K U D U Z
Bodrumun demir kapısı önünde doktorlar küçük ısınma hareketleri
yapıp, neş’eli neş’eli gevezelik ediyorlardı:
— Yahu, nerede kaldı bu hemşire ?
— Anahtarı aramağa gitti.
— Saldırıyor muymuş sağa sola? Şimdiye kadar hiç görmedim de
— Benim, İkincisi olacak bu…
üzerlerinde hastane pelerinleri var ama, soğuktan, yine de titreşiyorlar.
..
Kapının yanındaki demir parmaklıklı pencerede baş örtülü, perişan,
ufak tefek bir kadın başı beliriyor; yalvarmaklı:
— Ayol, hiçbir şeyi yok vallahi! Bizi buraya neden kapattınız?
Onunla ilgilenen olmadı. Hemşire gelip demir kapıyı açtı, içerisi
basık ve loş, yerler taştan. Soldaki karyolada birisi yatmakta. Ayak
ucunda bir iskemle, herhalde kadının üzerinde sabahladığı bir iskemle. ••
Odada başka eşya da yok…
Gidip öbür köşede durdular. Birisi karşıdan sordu:
— Neyin var? Kendinde ne duyuyorsun ?
Sesinde, bir kuduzlu ile ilk defa konuşmanın kararsızlığı, acemiliği
Karyoladaki adam, dirseklerine dayanıp doğrulmağa çalıştı. Kırk
beş – elli yaşlarında gösteriyordu. Sağ eli sarılı. Yüzü biraz morarmış.
Sıkıntılı gibi. – – Sanki zorlukla soluyor. Ama gerçek soluk darlığı değil
bu; çok içki içmiş birinin sıkıntısını andırıyor.
— Sıkılıyorum. Boğazımı sıkıveriyorlar sanki, istiyorum bağırayım;
birşey gelip göğsümün üstüne oturuyor. Uyuyamıyorum.
— Peki, nasıl oldu bu iş?…
Doktorun biri:
— Gece pencereden girmiş köpek, dedi. Pencerenin camında kendisini
görmüş •
— Allah, Allah! ., ilk defa işitiyorum böylesini de…
Kadın, cılız sesiyle lâfa karıştı:
— Cama atılmasıyla, cam kırılıverdi. Masanın üstünde lâmba devrildi.
Ortalık karıştı.
Adam, kesik kesik:
— Elimden, dedi, iki defa ısırdı.
Birisi:
— Su verin bakalım, dedi; içebilecek mi? Malûm ya, hidrofobi;
sudan korkar bunlar…
Hastanın yüzüne üfledi. Adam sıçradı.
— Bak, aerofobisi var, apaçık-..
— Yahu, ne fecî be! işin farkında ikisi de -, öyle ya, köpek, aşı
filân.-. Adam da biliyor meseleyi…
Kadının boynu, soldan bir sille beklercesine, hep sağa bükük. Gö
ren, “Mutlaka, sol yanından habire tokat yemiş bu kadın” der. Poyrazı
yiye yiye güneye eğilmiş ağaçlar gibi— Çekingen-çekingen:
—Günü gününe gittik aşıya, dedi. Köpek de sapasağlam.
— Olur şey değil! diye mırıldandı kırmızı yüzlü, gözlüklü bir doktor.
Yâni, “Hastamızda birşeycik yoktu, hastalığı siz aşıladınız!” Aydın
da değiller, giyimlerine baksana!-.. Mahkeme mahkeme uğraştırırlar
adamı…
Kadın, “Dinlerse, bu dinler” deyip, ona döndü:
— Ayol, hiçbir şeyi yok vallahi! Bizi buraya neden kapattınız?
Kırmızı yüzlü, şişman, gözlüklü doktor oğuşturduğu ellerinin sağ
lam pembeliğine baktı. “Çok şükür . ” dedi içinden. “Dinliyor” deyip
daha bir şahlandı kadın:
— Hiç kimse de uğramıyor yanımıza; ne bir hemşire, ne bir hastabakıcı,
ne… hiç… hiç kimse… Kapının aralığından atıveriyorlar önü
müze bir kap yemek, o kadar -. Köpeğe verir gibi— Pencereden sesleniyorum
geçenlere, dönüp bakmıyorlar bile, kaçıkaçıveriyorlar. Ayol, biz
de müslüman değil miyiz ?
Gözlüklü doktorun, geğirmesiyle, burnuna, öğleyinki ızkara köftenin
kokusu geldi. Daha derin bir göğüs geçirdi. “Çok şükür… Çok şükür…”
Su geldi. Bardağı uzattılar. Adam doğrulup almak istedi, sonra birden
başını geriye attı.
— Neden içmiyorsun? Alsana !…
— içemiyeceğim!… İçemiyorum!…
— Neden ?…
— Boğazımdan gitmiyor. Ne bileyim, istemiyorum I
Bardağı başka biri aldı, adamın ürkmesinden zevklenircesine, daha
ileriye uzattı. Hasta, boğazlanacak hayvanlar gibi boynunu geriye atıp
inildedi.
Tıpkı kitaplardaki gibi!… Demek böyle oluyor bu iş!… Herkesin –
kine benzeyen o yüzde, birden bir damga belirdi sanki: KUDUZ!..-
Kadının ümüğü çıkıp indi: “Zaar böyle oluyor bu hastalık. Belli,
bu suyu içememek de bir dert, üfleyince sıçramak da… Desene, tamam!”
Adam ise ne düşünüyor, belli değil. Çevresindeki kalabalığı seyrediyor;
onlardan sanki birşeyler bekliyor. Yüzü gülüyor gibi… Ona “Ağ
lıyor” da denilebilirdi, edebiyatçı ağzı ile, “Acı acı gülüyor” da… Yarasını
çözüp göstermek istedi. Yanındaki iki doktor, kuduz mikrobunun
kendisi tarafından kovalamyormuş gibi, badi badi koşup, en gerilere
gittiler.
— Neme gerek, dedi. Saldırır – maldınr da…
Etinden parça kopanlmışçasına feryadı bastı kadın:
— Saldırmaz be doktor bey, saldırmaz. Gördünüz mü hiç sağa sola
saldırdığını?… Herkes öyle söylüyor, yanından kaçıyorlar. O da üzülü
yor buna çok…
Kasta, o gülen – ağlayan hali, parlayan gözleri ile bakınıyor. “Ya
Ya…” diye tasdik ediyor sanki…
— Yahu, gerçekten fecî…
— Böylesine ya bir siyanür… Ya da sürekli narkoz altında tu ta
caksın, kendini bilemesin…
— Hukukî bir mesele bu, hâlâ çözülememiş…
— Yahu, iyi ama, böyle elini kolunu bağlayıp seyretmek de olur mu?
İnce, şikâyetçi bir ses bu. Huzursuz bir kımıldanma oluyor. Sıkı
sıkıya sarılmış iri yarı biri, boğazını kazıyor. Sonra, ufak tefek, alnı
kırışıklık içinde, cana yakın ve çocuk yüzlü olan bu sesin sahibine, ağ
zını çarpıtıp, tepeden şöyle bir bakıyor:
— Ne yapalım yâni, birader ?
Bu söz. ufak tefek hekimin şakağına bir çivi gibi saplanıyor. Birden
karşılık veremiyor: “Ah, bu aciz, bu zillet! İnsan, insanlığından
utanıyor. Mutlak olabilmeli insan, bir tanrı gibi… İyi bir tanrı olmalı.
Kötülükleri avucunun içinde ceviz gibi kırıvereceksin. Herkesin sırtı
sana dayalı. Birşey söyledin mi, “Acaba?”sı filân yok; bilecekler ki, o,
odur. Ayakların boşlukta sallanmıyor, kukla değilsin artık. O zaman ne
bu aczi duyarsın, ne de bu utancı…”
— Haydi, sen söyle, biz yapalım! Ne yapılsın istiyorsun?
İri yarı hekimin cüssesi, yanındaki ufacık gövdeden çıkan, boyundan
büyük lâflardan alınmışa benziyor. Ufak tefek adamın ise yumruğu
sıkılıyor :
— Yahu, zillet bu… Bu çağda böyle şey olur mu? Ha? Siz söyleyin
yahu!… Böyle boyun eğilir mi ama?…
incecik ses gitgide yükseliyor, coşuyor:
— Ne bileyim, yatıştırıcı ilâçlar kullanılabilir, bu arada bedenin
direnci arttırılabilir. Bakarsın ki ilk vartayı atlatmış, bakarsın ki hastalığı
da yenmiş. Yâni, ne bileyim ben, birşeyler yapmalı, bir yol aramalı.
Dimdik, tırmanılmaz bir duvar değil bu; mutlaka bir yolu olmalı.
önceki huzursuz kıpırdanmaların yerini dudak bükmeler, ağız çarpıtmalar
alıyor. “Neler söylüyorsun, birader?”. “Hastalığı yenermiş! Kuduz
bo be; beyni harap etmiş, lâf değil, iyileşeni gördün mü?”
Kadın, ufak tefek adama doğru bir adım atıyor:
— Madem ki, hasta; içecek bir ilâç verin öyle ise… Ama onu da
yapmıyorsunuz !…
Arkalardan bir mırıltı duyuluyor:
— ilâcı ver de, başına belâyı al! işin adı “Kocamı öldürdüler” olur
o zaman…
Kadın bu defa iri yarı adamı başhekim sanıyor olmalı:
— Doktor bey be, ver bir kâğıt, çıkalım şuradan! Ayol, yeminle,
hiçbir şeyi yok. Hiç kimseye saldırmıyor. Ne bileyim ben, salyası filân
da akmıyor; hani duyarız öyle… Azıcık korktu köpekten tabi…
iri yarı hekim omuzlarım salladı salladı, sonra bunalıp kapıya yö
neldi.
Arkasından yürüdüler.
Kadın önce duraladı. Sonra, son bir çaba ile sesini yükseltti:
— Gitmeyin yahu! Yok ki kötü bir hastalığı…
Çıkıyorlardı. Birisi göğüs geçirdi:
— Yahu çocuklar, ne dertler var şu dünyada be! Vallahi çok şükür
halimize !-..
— Konuşun onunla azıcık, açılsın. Kötü bir hastalığı olsaydı… Ayol
gitmeyin, durun !…
Demir kapının kapanmasıyla kadının sözü yarıda kesildi. Taş odada
rutubetli, buz gibi bir sessizlik… Avluda, kısa boylu doktorun şikâyet
dolu, incecik sesi… içerideki adam, yüzünde aynı deyiş, bir kapanan
kapıya, bir karısına, sonra duvarlara baktı ve öylece kaldı.
Mustafa ASLAN