KORKU
Kıvırcık saçlariyle sarı – mor tabanlarını görüyordum yalnız. “Oy
kara bıyıklı beyim !…”
Yüzünü hatırladım: Gerçekten güzel gözleri, sağlıklı esmerliğinin
içinden birdenbire doğan pırıl pırıl, beyaz bir gülüşü vardı. Gür saç
ları, genç bıyıkları, kaim kaşları, uzun boyuna, pehlivan yapısına yaraşırdı.
Ama hemen unuttum hepsini. Gözümün önünde büyük, çıplak
ayakların tırnakları. Baş parmağınki iyice kaim, katmerli, çatlak; ötekiler,
kıvrılmış, uzayıp da deriye yapışmış, içleri dolu, kapkara. Parmaklar
arasında mayasıl yapışkanlığına birikmiş kirler… Hani, öpülesi,
yumuk yumuk çocuk ayacıkları. • • Hani, musluk altında ovaladıkça, akıp
arındığına sevindiğim, dönüp dönüp keseledikçe her seferinde yeniden
birşeyler yuvarlıyarak… Sonunda, bütün köpükler bitince, gıcır gıcır ve
artık tiksinmeden yıkanıp paklanan, incelmiş, bir yeni sağlıkla ağarmış
gibi gözüken saydam deri… Hani, “Al topuklu beyaz kızlar”, nerde?
Perdeleri çekmişlerdi. Yaz güneşinin işi ne ölü odasında? Aradan
ince bir çizgi uzanmış, yastığa vurmuş. Upuzun, gergin çarşafm altında,
varlıksız bir yığın… En sonda, çene, kabarık burun, kaş çıkıntı
ları… Işığın vurduğu yerde kapkara, yağlı, arası kepek dolu, vıcık vıcık
yapışkan saç tutamları… Bunları kaşıyan tırnakların da nasıl olduğunu
biliyordum artık. Sedirin hemen dibinde, içi dışına dönmüş, muşamba
gibi parlak, ayrı düşmüş çoraplar… Gerçekten bütün odayı doldurmuş
muydu kokuları, biz mi öyle sandık…
İki saat önce firma uğramış, çayboyundan birlikte evlerimize doğ-
rulmuştuk. Sıcak ekmeği gazetesine sarmağa kıyamamış, bir koşu karşıki
bakkaldan iki parça yağlı kâğıt getirmişti. Yol boyu ezip örselememeye
özenerek, pişkin kabuğundan çıtır çıtır kırıntılar koparıp koklaya koklaya
çiğneyerek yürümüştük. Bizim kapının önünde birkaç dakika, söz
uçlanmayınca, onunkine doğru… Güneş vnrmuş pencerelerin açığından
karısı sarkmış, gülümsüyordu. Öğleden sonra ne zaman çıkacağını sorduydum.
Bir pencereye baktı, bir bana, içinde birşeyler başlamıştı:
“— Akşama doğru, dedi; şöyle bir kestirmek niyetim.”
Hafiften göz mü kırptı, ne? Ayrıldık. Bizim oda da güneş içindeydi;
yemek sonu, öğlen uykusu… Çocuklar sokakta… Onunkini bilmem,
ama ben şimdi bile al al, soluk soluğayım; koşmaktan değil.
Sofanın karşısında hıçkırıklar, haykırılar… Biz, ilk yetişen b ir-iki
komşu, sözsüz bir anlaşma ile bölünmüşüz; kadınlar hanımın odasında,
erkekler ölünün… Cankurtaran arabası gelinceye dek yanındaydık. Hiç
konuşmadık. Bende yalnız tırnaklar kaldı; ellerime, ayaklanma baktım
hep. Hani o, parlak pembeliklerini y itirm iş, herşeyden önce ölmüş, o
uzun, pis, kara san tırnaklar. Bir süre sevişmeye korktum; boyuna yı
kandım durdum.
★
İyice yiyip içmiş, gevşemiş, yayılmıştık. Hava bungun, bütün masalar
sarhoş, orta yer boştu. Bir köşede canı çıkmış çalgıcılar, yaka bağır
açık, soluk soluğa -. Dans yerinde kâğıt kırpıntılan, dortop olmuş şeritler…
Yapış yapış koltuk altları, boncuk boncuk alınlar, saklanmaz
geğirtiler-..
önce çalgıcılarla fısıldaştığını, sonra ortaya yöneldiğini gördük.
Boylu boslu, gösterişli, yakışıklıydı. Kolalı gömlek, ütülü elbise, boyalı
pabuç. Taze traş, düzgün boyunbağ, kısa saçlar. Hep önüne bakarak
hafifçe yürüdü. Sonra gözleri masalardan, başlanmızdan yukarlarda,
renkli kâğıtlarla süslenmiş, balonlu, fenerli askılarla donanmış duvarlarda,
bir hoş uyumla dolandı, ilk saz sesiyle birlikte kolları kanatlandı.
önce geriye doğru efece kaykıldı, sonra oynamağa başladı. Sağdan
soldan seslendiler, el çırptılar. Adımlan hızlandı; eğilip kalktıkça, sıç
rayıp döndükçe, hızlanıp seyirttikçe açıldı. Gene hep yukarlardan boş
luğa bakarak, daralıp genişleyen çemberler çizerek bilmem kaç kez do
landı. Güzeldi, alımlıydı, ustaydı. Kimse oyuna katılmaya, ondan gelmeyen
çağnlara uymaya niyetlenmedi. Yorgun çalgıcılar da yüreklendiler;
herkes toparlandı iskemlesinde, halka daraldı.
Bir ara tam ortaya geldi. Sazı dinlemeden, ona uymadan öyle durdu;
sırtını görüyordum. Birden döndü; bir masanın ardında ayaktaydım.
Karşılıklı bakıştık-•• — Büfede, neden dansetmediğini sormuştum;
bir eş bulamamış mıydı? “Biz de oynarız ağabey, hele sırası gelsin!”
işte sırasıydı. Bütün salon, bütün bakışlar onun, bütün sesler onundu. —
Yüzünde bir gizli titreyiş, yüzünün kaslarını hep aşağı doğru çeken bir
geriliş var sandım. Gözlerinin akı çoğaldı, daha onlan yummadan çöküp
yıkıldığını gördüm.
Ondan sonrasını kimse tam hatırlıyamaz. Benim bildiğim, koltuklayıp
kaldırdık; dışarda bulduğumuz ilk masaya yatırdık. Nabız… Kalb.
Kolonya… Yakayı aç ■ Sıyır ceketi.. Pencere Çekilin, hava. . İlâç
iğne, doktor-.. Doktor, doktor… — Verem Savaş Derneği balosuydu ve
bütün hekimler oradaydı. – Kim bilmiyorum, biri:
“— Nafile, dedi; öldü, öyle düştü.”
Tam yanındaydım; nedense hep bileğini ovuyor, yüzüne bakmadan
parmaklarını açıp kapıyordum. Mendili öteki elindeydi. Yarısını avucunda
sıkmış, ucu sarkık… Akıllının biri onu çekti, açıp yüziine örtesi
oldu. Sümük kurulariyle çatır çatır, kabuk kabuk olmuş sarı lekeli bir
beyaz mendildi bu. Yüzünde katı katı, pis pis, sanki havada gibi öyle
k ald ı-Ç ek ip attım; ondan sonra ağladım.
★
Gece bekçisi uyandırdı beni; nasıl olsa nöbete kalkacaktım. Gene
de savsaklamış biraz, kalk ziline yakın olsun diye. İkimiz indik aşağı.
Bodrum katındaki öğrenci belâları hep yıkanmış, süpürülmüş. Yanyana
bütün kapılar ardına kadar açık. Emektar kapıcı en sondakinde, orada,
paçaları bağlı uzun donunun kıvrımları yerlere yayılmış, ıslak; çömelmişken
sağa doğru kaykılıp duvara dayanmış, kalakalmıştı. Nasıl denge
bulduğunu düşünemedim. Musluk açık kalmış, boyuna akıyordu; ama
yetmemişti herşeyi götür meye…
*
Ansızın geleceğini biliyordum. Ne kadar hazır olsam da, bir gün
beni de yakalıyacağını beklesem de, şaşırmadan olmadı. Acele etmem
gerekirdi. Hemen çoraplarımı çıkardım, kokladım, ayaklarıma baktım.
Şükür, hiçbir şey aksi gitmedi; hepsine vakit buldum. Makas keskin,
kolonya şişesi dolu, musluk gürül gürül akıyordu; ötekiler başımın
ucundaki çekmecede ..
Hepsi çabuk yetiştiler; kapıyı açmaya davranamadım, ölümü, merdivende
buldular… Ama, yunmuş yıkanmış, ayaklan gıcır gıcır temiz,
tırnaklan kesilmiş, çamaşır lan bembeyaz…
Rauf MUTLUAY