wiki

DARWİNİZM

DARWİNİZM; Alm. Darwinismus (r), Fr. Darwinisme
(m), İng. Darwinism. Hayâtın ve canlı varlıkların
meydana gelişini, tesâdüfı olaylarla açıklamaya
çalışan biyolojik bir görüş veya faraziye.
“Evrim teorisi, evolusyon teorisi, tekâmül nazariyesi”
gibi isimlerle de anılır. Kelime olarak evrim;
basitten mükemmele doğru değişme, gelişme, tekâmül
demektir. İlkel olanla yetinmeyip mükemmel
olanı aramak mânâsına gelir.
Darwinizm savunucularının, hayâtın başlangıcı
ve canlıların çeşitliliğiyle ilgili görüşleri şöyledir:
“Hayat ve canlı varlıklar, tesâdüfen meydâna gelmiştir.
Önce inorganik maddelerden organik maddeler
ortaya çıkmış, sonra bu organik varlıklar biyolojik
varlıklara dönüşmüştür. Herhalde, bütün
canlıların yapı taşı olan hücre, milyonlarca yıl önce
denizlerde tesâdüfen meydâna gelmiş, bundan
da zamanla küçük deniz bitkileri ye hayvanları,
sonra karadaki bitki ve hayvanlar, en sonra da çeşitli
dönüşümlerden geçerek insan yeryüzünde gözükmeye
başlamıştır.” gibi laflar söylüyorlar. Böylece
Âdem aleyhisselâmın topraktan yaratılmadığını, Kur’ân-ı kerîmin ve mukaddes kitapların,
hâşâ hikâye olduklarını, ilk canlı maddeyi vücûda
getiren büyük bir kudretin varlığına inanmanın
fenne uymayacağını anlatıyorlar.
Darwinizm ve diğer adıyla evrim teorisi yalnız
Darwin’in olmaktan çıkmış yukarıdaki gibi
özetlenebilen şeklini almıştır. Teori, Darwinizm ismiyle
anılmakla berâber, öne sürülen görüşlerin
pek çoğu ile Darwin’in alâkası yoktur.
Bâzı çevreler bilhassa materyalist ve ateist
(dinsiz) kimseler için “Darwinizm” âdetâ yepyeni
bir “din” veya “mezhep”tir. Profesör Gish, evrimcilerin
görüşleriyle ilgili olarak; “Evrim felsefesi,
aslında evrimcilerin kendi dünyâ görüşleri içerisinde
yer alan bir inanç sistemidir.” demektedir.
İlk canlının meydana gelişiyle ilgili görüşler
Oparin ve Haldene’nin hipotezlerine dayandırılır.
Bunlara göre: İlk atmosferin terkibi bugünkü gibi
değildi ve yapısında serbest oksijen yoktu. Metan
(CH4), amonyak (NH3), su buharı (H20) ve hidrojen
(H2) gazlarından meydana gelmişti. Bu gazlar,
yoğun ultraviole (mor ötesi) ışınların enerjisiyle reaksiyona
girmiş ve organik maddeleri meydana
getirmişti. Evrimciler; organik maddelerin yağmur
sularıyla sıcak denizlere sürüklendiğini, kendi
aralarında birleşerek “koaservat” denen daha
kompleks bileşikler yaptığını ve bunlardan da,
“amip benzeri” ilk hayat hücresinin meydana gelmiş
olabileceğini iddia ettiler. Meselâ, fizyolojist
Haldene: “Bundan milyonlarca sene evvel, sıcak denizlerde,
güneşten gelen ultraviole şuâlar tesiriyle,
inorganik gazlardan, organik bileşikler meydana
gelmiş ve ekviproduktif hassası olan ilk molekülün,
yâni aldığı gıdâ maddelerini, kendi gibi canlı şekle
çeviren hücre molekülünün de, bu arada, bir tesâdüf
eseri teşekkül etmiş” olmak ihtimâlini söylemiştir.
Fakat, bu bir hipotez (faraziye) olup, bir
tecrübe ve hattâ bir teori (nazariye) bile değildir.Ekviproduktif özelliği olan bir molekülün nasıl
meydana geldiğini gösteren bir bilgi, hatta bir nazariye
bugün mevcut değildir. Fen bilgileri, müşâhede
ve tedkik ilimleridir. Fen olayları, önce his
uzuvları ile veya bunları takviye eden âletlerle
gözlenir ve olayın sebepleri tahmin olunur. Sonra,
bu olay, tecrübe ve tekrar edilerek, bu sebeplerin tesirleri,
rolleri tespit edilir. Bir hâdisenin sebebi ve
oluş tarzı biliniyorsa, buna inanılır. Fakat tecrübe
edildiği hâlde, sebepleri anlaşılamayan hâdiseler de
vardır. Bunlara sebeb olarak, birçok fikirler ileri sürülür.
Bilim adamlarının, sebebi ispat edilemeyen
hâdiseler hakkındaki şahsî kanâatlerini ifâde eden
bu fikirlerine “faraziye” veya “hipotez” denir. Bu
fikirler mutlak değildir. Bir hâdiseyi, muhtelif
adamların başka başka tefsir ettikleri de olur.
Bir hipotez, bir çok bilim adamı tarafından
benimsenip, geniş bir geçerlilik kazanırsa, “teori”
adını alır. Teoriler, hipotezlere göre daha güçlü
görüşlerdir. Gerek hipotez, gerekse teoriler fen
bilimlerinde bulunabilir. Fakat bunlar ispat edilip
“bilimsel kânun” hâline gelmedikçe, fen bilimlerine
mâl edilemez. Fen biliminin malı olamaz. Bir
gerçekmiş gibi savunulamaz. Bunlar bilim adamları
tarafından, her zaman şüpheyle bakılan, tenkit
ve yoruma açık görüşlerdir. Yanlışlığı ispat edilenler,
reddedilerek terk edilir veya gözden geçirilerek
yenileri kurulur. Haldene’nin sözü, nihâyet
teori olmaktan çok uzak bir hipotezdir. Laboratuvarlarda,
“hayâtın kimyevî temelleri” olarak amino
asitler, koaservatlar ve proteinler ve daha nicehassas terkipler îmâl edilebilse de, bunlarda çok basit
de olsa canlı bir yapıya ulaşılamaz. Bugüne
kadar hiçbir kimyâger veya biyolog amino asitleri
birleştirerek canlı bir yapı meydana getirememiştir.
“Hayât”, sâdece, bir maddî elementler kompozisyonu
olarak ele alınamaz. Bu kimyevî terkibin
ve maddî elementler kompozisyonunun üzerinde
“İlâhî bir kudretin” varlığı gerekmektedir.
Evrim, iddia edilmiş ‘fakat hiçbir zaman insanlar
tarafından gözlenememiştir. Meselâ, hiç
kimse, kâinâtın veya hayâtın başlangıcını, herhangi
bir türün evrimle değiştiğini görmemiş, bir
balığın bir kurbağaya dönüştüğüne veya bir maymunun
insan hâline geldiğine şâhid olmamıştır. Evrimi
müşâhade etmek mümkün olmadığı gibi, deneyle
de ispat edilemez.
Evrimin, deney metodlarıyla ispatının mümkün
olmadığını, evrimciler de, açık sözlülükle kabul
etmektedirler. O hâlde, deneye dayalı metodlarla
incelenemeyen bir teorinin, İlmî olduğu nasıl
iddiâ edilebilir? O hâlde, açık bir ifâdeyle söylemek
gerekirse, evrim teorisi bir zandan ibârettir
ve deneye dayalı bilimin dışındadır.
Canlıların basitten mükemmele doğru değiştiğini
ilk yazan Fransız doktoru Lamarck’tır.
1809’da neşrettiği Filozofi Zoolojik ismindeki kitâbında
“Canlıların bir asıldan türeyebileceğim”
yazdı. Fakat aynı asırdaki biyologlar, Lamarck’ın
verdiği misâllerin, hayvanların birbirlerine dönmesi
değil, canlıların bulundukları muhite intibak
etmelerini (adaptasyonu) göstermekte olduğunu
söylediler. İkinci olarak İngiltereli bir biyologun
oğlu olan Charles Darwin, 1859’da yayınladığı
Türlerin Menşei ismindeki kitabında canlılar
arasındaki hayat mücâdelesini anlattı. “Canlılar
bulundukları muhite uymak için mücâdele
eder. Bu hayat mücâdelesini kazananlar yaşayabilir,
kaybedenler ölür.” dedi. Hayat mücâdelesindeki
elenmelerine, “doğal seleksiyon=tabiî
ayıklanma” adını verdi. Canlıların muhite uyduklarını,
bunun için ufak değişikliklere uğradıklarını
yazdı. Bunun sonucunda her türün bireyleri
arasında çeşitlilik, varyasyon (değişme) olduğunu
ileri sürdü. Misâl olarak da, zürâfaların ataları
arasında uzun ve kısa boyunlu varyetelerin (âit
olduğu türden çok ufak farklarla ayrılan bireylerin)
var olduğunu söyledi. Dünyânın kuraklık devrelerinde
kısa boyunluların ot bulamayarak açlıktan
öldüklerini, uzun boyunluların ise, ağaç yapraklarına
uzanarak hayatlarını devâm ettirdiklerini
ve bugünkü zürâfaların, o uzun boyunluların nesilleri
olduğunu iddâ etti. Buna da çeşitli îtirâzlar
oldu. İlme, gerçeğe dayanmayan bu hususlar gerçek
ilim adamları tarafından devamlı reddedildi.
Hattâ Darwin de göz, beyin gibi karmaşık organların
nasıl meydana geldiğini anlamaktan âciz olduğunu bildirmiş, bir arkadaşına yazdığı mektupta,
“Gözün teşekkülünü düşündükçe çıldıracak gibi
oluyorum.” demiştir.
Bütün evrim teorilerinde asıl gâye, insanın
maymundan veya başka bir hayvan türünden geldiğini
îzah veya isbât etmeye kalkışmak değildir.
Bu teorilerde temel görüş; hayvan olsun, bitki olsun,
bütün organizmaların birbirlerinden meydana
geldikleri ve bunların bir kaynağa, ortak bir
ataya irca edilmelerinin mümkün olduğu fikridir.
Başka bir ifâdeyle, evrimciler türlerin sâbit olmadığına,
eski türlerin zaman içinde değişmesiyle
günümüzdeki türlerin meydana geldiğine ve bu
değişimin günümüzde de devâm ettiğine inanırlar.
Yeni türlerin meydana gelişinde tesâdüflerin ortaya
çıkardığı âni değişimlerin (mutasyonlar) asıl rolü
oynadığını iddia ederler.
Mutasyonlar, herhangi bir sebeple kromozomların
genlerinde meydana gelen âni değişmelerdir.
Tabiatta çok az rastlanan, tür hudutlarını aşmayan
ve çoğu öldürücü olan olaylardır. Gen mutasyonlan
DNA kıvrımlarındaki hatâlardır. Mutasyonlar sonucunda
ana ve babadan, bir veya birkaç karakter
bakımından değişik yavrular doğabilir. Meselâ, gen
mutasyonlan yüzünden Drosophila (Sirkesineği)nın
gözleri kırmızı veya beyaz olabilir. Kanatları kısa,
uzun veya vazîfe görmüyor olabilir. Fakat bunlar
hep organlardaki karakter değişimleridir.
Deneysel mutasyonlarla yeni organlar veya türler
meydana getirilmemiştir. Aslında mutasyonların
meydana gelme ihtimâli de çok azdır (milyonda
bir ihtimal). Bir milyon fertten ancak birisinde
görülebilmektedir. Kaldı ki, mutasyonların çoğu
zararlı ve öldürücüdür. Yeni türlerin oluşumunu,
göz ve beyin gibi karmaşık yapılı organların meydana
gelişini, tamâmen tesâdüflere bağlı olan ve milyonda
bir ihtimalle meydana gelebilen, çoğu sakatlayıcı,
kısırlaştırıcı, düşürücü ve öldürücü olan
mutasyon olaylarına bağlamak mümkün değildir.Evrim teorileri, hayâtı “tesâdüflere” ve “mücâdeleye”
indirgemede aynı fikirdedirler. Bu görüşlere
göre “hayat bir mücâdeledir” ve yeryüzünde
bir mükemmeliyet aramak beyhûdedir. Tesâdüflerin
ortaya çıkardığı değişmeler hayat çarkını
çevirmektedir. Kısaca hayat, tesâdüflerin eseridir.
Yâni, bir yaratıcısı, bir nizam vereni yoktur
derler.
İşte bu sebepten bilhassa materyalist görüşün
hâkim olduğu felsefî ekoller ve diğer ateistler
(dinsizler) bu teoriye dört elle sarılmışlardır. Çünkü
kendileri de kâinâtın ve hayâtın bir yaratıcısı,
bir nizam vericisi olduğuna inanmamakta, mukaddes
kitaplarda bildirilenleri ve peygamberlerin
haber verdiklerini inkâr etmektedirler. Düşüncelerini
haklı çıkarmak ve geniş insan kitlelerine
yayabilmek için de çok çeşitli yollara başvurdukları
bilinmektedir. Propaganda bu yolların en çok
kullanılanıdır. Bunun için de her türlü basın yayın
vâsıtalarından istifâde etmekde, sık sık buralarda
hayâtın tesâdüfîliğini, insanın maymundan veya
başka bir hayvandan geldiğini tekrarlamaktadırlar.
Böylece İlmî çevrelerde reddedilerek tartışılması
çoktan bırakılmış olan “evrim konusu”, materyalist
görüşün kontrolündeki yayın organlarında aktüel
tutulmaya çalışılmaktadır. Meselâ; bir fen
adamı, jeolojik tabakalar arasında bulduğu bir kemik
parçasında tetkikler yaparak, hayat üzerinde
kıymetli bilgiler toplamaya uğraşırken, beri taraftan,
fen ilimlerini anlamayanlar radyodan veya
bir broşürden bunu haber alıp, “İnsanların aslı
olan maymunun kemikleri bulundu. İnsanların
maymundan hâsıl olduğu hakikat hâlini aldı.” şeklinde
yalan haberler yayıyorlar.
Bugün paleontoloji mütehassısları (yâni ilk
zamanda yaşamış canlıların iskeletlerini ve fosillerini
inceleyenler), türlerin, fosillere göre, birdenbire
yeryüzünde göründüklerini, aralannda geçiş
formlarının bulunmadığını açıklamaktadır. Meselâ,
on beş yıl evrim üzerinde araştırmalar yapan
Amerikalı Prof. T.D. Gish, bir makâlesinde şöyle
demektedir: “Bütün jeolojik delillerden anlaşılan
şudur ki, yeryüzünde hayat birdenbire ve çok
kompleks (karmaşık) yapıdaki canlılarla başlamıştır.
Fosillerden elde edilen sonuçlar, Kambriyan
devrindeki hayvanların kendilerinden daha
aşağı yapılı organizmalardan değil, doğrudan kendi
yapılarıyle yeryüzünde göründüklerini ortaya
koymaktadır. Bundan başka, büyük canlı grupları
arasında geçiş formu olarak dikkate alınabilecek
tek bir fosil bile bulunamamıştır. Dolayısıyla mercanlar
doğrudan mercan ve ahtapotlar da ahtapot
olarak meydana gelmiştir.” Fransız profesörü Vialleton;
“Canlı vücutlarındaki teşkilâtlanma tarzlarının
jeolojik devirler boyunca ağır ve tedricî
bir tekâmül tâkib ettiği görülmez. Önce tek hücrelibir canlı, sonra basit hücre grupları, daha sonra da
çok hücreli canlılar görülmez. Canlılar daha başlangıçtan
îtibâren açık şekilde ayrılan muhtelif
tiplerde yaratılmıştır.” demektedir.
Evrimcilerin, sürüngenlerle kuşlar arasında
geçiş formu olarak ileri sürdükleri fosillerden birisi
Arkeopteriks’tir. Arkeopteriks, sürüngen benzeri
özellikleri bulunan büyük bir kuştur. Kanatlarının
kenarlarında pençe şeklinde kısımlar, gagasında
dişler ve kuyruğunda omurga mevcuttur.
Bu özelliklerden dolayı bir sürüngenden geldiği savunulmaktadır.
Halbuki günümüzde kuşların çoğundan farklı
özelliklere sâhip, nâdir kuş türleri mevcuttur. Meselâ;
Güney Amerika’da yaşayan ve “tepeli tavuk”
olarak da bilinen Hoatzin kuşu (Opisthocomus
hoatzin), gençlik devresinde kanatlarında iki pençeye
sâhiptir ve küçük bir omurgayla uçmaktadır.
Aynca, Afrika’da muzculgiller (Musophagidae)
familyasından Turako kuşu (Touroco coryhaix)nun
genç olanlarının da kanatlarında pençeler mevcuttur
ve bu da uçmaktadır. Bu kuşlar uygun tabakalarda
fosil olarak bulunsaydı, evrimciler bunları
da sürüngenlerle kuşlar arasında geçiş formları
olarak adlandıracaklardı.
Günümüzdeki kuşlar dişsiz olduğu gibi, eskiden
yaşayıp nesilleri tükenmiş dişli kuşların varlığı
da gâyet tabiîdir. Nitekim günümüzde yaşayan
kurbağaların bir kısmı dişli, bir kısmı ise dişsizdir.
Dişsiz sürüngenler de mevcuttur. Arkeopteriks de
nesli tükenmiş dişli bir kuştur.
En son araştırmalar da, Arkeopteriks’in bir
geçiş formu olmadığını ispatlamıştır. Nitekim
1972 yılında Yale Üniversitesi profesörlerinden
John Ostron, Arkeopteriks’in yaşadığı Jura devrinden
daha eski tabakalar arasında, zamânımızda
yaşayan kuşlara benzer fosiller bulmuştur. Yayınladığı
makâlede de; “Jura’dan daha yaşlı tabakalar
arasında gerçek kuşların varlığının, Arkeopteriks’in
bir geçiş formu olmadığını gösterdiğini”
ifâde etmiştir.
Evrimcilerden Prof. Max Westenhofer, türler
arasında geçiş formlarına rastlanamadığından,
Araştırma ve İlerleme adlı eserinde âdetâ yakınarak;
“Balıklar, sürüngenler, memeliler gibi büyük
hayvan grupları dünyâ yüzünde birdenbire
esas şekilleriyle belirivermişlerdir sanki. Bir türün
diğerine dönüştüğüne dâir hiçbir yerde hiçbir işâret
yoktur. Değişim ancak türlerin içinde mevcuttur.”
demektedir.
Her çeşit canlının kendi türü içinde değişebildiğim,
gerek paleontoloji mütehassıları ve gerekse
“Yaratılış Görüşü” taraftarları da kabul etmektedir.
Ancak bu değişmenin (tekâmülün) tür sınırları
içinde kaldığını ve, bir canlının başka türlere
dönmediğini ifâde etmektedirler. Meselâ, birincizamandaki derisi dikenliler neyse, şimdikiler de aynıdır.
Derisi dikenlilerin mutasyonla omurgalı hâle
döndüğü görülmemiş ve buna âit bir fosil bulunamamıştır.
Halbuki, canlıların yapısında, en basitinden, en
mükemmeli olan insana doğru, düzgün bir tekâmül
bulunduğunu, daha önce İbrâhim Hakkı hazretleri,
Mârifetnâme kitabında, misaller vererek yazmış,
fakat bunun, türlerin değişmesi demek olmadığını
da bildirmiştir.
Müşâhedeler göstermiştir ki, çevre şartları,
bâzı değişmelere ve sapmalara sebeb olsa bile,
türler, kendi ana hususiyetlerini korurlar. İntibak
(adaptasyon), tabiî eleme (seleksiyon), âni sıçramalar
(mutasyon) gibi tâbirler ile ifâde edilen gelişmeler,
dâimâ, bir türün kendi içindeki değişmelerini
ifâde eder. Yoksa, bir türün, başka bir
türe dönüşmesi tarzında düşünülemez. Bugüne
kadar yapılan ciddî araştırmalar, bu hükmü, hep
doğrulaya gelmiştir. Kesin olarak anlaşılmıştır ki,
türler farklı ırklara dönüşebilir, fakat başka bir
türe dönüşemezler.
Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yayınlarından,
Y. Doç. Dr. Turan Güven ve ekibi tarafından
hazırlanan ve Liselerde ders kitabı olarak
okunan Biyoloji-I isimli kitapta yaratılışla ilgili
olarak şöyle denilmektedir:
“Yaratılış görüşünde, bütün canlı çeşitleri ayrı
ayrı yaratılmıştır. Bu canlılar, ilk yaratıldıkları
günden beri bâzı değişmeler geçirmiş olmakla berâber,
tamâmen başka türlere dönüşmemişlerdir.
Değişmeler, sâdece o türün değişme sınırları
içinde kalmıştır. Bir türün populasyonu içinde görülen
böyle değişmelere “varyasyon” adı verilir.
Dünyânın ilk yaratılışı, insanlar tarafından
gözlenemeyen tek ve tekrarlanamaz bir olaydır.
Yaratma olayı yalanlanamaz. Çünkü, günümüzde
yaratma olayı, her sâniye devâm etmektedir.
İnsan, kendi varlığı üzerinde biraz düşünürse,
bir yaratıcının varlığını ancak o zaman idrak edebilir.
Dînimize göre, kâinât ve kâinâttaki bütün varlıklar
Allah tarafından yaratılmıştır. Bu yaratma bir
anda olabileceği gibi, belli kânunlar doğrultusunda
yavaş yavaş da olabilir. Meselâ toplu iğne başı
büyüklüğündeki bir insan zigotundan fetüsün teşekkül
etmesi ve bunun da akıl almaz şekilde düzenli
farklılaşmalar geçirdikten sonra, çocuk olarak
doğması, yaratma olayına güzel bir misâldir.
Özetle belirtilecek olursa, yaratılış görüşüne
göre kâinâttaki bütün canlı ve cansız varlıklar “bir
yaratıcı” tarafından yaratılmıştır. Yaratılış görüşünü
savunan bilim adamları, kâinâtın çok ince bir düzen
içinde işlediğini, bu düzenin kendiliğinden
ve tasâdüfen meydana gelmeyeceğini belirtmektedirler.
Gerçekten kâinatta hiçbir şey durup dururken kendiliğinden meydana gelmez. Günümüzde,
biyoloji ile ilgili birçok bilim adamı, hayâtın
çeşitliliğini, bir hücre içinde geçen hayat
olaylarının olağanüstü intizamını ve kâinatın çok
ince bir düzenle işlediğini görerek, Allah’ın varlığını
idrak ettiklerini belirtmişlerdir.”
En son araştırmalar ve incelemeler göstermiştir
ki, bir tür, şu veya bu sebeplerle, farklı ırklara
bölünebilmekte ve fakat başka bir türe dönüşememektedir.
Çünkü, buna, “verâset kânunları”
engeldir. “Merinos”, “Kıvırcık”, “Dağlıç”, “Karaman”
hep koyun türünün (Ovis aries) farklı ırklarıdır.
Bir türe mensup fertler, öteki türden fertlerle
kendiliklerinden çiftleşemezler; çiftleşseler bile
döl meydana getiremezler; döl meydana getirseler
bile, bu döl, yaşama gücünden mahrumdur; döller
yaşasalar bile kendi aralarında üreyemezler, kısırdırlar.
Türlerin vasıflarının sâbitliğini sağlayan
bu mekanizmadır. Katır (Equus mulus), erkek
eşekle kısrağın çiftleşmesinden meydana gelen
kısır bir melezdir. Üreyip neslini devâm ettiremez.
Canlılarda paleontolojik devirlerde zamanla tekâmül
görülmekte, fakat bu değişmeler her türün
kendi içinde olmaktadır. Meselâ; dördüncü zamânın
yeni tabakalarında “kromanyon” ismi verilen
insan iskeleti bulunmuştur. Bizim iskeletimizden
farklı olduğu hâlde paleontoloji mütehassısları
bunlara “ilk insanlar” demiştir. Diğer taraftan,
üçüncü zaman sonunda yaşayan, “antropoit” denilen
ve bugünkülere benzemeyen maymun iskeletleri
bulunmuştur. Antropoloji mütehassısları
bunların maymun olduklarını söylüyor. Fen istismarcıları,
taklitçileri, dinlere inanmayanlar yaptıkları
tercümelerde kromanyon insanına ve antropoit
maymununa, “insanın ceddi olan veya insanla
maymun arasında geçit teşkil eden fosil” diyorlar.
Günümüzde tekâmül teorisinin değişik kültür
seviyesinden insanlara anlatılmak istenmesinin
asıl sebebi ideolojik olup, İlmî değildir. Bu teori
materyalist felsefenin telkini için bir vâsıta olarak
kullanılmaktadır.
Evrimciler, iddialarını ispat etmek için, bâzı
körelmiş organların varlığından bahsederler. Onlara
göre, bu organlar kullanılmaya kullanılmaya
körelmiştir, bir işe yaramaz. Örnek olarak da insanda
kör barsak ve kuyruk sokumunu gösterirler.
Profesör Gish, evrimcilerin bu iddialarına şu
cevâbı vermektedir: “…Kör barsak ise, bâdemciklerin
yapısına giren yabancı unsurlara karşı aktif
organ olarak iş görür. Kuyruk sokumu kemiği,
kuyruğun kullanılmayan izi değil, aksine kalça
kemerinin bâzı kasları (Pelvis kasları) için mühim
bir tutunma noktasıdır. Ayrıca rahat oturmayı
temin eder. Bu kısım olmaksızın rahat oturmakmümkün değildir.” Tavşanlarda da kör barsak ve
apandisit, selüloz sindirici mikroorganizmaların
barınma ve üreme organlarıdır.
Her canlı bireyin hücrelerinde, türüne mahsus
sayıda kromozom bulunur. Kromozomların şekli,
büyüklüğü ve sayısı her tür için sâbittir. Meselâ;
Bezelyede hücre başına 14 kromozom, Patateste
48, Bal arısında 32, İnsanda 46 kromozom mevcuttur.
Bu sayı, diploit adını alır ve 2n ile gösterilir.
İnsan için 2n=46’dır.
Türlerde kromozom sayısını sâbit tutmak için
cinsiyet hücreleri olgunlaşmadan önce mayoz bölünme
geçirerek diploit sayısını yarıya (n) indirger.
Mayoz, yalnız eşey hücrelerinde görülür. Döllenme
sonucu hâsıl olan zigot, dişiden “n” ve erkekten
“n” kromozomu alarak “2 n” sayısına ulaşmış
olur. Böylece türlerin sâbit kromozom sayısı korunmuş
olur.
Evrimcilerin iddia ettiği gibi, canlılar basitten
mükemmele doğru birbirinden türemiş olsaydı,
kromozom sayılarında da evrim sıralamasına uygun
olarak bir düzen bulunması gerekirdi. Başka
bir ifâdeyle; eğer türler, tek hücrelilerden çok hücrelilere,
omurgasızların omurgalılara gelişmesi
neticesinde meydana gelseydi, kromozom sayılarında
da düzenli bir artış beklenirdi.
Halbuki, canlılarda sınıflandırma basitten mükemmele
doğru olduğu hâlde, buna uygun olarak
kromozom sayılarında düzenli çıkış veya inişe
rastlanmamaktadır. Meselâ; yuvarlak solucanlardan
Ascariste 2, bir hücrelilerden Radiolariada
800, Salyangozda 24, Emyste (Bataklık kaplumbağası)
50, Serçede 60, Fârede 44, İnsanda 46,
Böceklerden Lyandrada 380, Sivrisinekte 6 kromozom
bulunmaktadır. Türlerdeki bu kromozom
sayılarının düzensizliği, evrim nazariyesini reddetmektedir.
Kromozom sayılarını, evrimin ispat
malzemesi olarak ileri süren evrimciler, tam bir yenilgiyle
karşılaşırlar.
Kromozom sayısının yüksek veya düşük oluşu,
organizmanın gelişmiş veya ilkel oluşuna bağlı
değildir. Bâzı canlı türlerinin kromozom sayıları
aynıdır. Meselâ; insanın, kurt bağrı bitkisinin
ve bir çeşit tropikal balığın kromozom sayıları
46’dır. Bu türlerin kromozom sayılarının aynı oluşu,
birbirinden türediklerini veya yakın akraba
olduklarını göstermez. Çünkü, kromozom sayıları
aynı olmasına rağmen, taşıdıkları genler ve genleri
meydana getiren DNA’larm şifreleri farklıdır.
Her canlı türünün organizasyon ve karakter programı
genlerde kotlanmıştır. Hayat programı türlerde
farklıdır. Hatta bu programlanma, tür içindeki
bireylerde bile, mayoz bölünmede krossingover
esnâsmdaki gen alış verişiyle çeşitlenir. Üreme
hücrelerinin mayoza uğrayarak, kromozom
sayılarını yarıya indirgemesi esnâsında, homolog kromozomların birbirine sarılarak aralarında
gen değişimi yapmalarına Mkrossing-overM denir.
Krossing-over olayı ile, aynı türün fertleri arasında
farklı özellikler ortaya çıkar. Krossing-over sâyesinde
aynı ana babanın birbirine benzemeyen
çocukları olur. Üreme hücrelerinde mayoz esnâsında
krossing-over olmasaydı, türlerde yavrular,
tek yumurta ikizleri gibi birbirinin tıpatıp
benzeri olurdu. Mayoz, türlerde kromozom sayısını
sâbit tuttuğu gibi, tabiatta çeşitliliği de sağlar.Semâvî kitaplara göre, insan müstakil yaratılmıştır
ve bütün târih boyunca, hep kendi türü
içinde kalarak gelişmiştir.
Evet, insanın kendi türünün aslî özelliklerini
kaybetmeksizin önemli istihâleler geçirmesi mümkündür.
Nitekim, insanoğlu “döl yatağında” tek
hücreli bir canlı olmakla başlayıp, doğumuna kadar,
çok değişik istihâleler geçirmektedir. (İstihâle;
bir hâlden başka hâle geçiş, başkalaşma, metamorfoz
demektir.) Biyologlar insanın “döl yatağındaki”
bu gelişimine, “ontogenez tekâmül” diyorlar.
Yine biyologlar “ana rahmindeki” bu gelişme
ve büyüme vetiresini (sürecini) safhalara
ayırarak incelemişlerdir. Onlar, döllenmeden iki
haftalık oluncaya kadar geçen devreye “germinal
devre”, iki haftalıktan iki aylığa kadar olan devreye
“embriyal devre” ve iki aylıktan doğuma kadar
olan devreye de “fetal devre” adını verirler. Biyologlar,
“germinal devre”yi de morula, blastula ve
gastrula adını verdikleri üç safhaya ayırırlar ki, bütün
bu tasnifler, yüce ve mukaddes kitabımız
Kur’ân-ı kerîmin verdiği haberlere uygundur.
Yüce dînimiz îslâma göre de insan “dölyataklarında
kılıktan kılığa girer” ve orac|ja çeşitli safhalardan
geçerek gelişir. Bu hâli, El-Hac sûresinin 5.
âyeti ve Al-i İmrân sûresinin 6 . âyetleri bildirmektedir.
Şimdi, “evrimciler” soruyorlar; insanın “dölyataklarında”
geçirdiği bu mâcerâ, sakın, insan
türünün geçirdiği mâcerânın bir özeti olmasın?
Yâni, insan, “ana rahminde” kılıktan kılığa girerek
gelişmektedir, acabâ, insan türü de böyle mi gelişti?
Darwinistler, bir türün gelişim istihâlelerini,
sanki türden türe geçiliyormuş gibi, bir açık gözlülük
ile saptırmak istemişlerdir. Oysa, insan, dölyataklarmda,
hangi kılığa girerse girsin, daimâ, insan
olarak kalmış, insanın genetik özelliklerini
ifâde etmiştir. Oysa Darwinistlere göre, insanın
dölyataklarındaki mâcerâsı; “döllenmiş bir yumurta
hücresinin, önce çok hücreliye, oradan
omurgasızlara, oradan balığa, oradan amfibyaya,
reptilyaya, nihâyet iptidâi memelilere (meselâ
kanguruya), sonra maymuna ve iptidâî insana dönüşerek
geliştiğini” ifâde etmektedir.
Her canlı türünün gelişme modeli farklıdır.
İnsanın “dölyatağındaki mâcerâsını” incelediğimizde
görüyoruz ki, insan, gelişiminin her safhasında,
genetik yapı olarak dâimâ insandır. Bu durum
diğer canlılar için de geçerlidir. Her canlı,
gelişimin her safhasında kendi türünü ifâde eder.
Meselâ, maymun kendi türünün özellikleri içinde,
doğum öncesi ve sonrası safhalardan geçerken,
insan, ondan farklı olarak kendi türünün gelişim
modelini yaşar. Bu gelişim modellerinin birbiriyle
alâkası yoktur. Sâdece, dış ve kaba benzerliklerebakarak, türleri birbirine ircâ etmek (döndürmek,
katmak) insanı komik duruma düşürebilir. İlim
için en büyük tehlike, “kaba kıyaslamalardır.
Değişik ırklara ve renklere ayrılmalarına rağmen,
bütün insanlar, aynı genetik yapıya sâhiptirler
ve aynı “gelişim devrelerinden geçerek olgunlaşırlar.
Farklı ırklar, kendi aralarında evlenerek
üreyebilmektedirler. Evet, hiç şüphe yoktur
ki bütün insan ırkları, bir tek türü ifâde ederler. Yâni,
bütün insanlar, Âdemoğullarıdır.
Irkların nasıl teşekkül ettiği konusu, ayrı bir
araştırma sâhasıdır ve bu konuda önemli yayınlar
da yapılmaktadır. Irkların teşekkülü, ister İbn-i
. Hâldun ve Lamarck gibi düşünerek “coğrafî ve
kozmik etkiler” ile, ister Darwin ve taraftarları gibi
“tabiî eleme” (seleksiyon) ile yahut “mutasyon”
larla açıklansın, ırklar dâimâ bir türü ifâde
ederler. Bu husûsu, bütün canlı tabiatta müşâhede
etmek mümkündür. Aynı tür bitki ve hayvanlar
arasında da değişik renk ve biçimlere, yâni ırklara
rastlamak, her zaman mümkündür. Bu sebepten, insanlar
arasındaki renk, iskelet ve kafatası biçimlerinin
farklılıklarından hareketle, ırkları, sanki
ayrı türlermiş gibi görmeye ve göstermeye çalışmak
çok yanlıştır. Çünkü, bu tip iddiâlar, her şeyden önce,
modem biyolojinin verileri (gerçekleri) ile ve
“verâset kânunları” ile çelişmektedir.
Evrimciler etiketlerine sığınarak ilimde sahtekârlık
yapmaktan da sıkılmamışlardır. 1912 yılında
Londra Tabiat Târihi Müze Müdürü Arthur
Woodward ile tıp doktoru Charles Dawson tarafından,
İngiltere’nin Sussex şehrinde, Piltdown
yakınındaki bir çukurda bir fosil bulundu. Sonradan
“Piltdown adamı” adı verilen bu fosil, maymun-
insan arası kabul edilen fosiller içinde en
güvenilir olarak şöhret buldu. Çünkü kafatası, çene
kemikleri ve dişleri tamdı. Bu yaratığın kafatası
ve dişleri insanınkine, çene kemikleri ise maymunun
çene kemiğine benziyordu. 40 yıl bu fosile
dayanılarak, insanın maymundan nasıl evrimleştiğine
dâir makâleler ve kitaplar yazıldı. İlk insanın
topraktan yaratılmadığı savunuldu. Mukaddes
kitaplarla alay edildi.
Bu fosilin şüpheli bâzı taraflarının bulunduğunu,
bu bakımdan yeniden tedkikten geçmesini isteyen
bilim adamlarına önceleri müsâde edilmedi.
Fakat son senelerde (1953’te) bir Alman heyeti bu
fosil üzerinde yeni bir çalışma yapmaya muvaffak
oldu. Kemik parçalarım Flor, Azot ve X ışınlan testlerine
tâbi tuttu. Çalışma sonunda bu heyetin yaptığı
açıklama ilim çevrelerinde büyük şaşkınlığa ve
hayrete sebeb oldu. Sonuç, ilim adına yüz kızartıcı
bir skandaldi. Hâdise şu idi: Ch. Dawson, insan
kafatasını alıp, bunu 1 0 yaşında bir orangutan maymununun
çene kemiğine yerleştirmişti. Çene kemiğine
insana âit dişleri yerleştirmek için de, çenekemiğinin bâzı yerlerini eğelemiş ve bu kemiklere
eskiye âit olduğu görüntüsünü verebilmek için
de, potasyum dikromat ile yer yer lekelemişti. Tabiî,
bunu önce toprağa gömüp daha sonra çıkararak
merâsimle takdim etmişti. Bu sahtekârlık ortaya
çıktığında ise Ch. Dawson çoktan ölmüştü. Olay, târihe
“Piltdown Sahtekârlığı” olarak geçti. Sahtekârlığı
çıkaran ekipten Le Gros Clark, 40 yıl bu sahtekârlığın
fark edilememesini haklı olarak şöyle sormaktaydı:
“Dişler üzerinde yıpranma intibâım vermek
için sun’î olarak oynanmış olduğu o kadar
âşikâr ki, nasıl olur da şimdiye kadar bu izler dikkatten
kaçmış olabilir?”
İnsanın maymundan geldiğini ispat için ileri
sürülen delillerden birisi de “Nebraska adamı”
olarak adlandırılan varlığa âit bir tek azı dişidir.
1922’de Nebraska’da Pliosen devrine âit bir tek
azı dişi bulundu. Evrimciler, bu dişin tahminen
bir milyon yıl önce yaşamış bir insana âit olduğunu
îlân ettiler. Bir tek azı dişinden ilhâm alarak Nebraska
adamının eşi ile berâber gazetelerde hayâlî
resimleri çizildi. Amerika ve İngiltere basınında
bunun için günlerce makâleler yazıldı. Sonra yapılan
tedkikler o dişin bir çeşit domuza âit olduğunu
ortaya koydu(!).
1921 yılında Dr. Davidson Black, Çin’in Pekin
şehrinden 40 km uzağındaki bir çukurda iki azı dişi
buldu. Daha fazla bir delile gerek duymadan, sırf
bunlara dayanarak insan benzeri bir varlığın Çin’de
yaşamış olduğunu açıkladı. Bu varlığa da Pekin
Adamı (Sinantropus pekinensis) adını verdi.
Kazı ile görevli Dr. W. C. Pee, 1927’de bir
azı dişi daha ve 1928’de de kafatası parçaları ile iki
alt çene kemiği buldu. Davidson Black, bu fosillerin
de Pekin adamına âit olduğunu îlân etti. Evrime
delil olarak ileri sürülen bu materyaller, iki diş
hariç 1941-1945 yılları arasında kayboldu (!).
O’Connel’a göre; “Pekin adamının insana yakın
bir varlık olarak tarif edilmesi tam bir hilekârlıktır.
Evrim düşüncesiyle Pekin adamı için
yapılan modeller, eldeki fosillere uymamaktadır.
Bu hakikati gizlemek için Pekin adamına âit fosiller
ortadan kaldırılmıştır.” Prof Gish; “Pekin
adamı için yapılan tarafgirlik ve hîlekârlık, bir
domuz dişine dayanılarak Nebraska adamı için de
yapılmıştır. Pildown adamı da ayrı bir sahtekârlıktır.”
demektedir!
Java adamı olarak ileri sürülen varlık da; yarım
kafatası, uyluk kemiği, iki büyük ve bir küçük
azı dişinden ibârettir. Bu parçalar, Doğu Hind
Adalarında birbirinden uzak mesâfelerde ve 1891-
1898 yılları arasında bulundu.
Fosiller üzerindeki araştırmalarıyla dünyâca
ünlü Koenigswald, Vallois gibi bilim adamları;
“Java adamı denilen varlık, hakikatte bir maymundur.
Maymun kafatası ile insan uyluğu birleştirilmiş, adına Java adamı denilmiştir.” demektedirler.
Bu hususta en önemli açıklama ise Dubois’in
itirafıdır. Bu fosilleri bulan ve Java adamı
adını veren Mr. Dubois, ölmeden önce gerçeği itiraf
etmiştir: “Java adamı olarak ileri sürdüğüm
varlık, gerçekte bir jibon maymunudur.” demiştir.
Fakat iş işten geçmiş, Java adamı evrimciler arasında
müstesnâ yerini almıştır.
Önceleri ateşli bir evrim taraftarı olan Douglas
Dewar insanın atası olarak yayınlanan resimlerle
ilgili olarak, İnsan Özel Yaratık adlı kitabında;
“İnsanın farazi cetlerinin bir dişe, kafatası
parçasına veya bir çene kemiğine dayanarak uydurma
resimlerinin çizilerek toplumun kandırılması
bir skandaldir. Toplum bu resimlerin hayal
mahsulü olduğunu bilmemektedir.” demektedir.
Biyologlar, insan ile hayvanlar arasındaki farkı,
yalnız madde bakımından inceliyor. Halbuki insanla
hayvan arasındaki un büyük fark, insanın
rûhudur (Bkz. Rûh). İnsanlarda “İnsânî rûh” vardır.
İnsanın en şerefli mahluk olması bu rûhtan
gelmektedir. Kurfân-ı kerîm, bu rûhun ilk olarak
Adem aleyhisselâma verildiğini bildirmektedir.
Hayvanlarda bu rûh yoktur. Maddecilerin, felsefecilerin
bu rûhtan haberleri olmadığı için, insanı
maymuna yakın sanabilirler. İlk insanların şekli,
yapısı maymuna benzese de insan insandır. Çünkü
rûhu vardır. Maymun ise hayvandır. Çünkü bu
rûhtan ve rûhun hâsıl ettiği üstünlüklerden mahrûmdur.
Rûhun kuvvetleri vardır. Bu kuvvetler
bitki ve hayvanların kuvvetleri gibi değildir.
Görülüyor ki insan ile hayvan tamâmen birbirinden
ayrıdır. Aralarında hiçbir zaman bir geçiş
olamaz, birbirine dönemez. Hayvanlar içinde insana
en yakın hayvanın maymun olduğu, asırlar önce
İslâm âlimlerinin kitaplarında meselâ İbn-i
Haldun Târihi mukaddimesinde ve Mârifetnâme’nin
28. sayfasında yazılıdır. Hayvanlar, derece
derece birbirlerinden üstündür. Meselâ, en aşağısı
süngerlerdir. En üstünleri ise, at, maymun ve
papağandır. Hayvanların üstünlük sırasını İslâm
âlimlerinden Ali bin Emrullah, Darwin’den çok
önce yazmıştır. Darwin 1809’da doğup, 1882 yılında
ölmüştür. Ali bin Emrullah ise 1507’de doğmuş,
1570’te vefât etmiştir. Darwin, İslâm âlimlerinin
kitaplarından bu gerçeği öğrenerek; “Hayvanların
yaratılışlarında, bir tekâmül, bir üstünlük
sırası vardır.” demiştir. Fakat sonradan materyalistler
tarafından Darwin’in bu görüşleri istismar
edilmiştir. Sözleri değiştirilerek “Hayvanlar, birbirine
döner. Yüksele yüksele insan olur.” şeklinde
gençliğin önüne sergilenmiştir. Bu fikirlerine de
“Darwin Teorisi” adını vermişlerdir. Ayrıca
Kurfân-ı kerîmde isyân eden bâzı kimselerin cezâ
olarak maymuna çevrildiği bildirilmektedir.
Ancak; bunlar için Behcet-ül-Fetâvâ’da diyor ki:”Maymunlar, eski insanlardan maymuna çevrilenlerin
soyundan değildir. Maymunların insan
soyundan olduğunu söylemek yanlıştır. Çünkü insandan
çevrilenler üç günden çok yaşamadı, yok
edildiler.” denilmektedir. Esâsen Darwin bile insanların
maymundan türediğini söylememiştir.
Söylese bile ilmi hiçbir değeri olmaz. İlk insan,
topraktan yaratılan Âdem aleyhisselâmdır. Maymun
ve diğer canlıları da yaratan Allahü teâlâdır.
Bir İtalyan profesörü de; “İnsanlar maymundan
değil ayıdan türemiştir.” diyerek şöyle bir iddiâda
bulunmuştur: “İnsanların maymundan değil, ayıdan
geldiğine dâir üç delilim vardır:
1. Ayı yavrusunu döverken insan gibi tokatlar,
maymun ise ısırır.
2. Ayı dişisi ile yavrularından ayrı bir yerde yatar.
Halbuki maymunlar hep berâber yatarlar.
3- Oyuncakçı dükkanına giden bebekler, ayı
oyuncaklarını tercih ederler. Bu deliller ceddimizin
ayıdan geldiğini göstermektedir.” diyor.
İtalyan profesörünün nazariyesinin, ceddinin
maymundan geldiğini söyeleyenlerinki gibi asılsız
olduğu meydandadır. İlmî hiçbir değeri yoktur.
İslâmiyet, insanın toprak maddelerinden yaratıldığını
bildirmektedir. Bu husus, yüce ve mukaddes
kitâbımız; Kürfân-ı kerîmde meâlen şöyle açıklanır:
“And olsun, biz, insanı salsaldan (kuru
ve pişmiş çamurdan) sûretlenmiş bir balçıktan
yaratmışızdır.” (El-Hicr sûresi: 26). Bu “balçık”,
hayâtın bütün sırlarını ihtivâ eden ve husûsî bir sûrette
terkib edilmiş bir hârika ve hülâsadır. Nitekim
yüce ve n^ukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîmde
meâlen şöyle buyurulur: “And olsun, biz insanı,
balçıktan bir hülâsadan yaratmışızdır.” (El-
Mü’minûn sûresi: 12)
İlk yaratılan insan, “bir tek can” hâlinde tomurcuklandı,
sonra, henüz esrârım çözemediğimiz
bir biçimde “iki cinse” ayrıldı. Böylece, hazret-i
Adem ile hazret-i Havvâ, yanyana gelişerek “insan
türünün nüvesi” oldular. Nitekim bugün dahi, “erkek”,
kendi bünyesinde X ve Y faktörlerini (kromozomlarını)
birlikte taşımaktadır. Yâni, hazret-i
Âdem’in oğulları, tıpkı ataları gibi, yine her “iki
cinse” kaynaklık etmektedirler. Bu husus, yüce ve
mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle
açıklanmaktadır: “Ey insanlar! Sizi, bir tek canlıdan
yaratan, ondan, yine zevcesini vücuda getiren
ve ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar
türeten Rabbiniz’den çekinin.” (En-Nisâ sûresi: 1)
Hadîs-i şerifte ise: “İnsanlar hazret-i
Âdem’in çocuklarıdır, Hazret-i Âdem ise topraktan
yaratıldı.” buyrulmaktadır.
Hıristiyanlar ve Yahûdîler de, insanların Âdem
aleyhisselâmdan geldiklerine inanırlar. Maymun
veya ayıdan geldiğini söyleyenler ise hiçbir dîne
uymayan ateistler olmuştur.Darwinizm’in İlmî bir teoriden çok “metafizik
bir teori” olduğu ilim dünyâsmca kabul edilmiştir.
Eski ABD başkanlarından Reagan bile; “Eğer bu
teori okullarda okutulacaksa, İncil’in yaratılışa
dâir bahsi de berâber okutulmalıdır.” demiştir. Yine
eski başkanlardan Carter de; “Benim inancım,
yaratılıştaki hâkimiyet Allah’a âittir.” demiştir.
İçlerinde Nobel ödülü almış profesörlerin de
bulunduğu 200 bilim adamı, Darwinizmin hiçbir
bilimsel temele dayanmadığını, hayâtın oluşması
biçimini kesinlikle îzah etmediğini ve hayâtın bir
tesâdüf eseri oluşmadığını belirttiler. Fransa’da
13-19 Ekim 1991 târihleri arasında Paris’in 170 kilometre
güneybatısındaki târihi Blois Şatosunda
düzenlenen “Hayâtın Başlangıcı” konulu İlmî
sempozyumda bir araya geldiler. Bu ilim adamları
arasında Stanley Miller, Nobel Kimya ödülü
sahibi Manfred Eigen, Nobel Tıp ödülü sahibi
Christian de Düve ve Nobel Fizik ödülü sahibi
PakistanlI alim Abdüsselam da hazır bulundu.
Toplantıya katılan İtalya’nın Prouse Üniversitesi
genetik profesörlerinden Guiseppe Sermonti,
Darwinizm’in bir hatâ olmaktan çok ahlâk kurallarını
çiğneyen bir canavar olduğunu belirterek
genetikteki gelişmelerin Darwin teorisiyle taban tabana
zıt olduğunu belirtti. İtalyan Sienne Üniversitesi
Profesörlerinden Roberto Fondi; “Bilinen
en eski kayaçlar 4 milyar yaşındadır. İlk canlılar,
bakteriler ve su yosunlarının ortaya çıkmaları 3.5
milyar sene önce olduğuna göre aradaki kısa sürede
ilk canlının oluşmasının mümkün bulunmadığını
bu da kâinâtın bir yaratıcısının bulunduğunu bize
gösterir.” dedi. Prof. Fondi; “Kanada’da yapılan kazılarda
3 milyar sene önce tek hücrelilerin birarada
bulunması Darwin nazariyesinin çürüklüğünü
bize gösterdi.” şeklinde konuştu.
Toplantıya katılan Amerikan Harward Üniversitesi
Matematik Profesörü Schatzenberger de;
“Dünyânın ve daha geniş ölçüde kâinâtın ve insanların
doğuşunu tesâdüflere bağlamanın imkânı
yoktur. Her şey belirli bir uyum içinde meydana
getirilmiştir.” dedi. Schutzenberger; “Yapılan
deney ve incelemeler hiçbir olayın tesâdüfî olmadığını
her şeyin İlâhî irâde dâhilinde gerçekleştiğini
gösteriyor.” şeklinde görüşlerini özetledi.
İngiliz ilim birliğinin 1980 senesinde Salford’da
düzenlediği toplantıda Swansea Üniversitesi
Öğretim Üyesi Prof. John Durant; “Darwin’in
insanın menşei ile ilgili görüşleri, modern bir efsâne
olup çıktı. Bu efsâne İlmî ve içtimâî gelişmemize
zarardan başka bir şey vermedi. Tekâmül
masalları, İlmî araştırmalar üzerinde tahrib edici tesir
yaptı. Tahrifâta, lüzumsuz münâkaşalara ve ilmin
büyük ölçüde suistimallerine yol açtı. Şimdi
Darwin’in teorisi dikiş yerlerinden patlamış, geriye
perişan ve bozuk bir düşünce yığını bırakmıştır.” dedi. Prof. Durant’m vatandaşı hakkında söylediği
bu sözler, Darwincilere ilim adına verilen en
enteresan cevaplardan biridir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir