veclhüddîn Ömer efendi; Evliyanın büyüklerinden. Ebû Bekr’in (radıyal- lahü anh) neslindendir. Muhammed Dîneverî am- casıydı. Babası Ebû Mu- hammed’dir. İlk zamanlarında memleketin ileri gelen âlimlerinden olup, fet- vâlar kendisine sorulurdu. Bu sırada tasavvufa meyledip, kemâle ermiştir. Sühreverd’de doğup, Bağdat’ta yetişti.
Tasavvuf yoluna girişi şöyle olmuştur: Âl-i Sel- çuktan İbrâhim Han zamanında Sühreverd’e onu kâdı tâyin ettiler. Pâdişâh tarafından yarlığ (ferman) verilip, gelip hizmete başladı. Bu sırada iki kişi huzûruna geldi. Biri aleyhinde bir hususta dâvâcı oldular. Beyyine (delil) de getirdiler. Yalancı şâhid ile dâvâlarını is- bat ettiler. Sonra dâvâcı- ların dâvâlarında yalancı olduklarını ve şâhidleri- nin de yalancı şâhid olduğunu Kâdı Vecîhüddîn öğrenince, üzülüp bu vazifeden ayrıldı. Şeyh olan amcalarına talebe oldu. Mücâhede ve riyâzetle meşgûl olup yetişti ve tasavvufta yüksek derecelere kavuştu. Talebelerinden biri şöyle anlatır: “Bir gün kendi bağımda zerdâli ağacına çıkmıştım. Meyve düşürüp dururken, Şeyh oradan geçiyordu. Şeyh ızdırabından beşeri
yet hâli galebe edip, kendi kendine şöyle söyleniyordu: “Yâ Rabbî! Sen her şeye kâdirsin. Şu ağaçların yaprağını altın edip, onda olan meyveleri gümüş edersin” O anda o ağaçların altın, meyvelerinin gümüş olduğunu ve yolu üzere önüne dökülmeye başladığını gördüm. Şeyh bu durumu görünce söylediğine pişman olup yüzünü toprağa sürdü. İnleyip ağlayarak istiğfâr etti. Ben yerimde duramadım. Bağdan çıkıp yanına vardım. Ellerine sarıldım. Bana; “Biz sağ oldukça bu gördüklerini söyleme!” dedi. Hak te- âlânın kendi dostları ile bu gibi muâmelesi çok olur. Ben dahi o zaman bir altın almıştım. Vefâtın- dan sonra müridlere bu hâdiseyi anlattım. Buyururlardı ki: “Hak yolu arayanlara onlara yol gösterecek bir mürşîd-i kâmil, rehber lâzımdır.”
“Tasawuf ehli, kavuştukları mânâları, halleri, çoluk çocuğunu muhâfa- za ettiği gibi korur.” Bir defâsında hasta oldular. Sevdiklerinden bâ- zısı; “Sultânım! İlaç alsanız olmaz mı?” dediler. “Bir tabip getirseniz iyi olur” buyurdu. Getirilen gayri müslim tabip; “Birkaç gün tahammül ede- bilseniz de size falanca şerbeti içirsek, iyi gelir” dedi. Şeyh; “Bizim rahatsızlığımız şerbet ve macunla gidecek bir şey değil. O kendiliğinden gider” buyurup, bir kerre; “Hû” deyince hemen o anda tabib kendinden geçti. Nice zaman öyle kaldı. Sonra kendisine gelip, Şeyh’in huzûrunda îmâna-gelip ona talebe oldu. Şeyh; “Bizim hastalığımız seni küfr hastalığından kurtarmak içindi. Yoksa bizim ilâca ihtiyâcımız yoktu” buyurdu. Şeyh iyileşip, çok zaman yaşadıktan sonra 1050
(H.442) yahut 1060 (H.452) senesinde vefât etti. Kabirleri Bağdat’tadır. Abbâsî halîfelerinden El-Kâimbillah, Gazneliler- den İbrâhim bin Mes’ûd, Selçuklulardan Tuğrul Bey zamânında yaşadı. Dört halîfesinden biri Ömer Bekrî, Osman Har- rât, Mâcid Şirvânî ve kendi yerlerine geçen Ebû Necib’dir. Buyurdular ki: “Dört kimseden şu dört işin meydana gelmesi güzeldir: 1) Bir pâdişâhın âdil olup, halka adâ- letle muâmele etmesi, 2) Âlimin, ilmi, âhiretle ilgili derecelere kavuşmayı kolaylaştırmak için öğrenmesi, 3) Tüccarın, bedeni kuvvet kazanıp, Allahü te- âlâya ibâdete yardımcı olması için dolaşması, 4) Tövbe edip, tasavvuf yoluna girenin bunu Allah için yapmış olması. Dört iş vardır ki, onlardan sakınmak lâzımdır: 1)Pâdişâhın zulme rızâ göstermesi, 2) Âlimin ilmini, dünyâlık ve dünyâ makamlarını elde etmeye vâsıta yapması, 3) Tüccarın bu işini mal toplayıp insanlar arasında parmakla gösterilmeye vâsıta yapması, 4) Tövbe edip tasavvuf yoluna girenin, ri- yâzet ve mücâhede ettiği halde, tasavvufun hakîka- tından gâfil, habersiz olması. Böyle olanların Allahü teâlânın gazâbına ve azâbına uğrayıp, Cehen- nem’e girmesi muhakkaktır.” “Tövbenin icâbı, ibâdettir. Bir büyüğe bağlanmanın icâbı ise, ona itâat- tir. Kulluğun icâbı, tövbe etmek, dâimâ Allahü teâlâyı anıp, ibâdet üzere olmaktır.” Şeyh Ömer Bekrî anlatır: “Hocam Şeyh Vecî- hüddîn ile hacca gidiyorduk. Azıksız, bineksiz yola çıktık. Biraz yol gittik. Bir yere vardık. Açlıktan gâ- yet zayıf düştük. Öyle bir
yerde bulunuyorduk ki, insan olması ihtimâli yoktu. Hocam Şeyh Vecîhüd- dîn sırtını bir yere dayayıp oturdu. Bu fakire; “Biraz etrafta dolaş, ola ki bir çobana rastlarsın da ondan bize yiyecek bir şeyler temin edersin” buyurdu. Peki deyip, etrafta dolaşmaya başladım. Bir müddet sonra sürüleriyle berâber bir çobana rastladım. Beni görünce hâlimi sordu. Ben de olanları anlattım. Bana yeni pişmiş ekmek ile su verdi. Onları alıp hocam Şeyh Vecî- hüddîn’e götürdüm. Ekmeğin bir kısmını yedik. Su ile ihtiyaçlarımızı giderip, abdestimizi tâzeleyip, akşam namazımızı kıldık. Hocamızın bereketiyle tâ Hicaz’a varıncaya kadar, ne o ekmek bitti, ne o su tükendi. Neşeli bir vakitlerinde hocama, o yolculuğumuzda öyle kuş uçmaz, kervan geçmez yerde nasıl tâze ekmek ve su bulduğumuzu sordum. Bu yurdu ki: “Bulduğumuz o tâze ekmek ve su, sıkıntı ve meşakkatli zamanlarda sevdiklerine Allahü te- âlânın ihsân ettiği bir sofradır. Yoksa, sen de gördün orada kimsecikler yoktu!”
1) Lemezât (Süleymâniye Kütüphanesi, Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4536) v.70