YENMEK YA DA YENİLMEK
Kalabalığın içindeydik. Yirmi, yirmibeşbin kişi vardı. Aklıma esivermişti
maça gitmek. Eskiden severdim futbolu. Stadyoma girmek,
hele yanında bir çocuk olursa, dertti. Gişeye baş sokulacak gibi değildi.
“Ağbi bilet var.” diyen çocuklardan birinden bir lira fazlasına bilet
almıştım. Daha maçın başlamasına yarım saatten fazla vardı, stadyom
dolmuştu hemen hemen. Mine’yle ikimizin sığabileceği bir yeri gözüme
kestirip yürümüştüm. Benim yerleşmeye çalıştığımı gören onbeş yaşlarında,
çocukla adam arası bir kabadayı:
“Hallenme ağbi, oranın sahibi var.” dedi.
Durakladım :
“Biz de bilet aldık…” dedim.
“Hallenme dedik ya…”
Hemen yanında oturan, saçları dökülmüş, yüzünden haksızlığa dayanamıyan
bir kişi olduğu okunabilen, bir adam:
“Otur bey, dedi; bakma sen. Bunlar böyledir.”
Oğlan bozuldu:
“Sahibi var dedik ya, ağbi.”
“Otur ulan! Sahibi varsa gelseydi. Herkes para veriyor buraya. Babanın
malı m ı? ..”
“Fena olur sonra…”
“Olsun da görelim.”
Beni kolumdan tutup oturttu. Oğlan homurdanmakta devam etti bir
süre. Mine, ikimizin arasına yerleşti.
“Bunlar böyledir, dedi; akıllan sıra kabadayılık ederler. Mutlaka
Fenerbahçelidir bu. Yüz vermiyeceksin bunlara.”
“İn3an, başkalannın haklarına dikkat etmeli…”
“Nerde o insan ağbi…”
Mine’yi okşadı:
“Kızınız mı?” dedi.
“Evet…” dedim.
Mine’ye:
“Hangi takımı tutuyorsun?” dedi.
Mine yüzüme baktı, ilk defa geliyordu futbol maçına.
“O, dedim, anlamaz; bırakacak kimsem olmadığı için beraber getirdim.
İlk defa seyredecek. Belki de sonra…”
“GalatasaraylI olur-.-” dedi.
önümüzde, başlarına gazeteden külâhlar geçirmiş iki delikanlı oturuyordu.
Birinin kocaman burnu vardı, ötekinin sıçan kuyruğu gibi bı
yıkları. ..
Kocaman burun:
“Bu defa hapı yuttunuz. Ahmet ağbi demiş ki, yiyeceğiz. Beşten
aşağısı idare etmez. Ömer, yırtacağım ağlan, demiş.”
Sıçan kuyruğu bıyık:
“Nah yersiniz! Gol yersiniz olsa olsa. Kova Nurcan değil mi kalede.
Ulan, Çetinin gölgesi yeter ona…”
Kocaman burun:
“Çetin mi dedin, ayağına top gelecek mi acaba? önderi hafa koymuşlar
bizimkiler.”
Sıçan kuyruğu bıyık:
“Var mısın bir onbeş lirasına?”
Kocaman burun:
“Onbeş değil, yüz de koyarım bizimkilere. Tövbeliyim kumara.”
Sıçan kuyruğu bıyık:
“Korkuyorum demiyor da, tövbeliymiş…”
Bayraklar çıkarıyorlardı bazı kümeler, bağırıyorlardı: Re, re, re;
ra, ra, ra; cim bom bom… Sonra öteki küme başlıyordu: Bir baba hindi,
hey yallah!… Ayaklarına sarı – lâcivert kurdelâlar bağlanmış güvercinler
uçuruyorlardı.
önce bana yer vermeyen delikanlı taslağı bağırdı:
“Ahmet baba, Ahmet baba! Seninkiler hapı yuttu bu hafta…”
Bağırdıkları tarafa baktım. Dağ gibi, saçı sakalı ağarmış bir adam,
kalabalığın arasında yol açıyordu kendine. Herkes bağırıyordu ona; durmadan
selâm veriyordu sağa, sola.
“Senin kovaların kabul günüymüş bugün-. ”
“Ömer beş tane demiş…”
“Şimdi kasıl, görürsün sen…”
“Yuh! Ahmet baba!…”
Onun aldırdığı yoktu. Çalımlı bir şekilde yol açıyordu kendine. K ü
für de etseler, bağırsalar da, başkalarının ilgilenmesi hoşuna gidiyordu;
taşlasalar bile aldırmıyacaktı.
Mine’nin yanında oturan adama:
“Kim bu, kardeşim?” dedim.
“Ağbi, hastadır bu. Ahmet baba derler. Gerçek adı öyle midir, bilmiyorum.
Bugün bayrağı yok elinde. Hoşlanır kendisine bağırılmasından.
Hastalık…”
Mine gülüyordu Ahmet babanın haline.
Bu kalabalıkta hepimiz onun kadar gülünçtük belki de. Buraya
yenmek, yenilmek hırsımızı gidermeye gelmiştik. Oynayanlar kadar yorulacaktık.
insanoğlu bir düşman arıyordu kendine. Her gün, her saat,
topla, tüfekle savaşmak olanaklı değildi.
Mine’nin yanındaki adamın adı Hulûsiydi. Arka sıradan birisi söylerken
işitmiştim.
“Kardeşim, dedim; daha vakit var mı?”
“Yok. Hemen başlamaları lâzım… Siz hangi taraftansınız?”
“GalatasaraylIyım…”
“Yaşşaa be ağbi !•••”
Kendimizden yana olanlar hoşumuza gider. Halbuki herkes bizden
yana olsa, uğraşacak kimse bulamayız; bu aklımıza gelmez çoğu zaman.
Keskin bir düdük sesi…
Ayağa kalkanlar, bağıranlar… Kanaryalar, san kanaryalar… Re, re,
re; ra, ra, ra… Yuh…
Oyun başladı. Durgun geçiyordu başlangıçta. Mine’ye, sıkılmaması
için, bu adamların topun peşinde niye koştuklannı anlattım. Anlamış
göründü.
“Yuh! Hayvana bak, hayvana…”
Oyunculardan biri yerde yatıyordu. Düüüt!… Oyun yerine bazı ki
şiler koşuştu.
“Hayvan babandır…”
“Susalım…”
Hıılûsi:
“Bal gibi faul. Böyle de oynanmaz ki-..” dedi.
İnsanlar erişecekleri yere, yarıştıklan kişilerden önce yetişme için
gerekeni yapmakta bir sakınca görmezlerdi eskidenberi. Makyavel denilen
kişiye dayanırlardı. O diyesiymiş: “Amaca erişmek için yapılan
herşey bağışlanır.” Futbolu da bu, ticareti de, politikası da..
“Bu eskidenberi böyleydi…” dedim.
“Ama beyim, herşeyin bir usulü var. Göz göre de olmaz ki. Futbol
bu, kavga değil…”
Göstermeden yapıştırsaydı tekmeyi, hakem de yutardı, Hulûsi de
ses çıkarmazdı. Yapılanlar kurnazca yapılmalıydı. Yapılandan ziyade,
görülmesi kabahatti. Minare ve kılıf- ••
“Goool!-.-”
Farkında olamamıştım. Hulûsi üzgündü.
“Aslan Kanaryalar…”
“Bir baba hindi, hey yallah, yallah!…”
Top santra çizgisindeydi.
“Hep özgünün hatasından. Orda Ömer boş bırakılır mı?” dedi Hulûsi.
Yanındaki kıvırcık saçlı genç:
“Bırak ağbi, feriştahı bile tutamazdı, yılan gibi kaydı. Ne goldü
ağbi. Bırak taraftarlığı şimdi.”
“Hemen başladın ötmeye, daha oyun uzun…”
“Nesine dersen vanm ağbi… Oynuyor çocuklar bugün…”
Oyun iki tarafın karşılıklı akınlarıyla geçiyordu. Oldukça heyecanlıydı.
Top hangi kale önünde oynanıyorsa, karşı taraf avazı çıktığı
kadar bağınyordu. Sert oynuyorlardı. Hakem sık sık kesiyordu oyunu.
H ulûsi:
“iş çığnndan çıkacak…” dedi.
“Neden, dedim; kaidesince oynamazlar?…”
“Karşı taraf insanca oynamıyor ki…”
Kıvırcık saçlı genç:
“Maşallah sizinkiler oynuyor…”
“Bırak, oyuna bak sen. Çetin giriyor kaleye Yaşşaaa Çetin! ”
Çetinin yollamığı top dışarda.
H ulûsi:
“Bir tutsaydı, Nurcan da girerdi içeri…”
Kıvırcık saçlı genç derin bir soluk aldı:
“Mesele tutturmakta…”
Sonuç önemliydi. O, öyle bir şut atmasaydı da, topu eliyle kaleye
soksaydı, hakem de görmeyip gol verseydi, istenilen olurdu.
Kavga vardı, bizden yüz metre uzakta. Önümüzden, sağımızdan, solumuzdan
oraya bakmak için kalkanlar oldu. Hulûsi de, kıvırcık saçlı
genç de kalktılar. Sonra oturur oturmaz ikisi birden bağırmaya başladılar:
“Oturalım beyler, oturalım, göremiyoruz…”
“N’olmuş?” dedim.
“Kavga ediyorlar…” dedi Hulûsi.
Niye demedim, insanoğlu eskidenberi yenmek merakmdaydı; bir
yön tutma hastalığındaydı. Kendi yönünden olmayanların düşmanıydı.
Kafa kavgası, bilek kavgasından zordu. Düşünce birliğine varmış kişiler
bile, kavgalarında beyin sayısına değil, bilek sayısına dayanıyorlardı.
“Jflâh etmez Hulûsi ağbi, fena vurdular oğlana. Ağzı, burnu kan
içindeydi.” dedi kıvırcık saçlı genç.
H ulûsi:
“Böyle yerde insan sağına, soluna bakmalı. El oğlu bu.” dedi.
El oğlu bu… Dinler mi? Homo, hominis lupos. Yer ya, yer .- dinlemez
.
Oyunun yarısı sarı – lâcivert tarafın bir golüyle bitti.
Kıvırcık saçlı genç:
“Nasılsın Hulûsi ağbi?” dedi.
“Ben oyun bitince sorarım…” dedi Hulûsi.
Mine’nin canı sıkılmıştı:
“Onlar koşuyorlar, bu kadar kişiye ne?” dedi.
“Burda onları seyredenler iki taraftan birini tutuyorlar. Onlarla
beraber kendileri de oynuyorlar sanki…” dedim.
“Sen de mi oynuyorsun ?”
“Oynuyoruz ya…”
“Hangi taraftan ?…”
“Sarı – kırmızı giyinenler var ya, onlardan…”
“Siz yenildiniz…”
“Oyun bitmedi daha…”
Oyunlar bitmiyordu. Birisi bitse bile, bir yenisi başlıyordu. Yenen
de, yenilen de doymuyordu. Kuşaklar, kuşaklar boyunca oynanıyordu bu
oyun. Biz, siz; hep aynı yönden olsak ileri gidemezdik belki de.
H ulûsi:
“Nerde o eski oyuncular? Nerde kulüp aşkı? Para için oynuyor
şimdi hepsi de…” dedi.
“Eskiden çıkarları yok muydu sanki?” dedim.
“Olsa da devede kulak kabilinden ..”
İnsanoğlu çıkarını düşünürdü önce, ülkücüler… Gerçek, onlarda var mıydı düzenimizde? Kaç kişi sonradan çıkarının esiri olmamıştı? Boyun
eğenler, boyun eğmeyenlerden daha çoktu. “Rehi mevlevide Galip
bu sıfatla kaldı hayran – kimi terki namü şane kimi itibare düştü…”
İşte partiler!… Onlarda transferler, çıkarlara dayanmıyor muydu? Beynin
iş gördüğü yerde daha düzenli bir alışveriş olmalıydı, nerde… Ayak,
beyinden daha pahalıya satıyordu kendini; tüzüklere bağlı olarak. Bir
partiden milletvekili olamayan, ya da çıkar sağlayamayan, karşı partiye*
en karşı partiye geçmekte hiçbir sakınca görmüyordu. Çünkü ilk girdiği
yere onu ne beyni, ne ayağı götürmüştü; midesiydi götüren.
“D üüüt! . . ”
Oyunun ikinci yarısı başladı. Sarı – kırmızılılar hızlı başlamışlardı.
“Re, re, re; ra, ra, ra; cim bom, bom-..”
Hulusi :
“Aslanlar! ..” dedi.
Oetin bu defa kaleyi tutturdu.
“Goool!. ..”
Bağırıyorlardı. Ben de bağırdım. Hulûsi tepiniyordu, kıvırcık saçlı
delikanlının omuzlarına vuruyordu:
“Demedim mi ben?” dedi Hulûsi.
“Ağbi, çürüttün omzumu be…”
“Ne goldü ama. Çetinin üstüne oyuncu yok diyorum size. Nurcan
ne halt etsin !…”
Kıvırcık saçlı gencin yanındaki çocuk:
“Ağbi, ofsayttı ama…” dedi.
“Bunlar futbol seyrediyorlar. Sokmam sizin gibileri stadyoma. Neresi
bunun ofsayt? Salihi çalımlayıp geçti, şutunu öyle attı…” dedi
Hulûsi.
Kıvırcık saçlı genç:
“Darılma hemen ağbi, dedi; güzel goldü, kabul. Ama oyun bitmedi
daha…”
“Bizim lâfı bize pasladın…”
iki taraf da birbirinden çekinir durumda oynuyordu. Sonuca giden
atılmalar yapmaktan kaçınıyorlardı. Kale önlerine inişlerdeki “AhP’lar,
“Oh!”lar boşunaydı. Onİarın çıkarları bu sonucu korumaktaydı. Boşunaydı
gayretlerimiz.
“Düüüt !•■•”
Oyun bitti. Beraberlik. Yenmek hırsı içimizde kalmıştı.
H ulûsi:
“Hadi yine kurtuldunuz-..” dedi.
“Siz kurtuldunuz…” dedi kıvırcık saçlı genç.
“Paslama bizim lâfları dedik…”
“Ağbi, ilk golü siz yediniz ama…”
“Sonra…”
Sonra… Hep devam edecek bu. Yenmek insanların ezelî hırsı–
MUZAFFER HACIHASANOĞLU