wiki

YEMEK DÂVETİNE İCÂBETİN ÂDÂBI

Dâvete icabetin beş âdabı vardır :
Birincisi — Zengin fakir seçmeden herkesin dâvetine gitmek. Bun
u n aksi, yasak olan kibir alâm etidir. K ibir korkusu üe bir çoklan
hiç bir dâvete icâbet etm em işler, başkasının çorbasına intizâr, zillettir,
dem işlerdir. Bir diğeri: «Elimi başkasının çanağına sunduğum da
ona boynum u bükm üş olurum.» dedi. K ibirlilerin bâzılan ise, zenginlerin
dâvetine gider, fakirlerin dâvetine gitmezler. Bu hâl, tam âm en
sünnete aykırıdır. Zirâ Resûl-i Ekrem, yoksullann h a ttâ kölelerin bile
dâvetine giderdi. (44) H aşan b. Ali (R.A.) bir gün k atır üzerinde dilencilerin
yanından geçerken, onları, kum üzerine a ç tık la n sofrada ekm
ek artıklarını yerken gördü. O nlara selâm verdi. O nlar selâmı aldıkta
n sonra «Ey Resûliin kızının oğlu, buyur bizimle yemek ye.» dediler.
O da «Olur. Allah kibr edenleri sevmez» dedi. B initinden inerek onlarla
berâber yedi. Sonra yine selâm vererek aynlırken: «Ben sizin dâvetinize
iştirak ettim . Siz de benim dâvetim i teşrif edin» diyerek onları
yemeğe dâvet etti. O nlar da kabûl ettiler ve dâvetine icâbet ettiler.

H aşan b. Ali (R.A.) onlara iyi bir ziyafet verdi ve kendileri ile beraber
yedi.
«Elimi çanağına uzattığım kimseye boynum büküktür» diyenin
sözü, bâzılarına göre sünnete aykırı görülmüşse de, öyle değildir. Şâ­
yet dâvet eden, onun ıcâbetinden m em nûn olmaz ve onu m innet altın
a alm ak isterse, o zam ân zület olur. Resûl-i Ekrem, yapılan dâvete
icâbet ederdi. Ç ünkü dâvet edenin m em nûn kalacağını ve bunu kendisi
için bir şeref sayacağını bilirdi. Demek ki bu, vaziyete göre değişir.
Y edirm ekten ağırlanan ve dostlar için külfete k atlan an kim senin
dâvetine icâbet sünnet değildir. M ümkün olduğu kadar rnâzeret beyânı
ile onu baştan savm ak lâzımdır. Sofilerden biri: «Misâfirin, kendi
rızkını yediğine ve onun dâvetini kabûl ile üstünlük gösterdiğine
inanan kim selerin dâvetine icâbet et, başkalarının dâvetine değil» dem
iştir. Seriyyti’s-Sakatî, (Allah rahm et etsin) Allah tarafından mes’ûl
tutulm ayacak ve m ahlûkun m inneti altına girmeyecek şekilde helâl
lokm anın hasretıhi çekm iştir. Dâvet olunan kimse m innet altında
kalm ayacağını ve dâvetin sam im î olduğunu bildiği zamân, daveti kabûl
etmemesi uygun olmaz. Ebû Türâb en-Nahşâbî (45): «Bana ta k ­
dim edilen bir yem ekten kaçındığım için ondört gün aç kaldım» dedi.
M ârûf Kerhîye: «Herkesin dâvetine gider misin?» diye sorduklarında:
«Ben bir misâfirim , nereye indirirlerse oraya konaklarım» dem
iştir.
İkincisi — H âtırlı olm ayan fakirin dâvetinden çekinmeyeceği gibi,
mesâfe uzaklığından ötürü de dâvetten kaçınm am alıdır. Âdeten gidilmesi
m üm kün olan her mesâfedeki dâveti kabûl etm elidir. Bunun
için Tevrat veya diğer kitâblarda: «Bir mil mesafede h asta ziyâretine,
iki mil mesâfede cenaze teşyiine, üç mil mesâfede dâvete icâbet et.
dört m ü mesâfede kardeşliğini ziyârete git» denilm iştir. Dâvete icâ­
bet ve hastayı ziyâret, dirilerin hakkı olduğundan, takdim edilmiş­
tir. Resûl-i Ekrem, hadîsinde:
«Eğer K üra’ı G am îm ’e de dâvet edilsem icâbet ederdim.» (4<?)
buyurm uştur. Gamîm, Medine’ye bir kaç mil uzakta olan bir yerdir.

Resûl-i Ekrem. Ramazan-ı Şerifte oraya gidince hem iftâr etmiş, hem
de namazı seferi olarak kılmıştır. (47)
Üçüncüsü — Oruçlu [Buradaki oruç nafile oruçtur.] olduğu için
dâvetten geri kalmamalı, iştirak etmelidir. Eğer dâvet eden onun yemesinden
mutlaka memnûn oluyorsa, orucunu bozup yemeyi ve dâvet
edeni sevindirmelidir. Dostunun gönlünü hoş etmenin sevâbı, oruç­
tan alacağı sevâbtan daha çok olduğunu bilmelidir. Şâyet, yemesiyle
gönlünden memnûn kalacağını kestiremiyorsa, görünüşteki ısrânnı
samimî kabûl ederek yemelidir. Şâyet, dâvet sâhibinin ısrârının yapmacık
olduğunu’ anlıyorsa, mâzeret beyân ederek orucunu bozmamalıdır.
Dâvette orucunu bozmak istemeyen bir kişiye Resûl-i Ekrem:
«Kardeşliğin senin için bu kadar külfete girdiği hâlde, sen «Oruç­
luyum» demekte hâlâ ısrâr ediyorsun.» (48) buyurdu, ibn Abbâs:
«İyiliklerin en üstünü, kendi nâfile orucunu bozmak sûretiyle arkadaşlarına
ikrâmda bulunmaktır.» buyurdu. Hâne sâhibinin gönlünü
hoş etmek maksadiyle tutmakta olduğu nâfile orucunu bozmak, ibâ­
det ve güzel ahlâktır. Sevâbı, oruca devâmından daha çoktur. Şâyet
orucunu bozmazsa, ona yapılacak ikrâm, güzel koku sürmek ve tatlı
sohbet etmektir.
Dördüncüsü — Yemeğinin, evinin, mefrûşatının helâl olduğu
şübheli olan veyâ içki ve benzeri yasak olan şeyler sofrasında bulunan,
evi İpek minderler, gümüş kaplar, canlı resimlerle süslü olan ve
meclisinde çalgı, oyun, eğlence, dedi-kodu, çekiştirme, koğuculuk, yalan,
iftirâ ve benzeri kötülükler bulunan kimsenin dâvetine icâbet
edilmea. Bunların bulunması icâbete mânidir. Hattâ bâzılanna gitmek
mekrûh ve bazılarına gitmek ise harâmdır. Dâvet eden, zâlim,
bid’at sâhibi, fâsık ve kötü bir inşân olup dâvetiyle şöhret ve gösteriş,
peşinde koşuyorsa, yine dâvetine icâbet edilmez.
Beşincisi — Dâvete icâbet eden kimsenin ecir kazanabilmesi için,
gâyesi kam ını doyurmak olmamalıdır. Bu niyetle giderse, dünyâlık
peşinde gezmiş olur, belki aşağıda sıralanan niyetlere sâhib olmalıdır:

a) Resûl-i Ekrem ’in (S.A.V.):
«Küra’a da dâvet edilsem icâbet ederdim.» hadîsine uyarak sünneti
yerine getirmeği,
b) Yine Resûl-i Ekrem ’in (S.A.V.):
«Dâvete icâbet etmeyen, Allah’a ve Resûlüne isyân etmiştir.» (49)
hadîs-i şerifine uyarak isyândan kaçınm ağı,
c) Yine Resûl-i Ekrem ’in:
«Müslüman din kardeşine ikrâm eden, Allah’a ikrâm etm iş olur.»
(50) hadıs-i şerifine uyarak, dâvet edene ikrâm ı,
d) Yine Resûl-i Ekrem Efendimizin:
«Mü’mini sevindiren, Allah’ı memnûn etmiş olur.» (51) hadîsine
uyarak, dâvet edeni sevindirmeği,
Resûl-i Ekrem, Allah için sevişenlerin, birbirini yedirm elerini ve
ziyâret etm elerini şart koştuğundan, Allah için sevişenlerden olabilmek
için, sevdiklerine yedirmeğe hazırlandığı gibi, ziyâfete giden de
bu niyetle gitmelidir.
e) Gitmemekle aleyhinde «Kötü huyludur, kibirlidir» gibi dedikodulardan
kendisini kurtarm ağı niyet etmelidir.
Şu saydıklarımız, dâvete icâbette aranacak altı niyettir. B unlardan
yalnız bir tanesinin bile, insanı A llah’a daha çok yaklaştıracağı
âşikârdır.

Geçmiş büyüklerden birisi «Yemeğe, içmeğe varıncaya kadar her
işimde bir hayır niyetine sahib olmayı severim» demiştir. Nitekim
Resûl-i Ekrem, hadîsinde:
«Ameller (in kıym eti) ancak niyetlere göredir. Herkesin niyet ettiği
ne ise eline geçecek olan ancak odur. Her kimin hicreti Allah’a
ve Resûlüne müteveccih ise, hicreti Allah’a ve Resûlüne ulaşır. Her
kimin de hicreti kendisine isabet edecek dünyalığa veya nikâh edeceği
bir kadından dolayı ise, artılı hicreti (A llah’ın ve R esûlünün rı­
zâsına değil) hicret sebebi olan şeye müntehidir.» (52) buyurm uştur.
Niyet, ancak tâ a t ve m übah olan şeylere te ’sir eder. M enhiyata te ’-
sîri olamaz. Meselâ, dostlarını m em nûn etm ek için içki veya başka
bir harâm için onlara m üsâade ettikten sonra, «Beni niyetim k u rtarır.
Zirâ am eller niyete göredir» demesi, kendisine bir fayda sağlamaz.
B unun aksine olarak, en büyük ibâdet olan gazâ ve harbde, dünyalığı,
rütbe, servet ve ü n alm ağı niyet etmesi, bu gazâ ve harbi ibâdet
olm aktan çıkarır. Demek ki niyet, tâ a t ile m übahda m üessir olur.
M übah olan bir işde iyiliği niyet ederse sevâb, kötülüğü niyet ederse
günâh kazanır. B unun gibi, ibâdetlerde Allah rızâsına niyet ederse
m ükâfat, riyâ ve gösteriş gibi şeyleri niyet ederse günâh kazanm ış
olur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir