SIKINTI. YALNIZLIK,UMUTSUZLUK
Sıkıntıdan, yalnızlıktan, umutsuzluktan söz açan sanatçılar. Batıya
öykünmekle suçlandırıldıkları zaman, şöyle diyorlar: “Ne sanılıyor sanatçı?
Çağının en duyarlı adamı o değil de kimdir? Niçin soyuta dönü
yor, niçin soyut birdenbire tek yöntem diye bilinir oluyor? Niçin ger
çekçi sanata yüz çevriliyor? Çünkü soyut yolla çağımızın gerçeğini verebiliyoruz.
Sıkıntıların, bunalımların, yalnızlıkların, yâni bu çağın ger
çeği olan bu nenlerin anlatma yöntemi soyutta da ondan. İnsanın kopuşu,
yitikliği, mutsuzluğu getiriyor bu yöntemi. Gerçekçi sanat anlayışı
niçin yerini soyut sanata bırakmıştır acaba? Niçin romantisme,
symbolisme, çağlarını tamamlamıştır? Öz’ler değişti çünkü. Realisme,
Sioravia’nın da dediği gibi, mutlu toplulukların özünün getirdiği bir
Yöntemdi. Stendhal, Balzac, Bocaccio böyle bir çağın sanatçısı oldukları
için gerçekçi idilër.” “Türkiye’de bunalan, sıkılan ozanlar, hikâyeciler,
ressamlar varsa, bunların sıkıntıları gerçeğe aykırı mıdır? Sıkıntı,
bunalım, bizim de bir gerçeğimiz değil midir? Sıkıntılı bir toplumu
sıkıntısız, anlamsız bir toplumu anlamlı göstermek kadar gerçek dışı ne
olabilir?” (İlhan Berk). Ya da şöyle: “Bugünün yazarı karşı koymaktadır;
bütün haksızlıklara ve sahteciliklere, bugünün yazan kızgındır,
küskündür. Türkiye’de aydınların durumunu dile getirmektedir. Yazdığı
– anlamsız denilen hüzün verici şiirlerde – bugünün ozanı bir bunaltı
nın, çöküntünün ağıtını örmektedir.” (Orhan Duru).
Şiiri, toplumsal ilişikler dışında, kişioğlunun bağımsız bir yaratışı
olarak ele alanlar, örneğin şiirin iç gelişiminden söz açanlar, bir şiirin
devrimciliği söylediklerinde değil, bir önceki şiire oranla gelişiminde-
<lir, diyenler var. Şiiri yalnız bir yapı gelişimi olarak almakta gene de
tutarlı bir yan var. Ama bir sanatçı şiirini, kişioğlunun toplumdan ba
ğımsız yaratıcılığına bağlar, soııra da sıkışınca, Batıya öykünmekle
suçlandmlınca, kendini savunmak için, yalnız şiire özgü öğeleri bir
yana bırakıp, toplumsal dayanaklar aramağa kalkarsa, iş değişiyor. Bir
şair, “gerçek” gibi, “toplum” gibi, “yeryüzü” gibi sözler ediyorsa, açıklamalarının
toplumsal ilişikleri tutması gerekir; tutmazsa, çağımızın
gerçeklerini görmek ve anlatmaktan çok, birtakım şiirlerden hareketle
kendi düşlerinde kurdukları dünyaya uygun gerçekleri ileri sürdükleri
söylenebilir. Şiirlerine özendikleri şairler için o dünyaların bir anlamı
vardır; çünkü sanatçı, kişisel dünyasını yaşadığı koşullar içinden yaratır;
ama çeviri dünyalar yaratıldığı görülmüş şey değildir. Bir sanatçı sanatını, toplumunun gerçeği ile açıklamak isterse, bunu da yapamazsa,
eserindeki sıkıntı, bunaltı, umutsuzluk gibi güçlü kavramlar, toplumsal
özünden soyulmuş olarak, birer şiiri süsleme öğesi durumuna gelir. Bir
zamanların gül’ü, bülbül’ü, daha sonraların hürriyet’i, barış’ı gibi, şimdi
de bunaltı, yalnızlık, umutsuzluk…
Şiirlerinde, hikâyelerinde bu tema’ları işliyen sanatçılarımızın durumlarını
anlamağa, eserlerini değerlendirmeğe çalışırken, bu kez, konuyu
önemsemediklerini söyliyen bu sanatçıların birtakım konulara, ya
da birtakım gerçeklerin başka bir görüşle yorumlanmasına yasaklar koymağa
çalıştıklarını görüyoruz: “Sıkıntılı bir toplumu sıkıntısız, anlamsız
bir toplumu anlamlı göstermek kadar gerçekdışı ne olabilir?” diyor
İlhan Berk, “Sıkıntılı toplum”, “anlamsız toplum” gibi sözler aslında,
bir içeriği olmıyan sözlerdir, ama İlhan Berk’in neyi anlatmak istediği
belli. Bu çağın gerçeği olarak “sıkıntıları, bunalımları, yalnızlıkları” sayıyordu.
“İnsanın kopuşu, yitikliği, mutsuzluğu” gibi sözler etmeği seviyor.
Bu mudur çağımızın gerçeği? Bereket bütün şairlerimiz İlhan Berk
gibi düşünmüyorlar. Örneğin, İlhan Berk’e kimbilir nasıl bir umutsuzluk
şiiri yazdıracak olaylar karşısında, çağımızın kLmi gerçekleri karşısında,
Melih Cevdet şöyle diyor:
Nice aşklar, arkadaşlıklar gördüm,
Kahramanlıklar okudum tarihte;
Çağımıza yakışan vakur, sade
Davranışınız geliyor aklıma.
Ya da Oktay Rifat :
Çocuklara bakma dayanırım
Gide gide çoğaldım halkım ben artık
Dağ taş kalabalık kalabalık
Satar mıyım onları onlar da çocuklarım
Ben kadınım çocuklarımla varım
Telefon nafile açmam seni
Söylemez dillerim yarınla bağlı
Tutmaz parmaklanm kocamdan belli
Telefon benimki de analık
…… Hatırlayın onların vahşetini
Her telefon çalışta kesik kesik
Örnekleri şunun için aldım : İkisi de çağımızın gerçeği, onların vah
şeti de, öbürlerinin çağımıza yakışan davranışları da. Niçin İlhan Berk
çağımızın gerçeği diye bunalımı, yalnızlığı, sıkıntıyı, bir bunları, belliyor?
Şöyle diyordu: “Realisme, Moravia’nm dediği gibi, mutlu toplulukların
özünün getirdiği bir yöntemdir.” Oysa, bilinen bir şeydir, ger
çekçilik yükselen bir toplum katının, burjuvazinin, sanatı olarak doğ
muş, gelişmiştir. İlhan Berk’in “çağımızın gerçeği” sandığı şeyler de,
aynı toplum katının çöküş dönemi gerçeğidir. Mutlu topluluklar, belirli
bir toplum içinde, geleceği kendinde taşıyan, serpilip gelişecek olan topluluklardır. Bunun için, bugün görünüşte güçlü olan, oysa tarihsel
gelişim sonucu güçsüzlüğünü, geçiciliğini, yâni mutsuzluğunu, duyan, bu
yüzden toplumsal gerçeklerden korkan bir toplum katının sanatı elbette
-gerçekçi olamaz. Ama bu toplum katının mutsuz oluşu, çağımızda artık
■mutlu topluluk, yâni tarihsel bakımdan gelişme halinde topluluk, kalmamış
demek değildir; gerçekçilik bugün bu toplulukların sanatı olarak
sürüp gitmektedir. Bu topluluklar için çağımızın gerçeği elbette yalm*
■sıkıntılar, bunalımlar, yalnızlıklar değildir; tersine, yalnızlığa karşı
birlikte savaşma, sıkıntıya karşı umut, bunalıma karşı iyimserlik, bn
topluluklar için çağımızın gerçeği olmuştur.
Ne var ki, Batıda gerçekçilik olsun, bunalıma, yalnızlığa, sıkıntıya
sarılan sanat olsun, açıklanabilir bir oluşa sıkı sıkıya bağlıdır. Oysa,
bizde pek öyle olmuyor. Zaman zaman edebiyatımızda ağır basan temalar,
toplumsal gelişmemizin edebiyatımıza yansıması olmaktan çok,
iç toplumsal ve siyasal koşullara göre sanatçılarımızın kendilerine Batı
dan şöyle, ya da böyle bir sanatçıyı seçmeleri biçiminde oluyor. Bunun
için, bakıyorsunuz, edebiyatımızda, umut da Batı’dan gelmiş, umutsuzluk
da; yalnızlık da Batı’dan gelmiş, birlikte savaş dileği de; karamsarlık
da Batı’dan gelmiş, iyimserlik de. İlhan Berk, İstanbul’u 1947 de,
Çivi Yazısı’nı 1960 ta yayınladı; bu kısa süre içinde “çağımızın ger
çeğinde önemli bir değişme olmadığına göre, İlhan Berk’in şiirini savunmak
için “gerçek” gibi, “toplum” gibi sözler etmesi boşuna oluyor;
değişen, çağın gerçeği değil, İlhan Berk’in şiir anlayışı, sevdiği şiirler;
şiirini değiştiren de bu. Ama o, böylesi bir açıklp.maya yanaşmak istemiyor.
Sonra da soruyor: “Şimdi bu öz’ün, soyut öz’ün Fransız, Alman,
İngiliz, Cavalı olması anlaşılıyor da, Türk olması niçin anlaşılmıyor?”
İşte, mesele burada; çünkü bu şiirlerdeki öz, Türk değil. Bu öz’ün Türk
ohb’lmesi için, şairlerimizin, kendi ülkemizin gerçeğini görebilmeleri,
söyliyebilmeleri gerek; Batı’da bir gelişim sonucu varılan yorumlardan
birini, hazır elbise gibi kendi gerçeğimize giydirmeleri değil. Bir sanatçı,
kişisel bir yoruma varamamışsa, sevdiği sanatçılara öze ilmekten
ileri geçememiştir. Bu, yalnızlıktan, umutsuzluktan açan birtakım şiirler
için de böyledir, toplumcu birtakım şiirler için de.
Sunu da söylemek gerek: Bugün en güzel şiirleri, yalnızlıktan umutsuzluktan
açan şairlerimiz yazıyorlar. Çağımızın gerçeğini daha başka
bir görüşle yorumlayan şairlerimizin şiirleri görülmez oldu. Ama bu
umutsuzluk şiirlerine bakarak, Orhan Duru’nun “Bugünün yazarı karşı
koymaktadır, bütün haksızlıklara ve sahteciliklere” demesi, havada bir
söz olarak görünüyor bana. Haksızlıklara ve sahteciliklere karşı koyma,
kendini günlük yaşamın mutsuzluklarına kapıp koyvererek olacak iş
lerden değildir. Şu son yıllarda olduğu kadar haksızlıklara, sahteciliklere
boş vermek, sonra da kendilerini haklı göstermek için, bu sanatı
çağımızın sanatı gibi göstermek-.. İler tutar yeri yok bu savunma yolunun…
FETHİ NACİ