Üç Şapka
Hidayetin iftarı bu akşam kalabalık olacak. Eski Sivas valisi Hacı Hulûsi Paşa, Amedî hulefasmdan Ratip, şifre mümüyyizi Sait, sefaret müsteşarı Nail, Ateşe- naval Naşit, Adnan, Moız, hepsi Hidayetin konağına başka başka sokaklardan giderlerken Beyazit camisinden de oraya gitmek için iki kişi çıktı: Birinin yüzü, ötekinin karnı çirkinçiçek bozuğu müstantik Behçet’le hâriciyede mümeyyİ2işişman Bürhan. Bu akşam, Bürhan, iftarda Behçeti Hidayete takdim edecek. Galatasaray sultanisindeki talebeliklerindenberi başkalarını beraber çekiştirecek kadar dost olan iki arkadaş birleştikleri zamen İstanbul halkı için bir tehlike olulardı. Ve kısık sesle kimi konuşurlarsa o adam dünyanın en bedbaht adamı sayılabilirdi. Bürhan, Behçetin koluna girdi : —’ Çok eğleneceksin, diyordu: Bilmezsin, bu Hidayet ne hokkabazdır. Kimse yokken Naîma okur, misafir gelince elinde Plutarque’la karşılar. Gece saraya söver, gündüz saraydan ihsan alır. Salonlarını döşeyen antika eşyalar gibi konağına aldığı misafirlerde de damga va üslûp arar; Hidayetin konağını biraz da misafirleri döşer. Müstantik Behçet sordu : — Biz de orada eşya gibi dıvarların dibinde durmağa gidiyoruz demek? Bürhan: — Ne münasebet canım? Bir takım aktörler sahneye çıkacak; biz sâde güleceğiz. Müstantik Behçet : « — Fakat ben tiyatro sevmem. Sahnenin ne içinde olmak isterim, ne dışında. Bürhan : — Canım sahne, mahne yok; oyun orta oyunu. Hidayet kavukluya çıkacak. Neler söyliyecek, sana şimdiden anlatayım: Lâkırdıya «ben hükümet olsam» diye başlıyaca; «Muasır medeniyetler» de duracak; «müsbet ilimler» le bitireceki Mithat Paşanın Kanunu Esasisile eğlenecek: «Hafız Şefik Efendinin kitabı 1» diyecek. [1] Onu, o yazmalıymış. Ömerin deve ve köle hikâyesini her akşam anlatır. Bu akşam da anlatacak ve: «Ömer, tam benim meşrebime göre yaratılmış, adamdı» diyecek. Fransa inkılâbından bir satır bilir. Bu Jair satır malûmatı yine tekrarlıyacak ve Danton’un lâkırdısını hatırlatacak: « Kesik kafamı millete gösterin; bu kelle bu şerefe lâyıktır 1 » ve bunu söylerken fesini çıkarıp sallıyacak. Cuma selâmlığındaki Hünkâr yaverleri için «Papanın Vatikan ordusu» der, yine diyecek; hayır, Fransızcasını söyliyecek: «Armée du pepe 1 » Müstanlik Behçet, rahat gülmek için Bürhan’ın kolundan çıktı; kahkahalarla köca Reşit Paşa türbesinin dıvarına dayandı: — Bu herif deli mi yoksa? dedi: — Deli, meli değil; Klâsik edepsiz. Dahası var; konağı Palais – royaldır. Kendisi de Duc d’Orléans ! Müstantik Behçet: — Vay, Hidayet kendine böyle mi diyor? Desene; bu, dili dışarda gezen bir budala. Bürhan Behçetin koluna girdi; yürüyerek anlatmağa başladı. — Sen, dünyada budala edepsiz gördün mü ? Cin gibi herif! O, kendine ben Düc d’Orléans ım, benim konağım da Palais – rovayaldır, der mi hiç? Müstantik Behçet: t — Bunu kim diyor ya? — Hidayetin kendinden daha maskara bir dalkavuğu var, o diyor: Yani, Süleyman! o, Hidayeti bugün Danton yapar; yarın Duc d‘Orléans yapar. Müstantik Behçet: — Fakat Cağaloğlundaki konağın Palais – Royal le münasebetini anlıyamadım? Bürhan dalğmdı; başka şey düşbnüynrdu! Müstantik Behçet koca Reşit Paşanın türbesine dayandığı zaman, Bürhan ciddileşecek ve «bir millet hem koca Reşit Paşanın hem Mahmud Nedim Paşanın türbesine ayni miktarda mermer koyarsa vay o memleketin haline!^» diyecekti. Bunu diyememiş, muztaripti. Bunu şimdi de söyleyemiyordu. Çünkü türbeden uzaklaşmışlar, sahne yokdu. Müstanlik Behçet, Bürhanın dalğınlığını anlayınca sualini tekrarladı:
— Hidayetin konağıle Palais Rovayalin münasebetini ■anlamadım? Bürhan, dalğm dalgın «anlamadın mı?» diye mırıldandı; tsonra birdenbire cevap verdi: — Bunda anlaşılmıyacak bir şey yok… Palais-Royal Fransa inkılâbında ilk ihtilâl klübu değil miydi? Duc d’Orleans’da “hem prens, hem ihtilâlci… İşte Hidayet te lâteşbih hem ■asilzade, hem inkılâpçı… Konağı da Palais-Royal gibi aylısının miktarından memnun olmıyanlarla, borcunu ödeyemiyen- lerle, züğürt kibarlarla, kendisine mevkiini az gören devlet adamlarile, demagoğlarla, karnı adamakıllı doymıyan şairlerle, «maharrirlerle dolu … Müstantik Behçet î — Pakat Hidayet çok korkunç adam. Bürhan: — Korkunç değil, gülünç! Bir kol çengidir bu Hidayet! Bu adamda Avrupa boyadır, renk olamadı; kanına, etine karışamadı. Yağlı boya adaml adam kopyesi ! . Müstantik Behçet namuslu ve çirkin olduğu için kimseye icendisini sevdirememiş, hakkının çok aşağısında müstantiklikte > kalmıştı. Paralı, mevkili adamların bir rezaletini öğrendiği ¿aman hayatındaki mahrumiyetlerin intikamını aljnış gibi sevilirdi. Bürhan, Hidayetin maskaralıklarını anlattıkça, Beh- -çet sevincinden Bürhanı öpmek istiyordu. Bürhan da, bîr ay «vvel Hidayet’in yardimiyle hâriciyede mümeyyiz olmuştu. O zaman, bir iki gün Hidayeti sevmişti. Fakat gün geçtikçe ¡kendisine iyilik edecek kadar onun talihli ve kendisinin iyi- iik görmeye mahkûm olacak kadar talihsiz oluşunu affedemi- yordu. Ve Hidayti çekiştirdikçe hâriciyedeki mevkii, Hidayetin lûtfu olmaktan çıkıyor, kendi kıymetinin neticesi olu yordu. Gördüğü iyiliğin ıstırabını azaltmak için şimdi, zehrinin hepsini döktü: — Seyislerini, Reji besler; cep harçlığını Rüsumat verir; mutfağına Hazinei hassa bakar… Ha! şunu söyliyayim ki mutfağı da mutfaktır. Ahçılarının her biri bir Cordon bleu! Yemekler enfes mi enfes! Yalnız kadınsız ev.
Müstantik Behçetsiv gülerek: — Acaip! dedi. Bürhan: — Evet! bu konak Comus’un hiç çıkmadığı, Venüs’ün hiç girmediği bir binadır. Müstantik Behçet — Evli değil mi, Hidayet? Bürhan — Değil… Müsiantik Behçet — Sebep? Bürhan — Sebeb mi? dedi. Bir şey soyliyecekti, söyliyemedi— Orası nı, Sacide sor, o bilir, dedi. Müstantik Behçet — Hangi Sacit? Bürhan — Canım hani Galatasarayda bizimle beraber Fran- sızcadan İkincide, türkçeden dördüncüdeydi: sonra koğuldu…. İşte o Sacit.. Müstantik Behçet — Ay, c yaşıyor mu? Sacit — Namussuzlar genç yaşlarında ölürler diye bir kaide mi var? Gülüştüler. Müstantik Behçet — Şimdi Sacit adam oldu da demek Hidayetin ahbabı? Bürhan — Ahbabı lâf mı? Can ciğer dostu… Azizin» Behçet, sen taşradan yeni geldin; daha Istanbulu bilmiyorsun galiba. Sana ben anlatayım da öğren. İstanbulda 3 şapka vardir. Çamlıca tepesinden evvel bu> 3 şapka görülür, Rejideki Ramberin, düyunuumumiyeci Ber- jenin, şimendiferci Hügnen’in kafasında duran 3 serpuş! Bu. üç şapka, bu üç kafkdan bazan kaldırıma iner, bazan bulutlara fırlar; şimdi iki elde bir topaç olur, döner. Şimdi iki çatık kaş üstünde bir umacı olur, durur. Osmanlı Impratorîuğu denen uşak odasını bu üç şapka idare eder. Hidayetin konağına bu 3 şapkadan biri girdiği gün Hidayet yerlere kadar eğilir. Kafasının duâduğu yerde beli titrer. Bu üç adamdan« birine bir gün Hidayet, dostu Sacidi «Türk olmıyan Türk!» diye takdim etti; Sacit: «Haddim değil, son ekselans bana daima iliifat ederler* dedi, ve ertesi gün Sacit o şapkanın dairesinde kalen» şefi oldu Hidayetle ben de münasebeti keseceğim ama, babalarımızdan başlıyan hukuk var; birdenbire ayağımı kesemiyorum. Müstantik Behçet — Beni bu Hidayet herifinin konağına ne diye getiriyorsun, Bürhan? Bürhan — Gör de memleket ne halde, anla, diye. Bu işin sonu inkırazdır azizim, idkıraz… Müstantik Behçet, Hidayetin konağına gitmekten vazgeçmiş görünmek istedi; fakat Bürhan bunu ciddiye alır diye korktu; bir şey söylemedi. Bu konaklı, arabalı adamın rezaletini yakından görmek istiyordu. Bürhan kendisine iyilik eden adamı anlatmakla bitiremedi; nihayet: — Azizim Behçet; syna Hidayeti şöyle anlatabilirim, dedi; Hafiye değildir, fakat serhafiye ondan korkar; hırsız değildir, fakat Necip Melhame ona imrenir; tulumbacı değildir, fakat Fehim ondan yılart – XIV —
Bunlar da Hidayetin konağına iftara gidiyorlar
Kalın kaşı Ermeni, sivri bıyığı Rum, yanağı kokona, sesi haremağası, düyunuumumiyede kalem şefi ve Hidayetin konağında hususî kâtip Sacid aynaya baktı. Tırnaklarını ce- ketinni ki yakasında, fotinlerini pantalonunun iki baldırında cilâladı: Berberden sokağa fırladı; Hidayet’in konağınâ. gidiyor. Tapu müdürü Senih Efendi, komşusu sakallı Vasfiyi bu gece Hidayete takdim edecek. Ayasofyadan çıktılar; Cağaloğ- lunda Mahmut Nedim paşanın türbesinde fatiha okudular. Senih efendi, şemsiyesi koltuğunda, yüzü ve sakalı havada… Sakallı Vasfi, çehresi bu gece tanışacağı Hidayetin heybetiyle dolmuş… Hidayeti düşünerek yürüyorlar. Geçende Amerikadan dönen Habibullah efendi Fatih cami” inde vaize kızdı; kolları, bacakları birbirine karışarak camiden fırladı; sokağa çıkınca Hidayete iftara gideceğini hatırladı; bir arabaya atladi; vaize öfkesi bitmeden aklına Ali vakası ğeldi; kira arabasında Muaviyeye kızıyor.Sefaret müsteşarı Nail ve kayınbiraderi ataşenaval Naşit tabanca boyalı konak arabasında, Hidayetin konağı ile eğlene- nerek oraya gidiyorlar : «Ampir koltuğun karşısında 13 üncü Lui masa… Rönesans sandığın altında ziliussultan seccadesi… Konağını müze sanıyor ; müze değil, mağaza!.» Eski Sivas valisi Hacı Hulûsi paşa, arabada, bacağını altına alarak oturmuş î Sıvastaki 8 aylık valiliğini bu gece Hidayetin konağında doya doya anlatacağını düşünüyor ve sevincinden göz bebekleri şakaklarında. Sahhaf Arif hoca, sokağının kapısı odasının kapısı olan tek- odalı evinden fırladı; Hidayetin konağında iftara yetişmek için Horhorda kira beygirine atladı; alacağı dış kirasının peşinden doludizgin atını koşturuyor; sarık havada bir metro inip kalkıyor ; cübbe caddelerde uçuyor. Antikacı boşnak Sadık muhacir arabasına bir yeşil İspanyol küpü ile bir rönesans koltuk yerleşdirdi;, sağ bacağı küpün içinde, iki eliyle gezete açmış okuyor ve bu gece iftardan sonra küpü ve koltuğu, Hideyete ne kadara satacağını — muhacir arabasında titreyerek — kararlaştırıyor. Tevfik hoca, Hidayetin iftarina gideceği için kırmızı kıravat takdı; cübbesinin altındaki kolalı gömleğinde göğsünün ifadesi artıyor ve sokağın buruşuk kalabalığında — kımıldamadan, dimdik — yalnız ayaklariyle yürüyor. Alacaklılarından başka her keşle eğlenen fransızca muallimi Kadri, Hidayetin bu geceki maskaralıklarına daha Çenberli taşın önünde gülmeye hazırlanıyor. Adınan ve Moiz kol kola girmişler. Moiz, Tevfik hocanın evlendikten sonra Abdülhamide eskisi gibi kızmadığını Adana anlatıyor; Adnan bu tuhaflığın yanlış yerlerinde gülecek kadar dalgın; romanını düşünüyor. Ve Hidayetin iftarına gidiyorlar. Cağaloğlundaki konağında da (Saray adamı Hidayet) yatak odasından çıkıyor; Salonunds (Cön Türk Hidayet) e gidiyordu