katındaki mertebelerinden dolayı, peygamberler ve şehidler (bile) imrenirler” Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah! Onlann kimler olduklannı ve ne amel işlediklerini bize bildir, umulur ki onlan severiz” dediler. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz (s.a.v.); “Onlar, aralarında herhangi bir akrabalık ve mal alışverişi olmadan, birbirini seven bir topluluktur. Vallahi onlann yüzleri nûrdur. Onlar nurdan minberler üzerindedir ler. İnsanlar mahzun (üzgün) olduğu zaman, onlar mahzun değildirler. ”

Asıl olarak kalben bağlılık, Resûlullah efendimize yapılır. Ancak insanlara doğru yolu göstermekle me’mur olan Allahü teâlâmn velî kullanna bağlanmanın câiz olduğunda da şüphe yoktur. Çünkü onlar, Resûlullah efendimizin vârisleri, vekilleridirler. Biz, Resûlullahın (s.a.v.) vârisi ve vekilleri olan bu mübârek zâtlan sevinekle de emrolunduk. Aynı zamanda, Resülullaha salât-ü-selâm okurken, peşinden bu büyük zâtlara da salâtü- selâm okumak câiz olduğu gibi, onlara kalben bağlılık da câizdir. Bu büyük zâtlar, da’vet, irşâd ve insanları terbiye husûsunda, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) yaptığı vazifeyi yapmaktadırlar. Onlar kıyâmete kadar bu hususta Resûlullahın (s.a.v.) vekilleridirler. Nitekim Yûnus sûresi yüzsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki: Benim yolum budar. Sizi gafletten uy andır ar cık, Allahü teâlâya çağırıyorum. Ben ve benim izimde bulunanlar çağıncıyız” buyurulmuştur. Bu âyet-i’ kerîmede da’vet husûsunda, Resûlullaha (s.a.v.) tâbi olanlar, Resülullaha (s.a.v.) ortak kılınmaktadırlar.

Bağlı olunan pîre, hem zâhiren ve hem de bâtmen i’tirâz etmek, feyz kapışım kapatır. Bu sebeple tasavvuf büyükleri, talebenin riâyet edeceği edebleri anlatırken; onun bağlı olduğu zâtın önünde, yıkayıcının elindeki meyyit gibi olması lâzım geldiğini söylemişlerdir. Çünkü yıkayıcı, münâsip gördüğü şekilde onu yıkar. Mürşid-i kâmil de talebesini dilediği şekilde terbiye eder.

Sühreverdî hazretleri, “Avârif” adındaki kitabında şöyle buyurmaktadır: “Abdülkâdir-i Geylânî (r.aleyh), talebelerinden birinin ziyâreti için geldiği haber verildiği zaman, dışarı çıkıp, onu karşılamazdı. Sâdece kapıyı açar, müsâfeha eder, ona selâm verir, fakat onunla berâber oturmaz, gidip halvethânesine otururdu. Fakat talebeleri hâricinde yabana birisi gelince, onu karşılamaya dışan çıkar, onunla berâber otururdu. Talebelerinden birinin hatırına, onun bu şekildeki muâmelesinden dolayı böyle davranmanın iyi olmadığı hakkında düşünceler geldi. O talebenin bu şekildeki düşüncesi kendisine malum oldu ve; “Bizim talebelerimizle irtibâtımız kalbidir. Onlar buna ehildir. Fakat yabana birisi böyle değildir. Bizim talebeyle kalbi irtibâtımız kâfidir. Fakat başkasına zâhire, âdete göre muâmele ederiz. Eğer böyle yapmazsak o yalnızlık hisseder ve bu durum onu rahatsız eder” buyurdu. Tenbih: Peygamber efendimizi (s.a.v.) düşünmek ve kalbinde hazır etmek, sahih hadîs kitaplanndan Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mübârek tavır ve hareketlerini, mübârek bedenin görünüşünü okumak sûretiyle olur. Resûlullah efendimizin bizzat kendisini gözle görebilecek şekilde görünmesini istememeli, bu istekte ısrar etmemelidir. Sâdece sahih hadîs kitaplannda bildirildiği kadarıyla icmâlî olarak, kısaca tasavvur etmek, kalbde hazır etmek kâfidir. Bu kadan, kalbi muhabbetle Resülullaha bağlamakta ve rûhî irtibâtı te’min etmekte kâfidir. Eğer bu husûsa dikkat edilmezse, o kimsenin hâlinin karışmasından korkulur.
Şâyet Resûlullah efendimize muhabbetle tam bir istimdad (sığınma) hâsıl olur, hâl ve makamda terakki ederse, Resûlullahın (s.a.v.) yüksek rûhâniyetlerinin o kimseye görünmesi umulur. Böylece maksat da hâsıl olmuş olur.

Bütün bunlardan, Allah ve Resûlünün halîfesi olan ve insanlara doğru yolu göstermekle vazifeli, kâmil ve mükemmil bir zâta talebe olmanın lâzım geldiği ortaya çıkmaktadır. Çünkü, daha önce anlatılan şekilde Resülullaha (s.a.v.) kalbi bağlamak mümkün olsa bile, bunun bilhassa daha başlangıçta olan bir kimse için ne kadar zor bir iş olduğu ma’lûmdur. Birçok kimseler, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mübârek şahsım tam olarak kalbinde hazır edemez. Hilye-i şerifi, zihinlerinde, kemâliyle tasavvur etmeye gücü yetmez. Bunlar bu hususta, va’z ve nasihate muhtaçtır. Bu yolun zâhirî ve bâtınî âdâbım öğrenmeye muhtaç olanlar için, böyle bir bağ kurmanın ne derece zor olduğu açıktır. Beşerî mâniler sebebiyle doğrudan doğruya Resülullaha (s.a.v.) bağlanarak feyz almak zordur. Allahü teâlâ, kendisine kavuşmak isteyen kullarına kolaylık olması için, kâmil ve mükemmil rehberleri yarattı. Bu mübârek zâtlar, insanlan Allahü teâlâmn rızâsına kavuşturan yollan gösterdiler. Böyle münevver yol göstericilerin, her asırda mevcut olacağı bildirildi.

Ba’zan mesâfenin uzak olması veya böyle zâtlann bilinmemesi sebebiyle onlan bulmak zor olabilir. Böyle bir durumda olan kimsenin, ma’nevî olarak, yukarda bahsettiğimiz şekilde, Resûlullahın (s.a.v.) rûhâniyetine yönelmesi câizdir. Fakat şu şartlara da riâyet etmek lâzımdır. Bir daha günaha dönmemek üzere, her günâhına tövbe etmek, ıtikâdı, Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdı üzere düzelttikten sonra; söz, fiil, amel bakımından azimet yolu üzere îslâmm emir ve yasaklarına yapışmak, bütün, işlerinde gücünün yettiği kadar, takvâyı gözetmektir. Çünkü Allahü teâlâ, Tegâbün sûresi onaltıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahın yasak ettiği şeylerden, gücünüzün yettiği kadar perhiz ediniz”buyurmaktadır.

İşlerde takvâ husûsunda bir eksiklik olursa, irtibat hâsıl olmaz. Hakikatte bu irtibat, takvânın ve Allahü teâlânın nzâsımn hâsıl olmasında ölçüdür, terâzidir.
Bir kimse bu esasları mükemmel bir şekilde yerine getirince, Resûlullah efendimizin (s.a.v.) mübârek rûh-u şeriflerine rûhen yönelir. Resûlullahın (s.a.v.) rûhâniyetlerinden, Allahü teâlâmn nzâsımn hâsıl olması için şefâat ister. Resûlullah efendimizi (s.a.v.) vesîle ederek, Allahü teâlâya yalvanr. Hergün gücünün yettiği kadar, huşû* ve ta’zim ile cehrî (sesli) olarak Kur’ân-ı kerîm okur. Hergün bir hizbden (beş sayfa) az okumaz. Daha fazla okumanın bir sımn yoktur. Bir kimsenin, Kur’ân-ı kerîm okumaya gücü yetmezse, Kelime-i tevhîd okumaya yapışır. Çünkü Kelime-i tevhîd, Kur’ân-ı kerîmin özü, hulâsası ve en üstün zikirdir. Hergün açıktan veya gizli olarak, Kelime-i tevhidi gücünün yettiği kadar okur. Okurken sağ tarafa doğru nefy kısmını, sol tarafa doğru isbât kısmım okur. Nitekim Kelime-i tevhidin telkini, Resûlullahdan (s.a.v.), Ali bin Ebî Talib’e (r.a.) âit bir haberle gelmiştir. Ancak Kelime-i tevhîd tiçyüzden aşağı okunmaz. Fakat daha fazla okumanın bir haddi yoktur.

Sühreverdî hazretleri, “Avârif” kitabında şöyle buyurdu: “Tasavvuf yolundaki kimse, sâdece Kur’ân-ı kerîm okumak sûretiyle, zikrin en yüksek mertebesine ulaşabilir. Bu da, Kur’ ân-ı kerîm çok okunduğu, kalb ile dil birbirine muvâfik olduğu zaman mümkün olur. Kalb ile dilin birbirine muvâfik olması, Kelime-i tevhide devâm etmekle olur. Kur’ân-ı kerîm okumaktan daha üstün bir zikrin olduğunu ve ona yapışmak lâzım geldiğini söyleyen kimsenin sözüne bakılmaz. Çünkü Kur’ân-ı kerîm okuyan kimse, namazda ve namaz hâricinde okuduğu Kurân-ı kerîm sebebiyle dünyâ ve âhıret saâ- deti için Allahü teâlâdan temenni ettiği şeylerin hepsine kavuşur. Hergün ikindi namazından sonra, yüz kerre “Estagfîrullah” okunur. Bunun peşinden; “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim” okunur. O kimse okuduğu Kur’ân-ı kerîm ve zikirle yetinir. Her ne sûretle olursa olsun, bunlardan başka zikirle aslâ meşgûl olmaz. Dâvûd (a.s.) birgün oruç tutar, birgün tutmazdı. Geceleri, teheccüd namazı kılmak ve Kur’ân-ı kerîm okumak sûretiyle ihyâ etmekten gâfil olmamak lâzımdır. İşrâk, Duhâ ve Evvâbîn namazlannı unutmamak lâzımdır. Çok konuşma terkedilmeli, yalnızlığa yapışmalıdır. insanlardan uzak kalmak her yönden daha iyidir, maksada kavuşturma bakımından pek mükemmeldir. Denilir ki sıddikla- nn maksadı, tasavvuf yolunda bulu- nanlann neş’esi, yalnızlıktır. Çünkü yalnızlık, kalbleri ma’nevî kirlerden temizler. Aksi ise vakitleri zâyi eder. Bununla ebdâl ve evtâdm kavuştuklanna kavuşulur. Bahsedilen bu amellere, gevşeklik yapmadan, bıkmadan, usanmadan devâm etmeli, Allahü teâlâmn kapısına acziyetini ve muhtâç olduğunu arz ederek yapışmalıdır. Böylece, Allahü teâlâmn lütuf ve ihsân kapısı açılır ve bu hâl üzere vefât eder. Nitekim Hicr sûresi doksandokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen: “Yakın elde etmek için, Rabbine ibâdet et”ve Zâriyât sûresi elli altına âyet-i kerîmesinde meâlen; “İnsanları ve cirimleri ancak, beni bilip itâat, ibâdet etmeleri için yarattım”buyurulmuştur. Büyüklerin rûhâniyetleri tarafin- dan yetiştirilen, onlar tarafından terbiye edilen kimseye, Üvey s bin Âmir el-Kamî’ye nisbetle “Üveysî” denir. Çünkü Uveys-i Kami (Veysel Karânî), Resûlullah efendimizin zamânına yetişti. Fakat göremedi. Ancak Resûlullahın (s.a.v.) hayatlarında ve vefâtlanndan sonra Resûlullah efendimizin mübârek rûhâniyetlerinden istifâde etti. Ma’nevî gıdâsını aldı, yetişti. Bu yoUa yetişen pekçok evliyâ vardır.Bâyezîd-i Bistâmî, Ebü’l-Hasen Harkânî, Şeyh Attâr, Îsmâil Tillovî, Şeyh lâzımdır.” Ahmed Nâmık’ı Câmi ve daha başka zâtlar bu yolla yetişmişlerdir. Bu yolda bulunan kimsenin, bu amellere başladığı zaman niyetini düzeltmesi, o amelleri sırf Allah rızâsı için yapması, kalbi, Allahü teâlâdan başka şeylerden sıyırması lâzımdır. Sonra, dili ve kalbi ile; “İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî” (İlâhî sen benim maksûdumsun ve senin rızânbenim matlûbumdur) demelidir. Buna  başka bir söz kanştırmamalıdır. Allahü teâlâmn rızâsını istemek ve kullukla alâkalı vazifeleri yapmaktan başka, dünyevî ve uhrevî bir ihtiyâcıkalbinde bulundurmayacaktır. Ken disi için keşf, kerâmet ve gaybla alâkalı şeyleri bilmek gibi bir maksadı  olmamalıdır. Kendi isteği ile olmadan onda böyle bir şey meydana gelirse,ona iltifât ve i’tibâr etmez. Böyle şeylerle meşgûl olmaz. Hattâ, bunun ihlâsı husûsunda bir imtihan olması   korkusu ile, böyle şeylerden Allahü telâya sığınması lâzımdır. Eğer böyle şeye meylederse, bu yolda ilerlemek onun için mümkün olmaz. Hattâ bu onun için mümkün olmaz. Hattâ bu şekilde htlsrâna uğramasına sebep olur. Onun için bundan çok sakınmak lazımdır.

 

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir