Hidayetin konağı
İftara yarım saat var. Habibullah efendi, konağın mermer merdivenlerinden, Karabağ halıları üzeriden, dalga dalga yükselen sarığı ile çıkıyor; merdivenin iki kenarında 8 palmiyenin yeşil kubbeli sütunlarından geçti; merdivenin üst başında insan boyu iki tunç anpir şamdanın kesilmiş karpuz dilimlerini andıran kısa kollarındaki mumların yıldızları arasında beyaz sarığı titredi; bu kadar iddialı döşenen bu sofaya şaşmıştı. Yaldızlı tavandan bir Venedik avizesi, donmuş bir deniz parçası gibi, buzlanarak,, ışık ve altın yağmurları içinde yerlere sarkıyor; mertebani 4 küp sofanın 4 köşesini sütunlaştırıyor. Hilâ seccadelerinin havaya karışıp yere vuran renkleriyle parkeler esmer. Napolyonun Mısır dönüşünden sonra ortaya çıkan modanın yuvarlak çizgileri ve paslı tunçlariyle bütün eşya bir hükümet kadar resmî. Mısır kölemenlerinin tunç sarıklı heykelleri koltukların, ka~ napelerin kollarını ve bacaklarını kucaklıyor; yeşil ipeklere işlenen altın arılar kanatlarını açmış titriyorlar. Başında sarık, cebinde Voltaire, Amerikada ketenhelvası satan Habibuliah efendi büsbütün şaşırdı: Karısını genç ordu müteahhidile Napolyon ‘bu konakta basabilirdi; bu eşyada o derece Napolyon vardı. Karnaval kadar boya, ve tarih gibi gürültü olan bu konağa kızmalı mı, gülmeli midi? Habibuliah buna karar veremezken duvardaki büyük resmi gördü: İçinden İsası sökülen ikon çerçevede Hidayetin yağlıboya resmini!.. İsa peygamberin yerinde birinci mecidî dişanlı Hidayet!.. Habibuliah efendi düşmüşlere acırdı; ikon çerçeveye baktı, içinden ! «Marangozun zavyllı İsası! İki bin yıldır, kim bilir yaralarına kaç ton boya, ehşap sakalına nekadar orman harcandı; bir çerçeveyi bile sana çok gördüler» diye Mesihe, acırken sofanın bir köşesinden Hidayet haykırdı : — Buyursunlar efendi hazretleri, dedi; burnunun ortasında biten acaip bir selâmla Habibullahı karşıladı, kendisile beraber konuşup arkasındâ duran tek gözlüklü, yakası çiçekli Süley- manı takdim etti ! — Süleyman beyefendi… Cön Türk hareketinin bayrağını taşıyanlardan!.. Ahmet Rıza Beyin eski silâh arkadaşlarından…Ve Süleymana döndü : — Habibullah efendi hazretlerini tabiî tanırsınız, Pariste çolc görmüşsünüzdür. Habibullah efendi, ikinci teklifte Hidayetten evvel odaya girmeye razı olmasaydı kapının önünde nezaket çok sürecekti. Fakat esaslı hokkabazlık odada başladı! Tek gözlüklü Süleyman kalabalık bir adamdı ; kaşları, kolları harekete geçerek, genzinden çıkan dört, beş sesle konuşurken, insan bir zümre konuşuyor sanırdı ‘. Elleri havada arabeskler çizerek sözü uzatacaktı : fakat Habibullah, lakırdı etmeye nekadar meraklı bir adamın karşısında olduğunu çaktı ; saatini çıkardı, oruçlu çehreyle, Hidayete vakti sordu. Ancak, Süleymanın bu konakta memuriyeti vardı : Yeni gelen her misafire konağın antika eşyalarını tanıtmak. İftara vakit vardi; uşaklar da tenhihliydi: Öteki misafirleri Luikenz salona alacaklar, topa kadar bu odaya sokmıyacaklardı. Üçü de ayakta. Süleyman pencereye doğru gidiyor ; gözü- ne birdenbirk salonun kuytu köşesindeki teşbih kolleksiyonu ilişti ; îskenderlerin, Daralarm yüzleri sağa, ayakları sola dönen resimleriyle işlenmiş Acem tepsisinden bir teşbih aldı; Hidayete : — Bu kolleksiyonunuzu görmemiştim efendim ; enfes!.. Fakat bu teşbih ne ağacı? tanıyamadım beyefendimizi Dedi. Hidayet, makamına oturdu. Onun, konağında da resmî daire gibi makamı vardı : Yüksek arkalı ruhanî bir koltuk. Bu rönesans siyah koltuğun tepesinde, duvara konmuş dar, uzun bir kadife. Bu başlık, Hidayetin dedesi kazasker efendi merhumun «Taban» ı dır [1]. Habibullah efendi, sofadan Sonra bu salona şaşırmış, Lui Filip koltukta hayretle oturuyoldu. Her koltuk başka milletin, başka asrındı. Fakat Hidayet, misafirinin salona bayıldığını zannediyor, seviniyordu : Habibullah efendi Avrupayı gezdiği için eşyayı böyle karışık üslüptan seçmenin İtalyan tarzı olduğunu anlamıştı! Hidayet, demin Süleymanın ne dediğini duymamış gibi sordu:
[1] Taban: Eskiden kundaktaki çocukların ayaklarına sarılır, iki tarafı safadal ağacından iki değneğe bağlı, sırma işlemeli, dar uzun bir kadifedir.— Bir şey mi söyledinizdi Süleyman beyefendi? Süleyman i — Bu teşbihin ağacını tanıyamadım da beyfendimiz? Hidayet • — Fethi paşa ağacı! Allah Allah! Neden hayret ediyorsunuz? Daima böyle siyahlı, beyazlı olur Fethi paşa ağacı! Süleyman gözlerini tavana kaldırdı: «Fethi paşa?.. Fethi paşa?.,» Hidayet: — Sultan Mahmudun damadı Fethi paşa… Süleyman: — Adam isimli ağaç?.. Anlıyamadım… Beni af buyurun… Hidayet : — Bu Fethi paşa Radoslu değil miydi ya? Radostan Jstan- bula bir ağaç getirtmiş; adı olmuş size Fethi paşa ağacı… Beykoz dediğimiz sürahileri yapan fabrika yok mu? İşte onu açan zat… Pariste elçi iken Sevr fabrikasından aldığı ilhamla bu fabrikayı… Süleyman’: — Evet, Beykozda açmıştı. Hidayet — Beykozda değil, Paşabahçesinde! Fabrikanın adı Beykozdur ama açıldığı yer Paşabahçedir. Hidayet göz ucuyla Habibullaha baktı : Tarihteki kuvvetine hayret ediyor muydu? Süleyman aftık memuriyetine başlanmıştı: Teşbihin birini bırakıp ötekini alıyor… Hidayet de gözleri havada anlatıyor : — O tuttuğunuz teşbih kanlı zergerdandır ; zergerdanı vururlar; ölmeden boynuzunu keserler; bunu ondan yaparlar efendim. — Bu, narçıl! Dilenci keşkülündendir. Dilenci keşkülünün içi süt gibi yumuşaktır : Dura dura katılaşır… İşte “bunu o katı kısımdan yaparlar… Bu teşbihim benli Ali beyin tesbihle- rindendir efendim. Ve Hidayet Habibullaha nazik bir tebessüm; le sordu : — Bilmem, yoksa rahatsız mı ediyoruz efendi hazretleri ? Habibullah, insan kısmının, başına gelen her felâkete katlanacağını anlatan gözlerle :
— Bilâkis, istifade ediyoruz efendim ; dedi; hafif hafif içini çekti, Süleyman ve Hidayet istifade ettiğini söyliyen misafiri büsbütün müstefit etmeliydiler. Ve Süleyman her teşbihi havaya kaldırarak okşıyor, Hidayet de bir teviye anlatıyordu. — Onlar, ikisi de öt ağacı… Koyu çizgilisi «Mavert»… Öteki «Düveydari»… İkisi de «Horos Salih» in haddeden en iyi çektiği teşbihlerden efendim. — Ha ! Bu, neydi bakayım? Neydi, neydi? Buldum : Şeyh Maksut!.. Hintte çıkar, gayet katı bir taş… Bu teşbihim de Nuri ustanındır… — O, gül ağacı!.. Beşiktaşlı Sağır Rifatın teşbihlerinden efendim. — Onların ikisi de amber. Biri akamber, biri kara… (Habi- bullaha dönerek) eski vükelânın bu teşbihleri kullanmalarında gizli hikmet varmış ; sağ elleri öpüldüğü için teşbihlerin güzel kokmasını isterlermiş. Bu, ne inceliktir efeAdiml Ellerini öpen adamların burunlarını düşünmek!.. Beni isterseniz tayip buyurun ; bendeniz bunu bir nevi «hikmeti hükümet» sayarım. Habibullah efendi cevap vermedi : Bir şey söyleseydi öfkesi sesinden anlaşılacaktı. Süleyman gene teşbihleri göstermeye, Hidayet anlatmağa koyuldular. Hidayet : ‘ — O teşbih, Kerbelâ toprağından., onu bektâşiler kullanır.. — Bu, kukal.. Topkapılı Mahmudun teşbihlerinden.. (Habibullah dönerek) malûmdurki efendim, Topkapılı Mahmut, tes- bihçilik sanatını bugünkü haline koyan adamdır. Sultan Mahmut bunu sarayına getirtmiş, orada üç gün teşbih çektirmiş ; fakat bu adam «sarayda san’atimi unuturum» diye oturmamış, kaçmış… Gayet ince, gayet usta, gayet kıymetli adam. Hidayat bu «gayet» lerin eliflerini uzattıkça, araba çukurdan atlarken insanın içinden geçen baygınlıkla Habibullah fenalaşıyordu. Nihayet top atıldı; Habibullah efendi bayılmadan yemek odasına geçtiler. Yemek salonunda 13 kişiydiler. Hidayet bu rakamdan korkar : Beyaz eldivenli uşakların bir vazifesi de bunu hatırlatmaktı; hemen yemek masasına yakın yerde küçük bîr masa hazırladılar; üstüne tek mumlu bir sevre şamdan koydular; eski Cön Türk Süleyman oraya oturdu. Hidayetin konağında akşam yemeği şamdanlarla yenirdi. Bunu bilmeyen Habibııllah şaşırmış -duvar, mabet karanlığıyle kapkalın; yerler gölge içinde kat kat- ayakları meçhule basa* rak, başı müpheme sürünerek yemek masasına oturdu. Uşakların frakları salonun karanlığında kayboluyor, kolalı gömleklerinin müstatil beyazları ağır ağır kımıldavordu. Uzun bir yemek masası… Fransız gümüşünden 6 büyük şamdan… Hususî uzun mumlar misafirlerin yüzlerini sarıya, ma—— sanın beyaz örtüsünü büsbütün beyaza boyuyordu. Cordoue derisi kaplı İspanya koltuklarında 12 misafir mumların sarı aydınlığında paslı burunlarile tunçtan heykeldiler. Habibulloh, yavaş yavaş etrafını görmeye başladı. İspanya papaslarının âyin cübbelerini koydukları siyah kilise dolapları yanıp kömürleşmiş isfenksler gibi Habibullaha so’murttular. Habibullah, yemek odasında bu engizisyon gardroplarının mânasını anlamadı; çünkü, o bilmiyordu: Hidayet daima derdi ki: «Yemek odası, yemek odasına benzemiyecektir. Büfeyi Avrupada küçük burjuva kullanır; büfeye yüksek asalet tahammül etmez; yemek salonu büfesiz, loş, bîtaraf bir oda olacaktır!…» Hidayet çok sinirliydi: Konağına Dağıstanlı hoca ile şair Raifi bir türlü getirtemiyordu. Rastladıkça kendisini bir türlü görmeyen bu iki adamla dost olmağa o son zamanda merak sarmıştı. Adnana o kadar rica ettiği halde bu akşam onlar yine gelmediler: »hastaymışlar!» Halbuki Hidayetin konağı bu iki adamın namusuna mühtaçtı: Söylenmiş kadınların temiz âilelerle görüşmek istemesi gibi. Yüksek arkalı koltuklarda, bir siyaaî kongrenin murahhaslarına fcenziyen misafirler kuşkunmaz çorbasını içerken avukat Tevfik hocanın, antikacı Sadık’m, sahaf Arif’in dudaklarından ustura parçalari gibi keskin sesler uçtu; Hidayet, dudak-v ların bu^ münasebetsizliğine sinirlendi; Onjın her öfkesini dalkavuk Süleyman anlamakla mükellefti : Küçük mumun yıldızı siyah yüzünde durarak kafası karanlıktan uzandı; dıvarda iyi görünmiyen tabağa elini salladı, ve Habibullaha :— Ne mertebani I Ne mertebani ! dedi. Hidayet somurttu. Süleyman, tabağın fransızcasını söyli- yeceğini hatırladı ve bu sefer duvara tekrar elini sallayarak haykırdı : —, Ne Céladon ! Ne Céladon ! Fransızca muallimi Kadri güldü. Kadri, alacaklılarından başka herkesle alay eden adamdı. Bu akşam bu konağa ikinci gelişiydi. Fakat son gelişi olacaktı: Çünkü o, yalnız, bu gece Céladon kelimesine gülmemişti; geçen gece de Hidayetin Şark odasındaki Edirne işi sandığa «İtalyan işi!» demişti. Bir taraftan da ateşeneval Naşit, sefaret müsteşarı NaiL Céladon kelimesini gözlerile alaya alıyorlardı. Hidayet, misafirlerine kızdığı için dalkavuğu Süleymana çıkıştı r — Habibullah Efendi Hazretlerini çanak çömlek lâfiyle rahatsız etmeyin efendim ! Süleyman bozuldu: O, başkası varken hakaretten rahatsız olurdu. Hidayet Süleymana acıdı; könlünü almak istedi : — Süleyman Beyefendi, dedi; Ahmet Rıza Beyin 3 makalesi halâ gelmedi: kaç kere vait buyurdunuz; tetkiklerime siz yardım etmesseniz ben eksik adam sayılırım! Süleyman namusuna yemin etti: bu hafta mutlaka takdim edecekti. Habibullah şaştı, bu 3 makale îstanbulda cinayetti; herkesin yanında hunlar, yüksek sesle, nasıl isteniyordu? Habibullah bilmiyordu: Hidayetin Ahmet Rızayı okuduğunu Sultan Hamit duyacak ve Avrupaya kaçmasın diye Hidayete ihsan verecekti. Hidayetin aınıcası Sultan Hamidin adamıdır, evi yoktur, Sarayda yatar. Padişahın bütün sırlarını bilen bu bekâr amcanın Hidayet yeğeni ve evlâtlığıdır. Ve Hidayet Avrupaya kaçarsa Cöntürkler sarayın bin sırrını bir sastte öğrenebilirlerdi. Habibullahın duvarda Goblins halısına baktığını görünce, Hidayet dayanamadı : — Belçika Goblins’i değil, Fransızdır Efendi Hazretleri! dedi. Fakat eşyasına ehemmiyet verdiğine utandı:Elde bulunmuşta duvara koymuşuz! dedi; yoksa bir Kula bin ‘ ‘Goblins değer! Bizim Gördüsleritnizi, Kulalarımızı, Italyan ressamlarının 16 ıncı asır tablolarında görmeli! Sacit Burhana gözünü kıptı; Bu Goblins halısının farkına varmıyarak bu odada yemek yiyip giden olursa daima Hidayet onun arkasından: «Hayvan herif! Demirci kiliminden başka halı görmemiş ki!» derdi. Eski Sivas valisi haci Hulûsi paşayı na vakit görse, niçin bilmeden, fenalaşan Adnan, sofrada ondan uzak olmak için İliç sevmediği sefaret müsteşarı Nailin bile yanına oturmaya razı olmuştu; ikisi yan yana, demindnnberi sessiz konuşuyorlardı; fakat birdenbire kızardılar; ve-Nail yüksek sesle: — Yook, bakınız Adnan beyefendi, dedi; işte bu noktada sizinle ayrılırız: Siz biliyormusunuz ki Sultan Hamit olmasaydı, Osmanlı imparatorluğunu Avrupa çoktan taksim ederdi! Adnan da küçülmemek için, Nail kadar haykırdı : — Hangi Osmanlı imparatorluğu?- Dünyada böyle bir şey «ıi var?. Artık kavga başlamış sayılabilirdi. Konağını namuslu bir ’eve döndüren bu kavgaya Hidayet seviniyordu. Hidayetin, keyifli yüzünden neşelenen Adnan büsbütün öfkelendi ve Naile: —Memleketi taksim m i’ederlermiş? Memleketin zaten neresi ‘benim? Ereğlide kömür Fransız! Haydarpaşada demir Alman! Yalnız Yemende dökülen kan Türk! Üstünde ölüp altında gömülecek kadar bir toprak; bu mu memleket? Elçi tercümanlarının çiğnedikleri leşe siz Osmanlı imparatorluğu mu diyorsunuz? «Mâliyeyi düzeltelim!,, Bunu padişah baş başa kiminle düşünüyor? Sadrazamla mı? Hayır! Alman baştercümanı Testa ile!… [1] Ermeni ihtilâlinde 25 Ermeniyi Osmanlı bankasından çıkarmaya Sultan Hamit kimi gonderiyor? Zabtiye Nazırını mı? Hayır! Moskof Baştecrümanı Maximof’u!.. [2] Siz ne diyorsunuz
[1] İslâhatı maliye komisyonunun kurulmasına Abdülhamidi razı eden -Almanya sefareti baş tercümanı Testa’dır. [2] istanbulda 1899 Ağustosunun 26 ıncı günü kopan Ermeni ihiilâlinde 25 Ermeni ihtilâlcisi Osmanlı Bankasını basmışlar, dışarı çıkmıyorlardı. Möskof baş tercümanı Maximoff Abdülhamidin iradesile bankaya gitti, ihtilâlcileri çıkararak ellerinde bombalarla Osmanlı polisinin önünden geçirdi. Gironde vapurile sa£ salim Marsilyaya gönderdi. Nail Beyefendi? hangi devlet; hangi imparatorluk? Diyarbekirde bir Türk bir Ermeninin nasırına bassa devletler Galataya bir düzüne karakol gemisi gönderiyor. Avrupa hariciye nazırlara vilâyetlerimize dahiliye nazırımız kadar karışıyor. Sonra da «Avrupa bizi taksim etmez, çünkü Sultan Hamit padişahtır!,,, diyorsunuz. Demek ki Abdülhamitten korkuyorlar? Nailin sefaret müsteşarlığını çekemiyen hariciye mümeyyiz» Burhan eğlendi: — Nail Beyefendinin hakları var, dedi; efendimizden Avrupa korkar! Adnan bu alaya sevindi : Hitabet edebilecekti : — Vallahi Avrupa efendimizden korkar mı bilmem; fakat efendimiz eskiden Moskof çarından korkuyordu, sonra elçisinden korkmağa başladı, şimdi tercümanından korkuyor. Zaten neden korkmuyor ki? Sahilden korkuyor; kalem sesinde» ayak sesine kadar her gürültüden ’korkuyor; gazeteden, reçeteden korkuyor; kendi karyolasından korkuyor; kendi hafiye- sinden korkuyor; öperken çocuğunndan, çocuk yaparken karısından korkuyor.. Korkacak kimse bulamazsa aynada kendisinden korkuyor.. Abdülhamit sağ kaldıkça Osmanlı İmparatorlu-, ğu masrafsız batacaktır, Avrupa para ve asker harcamıyacaktır; onun için bizi taksim etmiyorlar! Sacit, Burhanın kulağına : — Müellif gene romanını yazıyor, dedi, kıskıs gülüştüler. Fransızca muallimi Kadri 32 dişle gülüyordu. Kızı Melâhatı Adnana vermeyi düşünen tapu müdürü Senih> efendi, demindenberi. Adnanın burnunu, saçlarını, yanakların» birer birer beğeniyordu. Fakat Adnanın Abdülhamide. sövdüğünü duyunca kızının evlenmesini bir tarafa bırakarak, başın» yemek tabağına eğdi. Sahhaf Arif, antikacı Sadık, Hacı Hu- lûsi Paşa, Amedi hulefasından Ratib, şifre mümeyyizi Saik onlar da bir anda yemeklerine eğilmişlerdi. Avukat Tevfik. hocanın başı zaten demindenberi yemek tabağındaydı. Moiz, öfkeli kaşlarla, Naile baktı, ve Osmanlı İmparatorlu, ğunu Avrupanın niçin taksiıp etmediğini edebiyatsız, kati cümlelerle anlatmağa başladı. Konağında yüksek sesle metale ket işleri konuşuluyor diye sevinen Hidayet birdenbire sinirlendi’: Uşaklardan biri yemeği sağ eliyle veriyordu! Habibul- lah büsbütün şaşırmıştı : O, Amerikada bile Abdülhamide bu kadar sövememişti; bu konaktaki hürriyete çenesine kadar inen gözlerle, hayret ederken fransızca. muallimi Kadçinin sırıtan dudaklarına, ataşenaval Naşidin alay eden gözlerine baktı, hiç bir şey anlıyamadı. Şimdi sinirli sinirli yemek masasında reçel ararken Brujes dantelâsı ile işlenmiş İngiliz keteninin üstünde, bir dişçinin muayene masasındaki yığın yığın âletler kıvrılıyor, bükülüyordu : Ceviz maşaları, üzüm makasları, portakal destereleri, kuşkonmaz cımbızları!.. Habibullah efendi, bu iftar mı? Yoksa bir operet provası mı? Anlamıyor, erkânıharp müşirinin yalısında tanıştığı Hidayetin bu yemek ve yatı davetini ne diye kabul ettiğini düşünüyor, kendi kendine kızıyordu. Hidayet yine sinirlendi; Sahaf Arif- önündeki yemeği yerken, uşakların getirdiği başka yemeğe, tavandan inen gözlerle bakıyordu. Fakat Süleyman Hidayeti bu felâkete lâyık görüyordu : Çünkü Hidayet konağına kim gelirse sofrasına alır, * misafirleri birbirlerine karıştırırdı: işte Amedi hulefasmdan balâ rütbeli Ratibin yanında oturan Antikacı Boşnak Sadıktı; İste Ate- şanaval Naşidin sağında taşra adliye memurluğundan atılan sakallı Vasfı oturuyordu. (Bu gece buraya ilk defa gelen bu adamın işinden niçin çıkarıldığını Süleyman uşaklardan yemek salonuna girerken bir dakikada öğrenmişti.) işte Sefaret Müste$arı Nailin solunda Dahiliye şifre mümeyyizi Sait, sağında Adnan vardı. Avukat Tevfik* hocanın yanındaki de Sacitti : Düyunu Umumi- yede kalem şefi, Hidayetin konağında hususi kâtip ve şıklık hakemi Sacit!… Ve Hidayet bunların hepsile devletin battığını konuşurdu. Bu akşam bu sofrada eski Cön Türk Süleymanın gözüne batan yeni bir misafir de Moizdi. Konağa yeni adam geldiği zaman Süleyman rahatsız olurdu: Her meçhul adam dalkavuk Süleymana rakip çıkabilirdi; ve Süleyman Adnana diş biliyordu: Çünkü bu Moizi o getirmişti; Avukat Tevfik hocayi da geçende Hidayete o takdim ettiği gibi. Moizi bu akşam bu konağa sokmak için Adnan onu gündüz, sırayla hamama, .berbere, kundura boyacısına, fes kalıpçısına götürmüştü; fakat sefalet muziptir’ ve fıkaralığın insan vücuduna oyduğu izler, uzaktan kir gibi görünen kemik gölgeleri suyun heyecanı ve sabunun inadile kaybolamazdı. İnsan derisinin temiz olduğu belli olmak için altında kan lâzımdır: Moiz, temizlenince büsbütün çirkin olmuştu. Yalnız, Yahudi gencinin siyah, güzel gözleri bu ihtişamlı yemek masasının ğümüşler, kristaller dolu havasında iki damla ıstıraptı. Durgun yüzü, lâkırdı ettiği zaman, sahici malûmatının olgunluğu ile kahramanlaşıyor, davudi sesle söylediği sağlam fikirler onu güzelleştiriyordu. Hidayet baktı : Bildiğini çok iyi bilen bir adamın karşısındaydı; onunla muhavereden kaçtı; yalnız sofrasında değerli bir adamın bulunduğunu da misafirlerinin anlamasını istedi; bu süs, görünmeliydi. Kısa suallerle onu, uzun uzun söyletti. Sefaret müsteşarının, ataşenavalin, Süleymanm, Sacidin gözleri, 8 tane göz Yahudi gencinin se- faletile demindenberi hafiften eğleniyorlardı. Moiz şarlatan olmıyan sesle, ölçülü heyecanla konuştukça demindenberi eğlenen gözler aptallaşıyor, düşman yüzler yavaş yavaş mağlup oluyorlardı. Biraz sonra bütün salonda tek bir adam vardı : Moizi.. O şimdi fikir kadar, kadın kadar güzeldi; Hidayet böyle bir adamı eski elbisesile sofrasına alan bir devlet adamı olduğu için gurur duyuyordu; fakat vücudunun gizli bir yeri de bu kadar esaslı malûmattan rahatsız oluyor; bir daha bu adamı konağa getirmemesini Adnana nasıl hisettireceğini düşünüyordu. Yahudi gencinin bu salona girince birdenbire altında ezildiği bu gümüş takımlar, bu murassa tabaklar şimdi bir teneke kadar zavallı olmuş, bunların üstünde onun bir eski din kadar güzel eski elbisesi duruyor, mağrur olduğu için güzel olan kafası yükseliyordu. Sivas Valisi Hacı Hulûsı Paşanın boyalı sakalı çuha parçası gibi göğsüne yapışmış, Amedi hu- lefasından Ratibin dik bıyıkları şimdi burnunun iki tarafından sarkıyordu. Sakallı Vasfi küçülmüş, küçülmüş bu yemek masasına yanlışlıkla oturan bir uşak gibi çatalının, lokmasının arkasında yüzünü gizlemek istiyordu.
Herkes yemeğini, tabağında unutmuş, Moizi dinliyordu. Moiz bazan işaret kadar küçük kelimelerle anlatıyor, bazı coşuyor, konağı küçülten b»ir sesle söylüyordu. Hidayet de mutlaka birşey söylemeliydi ; çok susmuştu; bir az daha susarsa ahmak olacaktı. İşte Misafirler Hidayetin yüzüne bakıyorlardı; «o halâ bir şey söylemiyecek miydi?» Burhanın sokakta Müstantik Behçete anlattığı şeyleri vakıâ Hidayet çoktan söylemiş, harcamıştı; fakat onun ezberlenmiş başka lâkırdıları daha vardır^Mısırda Arâbî vakası çıkacak, yarım saat sürecekti. Sonra büyük Napolyon Yenada galip gelecek, küçük Napolyon Sedanda rezil olacaktı. Sonra Sultan Hamit Namık Kemale : — «Beni mi seversin, kardeşim Sultan Muradı mı?» diye soracak, Namık Kemal : — «Sultan Selimi severim.» diyecekti. Sonra Endülüs inkırazında Abdüllahıssagire anası çıkışacaktı : — «Vatanını erkekler gibi koruyamadın; şimdi kadınlar gibi ağla!…» Sonra Jan Jak Rusonun mezarında Bonapart haykıracaktı : — «Bir bu adam, bir de ben doğmasaydık, insanlar rahat ederdi.» Sonra Ahmet Vefik Paşayı Fuat Paşa tenkit edpcekti — : Çeki taşı büyüklüğünde pırlantadır : Ne yüzük yapabilirsiniz, ne küpe!..» Bunları anlatmasa bile Berlin kongresi murahhaslarına Hidayet mutlaka kızacaktı: «Kongraya neden Saffet Paşa gitmedi de niçin Karatodori Paşa gitti?» Fakat bu akşam bu yemek toplantısında bir aksilik vardı : Bunları anlatmk için hiç vesile olmuyordu. Bir aralık söz Masonluğa döküldü. Moiz, fıkaralığm güzelliği içinde gövdesini çıplaklaştıran bir yekkel başile kımıldadı; odanın alaca karanlığını profilinin keskin çizgisile yardı: — Masonluk… Dedi; durdu. Sahne işlerinden anlıyan bir san’atkâr kurnazlığile bir çok sustu. Misafirler dinliyecekl^ji malûmatın ağırlığından korkarak bekliyorlardı. Moiz Hidayete döndü î — Masonluğu dünyaya İngilizler sokmuştur; Pariste ilk Mason locası bir İngiliz lokantacısının evinde açılmıştır; ikinci loca da yine bir İngiliz kuyumcusunun odasında!… Malûmu devletinizdir ki, Hollandada Masonluğu Lord Chesterfield kurmuştur!
(Malûmu devletiniz) i, Hidayet bir hükümdarın profilile dinledi; sonra burnundan inen sesle : — Evet, malûm! Bu İngiliz lordu «oğluma mektuplarım» ismindeki kitabın sahibidir! Monteskyonun da dostudur! dedi. Hidayet bu güzel tesadüfe seviniyordu : Bu İngiliz lordunu ona daha dün, Süleyman Larustan okumuştu. Moiz : — Dünyada 2 büyük kuvvet vardır : Ingilizler, Masonlar! Dedi. Bir teviye söz söyliyen adama bir düziye susan adamın duyduğu hınçla müstantik Behçet, Moize dikdik baktı : — Unutunuz efendim; dedi: 3 üncü bir kuvvet daha var, hem de en korkunçu.. Bu 3 üncü kuvvetin Yahudiler olduğunu anlatmak istiyordu. Moiz anlamamazlıktan geldi; Hidayete döndü : — Malûmu devletinizdir ki, dedi, tarihte en büyük adamlar Masondur: Meselâ büyük Fredric; iki Napolyonla; Papas Sieyes; Vaşington.. Hepsi Mason!.. Hidayet: — Müslümanlarda da büyük, adamlar arasında Masonlar vardır efendim! Dedi. Ve bunlardan birinin kendisi olduğunu Habibullahın anlamasını isteyerek ona manalı manalı baktı. Fakat Habibullah işin farkında değildi : — Evet, Mısırda «Şeyh Mehmet Âbdu» Masondur, dedi ; îskenderiyedeki ehramlar locasını o açtı… Sonra Sultan Murat.. Namık Kemal… Onlar da Mason! Hidayetin canı sıkılıyordu: Kendinin Mason olduğunu Habibullah niçin anlamamıştı. Fakat Habibullahın bu’ dalgınlığı çok- yerindeydi, çünkü Hidayet zaten Mason değildi; bu ima yalandı. Sultan Muradın, Namık Kemalin Mason olduklarını işitmemek için tapu müdürü Senih Efendi – lâkırdıyı, insafı, gözlerile dinlermiş gibi – başını tabağa eğmiş, hiçbir yere bakmıyor, bu sözler başının üstünden geçsin, gitsin diye bekliyordu. Moiz hep anlatıyor, Hidayet te hep susuyordu; ve sustukçautanıyor, kısa kısa öksürüyor, öksürüklerime birer fikir, birer «cümle çalımı veriyordu. Yemekten kalkarken sefaret müsteşarı Nail, ateşenaval Na- .şidin kulağına: «Bu akşam da adabı muaşeret yemeği yedik!» ■diye fısıldamayı unutmadı. Dalkavuk Süleyman uşaklara emir verdi : « kahveler şark •odasında içilecekti!» Bu şark odasına girince Moizin gözleri acayipleşti : Yüzü yıkılmış gibi parça parça gölgeydi… Renk renk eşya gözbe- beklerinde yandı, söndü; bu güzel oda, bu başkasının olan saâ- -det bir hicran gibi içinde kanadı : a Bütün ömründe onun böyle •’bir odası olmıyacaktı» işkence olan bu güzellikten hemen kaçmak istedi. Ve yeleksiz adam pantalonunun cebinden fakfon saatini «çekti : «Vay!… Matbaaya geç kaldık!…» Provalara bakacaktı. Moizin çabuk gideceğine Hidayet sevindi : Ağzı bir kütüphane gibi çürük kitap kokan adamdan, Hidayet İki saatte iki senelik bıkmıştı. Parkeye geçirilmiş elektrik ziline, iskar-. pininin ucile bastı, uşağa emir verdi: Moiz efendiyi matbaaya «bırakmak için konağın arabası çabuk’ hazırlanacaktı. Kimsenin yüzüne bakmadığı sakallı Vasfi bu şark odasında :şitndi birdenbire adam oldu : Hidayet , onun yanına gelmiş, •ona vitrindeki el yazılarını, Habibullahın duyacağı yüksek asesle, anlatıyordu. Vasfi birdenbire kazandığı bu ehemmiyetten küçüldü; müm- <kün olsa kaçacaktı. Hidayet ona, boş yere: «Bu, Hafız Osman Miattı! Bu, Topkapılı Rasimin Kur’anı! » diye anlatıyordu; boynunda yaldızlarla yere inmiş vahiylere benziyen altın bebekli sayfalan sakallı Vasfi görmüyordu. Zaten o. bu konakta, Adnanı gördüğü dakikadanberi düşünceliydi. Çünkü biliyordu; kendisini hukuk mektebindenberi sevmiyen Adnan/ Hidayetle yalnız kalır kalmaz, onun aleyhinde bulunacaktı. Ve ikinçi gelişinde yüz bulamıyacağını bilen sakallı Vasfi, Hidayetin bu iltifatları önünde hazin ve budala oluyordu : Kıymetli bir şey •çalarken yakalanmış adam gibi. Emindi : bu iltifatlar ondan yarın geri istenilecekti : Yani .Adnanla Hidayet başbaşa kaldıktan sonra!…Ve Adnan bu gece haberi olmadan bütün ömrüne sürecek, bir düşman kazanıyordu: Sakallı Vasfi! Dalkavuk Süleyman koştu ; Hidayete « Siz yorulmayınız, efendimiz! » dedi ; ve odanın öteki antikalarını Habibullahır» işitebileceği sesle sakallı Vasfiye anlatmağa başladı ; evinde yarın yiyecek ekmeği olmıyan mazul adliye memuru «çeşmi bülbül kâselerin helezonlu olursa çok makbul olduklarını» dinliyordu. Süleyman birdenbire hayret etti: «nasıl? Vasfi beyefendi bu şark odasının bir köşesine paravan gibi konulan şu yaldızlı cumbayı duymamışmıydı? Fakat bu, tstan- bulda çok meşhurdu! Üstünde A. A. markası vardı! Bunu Sultan- Azize Üçüncü Napolyon hediye göndermişti!» Habibullah efendi, demindenberi Endülüs medeniyetini anlatmağa hazırlanıyor, Endülüse arabları sokan kadının adınv arıyor bulamıyor, kendine kızıyordu; zihni bu cumbaya takıldı; sinirlendi; cumbadan şark odasına, oradan bütün konağa öfkelendi; zaten Habibullah efendi, insanların bir evi olmasına kızardı: O, Tepebaşındaki otelden kalkar, yumruğunda çantasile- Londrada Abdülhak Hâmide misafir giderdi. Nihayet şark odasından çıktılar, salona geçecektiler. Fakat: Hidayet birdenbire durdu; sofanın bir tarafına haykırdı: — Vay efendim! Sizi gören ne olur? Sofada duran adam doktor Haldundu. «Haldun geldi» demek Habibullah Endülüs medeniyetini, Hulûsi Paşa Sivas valiliğini anlatamıyacaklar demekti: İkisi de sarardılar. Zaten, salonda, uşaklar, Hacı Hulûsi Paşanın ağzını, Hint işi bir nargilenin kehlibarile kapattılar; Hidayet bahtiyar oldu: Paşanın ağzından konağın bir antikası sarkıyordu. Doktor Haldunu görünce Süleyman Adnana sokuldu- Bir şey fısıldadı : «Erkânıharp müşiri Kerim paşanın kızına bir tarih hocası bulduklarını Hidayet, Adnana söylediği zaman bu tarih hocası Haldunmuş!.. Ve bulan da HidayetmişT Fakat Haldun tarih okutacağı yerde kıza llmülemrazdan bahi« ediyormuş; nasıl ki hastaya çağırdıkları zaman da tarih anlatırmış » Adnan Hidayetin bu ailaklığına bozuldu.
Doktor Haldun şimdi bu salonda da Hidayete tarih anlatıyordu. Fransızca muallimi Kadri bu gevezeliğin nekadar süreceğini anlamak için saatine baktı; konağın antikalarını tenkit eden Kadriye, Hidayet zaten geçen gelişinde içerlemiş, istiskale fırsat arıyordu : — Galiba mutadı âlileri erken yatmak olmalı; müşerref oldum! dedi; ve teşyi için ayağa kalktı. Halbuki odada 10, 11 kişi vardı; bu, Kadri için 10, 11 tane alay mevzuu idi, sahura kadar bunlarla eğlenecek, herkesin budalalığına gülecekti. Hidayet teşyi için ayakta sabırsızlanıyordu. Kadri kovulduğunu kabul etmeye mecbur oldu : — Erken yatmak mutadım değil. Fakat elimde mühim bir tercüme var : «Gibon» ’in tarihi.. Geceleri 5, 6 saat çalışmağa mecburum! Dedi, kovulduğunu büyük tarihçinin adıyla örtmek istedi ve «Gibon» için ayakta uzun bir nutuk söyliye- rek gördüğü istiskali unutturmağa çalışıp çıktı, gitti. Adnan, bu konağa kendi getirdiği adamın kovulmasına sararmış, Hidayete dik dik bakıyordu. Haldun kendisini dinlemek fırsatına kıymet vermeyip giden adama içinden kızdı: Kadrinin kovulduğunu o derece anlamamıştı, sinirlendi. Bir elile enfiye çekiyor, öteki eli de lâkırdının ucunu tutuyordu. Müstantik Behçet, Galatasarayı bitirmeden çıkan ve sonra Avrupaya kaçan eski Con Türk Süleymanı görünce, Burhanın yolda anlattığı Süleymanın kim olduğunu anlamış ve sevinmişti, demindenberi bir köşede konuşuyorlardı. Behçet ömründe tek kadmdnn güler yüz görmemiş, Süleyman da haristen îstanbula sürülmüş, Ahmet Rıza onu Cön Türklükten azletmişti. İkisi de acı, ekşi birer adamdı. Evvelâ konağın dışarsındakileri çekiştirmişler, şimdi sıra salondakilere gelmişti. ‘ Süleyman, şimdi âmedi hulefasından Ratib’ı anlatıyordu; — Sultan Hamide damat olacaktı; fakat frengisi var diye dayısı curnal etti. Bu curnal üzerine Ratib damat olamadı, siyasî mağdur oldu, Hidayet de ona bu salonda bir Kırmolin koltuk verdi. Hidayet de şimdi bu Ratibe çok minnettar. Çünkü bu vesile ile damat arabalarını hiristiyanların cenaze’ arabalarına benzetti ve konağın edebiyatı bir teşbih kazandı.Müstantik Behçet Ratib’in damat olamadığını anlayınca sevincinden Süleymanın boynuna sarılacak, öpecekti: Başkasının mahrum kaldığı saadet onun olurdu. Süleyman şimdi sahaf Arif’i Behçete fısıldıyor, — Diş kirası bekliyor; bak, bak, oturuşa bak ! Diyor, küçük kahkahasını burnunda avucuyla tutarak katılıyordu. Müstantik Behçet baktı: Sahafın sarığı ve kafası tavana nazır; iki eli karnında ve parmağındaki basur halkası göbeğinde; hakikaten bir şey bekliyordu. Sahaf konuşursa Hidayetle belki ahbap seviyesine çıkıverir, para bekliyen bir adam olduğu belki unutulur diye hiç lâkırdıya karışmıyordu. Dalkavuk Süleyman, iki aydanberi konağa devam eden avukat Tevfik hocayı mutlaka anlatmak istiyordu. Bu avukat Tevfik hoca zaten hukuktan çıkalı dört ay olduğu halde zengin olmaya başlamıştı; müstantik Behçet de, bu serveti bütün faziletiyle didikliyecekti; bütün bir kin ve hınç edebi- yatiyle anlatmıya başladı : — Hiç tanımaz olur muyum? Her ölenin mirasçısı odur, her doğanın da velisi o.. Yıkılan evin enkazı, yapılan evin arsası onundur; şahit kiralar; dava satar; borç yaratır; ölüye mülk sattırır; kıza çocuk doğurtur.. Geçenlerde evlenmiş.. Bir Sivas valisi varmış; Hacı Hulûsi paşa mı ne.. Onun azatlılarından bir kadın almış. Süleyman — Sivas valisi Hacı Hulûsi paşa işte alır. Kimi yakalarsa yakasından tutar, Sıvastaki 8 aylık valiliğini anlatır Behçet — Bu gece ağzını açmıyor ama? Süleyman — Ondan delisi var da onun için: Doktor Haldun! İkisi de gülüştüler. Doktor Haldun hakikaten bir saattenberi Ormanlı tarihini anlatıyordu. Dinlenmemekle ondan intikam almak isteyen Habibullah efendi, eline bir gazete almış, okur gibi yapıyor, fakat ğazetenin üstünden doktor Halduna hınçla bakıyordu. Süleymanla Behçet gülüşünce hâlâ Endülüse arapları sokan kadının ismini bulamıyan Habibullah, yüzündeki İstırapla eğleniyorlar sandı, bozuldu; Süleymanla Behçete fena fena baktı. Müstantik Behçet, Adnanı gösterdi : — Kuzum Süleyman, bu herif sahiden budala mı? Bak kendi kendine bir şeyler okuyor, dedi. Süleyman çenesini göğsüne âlimane dayıyarak : — Budalanın sahtesi olur mu? İnsan istediği vakit akıllı, istediği zaman budula olmak için çok zeki olmalı… Beş dakika konuş, ne olduğunu anlarsın, dedi. Adnan, bu salonda bir dava gibi duran yüzüyle hakikaten aptal görünüyor, bu adamların hiç birini beğenmiyen gözleri onu soğuk yapıyordu. O, zaten, bu salondaki adamlardan muztaripti; hepsini iç yüzleriyle görüyor, ve onları anladığını da hepsine belli ediyordu; Gözlerindeki bu zekâ soğuktu. Bu adamlar Adnanın edebiyattaki mevkiine alâka gösterseler, Adnan onları sevimli bulacaktı. Onu, bu konakta yalnız Hidayet anlıyordu: «Romanını dinlediğim zaman değişiyorum Adnan!» Ve Adnan da Hidayetin bu lâflarını dinlediği vakit yeni kuvvetle yaşamıya başlıyor, kendini cehennem kadar kuvvetli buluyor, Hidayeti büsbütün seviyor, bir ucuz kadını tiksinmeden öpmek için karanlığa muhtaç olan adam gibi Hidayetin iç yüzünü görmemek için her şeye gözlerini «kapıyordu. Ve onunla bu konakta Hidayetten başka kimse meşgul değildi. Ateşenaval Naşit için Adnan yalnız kravatı yeni olan gülünç adam di; ve bu salondaki kalabalığın lâkayidliği Adnanda bir tenhalığın acıismifail» diyordum. Aleyhinde ne duydumsa herifin suratında duruyorl Süleyman — Ama eminim, bilmediğin tarafları pek çok.. Behçet — Sıvsta vali iken bir Sofokli’si varmış, onu söyliyeceksin galiba.. Süleyman — Canım onu dünya biliyor… Asıl söylenecek tarafı var: Soğuktan ödü kopar; yatı misafirliğine gittiği zaman çuha cibinliğini arkasında uşağı taşır. Fanilâsı eskidiği vakit, yenisini eskisiyle tarttırır; yeni fanıle terazide eskisine müsaviyse hüznünü uyandırıyordu. Bir taraftan da Adnan, herkesin ittifak ettiği fikirleri kabul ederse, başkasının elbisesini giymiş bîr uşak gibi olacağını sanıyor, bu adamları aksi cevaplarla kırıyordu. Hepsi Adnana düşmandılar. Fakat en esaslı düşman Süley- mandı; Çünkü Süleymamn dalkavuk olduğu Adnanın hür tavırları önünde daha çok belli oluyordu, Avukat Tevfik hoca koltukta adamakıllı uyumuştu; gür seslerle horluyor, burnunda kıyametler kopuyordu. Doktor Haldun, uyuyacak derecede kendisini dinlemiyen adama kızdı; Hidaye- te döndü : — Hoca değil mi? Hepsi uyuyor. Şimdi konağa gelirken Dağıstanlı Hocaya rasladım; beni yakaladı; saatlerce anlattı : Buhariyi yakmışlarmış; din batıyormuş! aman bu herifler!.. Hidayet Adnana manalı manalı baktı: «Bu gece bu iftara gelemiyen Dağıstanlı hoca ve şair Raif hani hastaydılar?» Fransızca muallimi Kadrinin kovulduğuna surat eden Adna- nın gözleri yakalanan yalanının önünde şaşaladı. Deminki öfkesinden vazgeçti; Hidayetle uzaktan ve gözlerile sulholdular. Doktor Haldun Tevfik hocaya haykırıyordu : — Molla! 14 asır uyudun, artık yeter; uyan! uyan! Tevfik hoca gözlerini nazlı nazlı açtı. Uykuyu Haldunun lâfından daha ehemmiyetli bularak gene daldı. Haldun Dağıstanlı hocaya kızmış, uyuyan Tevfik hocayı azarlıyordu : — Padişah Buhariyi yaktıysa ne çıkar? Yakar a!.. Her yer zaten yangın yeri! Ben olsam hamamları değil, fırınları da din kitaplarile ısıtırdım. Herif memleketi yakıyor, bir şey demiyorsun. Şarkî Rumeliyi veriyor, Mısırı veriyor, Bosnayı, Herseği veriyor. On padişahın aldığını bir padişah verdi; al- djrmıyor, uyuyorsun. Hoca! Hoca! Fennin çelik dişi dinin çürük kafasmi delik deşik etti, Sinan kalfanın kubbesi altında Allahı ariyan bir sen kaldın, bir -de Kör hafız! Asır, tek din, tek mabet asrı! Benim Allahım ne senin Allahındır, ne mahalle imamımnki!.. Benim kubbemin kandillerini kozmoğrafya yakar, şeninkini evkaf kayyumu!.Misafirsiz konağına yalnız Dağıstanlı hoca gelirdi; o gece Maliye ^nazırı yarım saat geç yatardı. Konaktaki vak’asızlık, misafirsizlik, gece ancak üç, dört tataesi sararan pencerelerden, gjündüz iki üç defa açılan sokak fcapısmdan belli olurdu. Kapı esneyerek açılır, kanadını uşak ■gerinen kollarla çekerdi. Bu konakta .halıların, hasırların üstünde sanki herkes çıplak ayaklarla yürür, sanki lâkırdıyı birbirlerinin kulağına söylerlerdi. Eski Ispanya saraylarına benziyen bu sessiz binada Hacı Kâhya gürültü eden tek insandı. Uyku bile, konakta, azaltacak gürültü ve hareket bulamıyordu. Ve bu konağı eşya bile görünmiyerek döşüyordu. Adnan, aynayı, fesini düzelttiği gün görmüştü; bu Adnanın ilk derse geldiği gündü. O gün, kapıyı ona sessiz bir uşak -açtı; O, sessiz bir odada oturdu; sessiz bir kıza ders verdi. Adnanın sesi o gün odada gürültüydü. Kaloşsuz potinleri 4>a konağa sokağı sokuyordu. Ev halkının belli olmıyarak yürüdüğü bu konakta yalnız Hacı Kâhya fazla sesle konnşabiliyordıı. Konağın mukaddesatı fiacı Kâhyanın elinde idi; nazırlık maaşını paşa alır, Hacı Kâhya harcardı. O, hareme Paşanın salâhiyetlerile değil, fakat »bütün edalarile girer çıkardı. Adnanın okuttuğu kızın göğsündeki elması, Hacı Kâhya İtiraz etmediği için, paşa satın almıştı. Hattâ Adnan bile onun «şifahî mucibince» sile konakta iıocadır. Mektepten temiz çıktığını, Hacı Kâhya öğrendikten .soara Adnan bu konağa girdi. Yalnız Cön Türk diye bir ‘ ¡şeyler duyduğunu da Paşaya söyledi; bir de gözlerini, ağzından çok açarak paşanın yüzüne sokuldu; yavaş sesle : — Öir kere de Sivas valisi Hacı Hulûsı paşanın yalısından çıkarken görmüşler! Dedi. Paşa kızardı; biraz tebessüm ederek î — Güzel çocuk! Söylerler Hacı! Dedi. Zaten Paşa, Adnanı Hidayetin tavsiye etmesini, Adnanın -güzel çocuk olduğunu görünce pek beğenmemişti. Adnanı Hacı kâhya, kendine belji etmiyerek, seviyordu. ¡Fakat bu sevgi bir taraflı idi. Adnan konağa her gelişinde bu Hacı kâhyanın gözlerini karşısında bulacak, ona bu göaler- muayene edecek, hşnüz bozulmadığına bu gözler karar vçrecek», sonra odaya girmesine bu gözler müsaade edecekti. Adanan, konağa giderken, bu gözlerden daha sokakta: sinirleniyordu. Dikkatini gizlemiye lüzum görmeden bakan, her derste-, Adnanı konağın avlısmda bekliyen bu gözlerin önbnden geçtikten sonra ikinci bir ıztırap odada başlıyacaktı • Sessiz bir kız yarım saat onu, yarım saşt de o hareketsbe kir kızı dinleyecekt: İlk derste henüz ağlamış gibi kirasıza ( gözlerle, göğsünde kocaman elmasla karşısına çıkan maliyet nazırının kızını. Aradan iki ay geçmişti. Bir gün Adnan bu kıza -daha ismini bilmiyordu- tenbeS bir arzu ile bir Türkçe romanın vak’a şahsını anlattı. Kızın birdenbire sesi çjktı : — Adnan Beyefendi, dedi, romandaki bu adam acab& Yaşar mı dersiniz? Adnan sessiz kızı nutka getirdiğine pişman oldu; bu oka— Iâlığa tutuldu; kimbilir hangi arkadaşının ağzından bu dudaklara kazara düşen bir ibare! Adnan, bu ibarenin biçareligiles eğlenmek istedi : — Müsaade ederseniz Yaşar Hanımefendi. Kız : — Müsaade etmiyeceğim. Adnan kızdı; ukalâlığın en güzel cezası istihzadır; kızla acı acı eğlendi : — O halde hangi romanlardaki hangi vak’a şahıslarmm“. yaşamasına izin veriyorsunuz? Kız : — Meselâ! Dedi durdu. Adnan gülecekti; fakat kıza acıdı; gülmedi : — Meselâ ? Kız cevap verdi: — Hangisini söyleyim… Meselâ… İnsan, bu kadar ahmak bir ukalâlığın karşısında terbiyesiz: olabilirdi; Adnan da terbiyesiz tebessümle :— Yoksa beğendiğiniz romandaki ölmiyetek tipin ismi (meselâ) mıdır? Dedi. Adnan kızdığı zaman kuvvetli hicivler yapardı: bu nükte de öyleydi; kendi de beğendi; fakat yine kıza acıdı. Acz ile eğlenmek acıydı, ona da sinirlendi, kendine de. — Geç kalıyoruz; Iktitafı açalım, »derse başlayalım; diyecekti. Kız : — Hangisini söyliyeyim? Bilmem ki… Dedi; düşündü. «Bu kız artık çok oluyordu» : Adnan öfkelendi; Iktitafı açtı. Kız: — Meselâ, Haumais! Dedi. Adnan bu ezberlenen ismi duymamazhktan geldi; Iktitafta okutacağı yaprağı arıyor, sayfeleri buruşturarak çeviriyordu. Kız devam etti; — Meselâ Vautrin!.. Meselâ Jack!.. Meselâ… Adnan başını Iktitaftan kaldırdı : Karşısındaki başörtülü heykel kımıldıyordu. Kız: — Ben, dedi, Haumais’yi Madame Bovary’nin kendisine tercih ederim; Vautrin’i de Goriot Babaya… Bilmem yanlış mı düşünüyorum? Adnan biraz öksürdü; biraz gözlüğünü düzeltti; biraz masanın kenarını okşadı. Rahatsız bir yüzle maliye nazırının kızına sordu : — Fransızcayı kimden öğrendiniz? — Hiç kimseden! Adnan suratına baktı: Alaymı ediyordu? Kız anlattı: «Babası Rumelide bir yerde vali iken sörlerde okumuş.» Adnan bozuk bir sesle yine sordu : — Mektebi bitirdiniz mi? Kız, cevap vermedi. Başka şey söyliyecekti; fakat Adnan’ın bekliyen gözlerini görünce : — Evet bitirdim efendim, dedi. Adnan demin eğlendiği kızın gözlerine bakamıyordu. Kız ;
— Adnan Beyfendi, dedi, artık İktitafı bıraksak ta bir şair alsak, baştan aşağı onu okusak… Adnan : — Kimi meselâ? Kız : — Hâmid’i… O halde Eşber’i okuyacaklardı. Adnan, o gün onuncu ders için geldiği konaktan kızın adı* m öğrenerek çıktı : Süheylâ! Adnan, artık Süheylâ ile arkadaş. Artık, iktitafı okutmağa değil; onunla konuşmağa geliyor. Artık Hacı Kâhyanın avluda beküyen gözlerini de eskisi gibi hınzır ve zeki bulmuyor. Süheylâ da derste Adnan’ın anasına merak ediyor. Hastayı sorarken gözleri doluyor. Fakat her derste hastanın yine hasta olduğunu duymamak için bir zamandanberi Süheylâ Adnan’a anasını sormuyor. Bu sualler Süheylâ’nın kendi merhametini göstermek için Adnanın acısını arttırmak değil miydi? Ve Süheylâ bu sualleri terkediyor. O, Adnan’ı üzmemek için kalpsiz olmağa razı. Sessiz bir konak!.. Yirmi oda dolusu bir kimsesizlik!.. Bu ıssız konakta, kocaman bir oda ikisinin hasbihallerile üçüncü bir insanın sığamıyacağı kadar küçük bir köşeydi. Temiz bir şey görmek isterse gökyüzüne bakan Adnan; pis İstanbuldan Şair Raif’e, acdat lahitlerine kaçan Adnan şimdi aradığı gök yüzünü Süheylâ’ntn gözlerinde buluyordu. Temiz iki göz : Bir kızın tecrübesiz gözleri! Adnan, Şair Raifi Koca Ragıb’ın kabri kadar seviyordu. Abdülhamid’in karanlığından bu şaire, bu kabre’ kaçardı. Ab- dülhamid’in karanlığından : zulmün ayağını her adımda dev gibi büyüten çamurdan !… Gazi Osman Paşa’da başlıyan, Çerkeş Mehmet Peşada biten bir memleket : İstanbul !.. Şair Raif’te başlıyan, Hidayet’- te biten bir adam : Adnan ! . Bu Adnan, bu lstanbuldaki Hidayet’in konağında tutıçlu koltukların, sırmalı kitapların, tek gözlüklerin, yemek listelerinin sahte, yalınkat, boyadan ibaret Avrupasından – kendi de farkında olmıyarak – bıktıkça Şair Raif’in, Koca Ragıp lâhdinın içindeki gizli şarka kaçardn Şimdi bu şaire, bu kabre bir dost daha ilâve etti: Maliye Nazırının kızı Sühelâ’yı . Süheylâ ki,, kıymetini aylarca Adnan’dan gizlemişti. Meçhul bir mezar bile bir feragat şehidini bu derece saklıyamazdı. Adnan, Süheylâ’da vücutsuz birini seyiyordu. Sağlam irfanile iki ay, Adnan’dan İktitaf’ı okumaya katlanacak kadar davasız bir kızı… Her şeye tesadüf diyen Adnan, Süheylâ’nın bu haline < Tesâdüf ! » diyemiyordu. Güzel yüzler, encak onlar, tesadüftü : bu derin kalp, bu gösterişsiz zekâ tesadüf olamazdı. Gitgide, Adnan, bu edebiyal hocalığından aldığı paradan ‘ utanmağa başladı. Mana vermeseler bu aylıkları almıyacaktı. Halbuki onun almamak istediği bu paraya bir gün zam yaptılar. Adnan’ın buna canı sıkıldı, anlıyordu : Bunu Süheylâ yaptırmıştı. Demek Süheylâ için, Adnan, muallimdi ? Hem de bu zamma muhtaç olduğu kılığından belli olan bir muallim!. Bu, kabalıktı. Bu, Adnan’a « Acınacak adamsın ! » demekti. Kızdı. Bu öfkeyle Süheylâ,ya düşman kesildi. İntikam almağa muhtaçtı : Göğsünde elmasla Eşber okuyan kızı gülünç buldu; kendi fıkaralığına bu kadar açık yolda acıyan Süheylâ’nın « göğsündeki rezalet » le içinden acı acı «ğlendi. «Süheylâ, malûmatlı olabilirdi. Fakat iptida! kızdı : Elmasını çekmecesinden ziyade göğsüne koyan kız !.. Adnan, bu edebiyat hocalığım kabul ettiği gün zaten bu konaktan aldığı paraya mühtaç olan adam demekti; bunu unu* tuyordu. Ve bunu, biraz da, Süheylâ ile dost olduktan sonra uautyordu. • Bir gün derste Adnan boyuna somurtuyordu : Hocalığını kaşlarının, burnunun bütün çizgilerile takınmış, yalnız Hâ- mid’in Eşber’de İskender’e söylettiği büyük lâfları ahlatıyor, lâkırdı etmiyordu. O bugün Süheylâ ile arkadaş de1 ğildi. Geçen haftaya kadar iki kısık sesin mini mini kelime- lerile güzelleşen bu oda bugün yüksek ve tek bir sesle bir.mekİıklarina giderken nişanlarından utanır da, kimse görmesin diye paltosunun yakasını kaldırır. Bir o adamı düşünn, bir de o adamın karısını… Bu kadının elinden neler çekiyöruz. Bu Çerkez kadını beni de öldürecek, babamı da… Bu evde mi benim sözüm geçecek? Benim hatırım için babam sizin aylığınızı arttırsa annem kıyametleri koparır. Bu son sözler yalandı. Süheylâ, ısrar ettiği için babası Adnan’ın aylığını arttırmışt. Zaten Adnan da, fazla tabiî görünmek istiyen bu yalana bir türlü inanmadı. Yalnız şaşıyordu : Süheylâ anasını ne dereceye lşadar sevmiyordu ! Onun başına yalan yere yemin edecek kadar 1 Ve bu korkunç yemin Adnan’ı memnun etmek için ediliyordu. Adnan kendine bu kadar bağlı olan Süheylâ ile yine eski sesile, eski şeyleri konuşmağa başladı. Eşberdeki «İskender, o şahı âlem ârâ !» unutulmuştu. Adnan, bütün gururile mes’- uttu ve kızının namusunu halayıklara, uşaklara bekleten Çerkez kadınını, hayatına kıyan yemine lâyık görüyordu. Maliye’ Nazırının konağından bugün çıkarken, Adnan, kaybettiği faziletleri tekrar bulan adam kadar sevinivordu. Hi- dayet’in konağına artık gitmiyecekti. Maliye nazırının konağı ne kadar temizdi : Şehirsiz bir toprak gibi temiz !… Bu konağın döşemelerinde bir insan alnı kadar namus vardı. Sonra Süheylâ, bir erkeğe yetecek kadar malûmatlı idi. Öyle iken Adnan’dan bu malûmatını aylarca saklamıştı. Bu kıza karşı takındığı muallim tavrından Adnin utanıyordu. Artık Hidayetin konağı, maliye nazırının konağına nisbet, fena boyanmış hokkabazdı. Memleketin tarihini okkayla, bayrağını arşınla satabilecek adamlarla dolup boşalan Hidayet’in konağı!.. Sonra Hidayet’- in kendisi : Ağzını açınca kirli parayla çürük malûmatın karma .karışık döküldüğü Hidayeti.. Halbuki Süheylâ’nın gürültüsüz, patırdısız irfanı bir çiçeğin boynunu bükmesi kadar güzeldi. Sonra Maliye nazırının refahından utanıyor gibi sesi çıkmıyan konağı : Bu konağın hali eşyada, taşta, tahtada rikkatti.
Adnan artık Hidayet’ten iğreniyordu. Bu âdamdan onu Şair Râif kurtaramatnıştı. Süheylâ kurtaracaktı.çekler, kapıyı da çalmıyacaklardı; muayyen saatten sonra onar dakika arayla gelecekler, ve Adnan onları evin avlusunda> bekliyecek, on dakikada bir kapıyı açacaktı. Bu tedbirle; lâzım olmaktan ziyade güzeldi: Mithat Paşanın memlekette’ nasıl atıldığını cinayet işler gibi öğrenmeliydiler. Buna kır ses, karanlık, parola, yürek çarpıntısı, büyüyen gözler, az nuşan çehreler lâzımdı. Vakıa gelecek adamların düny ■ olduklarından Abdülhamid hükûmeitnin haberi bile yoktu; kıa bu komitecilerle saray değil, mahallenin karakolu bile r gul değildi. Fakat biraz aktör, olmıyan insan yoktur ve aktöre «facia» dan evvel, sahne lâzımdır. Mithât Paşayı «dekor» suz konuşmak mı? Uzun sal Dağıstanlı hoca bile buna razı değildi; zaten o, bu iş^ hepsinden fazla çocuktu. Yatsı ezanı okunurken Adnan küçük evinin avlusunda, yere çömelmiş, mumun alevini iki eliyle örterek iskemlede saate bakıyor, komitecileri bekliyor, Süheylâyı düşünüyordu: «O, bu kahramanlığını görmeliydi!» •Birdenbire mumu üfledi, sokak kapısını açtı. Şair Raifin gözleri karanlıkta parladı. Adnan Süheylâya o kadar dalmıştı ki bu gözlerden ürktü. Rarf bir karaltı kadar sessiz, merdivenden çıkarken Adnan karar veriyordu! Süheylâ ile evlenecekti. Bu kararı düşünerek avukat Tevfik hocaya, Dilâvere, Fransızca muallimi Kadriye, Dağıstanlı hocaya da onar dakika arayla kapıyı açtı. Gene saate iğilerek düşünmiye başladı t «Maliye nazırının kızı bu eve nasıl gelin gelirdi? Bu olacak şey midi? O halde Adnan, kendisi oraya iç güveysi gidemez midi?» Anasi, yukardan, öksürdü. «İç güveysi giderse bu öksüren kadını kime bırakacaktı?» Birdenbire canı sıkıldı, gepe birdenbire ümitlendi : «öksüren kadın ölecekti!» Birdenbire fenalaşâtı «Öleceğini düşündüğü kadin, anası idi!» Bir anda dişlerini, tırnaklarını, kıllarını uzamış sandı: Bir canavara gibil Karanlıkta gözleri kan hokuyordu. Kendinden korktu. Tam bu anda sokak kapısında Moiz öksürdü- Adnan şaşırdı! Demek ki demindenberi saate boş yere bakıyordu. Moiz merdivenden çıkarken •’ — Adnan, çok akıllısın, maşallahın var! Diyordu; insan ininle ihtilâl yapmağa değil, zanparalığa bile gidemez. Tam ’•mi dakika beklettin beni… Aldı bir kuruntu: Acaba basıldımı? Acaba haber mi aldılar? Adnan, Moizin fesini arkasından burnuna itti : — Hınzır yahudi, masus beklettim, kork diye! Moizle Adnan, girdiği zaman, odadakilerin hepsi, ellerinde leri, kapıya bakıyorlardı. Yalnız şair Raif, iki eli cebinde, ndı. ığıstanlı hoca, kısık sesle ‘• Nerde kaldınız? A çocuklar! dedi. Ömrümde korku ezken ben bile korktum. Kendi hesabıma değil billâhi..; ^una zaten yaşamak demezler… Gebersem ne mutlu… Canım cehenneme… (Adnam gösterek,) Bunun anasını düşündüm : Hem hasta, hem kadın… Moiz : — Efendi hazretleri1 bu Adnan bey oğlumuz yok mu, çok ■dirayetli şey maşallah! Kapının önünde beni öksürmiye mecbur etti; hani o beğenmediğim öksürük olmasaydı, kapının açıla* cağı yoktu. Lâmbanın etrafında toplandılar. Adnan» İngiliz Sait paşanın hatıralarını okumağa başladı : [1] [ 2 Muharrem 1294 ve 24 Kânunusani 1292 ve Şubat 1877, Pazartesi — Bugün Sadrazam Mithat Paşa sadaretten azlolu- narak ba irâdeisenife vasıtai âcizanemle memaliki şahaneden teb’it olunması için Izzeddin vapuru humayunu ile İtalya’da Brindizi iskelesine gönderilmiştir. Nasıl teb’it olunduğu ber- veçhizir beyan olunur. Mithat paşa Sadrazam olduktan sonra M âfı me’mul iptidâları zımnî ve sonraları dahi aleni olarak evamiri seniyei adaletkâraneye muhalefet etmeye mütecasir oldu. Zatı şahane efendimiz cülûsu hümayunlarındanberi gerek Mithat Paşa ve gerek Mehmet Rüştü Paşa [2] hakkında : «Bu
[1] O zaman saray .müşiri olan İngiliz Sait paşanın, henüz basılmı- yan hatıralarının birinci cildinin (51) nci sayfasından
■adamlar vatan ve. millete hizmet edemez, bunlar haindirler» -deyu efkârı şahanelerini beyan buyururlardı ] Dilâver, Abdülhamide fepa halde kızdı : — Şu zalimi haklıyacak bir fedâî çıkmadı! Ama çıkmıya- -cak mı? Çıkacak! Hem de çok yakında… Hepiniz göreceksiniz! Şair Raif somurtuyordu; ötekiler tebessüm ederek anladığadır; Bu fedâî Dilâverdi! * Ancak Abdülhamidi haklamıya Dilâverin sıhhati müsait ‘değildi: Ayağa kalktığı belli olmıyan boyu ile, elbisesi de da- dahil olduğu halde kırk iki kilo, gelen vüçudile Dilâver Direklerarasının Donkişotu idi. Şair Raif, onun kabadayı görünmek istedikçe gülünç olmasına mahzun olur ve onun hesabına ona kızardı. Frunsızca muallimi Kadri otuz iki dişiyle ©üâverin Donkişotluğuna gülence Raif gene kızdı : — Sen, dedi, Hamidi, mamidi öldürmekten vazgeç te bu •<kış bahkyağı iç, kendine biraz bak Dilâver! Adnan, Mithat paşayı okurken Süheylâyı düşünüyor, onunda evlenmeye her kelimede yeni bir karar veriyordu ve maliye nazırından kızını istiyen rakik sesle hatıraları gene okumağa ^başladı-:
i Efendimizin haklı olduğunu berveçhiâti beyan olunan vukuat tasdik ve ispat eder. Evvelâ, Mithat Paşa, şevketmeâp -efendimizin evâmiri seniyelerine ademi itaatte bulunmağa •cür’et etmiştir. Saniyen, Mithat Paşanın, memleket hakkında ne derece muzır ve fasit bir âdem olduğu, daima cumhuriyet -efkârında ve kendülerini üdebâdan ve ahvâli âleme vâkıf zan ve fikrinde bulunan bir takım süfelâ ve cühelâ ile görüşüp ‘konağını sadrazam konağı değil, âdeta bir’dârunnedve hey’etine koymuş olmasından istidlâl olunur. Çünkü müşarünileyh kendi efkârıyle mutabık efkârda birini görecek olsa derhal tenha bir -odada, münasebet olsun olmasın, mükâlemeyi saltanatı seniye tizerine götürerek : «Hanedânı Osmâniyeden artık hayır gel- miyecek, cümhuriyete tahvil etmekten başka çare kalmadı. » .sözlerinde bulunmuş oldğu haddi tevatüre varmıştır.
Mâliyenin önünden, bir masalın kadınları geçiyordular. Saray ve konak arabalarının loş koynunda – bir camekânm kadifesine konmuş renk renk taşlar gibi – insansız gözler, kolalı yaşmakların rüyaları arasından görünüyordu: Başka bir dünyanın yıldızlarına bakıyor gibi bebeklerinde nokta nokta renklerle, yeşil, sifah, sarı gözler… Oturanı ayakta duruyor zannettiren uzun feslerile arabacılar ve seyisler.
Bu arahılar halkın arasından geçerken halka bir hatıra kadar uzaktılar.
Ipekleı, elmaslar dolu arabaların arasından, birdenbire Ak-sarayın «jıeczub çıplak Ahmet» i fırladı ; kalın takunyelerini taşlara .çarparak koştu; tıraşlı, çıplak başını Adnanın hasırlı fesine “değdirerek uğultulu ve iptidaî sesle:
,— Buharîyi yaktılar! dedi, kaçtı,, j” Anadan doğma çıplak vücudunde çuvaldan bir donla gezen, yazın güneş göbeğinde doğan, kışın kar göğsünün kıllarına yağan çıplak Ahmet, araba pencerelerinden sokağa taşan ipek, elmas bolluğu arasında büsbütün çıplaktı. Adnan edebiyat hocalığının sevincini bir an için unuttu; başka şeye seviniyordu: bu tezadı romanına koyacaktı.
Birdenbire sarhoş bir ses haykırdı:
— Adnan!..
Adnan, durdu; o bu sesin ne demek olduğunu bildirdi; konyağın verdiği salâhiyetle bütün Bayazit meydanında serbest çıkan tek ses! Ve, konyak kokan bu şair, Adnanın karşısında sallanıyor, «Duydun mu? Buharîyi yaktılar!» diyor, Namık Kemalin vatanlı bir beytini okuyordu.
Adnan bu adamdan kurtulunca kolundan bir sarıklı yakaladı : Bu da Adanalı bir şairdi. Bebeksiz âlil gözlerile Sokrat-larm, Omiroslarm Larustaki resimlerine benziyen adam.
— Hey! Adnan Bey! Uyumıyalım, uyumıyalım; Buharîyi Şerifi yaktılar; diyor, zalimli, mazlûmlu bir şiir okuyordu.
Durak yerlerinde, mısrâların parçalarını avucunda sıkarak yumruğunu sallıyor ; şiir , gıcırdıyor ; şair homurdanarak , uzaklaşıyordu:
Adnan, düşüne döşüne Lâleliyi inmiye başladı:’ Demek kiBu aralık., Adnan’ın evinin önünde, sokağın karanlığını arttıran uğultuyla bekçi haykırdı! Cerrahpaşada yangın vardı. Deminden beri, odadajcilerin hepsine güien Fransızca muallimi Kadri birdenbire ciddî oldu, yerinden fırlayıp haykırdı: «Felâket ! Yangın bizim semtte ! » Adnan Kadriyi bu kadar samimî yüzle hiç görmemişti. Kadri odadan telâşla çıkarken, Dilâver de arkasından gitmeğe davranarak : — Kadriyi yalnız bırakmak doğru değil… Ateşle şaka olmaz; yanında bulunayım ! dedi. Odadakiler gene güldüler: Şair Râif gene kızdı: — Otur ‘otrduğun yerde ! dedi. Hava zaten yağmur; Sonra» hastalanır, haftalarca yatarsın. Zaten Dilâver gidecek değildi, yalnız gitmek istediğin» odadakilere göstermek istemişti. Yalnız Avukat Tevfik Hoca bunu göremedi; çünkü uyumuştu. O, evlendiği gündenberi*. akşam yemeklerinden sopra oturduğu yerde uyurdu. Moiz Adnan’ın kulağına iğilmiş, Avukat Tevfik Hoca’yı göstererek r. «İzdivacın hayvanat üzerinde tesiri !..» diyecekti; fakat Tevfik Hoca gürültüden uyandı: — Zavallı ’Kadri, dedi; borç zaten gırtlakta… Evi de yandı mı, sokakta kaldığı gündür. 1 Moiz Adnan’ın kulağına fısıldadı : «Tevfik Hoca, uyumadığını anlatmak için Kadri’ye acıyor» du. Dağıstanlı Hoca : «Giddî olalım, çocuklar! » dedi ve gözlerini yumdu; iki yumruğu göğsünde, Mithat Paşaya dinlemeye hazırlandı. Adnan okudu :
[Mithat Paşanın azlinden bir gün evvel, yani dünkıi pazar „ günü Kemal beyin [1] konağında daima tecemmü etmekte olan, feseöenin etmiş oldukları mükâlemeyi mübeyyin zaptiye nezaretinden hâkipâyi şahâneye dört curnal takdim olunmuş, bunların birinde : «Mithat paşa istiklâliyetini aldı, o sâyede Muradı bermurad ederiz» mükâlemesinin vukuu münderiç olduğundan ve bıı komiteden başka daha şâir mahallerde saltanatı se- niyenin aleyhinde komitelerin dahi mevcut ve bunların cümlen cinin reisi Kemal Bey olduğu tahakkuk ettiğinden Mithat Paşanın azil ve nefyi ayni farz hükmünü almıştır. Binaenaleyh işbu pazartesi gecesi akşamdan beşe kadar zatı şâhane efendimiz; Mahmut Paşa [1], ve Başkâtip [2] ve Âcizleri ile beraber bir odada müzakereye iştigal ederek biz, işbu azil ve teb’it meselesini biraz müddetçik te’hir buyurulsun deyu reca ve istirham ettikse de efendimizin ısrarı aynı kerâmat oldu; neticei müzakerat Mithat Paşanın azlile beraber kanunu esasinin 113 üncü bendi ahkâmınca memaliki-şahaneden tard ve teb’idi maddelerinden ibârettir. Bu kararın hayyizi husule getirilmesi zımnında efendimiz bana şu evâmiri ferman buyurdu: «Sabahleyin saat iki buçukta zaptiye müşürüyle beraber Mithafc paşanın konağına gidip mührü aldıktan sonra, Ahırkapu açığında hazır bulundurulacak/ Izzeddin vapuru hümâyununa gönderilmesi için zaptiye müşirine teslim kılınacak ye fakat ihtiyaten konağın civarında biraz asker ile zaptiye bulundurulacaktır^ ‘ Gece saat 6 çaddelerinde zatı şahane efendimiz beni haremi hümâyuna celb edip Başmusahip ile Kahvecibaşısının, evvelki gün yani pazar günü şehrin her tarafında : «Eğer Mithat paşa az- lolunursa bilcümle ahâli ayaklanıp mabeyni hümâyuna gelerek cebren yine sadrazam ettireceklerini işitmiş olduklarını» ve ağ- lıyarak : «Aman efendim, Mithat paşayı azledecekmişsiniz, sakın etmeyiniz, hal pek fenadır. » deyu söylediklerini, efeniniz bana hem hikâye eyledi, ve hem de akşamki kararın sabahleyin icra olunmasını tekrar ve Mahmut paşanın dahi mabeyni hümayuna gelip yatmasını ferman buyurdular.]
Dağıstanlı Hoca : — Allah, Allah, dedi. Korkusundan bu Mahmut Paşaya hayatını bekletiyor, sonra da ayni Mahmut Pşaayı Tâifte boğduruyor. Adnan şimdi zihninden babasiyle Süheylâyı konuşuyor,Maliye Nazırının Adnanı, parasız, mevkisiz diye damat etmemesi lâzımgeliyor, Adnan da hicranlar, hıçkırıklar dolu sesle Mit’ıat Paşayı okuyordu :
[Ben (yani Ingiliz Sait Paşa) odama avdet edip kendi kendime şu mütaleatı düşündüm ve zihnimde karar verdim : “Ben alessabah bu herifin (yâni Mithat paşanın) konağına gideceğim. 01 vakit belki haremden daha çıkmamış bulonacak; hareme haber göndereceğim; gecelik ile selamlığa çıktı; mührü hümâyunu istedim: «Yanımda yoktur, gideyim, getireyim» dedi. Hareme gidip mührü gönderdi, kendisi gelmedi; veyâhut geldi: «Ben bir yere gitmem. Kanunu esâsiye- iltica ederim.» derse, bu halde ne yapacağım, çocuk gibi kucağıma alıp bağıra çağıra arabaya konamaz. Elbette kuvvei cebriye isti’maline müracaat edeceğim; bu iş zâten kulağı kirişte olan ahâli arasında belki bir velveleyi mucip olur. Bu tedbir münasip değildir. Böyle olmaktansa Mithat Paşayı Paşa dairesine celbederim. Oradan bir istimbotla vapuru hümayuna irsal ederim. Bunu da sabahleyin güzel bir tedbir ile hiç bir ferdin haberi olmamaksızın icra ederim.» Şu’mütaleâtı mesrudeme karar verir vermez gece saat sekiz ‘buçkta Mahmut paşa odama geldi : «Paşa ne için uyumadın, bir şey düşünüyorsun?» dedi. «Evet Mithat Paşanın hakkında, hiç bir ferd duymaksızın şu tedbiri düşündüm», diyerek mütaleâtı mezkûreyi söyledim. Pek tahsin etti. Saat dokuza çeyrek geçerek müşarünileyh kendi odasına gitti; ben uyuyamadım ; saatin yarımı çaldığını duydum. Saat biri beş geçerek yataktan kalktım, saat ikide efendimiz içeriye çağırdı. Mütaleâtımı efendimize arzettiğinıde şevketmaâp efendimiz : — «Ben de bu gece böyle düşündüm; bu tedbir pek iyidir.» Buyurdular. Kendi odama avdet edip vükelânın mabeyni hümayuna gelmeleri için yaverler gönderdiğim gibi vapuru hümayunun süvarisipi celp ile talimâtı lâzimeyi verdim; ve Mithat paşanın sat dertte gelmesi için dahi seryaver Mehmet paşayı müşarünileyhin konağına gönderdim; ve tertibâtı lâzimeyi icra etmek için Paşa dairesine ğiitim. Mithat paşanın mabeyni hümayunda müzakere varmış diyerek «Koltuk kapı» ya