ÖLÜMDEN ÖTE KÖY VAR MI?
“Boğaziçi şimdi dc öyle mi? Şimdi de benim bıraktığım zamanki
gibi mi? O mu beni bıraktı, ben mi onu; bu da pek belirli değil ya…
Kabataş, Beşiktaş, Üsküdar, Kanlıca iskelesinde gene martılar gırtlak
için, kayıntı için kavga ediyor mu? Dolmuş motorlarına yirmibeşliği
zula edince, soluğunu Üsküdar’da Arap’m kahvesinde alıyor musun? İskele
kahvesinin sakın sol köşesine oturma. Her vapur tam orada istim
bırakır. Benim beyaz elbiselerin canına orada okunmuştu.”
Döşemesi parmaklıklı havuzun kenarındaki Podin’in heykeline bakıyordu.
ip-ince bir yağmur çiseliyor. Haciz konulmuş insan aklının
ağıtım düzmekten bıkan ağaçlarla bulutlar da yağmuru dinliyor. Önce
konuşmaktan bıkan adam, üç dakika sonra da Rodin’i seyretmekten bı
karak, sayıklamasına devam etti:
“Yalılann camlan kırılınca, perdeleri indirirsin. Lodoslar kulağına
mı doldu? Salçalı makarna yersin. O kız evlendi. Unuttu. Ne Battırflay’m
aryası, ne Şuman’m rüyası. Hepsi de palavra işte! Arzedebildim
di mi beyzâdem? Bizim nesiller hep yalı pencerelerinde sallandı. Mecidiyeköy’iin
dutlarını Çengelköy çınarına sattım. İnsanlar önce verdikleri
sözü tutup, sonra oynamalı. Ateş sönmüş, alev uçmuş efendim. Gerisi
masal efendim. Çamlıca’ya, Burgaz adasına, Kalpazankaya’ya selâm söyle!
Müsait bir günümde gelsinler, konuşalım efendim. Şimdi hiç vaktim
yok. Ya efendim, böyle işte, hepsi de isyan ettiler. Nasıl olur, değil mi?
Benim yazdığım, dilediğim gibi konuşturduğum insanlar. Olmaz efendim.
Hepsini sildim, inat olsun diye hepsini sildim efendim. Pirandello da
öyle yapmıyor mu? Ben o kâğıtları yırtıp atsaydım, hiç oular yasayabilir
miydi efendim? Beni buraya o kitapçı yolladı zaten. Bütün plâkları
yüzde altımı vermeden piyasaya çıkartıverdi. Ayakları çıkası, gözleri
kırılanı herif! Benim kitabımı satıp, kazancından bana borç verirdi.
Bütün dinlerin Allahı bir, neden ayrı ayrı dinler var? Bütün bardaklarla
su içiliyor, neden ayrı ayrı bardak var? Bütün kadınlar seviliyor,
neden ayrı *yn, biçim biçim kadın var? Bütün denizler mavi, neden
çeşit çeşit deniz var? Hani, yüzüğüm nerde, bulunamadı mı hâlâ? Son
şiirimi biliyor muydun? Başhekim Faruk bayılıyor. Henimiz Faruk beye
baba deriz. Ey bedbahtlar diyarı tımarhane köşesi – Binbir çeşit insana
mesken hicran yuvası – Sen öyle bir yersin ki, tarife âciz herkes –
Hem zavallı çilekeş her alimler köşesi.Bağrına bastığın bu zavallı bi çareler Bir zamanlar hayatta mağrur, mes’ut gezenler – Kimi cinler,
periler, hayalâtla uğraşır – Kimi rapor almaya şeytanlıklar düşünür –
Kimisi mukadderatla senelerce boğuşur • Dışardakiler deli, buradakiler
akıllı.”
Şiiri bitince, bir sigara daha isteyip, kelimelerin üzerinde dura dura,
“Eustita fundamentum regnarum!” der. Kimsenin anlamıyacağından emin
olduğu için, sorulmasını beklemeden, “Adalet saltanatın temelidir!” i
yapıştırır. Az sonra bu büyük söze teğet geçen bir Dögol çıkarak veryansın
eder: “iki tarafı mermi. Orta bayrak Alman. Kanadın boyu
ikiyüzelli metre. Bir ucu Çamlıca’da, bir ucu Bresıen’de. Teknenin altına
pervaneyi oturttuk. Pervanenin üzerinde gene pervane var. Kanatta
pilotum oturuyor. Altına salıncaklı paraşüt koydum. Tatar oğlan,
elektrik motorunun buatını kopartmış. İngiliz bankasına verdiğim otuzyedibin
lirayı ne yaptınız? Matbaayı taşlamağa gittim. Herifçioğlu bü
tün taşlan kaldırtmıs. Oturdum köşebaşına. Kimse aldırmaz. Kime
sorsam, arkasını döner. Sağ ayağımın sol kemiği, sol kemiğimin sağ
bacağı. Orta ayağımın başparmağı, arka ayağımın iki parmağı. Akuteritrolöseminin,
progressig vasıfta ağır anemi, hemorajiler, spnekrotik –
ülsero klinik tezahürleri, akut eritemi ve akut lösenıininkilere benzer.
Hemoraziler hepatomegali gayri muntazam ateş, ağız boşluğunda lezyonlar,
nekrotik – ülsero. Derken efendim üşüdüm pensilin, öksürdüm pensilin,
vapuru kaçırdım gene pensilin…”
Sonra bir şoför. Kimbilir hangi güneşli günden kalma incecik bir
hicvin her satmnda parladığı bir mektup okuyor: “Nazınız nihayetsiz
dişliye benzedi. Artık bana acıyın ve kalbimi bir aks gibi kırmayın. Bazan
şu geri vitese takışınız yok mu? Sabit seviye kabı gibi ağlamak
istiyorum. Geçenlerde subab ayarınız bozulduğu için, beni dördüncü zamandan
evvel defettiniz. Hırsımdan neredeyse antifirizi bitmiş silindir
gibi kederimden çatlıyacağım. Anpermetre kadar hassas sevgilim, şu antla
kalp kıllöktörüne sevgi kömürlerin basmasa kısa devre yapmış akü
gibi dejarj olacağım. Klakson düğmesi kadar simsiyah gözlerinle bana
bir defa bak, ne olur? Sabır makasımın ana yaprağı kınldı. Amortisörlerimde
hidrolik kalmarlı. Rotu çıkmış gibi cilveli yürüyüşünün karşısında
cam sileceği gibi çırpınıyorum. Heyecanımdan göğsüm, benzin pompasının
diyaframı gibi körükleniyor. Bir gün kalbimde hidrostatik kilitlenme
olursa., uğrunda severek öleceğim. Eğer evlenmemizi kabul edersen,
hayatımızın sonuna kadar revizyon görmeden yaşarız.”
Az ötedeki bir koğuşun parmaklıkları arasından bir çingenenin ninnisi
geliyor:“ “Rağduk kela kana, beşe kana – Avrupa dana dana beşe
dana – Rağduk dana, taspaa dana dana – Kele kana, beşe kana – Avrupa
dana dana beşe dana – Rağduk dana dana din nan…”
Sonra, ninnisini bırakıp, seçim konuşması yapan bir aday gibi veryansın
ediyor: “Ey benim rııhu revanim, dilde nihanım, dudu dillim,
kaşı kemanım, körpe civanım, güneş görmeyen bahçemin yasemini, ey “benim el değmemiş çiçeğim. Senin ol mah cemalin görmeyeliden beridir
yüreğimin yağı eriye eriye tükendi. Yüreğimde can, benzimde kan kalmadı.
iştiyakınızdan Nazilli basması gibi sarardım. Kefenlik kumaş gibi
çürüdüm. Ya sen gel beni al, ya ben geleyim seni alayım. Sonbahardaki
‘Çırpıcı çayırına döndüm. Adam demez ki hiç, ben bu kızcağızı yanımda
metruk ettim. Yüzümü pamukçuk ellerime süresim geldi. Bir elime geç
sen, ciğerini sökeceğim. Barsaklanm elime dolayıp, apandisitini çıkartacağım.
Ben sana, Samatya’da kadın kanatmak neymiş, sorarım! Seni
serseri deli! Elâlemin şom ağzı torba değil ki, dikesin! Kırba değil ki,
Tînıim camrn macnri’-ıı HVan’ın macunlarından, keresteci Ramiz’in
odunlarından, terlikçi Hüsnü’nün zennelerinden istiyor. Canımdan
azız, şeKeiuen iez.z, baklavadan enfes, züppe sevdiğim. Bir gelsen, bir
gözlerini oysam…”
Bir Azerî şairi: “Aslan görirem, korkmirem – Kaplan görirem, korkmirem
– Sırtlan görirem, korkmirem – İnsan görirem, korkirem.” derken,
belki de haklıydı. Bu sayıklama ve boşalmalarda hep insanların sorumluluğu
yok muydu? Anadolu’nun doğusundan, İstanbul’a para yağıyor
diye düşüp de, şimdi taş toplayan da vardı: “Ben senden yirmiye alirem
portagalı. Oraya götütürem. Orda gırg guruştan satirem. Orda aldığım
sandığa yüz guruş da ben eglirem. Buraya getirirem, ikiyüz guruşa da
ben satirem. Yemezsen yeme, senin için taze taze gopartirem. Böyle
baklavayı da nerde bulacakmışsın? Ne güzel tuz da rendeletip nrnare
gölgesine dökmüştüm. Zeytinyağlı ıspanağa, etsiz pirzola eklesene. Biraz
da arpa suyu. Mermer daşı. Dilber daşı. Dibek daşı. Galdırım daşı. Malta
daşı. Duvar daşı. Köşe daşı. Çavdar daşı. Lüle daşı. Erzurum daşı. Taş
daşı be mübarek, taş daşı. Tavukgöğsünün en güzeli, köşeyi dön, önüne
gelen sütçüde. Dondurma da koydurup at kaşığı. Çorba içersen Sirkeci’ye
git. Bayırın üstündeki delik kapılı yer. Dönerin eyisi eşşek etinden
olur. Eşşek burda ne gezer. Hepsi gatır. Sümüğünü çek. Donunu çek.
Kaşını kaşı. İki kişilik uçak alıp, havadan Emirgân’a gidek. Üç kişilik
motor alak da yerden g’dek. Hem yerden, hem gökten gidek.-..
Ve sonra bütün deliler yol kenarına, kaldırım kenarına, ağaç tepesine,
saçak altma, dam üstüne çıkıp bağırıyor:
“ölümden öte köy var mı ?…”
Ayhan HÜNALP