Son haddine kadar tafsili mümkün olmamakla, berâber, eğer âbiret
ilminin bir nebze tafsilini bilmek istersen âgâh ol ki: Âhiret yolunu
gösteren ilim, mükâşefe ve muâmele olmak üzere ikiye ayrılır.
BİRİNCİ KISIM : Mükâşefe ilmi adını alır ki, buna İlm-i Bâtın
da denir. İlimlerin gâyesi de budur. Hattâ bâzı ârifler; «Bu ilimden nasibi
olmayanın son nefesinden korkulur.» demişlerdir. En az hisse de
bu ilm-i bâtını tereddütsüz kabûl edip, ehline havâle etmektir.
Başka birisi: «İki haslet sâhibine bu ilimden bir şey açılmaz. O iki
haslet de bid’at [Dine müteallik,, sonradan îcad edilen şeyleri benimsemek]
ve kibir’dir.» demiştir.
Yine denildi k i : «Bâzan diğer ilimler ile de tahakkuk eden bu ilim,
kendisinde dünyâ sevgisi olup şehvetinin peşinden gidenlerde bulunamaz.»
Bu ilmi inkâr edenin en küçük cezâsı zevkinden mahrûm olmaktır.
«Sen kaybettiğinin kaybına râzı ol! Bu kayıb öyle bir azabtır ki, eezâsı
içindedir.»
İşte bu Mükâşefe ilmi, sıddîk ve mukarreblerin ilmidir. Bu ilim
kötü huylardan arınılıp temizlendiği vakitte, kalbe tecellî eden bir
nûrdan ibârettir. Bu sayede bir çok şeyleri görür, adlarını duyar mücmel
ve kapalı olarak bunları mâ’riâlandırmağa çalışır; derken kendisine
geniş ufuklar açılır; Hattâ Allahu Teâlânın, zât, sıfat ve ef‘al’i
hakkında hakîkî mârifet sahibi olur. Dünyâ ve âhireti yaratmakta ve
dünyâyı âhiret üzerine takdimdeki hikmetini anlar. Nübüvvet ve Peygamberliğin,
vahy, melek ve şeytanın ne demek olduğunu öğrenir Peygamberlere
vahyin vâsıl oluş keyfiyetini, Şeytânın inşâna düşmanlık
şeklini meleklerin Peygamberlere görünüş keyfiyyetini, yer gök hâzinelerini
ve bunların sâhibini anlar. Bundan sonra da kalbi, melek ve şeytanın
kalbe hücûmlarım, melek’in ilhâmiyle, şeytânın vesvesesi arasındaki
farkı, âhireti, cennet ve cehennemi, kabir azâbını, sırat, mîzan
ve hisâb’ı bilir ve Hak Teâlâ’m n :
ilip f ¿ r ¿ j c u t -i j i
«Oku kitabını ! Bugün sana karşı, iyi lıesâb görücü olarak kendinefsin yeter.» (17 – İsrâ : 14)Eğer bilseler, yaşayış şüphesiz âhiret yaşayışıdır.» (29-Ankeb
û t: 64)
mealindeki âyetlerin mânâsını, anlar. Ayrıca Allah’a mülâki olup cemâl-i
bâ-kemâlini müşâhede etmenin, Allah’a yakınlık ve civârına ermenin,
mele’-i a’lâya ^yükselip, melâike ve Peygamberlere arkadaş
olmakla mes’ûd olmanın, ehl-i cennetin bâzılarının bâzılarım, semâ
daki yıldızlar gibi yüksekte görmekle aralarındaki derece farkını, – tafsilinde
söz uzayacak – bunlara benzer her şeyin ne demek olduğunu anlar.
Çünkü bu sayılanlara, esâs îtibâriyle inanmakta ittifak edenlerin
anlamalarında derece farkı vardır.
Bazıları, Allahu Teâlânın cennette hâzırladığı, gözlerin görmediği,
kulakların duymadığı, hâtır ve hayâle gelmiyen şeyler temsili olup
hadd-i zâtında cennette insanlar ile esmâ ve sıfattan başka bir şey
olmadığını sandılar. Diğer bâzıları da bir kısmının, tâm lâfızlarının
mânâsında hakîkatlar olup, diğerlerinin temsili olduğunu kabûl ettiler.
Bunun gibi bâzı kimseler. Allah’ı bilmenin son haddi, O’nu bilmekten
âciz olduğunu i’tiraf etmektir zannettiler. Buna mukaabil bâzıları
da Allahu Teâlâ’yı bilmek bâbında bir çok şeyler iddia ettiler. Diğer
bir çokları da Allahu Teâlâ’yı ma’rifetin haddi, herkesin anlayıp bileceği
gibidir, dediler. O da «Allah vardır, birdir», «Alîm’dir» [Her şeyi
olduğu ve olacağı gibi bilir, ilmi değişmez], «Kadir’dir» [Her şeye gücü
yeter], «Semi’dir» [Her şeyi duyar, işitir], «Basır’dır» [Her şeyi görür],
«Mütekellim’dir» [Konuşur] gibi Allah hakkında inanılması gereken
şeyiere inanmaktan ibârettir, dediler.
îşte bizim ilm-i mükâşefeden gâyemiz, Allahu Teâlâ’nm sıfat ve
ef‘âlini bilmeğe perde olan bu gibi kir ve paslardan kalb âyînesini temizleyip
cilâlandırma keyfiyyetini bildirmektir.
Kalbin bu paslardan temizlenmesi de, şehevî ve behîmî arzûlarım
terkederek, bütün hâlleriyle bize misâl olan Peygamberlerin izinden
yürümekle mümkündür. Kalb’in cilâlanması ve Hakka yönelmesi nisbetinde
bu ilmin nûrlan kalb’de parlamağa başlar. Buna da ancak ileride
açıklıyacağımız riyâzetle ve öğrenip öğretmekle erişilir. İşte bu,
kitâb sahîfelerinde yazılmıyan ve ehlinden başkasiyle konuşulmıyan
bir ilimdir. Ehli de gizli ve müzâkere yoluyla buna iştirak edendir.
Peygamberimizin şu hadîsden murâdı da bu ilm-i hafî [gizli ilim]
dir.İlimlerden gizli gibi tutulan bazıları vardır ki, onları ancak ârif-i
bi’llâlı olanlar anlar. Bu ilimden bahsettikleri vakit onları, ancak kendini
beğenen gürûh techîl eder. Sakın Hak Teâlâ’nın kendi fazlından
ilim verdiği âlimleri tahkir etmeyin. Çünkü Hak Teâlâ onlara o ilmi
verirken tahkir etmedi.» (69)
İKİNCİ KISIM : Kalb’in ahvâlini bildiren, muâmele ilmi’dir.
Kalb’in malımûd [öğülen] hâlleri: Sabr, şükr, havf [korku], recâ
[ümît], rızâ, zülıd [dünya ile alâkasını kesme], takvâ, kanâat, cömertlik
ile bütün nimetleri Allah’dan bilip ona bağlanmak, iyilik, hüsn-i
zan, güzel ahlâk, iyi geçim, doğruluk ve ihlâs hâlleridir. Bu hâllerin
hudûd ve hakikatlerini, bunlara sâhib olmanın sebeblerini, semere ve
alâmetlerini bilmekle, zayıflayanları takviye edip kaybolanları iâdeye,
yarayan ilim, âhiret ilmidir.
Kalb’in mezmûm h âlleri: Fakirlikten korkmak, kaderine küsmek,
gıll [hâinlik], hıkd [kin], hased, gışş [yaramazlık], benlik ve övülme
isteği, dünyâlık için uzun yaşama arzûsu, kibir, riyâ, unf [lüzûmsuz
hiddet], buğz u adâvet, tama*, cimrilik, rağbet, bezalı [büyüklenmek],
eşer ve batar [son derece neş’e ve kibir], zenginlere saygı gösterip yoksullar
ile eğlenmek, fahr, hcylâ ve tenâfüs [kendini beğenmek, benlik],
mubâhât [varlığıyle öğünmek], lıakkı kabûl etmemek, lüzûmsuz
şeyler ile uğraşmak, çok konuşmayı sevmek, gösteriş için süslenmek,
müdâhene, ucûb, kendi noksânlarını görmeyip başkalarında kusûr
aramak, âhiret düşüncesi ve Allah korkusunu gönlünden çıkarmak,
şahsı için intikam güderken hak ve hakikate aldırış etmemek, husû
met beslediği kimseye dost görünmek, Allah’ın azâbmdan korkmamak,
ameline güvenmek, mekr, hıyanet ve hud’a, tûl-i emel, kasvet
ve fezâzet [merhametsiz ve katı yürekli olmak], varlıkta sevinmek,
yoklukta üzülmek, insânlar ile ünsiyet edip yalnızlıkta mahzûn olmak, cefâ [haksızlık], tîş [kısa görüşlülük], acelecilik, hayâsızlık ve
merhametsizlik hâlleridir. İşte bu saydıklarımız ve benzerleri, fenâ-
lık tohumunu ekip kötü amel mahsûlünü yetiştiren, kalbin mezmûm
hasletlerindendir.
Bunların mukaabili iyi hûylar olup Allah’a kulluk ve yakınlığın
kaynağıdırlar.
Bu kötü hûyların mâhiyet ve hudûdlarım, sebeb ve alâmetlerini
ve ‘tedâvi çârelerini bilmek, âhiret ilmidir. Âhiret ulemâsına göre
bunları öğrenmek her mükellefe farz-ı ayn’dır. Zahirî amellere riâyet
etmiyen, fakîhlerin fetvâsı gereğince pâdişahlarm kılıcıyie helâk olacakları
gibi âhiret ilmine kıymet vermiyenler de kıyâmet günü
mülkün gerçek sâhibi, Allahu Teâlâ’nın kahr u galebesiyle helâk olacaklardır.
Fakîhlerin farz-ı ayn dedikleri, dünyâ işlerini tanzim içindir.
Bizim farz-ı ayn dediğimiz âhireti düzeltmek içindir.
Herhangi bir fakîh’e bu anlattıklarımızdan birini, meselâ tevekkül’den,
ihlâsdan veyâ riyâdan kaçınma çârelerinden sorsan durur ve
cevâp veremez. Halbuki bunları da bilmek farz-ı ayn olup ihmâl edilmesi
âhirette helâki mûcibtir.
Eğer fakîh’e, li‘ân [yâni bir koca karısının, zinâ ettiğini iddiâ
edip şâhid bulamadığı ve kadın da inkâr ettiği vakit karı koca arasındaki
lâııetleşme hükmü]’dan, zihâr [erkek şehvet hissiyle âilesini annesine
benzetirse buna terettüp eden büküm]’dan, sebk [müsabaka]
den, remy [atış] gibi şeylerden sorsan, cildler dolusu cevâplar verir ki
ömür boyunca hiç biri lâzım olmaz; olsa da her yerde onıi bilen bulunur.
Geceli gündüzlü bu gibi şeyleri okumak, ezberlemek ve okutmakla
uğraşır durur da mühim olan kısımları ihmâl eder. Kendisine
bu yaptığın doğru değil denilse, hayır bu farz-ı kifâye olan ilimlerdendir
der; hem kendisini hem de başkalarını şaşırtmış olur.
Aklı başında olan hemen anlar ki, bu’fakîhin gâyesi farz-ı kifâ-
yedeki emrin gereğini yerine getirmek olsa, evvelâ farz-ı ayn’ı îfa eder.
Belki kendi yaptıklarından daha mühim olan farz-ı kifâyeleri öne
alırdı. Nice memleketler var ki tabîbleri hâlâ zımmî [gayr-i müslim]’-
lerdendir. Halbuki fıkhın tıb ile alâkalı husûslarmda bunların şâhidlikleri
makbûl değildir. Buna rağmen müslümânlardan kimse bununla
meşgûl olmaz. Fıkıh ilminde ve bilhassa hilâfiyj’at ve cedel ile uğraşırlar.
Memleket bu gibi vak’alara fetvâ veren fakîhler ile dolu.
Ne olaydı bileydim, nasıl olur da dîn fakîhleri bir çoklarının bildikleri
farz-ı kifâye ile uğraşır durur da, hiç ele almmıyan farz-ı kifâyeleri
ihmâl ederler? Bunun sebebi ancak, tıb ilmi ile, vakıflar mü-
tevelliliğini almanın, vasî olmanın, yetim malı yeme’nin, kadılığı vez. ^
Zâhir âlimlerinden vera‘ sahipleri [harâmdan çekinenleri], bâtın
âlimlerinin ve bâsiret sâhiplerinin üstünlüğünü itiraf ederler.
İmâm Şâfiî (R.A.), Şeybân-ı R â î ’nin önünde, mektebe
giden bir çocuk gibi diz çöker ve yapacağı işleri kendisinden sorardı.
Kendisine «Senin gibi bir zât böyle bir bedevî’den bilgi alır mı?» diye
sorulduğunda : «Bu adam bizim bilmediğimizi bilir.» cevâbını verirdi.
Ahmed b. Hanbel ile Yahyâ b. Mam, Ma‘rûf-i Kerhî’ye baş vurur,
ondan sorarlardı. Nasıl sormasınlar k i : Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm
Efendimiz hazretlerine : «Kur’ân ve sünnette bulmadığınız bir vak’a
ile karşılaştığımızda ne yapalım?» diye sormaları üzerine:
» ‘ \ a *’• -V
(( (H -*^ ° 3 ^ r ‘3 ))
«Onu sâlih kimselerden sorun ve onların istişâresine arz edin.»
(69 a) buyurmuştur.
Bu sebebden denildi k i : Zâhirî ilimlerde âlim olanlar mülkün
ve yeryüzünün süsü, bâtın âlimleri ise, göklerin ve görünmeyen âlemin
[melekûtün] ziynetidirler. Cüneyd-i Bağdadî diyor k i : «Hocam
Seriyyüssakatî, yanından ayrıldığım vakit kimlerle oturduğumu bana
sordu. Ben d e : «Muhâsibî ile otururum» dedim. S eriyy: «Evet onunla
otur, onun edeb ve ilminden al fakat kelâm hakkmdaki sözlerine
bakma, onu kelâmcılara havâle et» demiştir. Sonra yönümü dönünce
şöyle dediğini duydum: «Allah seni önce hadisde (ve diğer ilimlerde)
âlim ve sonra sûfî kılsın, evvelâ sûfî sonra âlim yapmasın.» Bu sözü
ile, hadîs ilmini okuduktan sonra tasavvuf ile uğraşanın felâh bulacağına,
ilimsiz tasavvufa giren kimsenin helâk olacağına işâret etmiştir.»
Eğer, ilmin tasnifinde, bu meyânda kelâm ile felsefeyi ve bunların
da makbûl veyâ mezmûm oluşlarını niçin açıklamadın diye sorarsan:
Bilmiş ol ki, kelâm ilminin içine aldığı faydalı deliller, Kur’ân
ile hadîs’de mevcûttur. Bunların dışında kalanlar, ya yeıllen çekiş
tirmelerdir, ki ileride açıklanacağı gibi bunlar bid’at’tır veyâ muçagabe,
mezhepler arasında yekdiğerini nakzeden, aktarma lâflar ve
kaba gürültülerden ibârettir. Bunların çoğu da tab‘-ı selîm’in sevmeHattâ haddini aşmamak şartiyle, insanları şaşırtmaya kalkışan
bid’adcileri ilzâm edebilecek kadar kelâm ilmi öğrenmek, farz-ı kifâ-
yeden olan ilimler arasına girmiştir. Bunun derecesini, inşâllah gelecek
bâbda açıklayacağız.
Felsefeye gelince : Felsefe müstakil bir ilim olmayıp dört cüz’den
meydâna gelmiştir.
Birincisi: Hendese ve lıisâb’dır. Bu ilimlerden, yalnız ifrâta kaçarak,
bunlar ile mezmûm ilimlere geçenler men‘edilir. Çünkü, bu
ilimler ile uğraşanların bâzıları bunlardan bid’adiere sapmışlardır.
Bu sebeble, îtikaadı zayıf olanları bu ilimlerden korumak, ırmak kenarında
dolaşan çocuğu suya düşmekten korumak, veyâ eskileri için de
makbûl olmamakla berâber, İslâmiyete yeni intisâb edenleri kâfirler
ile ihtilâttan korumak gibidir.
İkincisi: Mantık’tır. Bu ilimde delil ile ta’riften ve bunların şartlarından
bahsedilir ki, bunlar da, kelâm ilmi içindedir.
Üçüncüsü : Ilâlıiyât’tır. Allahu Teâlâ’nın zât ve sıfatlarından
bahseder ki, kelâm ilmi içindedir. Çünkü felâsife bu husûsda, başka
bir ilim ile kelâmcılardan ayrılmış değildir. Belki ayrılıkları bâzısı
küfrü ve bâzısı bid’ati mûcib olan mezheplerindedir. Nitekim İ‘tizâî
[mu‘tezilecilik] başlı, başına bir ilim olmadığı, mensûbları yine kelâmcılardan
olduğu hâlde bâtıl mezhepleriyle ayrıldıkları gibi felsefeciler
de kelâmcılardan böyle ayrılmıştır.
Dördüncüsü : Tabı’iyyât [Fizik]’tır. Bunların bâzısı, gerçek din
ve şerî’at mânâsına uymayan câhilâne şeylerdir. İlim değildirler ki. ilmin
kısımlarından sayılsınlar. Diğer bâzıları da maddenin husûsiyet,
evsâf ve değişikliklerinden bahseder ki, bir nevi tabâbete benzer, şu
kadar farkla ki, tabîb hastalık ve sağlığı bakımından inşân bedenine
bakar. Tabi‘atçılar ise, değişikliği ve hareketi bakımından bütün cisimlere
bakar. Fakat tabâbet, fizik’ten üstündür. Çünkü tabâbete
ihtiyaç zarûrî, fizik’e ise zaruri değildir.
İşte- yaptığımız şu açıklamadan anlaşıldı ki bid’atçilerin, avâmı
aldatmasından avâmın kalbini korumak için kelâm ilmi de farz-ı kifâ-
ye olan ilimlerden olmuştur. Demek ki, kelâm ilminin doğuşu bid’atlerin
ihdâsı sebebiyledir. Nitekim Arablarm zulüm ve haydutluğu sebebiyle hacc yolunda hacıların muhafız bulundurmaları gibi. Eğer
Arablar bu çirkin hûylarından vaz geçseler, hacıların muhâfız bulundurmalarına
lüzûm kalmazdı. Bunun gibi bid’at sahipleri de boş sözlerinden
vaz geçselerdi Sahabeler (R.A.) devrindekinden fazlasına,, yâni
Kur’ân ve hadîs dururken kelâm ilmine ihtiyâç olmazdı.
Kelâmcı bilmelidir ki, dîndeki yeri hac yolundaki muhâfızLık gibidir.
Eğer bu muhâfız yalnız koruyuculukla kalır, hac yoluna girmezse,
hacılardan sayılamıyacağı gibi, kelâmcı da yalnız münazara
ve müdâfaa ile kalıp âhiret yoluna girmedikçe ve kalbini düzeltmedikçe
aslâ dîn alimleri safında yer alamaz. Kelâmcı’mn dindeki yeri,
avam tabakasının da ortak oldukları inançtan başka bir %ey de:ğildir.
Bu ise, dilin ve kalb’in zâhir amellerindendir. Avam tabakasından
ayrılması ancak mücâdele, muhâfaza san’atiyledir. Fakat Alla! tu Teâlâ’nın
zât, sıfat ve ef‘âliyle, mükâşefe ilminde açıkladığımız bilgiler
kelâm ilmi vâsıtasiyle elde edilemez. Belki kelâm ilminin b unlara
perde ve mâni* olmasından korkulur. Bu ilimlere sâhib olmak, Allahu
Teâlâ’nm, hidâyete mukaddime kıldığı mücâhede ile mümk ündür.
Nitekim âyet-i celîlede şöyle buyurulm uştur:
(( I ¿.’o 1 o ] j LüL«-* L u j ¿ » J ü l j b
S* C_ ” I “V * s
«Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere, gelince, elbette biz onlara
yollarımızı gösteririz ve şübhesiz Allah, muhsinlerle berâberdir.» (29 –
Ankebût: 69)
Eğer: «Bu îzâhatm ile, avâm’m akidesini bid’atçilerîn şi iphelerinden
koruyan kelâmcılan, hacıların mâllarım Arab yağmacılarından
koruyan muhâfızlann seviyesine, fakîhleri de mazlümu zâlimden
koruyan pâdişahlar kaanunu muhâfızlığımn derecesine indird in. Bu
iki rütbe de dîn ilmine nisbetle çok düşük rütbelerdir. Halbuki bu
ümmetin ün almış faziletli âlimleri, fakîhler ve kelâmcılardır. . Allahu
Teâlâ katında en değerli yaratıklar da bunlardır. Dînî ilimlere n isbetle
çok düşük olan bu derekeye onlan düşürmek doğru olur mu?» ö [ersen:
Bilmiş ol ki! Hakikati insânlarda arayan, dalâlet çölünde £ jaşırır.
Eğer hakikat yolcusu isen Hakk’ı bil ki, ehlini bilesin. Eğer yalnız
insanlar arasında ün alan fazilet derecelerine bakar ve bununle ı kifâ-
yet edersen, Sahâbeyi ve onların üstün mevkilerini unutma. Bu andı
ğımız kimseler de onların üstünlüğünde reybirliğine varmış mü ttefiktirler.
O Sahâbeler ki, derecelerine değil, ayak tozlarına bile eriş ¡ilmez.
Böyle iken bunların fazileti kelâm ve fıkh ile değil, belki âhiret yolunu
gösteren ilimleriyledir. Resûllerin Efendisi yüce Peygaı nberi-mizin de şehâdet ettiği gibi, Hz. Ebû Bekir (R.A.)’in fazileti fazla namaz
kılması, fazla oruç tutması, çok rivayet edip çok fetva vermesi,
veya kelâmcılığı ile değil, ancak kalbine yerleştirilen bir sırr iledir.
Sen de bu sırrı ara. Çünkü değer taşıyan kıymetli cevher budur. Görü
nüşe aldanarak tafsili uzun olun bâzı sebebler ile insânlarm saygı gösterdiği
kimselere boş ver. Peygamber Efendimiz (S.A.) aralarından ayrıldığı,
Allahu Teâlâ’yı bilen binlerce Sahâbe’yi (Allah onlardan râzı
olsun) öğmüştür. Halbuki onlardan ancak bir tânesi kelâm san’atını
bilmiş ve hemen on küsûrdan başkası fetvâ bile vermemiştir.
A b d u l l a h b. Ö m e r hazretleri de bunlardan birisidir. Kendisinden
fetvâ isteyene «İnsânlarm sevk u idâresini uhdesine alan pâ
dişâha git ve bunu da onun boynuna geçir» derdi. Böyle demekle, fetvâ
işi nin vâli ve sultânlara âit olduğuna işâret etmiştir.
Etazret-i Ömer (R.A.) vefât ettiği zamân, Abdullah b.
Mes ‘ûd hazretleri: «İlm’in onda dokuza gitti.» dedi; bunun üzerine:
«Aramızda hâlen büyük Sahâbîler varken niçin böyle söylersin.»
dediler, A b d u l l a h b. M e s ‘ û d da : «Ben hüküm ve fetvâ ilimlerini
değil, ma‘rifet-i ilâhiyyeyi kasd ediyorum.» diye cevâb verdi.
Grörüycrsun, kelâm ve cedel’den hiç bahsetmemiştir. Ya sana ne
oldu ıia Hazret-i Ömer’in vefatı ile onda dokuzu giden iimi öğrenmeğe
heves etmiyorsun. Halbuki Hazret-i Ömer, kelâm ve cedel kapısı
nı ka pamış, Kur’ân’da muâreze eden âyetlerden sorduğu için D a –
bî‘a’y]. kırbaç- ile döğüp sürgün etmiş ve ihtilâttan men’etmiştir.
«. Âlimlerin meşhûrları, fakihler ile kelâmcılardır.» sözüne gelince:
B ilmiş ol ki Allah katında fazilet sâhibi olmakla, insânlar arasında
ü ıı almak ayrı şeylerdir. Meselâ: Hazret-i Ebû Bekir
(R.A. )’in insânlar arasındaki şöhreti, hilâfetiyle, fazileti ise, kalbinde
yerleştirdiği ve büyüttüğü sırr iledir. Hazret-i Ömer (R.A.)’in insânlar
a rasmdaki şöhreti adâletiyle ise de, fazileti, kendisiyle berâber
onda dokuzu giden, Allah bilgisiyle, riyâsetinde halka şefkat ve adâ-
letiyL s, Allah rızâsını aramasmdadır. Bu da içinde saklı olan bir sırr’-
dır. I Mğer görülen işlerine gelince: Bunlar, şöhret ve nâm almağı seven,
mevki* kazanmak için gösteriş yapmak isteyenlerde de görülebilir
ve .• böylelikle şöhret, tehlikeli şeyde, fazilet ise, (Allahu Teâlâ’dan
başkî ı kimsenin bilemiyeceği gizlilik içindedir. Fakihler ile kelâmcı-
lar, 1 ıalife, kadı ve diğer âlimler gibidir. Bunlar bir kaç kısma ayrılmıştı
r. Bir kısmı gösteriş ve âlâyiş aramayıp, ilim ve fetvâsiyle ancak
Allah ı nzâsım ve Peygamberinin sünnetine uymağı ister. Bunlar, Allahu
Teâlâ’mn kendilerinden râzı olduğu kimselerdir. Allah katındaki
fa zîletleri de ilimleriyle amel ettikleri, fetvâlarıyla Allahu Teâlâ’nmrızâsını istedikleri içindir. Her ilim ameldir; çünkü kazanılmış bir ış-
dir. Ama her amel, ilim değildir. Tabîb bile, bilgisiyle Allah’a yaklaşır
ve bu sâyede sevâb kazanır; bu yakınlık dîn bilgisiyle değil, belki
meslekî bilgisiyle çalışmalarında Allah rızâsını gâye edinmesiyledir.
Sultân da Allah için, insânların idâresini deruhte ettiği için Allah’ın
rızâsına nâil olur ve sevâp kazanır. Bu onun dîn ilmini tekeffül ettiği
için değil, ilminin gereğiyle Allah için amel ettiğindendir.
Allahu Teâlâ’ya yaklaşmanın üç yolu vardır.
1) Yalnız ilim ile. Bu da mükâşefe ilmi’dir.
2) Yalnız amel ile, bu da sultânların adâletle insânlan sevk
ve idâre etmesiyledir.
3) İlim ve amel ile. Bu da âhiret ilmini bilip işlemekledir. Zîra
bunun sâhibi hem âlim ve hem de âmildir.
Kıyâmet günü hangi fırkaya katılacağını düşün! Mükâşefe erbâbı
olan âlim-bi’llah arasında mı, yoksa Allah için amel edenlerle
mi, yoksa her ikisiyle misin? Nasibini her iki fırkadan da almağa çalış.
Çünkü bu kuru bir nâm almak için olan taklîdcilikten çok daha
mühimdir. Nitekim şâir söylüyor:
«Gördüğünü al, duyduğun dedi – kodulardan vaz geç, güneş parlarken
zuhalden ne beklersin?».
Şimdi sana geçmiş fakîhlerin öyle güzel ahlâklarından bahsedeceğiz
ki, mezheplerini taklîd edenlerin onlara nasıl zulüm ettiklerini
ve kıyâmet günü en büyük basımlarının onlar olacağını anlamış
olacaksın. ,
Çünkü o îmâmlar, ilimleriyle, ancak Allah rızâsını kasd etmişlerdir.
Âhiret âlimlerinin alâmeti bâbmda açıklanacağı gibi, onların âhiret
âlimi oldukları, hâllerinden belli idi. Onlar, yalnız fıkh âlimi
değil, kalb ilmi ve kalb murâkabesile de uğraşırlardı. Fakat her biri
tek başına bir fakîh olan Sahâbe-i kirâmı fıkha dâir eser yazmaktan
alıkoyan mâni’ler imâmların da kalbe dâir eser yazmalarına engel
olmuştur. Bu mâni’ler ma’lûm olduklarından açıklanmalarına lüzûm
yoktur.
Şimdi biz İslâm fakîhlerinin hâllerini açıklıyacağız. Fakat,
sözlerimizden de anlaşılacağı gibi, gâyemiz onlara çatmak değil, gö-
rünüşde onların mezheplerini taklîd ettikleri hâlde, amel ve ahlâklariyle
onlara muhalefet edenlerin vaziyetini açıklamaktır.
Fıkh ilminin reisi olup pek çok etbâı bulunan, mezhep âlimleri,
beştir. Bunlar: Şâfi’î, Mâlik, A h m e d b. H a n b e l ,
Ebû Hanîfe ve S ü f y â n – i S e v r î ’ dirler. (Allah rahmet
etsin). Bunların her biri âbid, zâhid, âhiret âlimi ve dünyâca halkınmuhtâç olduğu fıkh âlimi idi. Bu fıkh ilmi ile de, ancak Allah rızasını
dileyen kimseler idi.
Zamânın fakîhleri şu beş hasletten, yalnız fıkhın teferru’âtmda
mübâlâğa ederek paçaları sıvamakla onlara uydular. Çünkü dîğer
dört haslet, yalnız âhirete yarar, bu bir haslet ise hem dünyâ ve hem
âhirete yarar. Eğer bununla âhiret kasd edilirse, dünyâlığa olan kârı
azalır. İşte zamanın fakîhleri şu beş hasletteh yalnız fıkh’m tefemiâtiyle
meşgul oldular; bununla berâber o imâmlara benzediklerini iddiâ
ettiler, nerde muhâfız bekçiler, nerde muhâfız melekler?.., İşte
aradaki fark.
O imâmlann fıkh’daki bilgileri apaçık meydândadır. Biz dîğer
dört hasletlerine delâlet eden hâllerini anlatalım:
ÂHİRET YOLU İLMİNİN KISIMLARI
05
Şub