ŞEYHÎ, Onbeşinci asır divan şairi. Asıl ismi Yusuf
Sinaneddin’dir. Bir müddet Kütahya’da eğitim gördükten
sonra, bilgisini arttırmak için İran’a gitti. İran’da
Seyid Şerif Cürcânî ile ders arkadaşı olan Şeyhî, tasavvuf,
edebiyat ve tıp sahasında yetişmiş olarak Anadolu’
ya döndü. Ankara’ya uğrayarak Hacı Bayram-ı Velî’ye
talebe oldu. Bunun için eserlerinde tasavvufî terim ve
mazmunlara bol bol yer verdi. Şiirlerinde Şeyhî mahlasını
kullandı.
Şeyhî, memleketine dönünce Germiyanoğlu İkinci
Yakup Bey’e kasideler sundu ve onun yakınlığını
kazandı. Ankara’ya giderek, Karaman Seferi sırasında
hastalanan Osmanlı Sultanı Çelebi Mehmed’i tedavi
etti. Padişahın ihsanlarına kavuştu. Edirne’de İkinci
Murad’m sarayında bulundu. Onun adına yazmaya
başladığı Hüsrev-ü Şirin mesnevisini tamamlayamadan
1431 tarihinde öldü. Mezarı Kütahya’dadır.
Divan edebiyatının gelişmesinde Şeyhî’nin büyük
yeri vardır. Eserlerinde Onbeşinci asır Türkçe’sinin
başanlı örneklerini veren Şeyhî; İran şairlerinden Sâdi,
Hâfız, Nizamî ve Selmân-ı Sâvecî’den istifade etti.
Şeyhî, kendinden sonra yaşayan Türk şairleri üzerinde
büyük tesir bıraktı. Onbeşinci asır şairleri Necâtî
ve Ahmed Paşa ile Onaltıncı asnn Fuzûlî ve Bâkî gibi en
büyük şairlerinde bu tesir açık olarak görülmektedir.
Elde Bulunan Eserleri:
1- Divan: Naa’tler ve gazelleri ile Yakup Bey’e ve
Osmanlı Sultanlanna yazdığı kasideleri ihtiva eder.
2- Hâmâme: 126 beyitlik bir mesnevi. Türk edebiyatının
en meşhur hiciv örneği, Aruzun, fe’ilâtün/mefâ’
ilün/fe’ilün kalıbıyla yazılmıştır.
3- Hüsrev-ü Şîrîn: En önemli eseridir. Şeyhî, İkinci
Murad adına yazdığı bu eseri tamamlayamadan öldü.
Hâmâme’den:
Bir eşek var idi zaîf-ü nizâr
Yük elinden kati şikeste vü zâr
Gâh odunda vü gâh suda idi.
Dünü gün kahr ile kısuda idi.
Ol kadar çeker idi yükler ağır
Ki teninde tü komamıştı yağır.
Birgün ıssı eder himâyet ana
Ya’ni kim gösterir inâyet ana
Aldı palanını vü saldı ota
Otlayarak biraz yürüdü öte
Gördü otlakta yürür öküzler
Odlu gözler-ü gerlü göğüzler
Har-ı miskîn eder iken seyrân
Kaldı görüp sığırlan hayrân
Ne yular derdi vü ne gâm-ı palan
Ne yük altında haste vü nâlân
Acebe kalur-u tefekkür eder
Kendi ahvâlini tasavvur eder
Ki biriz bunlar ile hilkâtte
Elde ayakta, şekl-ü surette
Bunlann başlanna tâc neden?
Bizde bu fakr-u ihtiyaç neden?
Var idi bir eşek ferasetlü
Hem ulu yollu hem kisayetlü
Ol ulu katına bu miskin har
Vardı yüz sürdü, dedi ey server!
Sen eşekler içinde kâmilsin
Akil-ü şeyh-u ehl-ü fâzılsın
Nesebindir mesel hatiblere
Nefesin hoş gelir ediblere
Bugün otlakta gördüm öküzler
Gerüban yürür idi göğüzler
Herbirisi semiz-ü kuvvetli
İçü vü dışı yağlı vü etlü
Yok mudur gökte bizim yıldızımız
K’olmadı yer yüzünden boynuzumuz
Barkeşlikte çün biziz fâik
Boynuza niçin olmadık lâyık
Böyle verdi cevap, pir eşek:
Ey bela bendine esir eşek
Ki, öküzü yaradıcak Hallâk
Sebeb-i rızk kıldı ol Rezzâk
Dün-ü gün arpa buğday işlerler
Anı işleyüp anı dişlerler
Bize çoktur hakîki buyrukta
Nice boynuz! kulak ve kuyruk da
Duttu yüz derd ile zaif eşek
Zâr-u dilhaste vü nahif eşek:
Varayün ben de buğday işleyeyim
Anda yaylayıp anda kışlayayım
Gezerek gördü bir göğermiş ekin
Sanki tutardı ol ekin ile kin
Aşk ile depti, girdi işlemeğe
Gâh ayaklayu gâh dişlemeğe
Arpa gördü göğermiş, aç eşek
Buldu can derdine ilâç eşek
Öyle yerdi gök ekini terle
Ki gören der “Zehî kara tarla!”
Başladı ırlayup çağırmağa
Anıp ağır yükün anırmağa
Çıkanr har, çün enkerü’l-asvât
Ekin ıssına arz olur arasat
Ağaç elinde azm-i râh etti
Tarlasın göricek bir ah etti
Yüreği sovumadı sövmek ile
Olmadı eşeği dövmek ile
Bıçağın çekti kodu ayruğunu
Kesti kulağını vü kuyruğunu
Kaçar eşşek acıyarak canı
Dökülüp yaşı yerine kanı
Uğrayu geldi Pir eşek nâgâh
Sordu halini, kıldı derd ile âh
Boynuz isteyü haktan ayrıldım
Boynuz umdum, kulaktan ayrıldım.