RESÛLÜLLAH Efendimiz, tebliğe başladığı ilk senelerde
yalnız kalmıştı. Çevresi kendisinden uzaklaşmış, müş
riklerin baskı ve tazyikinden ürkmüşlerdi. Bu sebeple hac
mevsiminde gelen kabilelere İslâm’ı tebliğ etme düşüncesiyle
amcası Abbas’tan yardım istemiş, ona şu teklifi yapmıştı:
– Ben Mekke’nin dışına çıkıp hac için gelmiş olan kabilelere
tebliğde bulunacağım. Yanımda sen olursan bana
kimse bir şey diyemez, benimle gelebilir misin ey amca?
Gerisini Hz. Abbas’tan dinleyelim:
“Bu teklife evet, dedim. Ertesi sabah gittiğimiz şehir
dışındaki konak yerlerinde bütün kabileleri bulduk. Resûlüllah
o güne kadar gelmiş olan âyetleri okuyup Allah’ın
emirlerini tebliğ etti. İnsanlar Allah’ın emirlerine
uygun yaşarlarsa âhirette Cennet gibi bir mükâfata kavuşacaklarını,
uygun olmayan tarzı tercih ederlerse Cehennem
gibi bir azap yerine gireceklerini haber verdi.
Dinleyen kabilelerden kimileri:
– Bize böyle şeylerden bahsetme. İşimiz gücümüz var.
Hem seni dinleyip de Kureyş ileri gelenleriyle aramızın
açılmasını istemeyiz. Seni zaten kendi kavmin dinlemiyor,
biz neden dinleyelim?., diye karşılık verirken, kimileri de:
– Seni dinlersek sonu ne olacak? Kavmine galip gelirsen
saltanatına bizi de ortak edecek misin? Yoksa o zaman
bizi unutup reisliği şahsında mı tutacaksın?., şeklinde
itiraz ediyorlardı. Resûlüllah da onlara:
– Saltanat Allah’ındır. Kullar U nun emirlerine uynıaan
halinde huzur bulur, saadete erer. Yoksa dünyevî salanat
insana huzur vermez, günün birinde ölüp Allah’ın
luzuruna gidecek olan insan böyle fâni şeylerle kendini
ıuzurlu bilemez, diyordu.
Nihayet, Kindeli’lerin bulunduğu yere geldik. Onların
umuşak insanlar olduğunu söyledim. Kolayca tebliğini
’apabileceğini hatırlattım.
Resûlüllah Kindeli’lerle konuşmaya ehemmiyet verdi.
– Siz hangi kavimdensiniz?
– Yemen halkından ve Kinde kabilesindeniz.
Resûlüllah Hazretleri bundan sonra şu teklifte bulunlu:
– Sizler hayırlı bir şeye talip olmak ister misiniz?
– Nedir o hayırlı şey?
– Allah’ın bir olup, O’ndan başka Allah bulunmadığı-
la şahidlik edeceksiniz. İbâdeti de sadece O’na yapacaksınız.
Bundan sonra da Allah’dan ne gelirse O’na iman
sdecek, başka şeyleri bu inanca ortak etmeyeceksiniz.
Buna Kindeli’ler şöyle karşılık verdiler:
– Peki, bu söylediklerine inandığımız takdirde sen
muzaffer olursan sonra saltanatını bize bırakacak mısın?
– Saltanat dediğiniz şey Allah’a âittir. O, dilediğine verir.
Benim böyle bir şeyi ne istediğim, ne de düşündüğüm
var.
Birbirlerine bakışan Kindeli’ler, dudaklarını büküp
uzak kalmayı tercih ettiler.
– Öyle ise senin teklif ettiğin şeye bizim ihtiyacımız
yoktur. Sen bizi bunca ilâhlarımızdan vaz geçirip, araplarla
da karşı karşıya mı getirmek istiyorsun? Haydi sen
kavminin yanına git, onlarla anlaş.
Onlardan da ümitsiz ayrılan Resûlüllah Hazretleri az
—1 „ nian Rpkir hin Vâil’in kabilesine gelerek
– Hangi kabilenin hangi kolundansmız?
– Bekir bin Vâil’in Kays bin Salebe oğullarındanız.
– Nüfûsunuz çok mu?
– Kum gibi.
– Gücünüz var mı?
– Gücümüz yok. Biz İran’a komşuyuz, Kendimizi onlara
karşı korumamız gerekir. Buna da tam muktedir değiliz.
– Eğer sizi ve bizi yaratan Allah’ı kendisinden büyük
olmayan tek Allah olarak tanır, O’na kulluk ederseniz, O
dilerse sizi onlara karşı galip getirir, tehlikeden korur. Bunun
için sizler Allah’ı bir olarak tanıyın, O’nu otuzüçer
kere teşbih edin, hamd edin, tekbir getirin, büyüklüğünü
her an tasdik edin.
– Sen kimsin ki böyle konuşuyorsun?
– Ben Allah’ın Resûlüyüm. Size emirlerini tebliğ ediyorum.
İster inkâr edin, isterseniz ikrar. Bana bunları
tebliğden başkası yoktur.
Bu sözleri dinleyenler biribirlerine bakışırken, neticeyi
anlayarak uzaklaşan Resûlüllah’ın ardından, Ebû Leheb
geldi. Yaklaşıp sordu:
– Size bir takım şeyler anlatan O adam var ya, sakın
O’nun sözlerine inanmayın!
– Sen O adamı tanıyor musun?
– Elbette! Kardeşimin oğludur. Ben iyi tanırım. Siz
O’nun nesini soruyorsunuz?
– Allah’ın Resûlü olduğunu söyledi de onu öğrenmek
istiyoruz.
– Sakın inanmayın. O hep öyle konuşur. Deliler de
böyle konuşur zaten. Kendisi delidir. Rastgele konuşmaya
alışmış.
– İranlılar hakkındaki sözlerini duyunca biz de deli
olduğunu tahmin etmiştik. Allah dilerse bizi İran’a galip
getirecekmiş. Bizim bu kadar ilâhlarımız var, onların hiçbiri bunu yapamıyor da O’nun tek bir Allah’ı mı bunu yapacak?
* * *
Hac mevsiminde Resûlüllah’ın uzaklardan gelip Mekke’nin
etrafına konaklamış olan kabilelere yaptığı bu İslâ
mî tebliği durmadan devam ederken, Ebû Leheb de aynı
titizlik ve ciddiyetle O’nu adım adım takip ediyor, meydana
getirdiği müsbet te’siri yok etmeyi hedef alan konuş
malar yapıyordu.
Nitekim Resûlüllah Hazretleri bir diğer kabileye varmış,
onlara sadece bir olan Allah’ı tanımalarını teklif ederek
şöyle tebliğde bulunmuştu:
– Ey insanlar, lâ ilâhe illâllah (Allah’tan başka İlâh
yoktur) deyin, kurtulun!
Bu kadarcık mâsumane teklifi dahi hazmedemeyen
Ebû Leheb, hem arkasından atüğı taşlarla Resûlüllah’m
ayaklarını yaralıyor, hem de şöyle söyleniyordu:
– Sakın O’na inanmayın. O, delinin tekidir! Kendinin
Peygamber olduğunu sanıyor!
Denebilir ki, Resûlüllah’ın tebliğini te’sirsiz kılmak
için peşini takip edenlerin içinde en zararlısı Ebû Leheb’di.
Onun bu büyük muzırlığından dolayıdır ki, Rabbimiz,
hakkında Tebbet sûresini gönderip, mâruz kalacağı
feci âkıbetini önceden âyetlerle haber verdi.
Bu sûrenin nazil olmasına sebeb olan hâdiseler zinciri
şöyle cereyan etmişti:
Resûl-i Ekrem Efendimize “En yakın akrabalarından
korkutmaya başla, tebliğini yap” meâlindeki âyet nazil olması
üzerine düşünmeye başladı:
– Bu emir benim için çok zor vazifeler getiriyor. Beni
yakınlarımdan kimse dinleme sabrı göstermez. Nasıl yapacağım
bu tebliği?… diyerek endişelendi.
Peygamberliğin dördüncü senesinde gelen bu âyetin
emrini nasıl yerine getireceğini düşünerek evinde bir ay
kadar bekleyen Efendimizi, halası Safiyye ile diğer akrabahanımları ziyarete geldiler. O’nun bir müddetten beri dı
şarıya çıkmayışını hastalığına vererek geçmiş olsun demek
istediler. Ancak Hazret-i Resûlüllah içindeki hislerini
anlatıp, endişesini izah edince şöyle dediler:
– Sen akrabalarına, amcalarına me’mur olduğun dinin
hükümlerini tebliğ et. Ancak Ebû Leheb’i geride tut.
Onun zihniyeti bambaşka. Biz nihayet kadınız. Sana fazla
yardımımız olmaz.
Bu sıralarda Cebrâil Aleyhisselâm geldi:
– Ya Resûlüllah, me’mur olduğun tebliğ işini geciktiriyorsun.
Eğer emr olunduğun tebliği yapmazsan, Rabbin
sana azab eder, dedi.
Endişesi artan Efendimiz, hemen bir yemek hazırlatarak
amcalarını, diğer akrabalarını Ebû Tâlib’in evine çağırttı.
Gelenlerin sayısı kırk beşi buluyordu. Peygamberimiz
pişirttiği et yemeğine onları dâvet ederken “Bismillâh,
buyurun” dedi. İşte bu cümleden sonra yemeğe başlayan
koskoca topluluk, et yemeğini bir türlü bitiremediler. Hazırlanmış
tek kab sütü de içtikçe içtiler, ama onu da bir
türlü tüketemediler. Her iki mu’cizeyi de gözleriyle gören
dâvetliler hayret içinde kalırken, bu işin içinde İlâhi bir sır
olduğunu hissedecek hale geldiler. Ne yazık ki Resûlüllah’ın
söze başlamasını önlemek için Ebû Leheb derhal
konuşmaya başladı:
– Şimdiye kadar çok sihir gördük, ama kardeşimin
oğlunun bu sihri kadarına hiç şahid olmadık., diyerek
dikkatleri başka tarafa kaydırdı. Böylece o büyük mu’cizenin
meydana getirdiği müsait havayı karıştıran Ebû Leheb,
topluluğu Resûlüllah’ı konuşturmadan dağıttı. Halbuki
Ebû Leheb dâvet de edilmemişti.
Peygamberimiz üzüntü içinde neticeyi düşünürken
tekrar gelen Cebrâil, akrabalarını İlâhî azabla korkutma
tebliğini yapmasını tekrar hatırlattı.
Peygamberimiz ikinci bir yemekle akrabalarını tekrar
topladı. Bu defa kimseye söz vermeden ilk konuşmayı
kendisi yaptı.Sözlerini de şöyle bağladı:
– Vallahi siz uykuya daldığınız gibi öleceksiniz. Uyanığınız
gibi de dirileceksiniz. Bu dirilmeden sonra dünyaia
yaptıklarınızın hepsinden de hesap vereceksiniz. Bu
lesap sonunda ya ebedî olarak Cehennemde kalacaksı-
ıız. Ya da Cennette. Âhiret azabıyla korkuttuğum ilk inanlar
sîzlersiniz. Rabbim en yakınlarını korkut buyurdu,
îen de bu emri yerine getirmiş oldum şimdi.
Dinleyenlerden Ebû Tâlib, iman etmemekle beraber
özlerinin doğruluğunu, kendisini müdafaa edeceğini söy:di.
Dâvetsiz misafirlerden Ebû Leheb yine söze karıştı.
:bû Tâlib’e sert cevaplar verdi. Peygamberimizin halası
lafiyye de Ebû Leheb’e mukabele etti. Derken ortalık kaıştı.
Konuşulanları dinleyen Ali, ayağa kalktı, konuşmak
stedi. Ancak Resûlüllah hazır bulunanların en küçüğü
lan Ali’ye “otur” işareti verdi. Az sonra yine konuşmak iş
eyen Ali’ye yine “otur” işareti veren Efendimiz, Ali’nin
ıçüncü defa konuşmak istediğini görünce müsaade etti.
Ji şöyle dedi:
– Ya Resûlüllah, gerçi bunların içinde en âcizi, en kü-
üğü benim. Ama sana yardımcı ve destek de ben olurum,
len senin vezirin olmayı büyük bir şeref sayarım.
Çocuk yaştaki Ali’nin böyle konuştuğunu gören dâ-
etliler gülüşerek oradan ayrılırken Efendimiz, Ali’nin
linden tutmuş, ona iltifatta bulunmuştu. Böylece ikinci
âvette de bir netice alınamadı.
Sıra üçüncü denemeye gelmişti. Bir gün Safa tepesite
çıkan Efendimiz, sesinin eriştiği kadarıyla seslendi:
– Ey Kureyş cemaatı! Koşun, size hayatınızın en mü-
lirn haberini vereceğim!
Duyanlar bölük bölük tepeye koştular. İçlerinde maîm
şahıs Ebû Leheb yine yer almıştı. Zaten hiç bir dâvei
de kaçırmıyordu.
Efendimiz sövle hitaD ett- Ey Kureyş cemaatı! Ben size, şu dağın arkasındaki
vadide düşmanlarınız toplanmış hücuma hazırlanıyorlar.
Çabuk çaresine bakın, âilenizi, çoluk çocuğunuzu kurtarın
desem bana inanır mısınız?
Dinleyenlerin hemen hepsi de aynı cevabı verdiler:
– Senden şimdiye kadar hiç yalan işitmedik. Sözüne
inanırız!
Bu itiraf üzerine Allah’ın Resûlü kabileleri isim isim
sayarak şöyle hitap etti:
– Ey filân, filân… Kabilenin reisleri, âmirleri, liderleri!
Şunu iyi bilin ki, ben size şu anda Allah’ın (o düşman atlıları
gibi) gelecek olan azabından haber veriyorum. Allah’a
iman edin, emirlerine itaatta bulunun, kendinizi, âilenizi
koruyun.
Peygamberimiz uzun konuşmasını şöyle bağladı:
– Ey Muhammed’in yakınlan! Kızım Fâtıma! Amcam
Abbas! Biliniz ki, ben Allah’dan size gelecek bir azabı önleyemem.
Bunu önleyecek olan, sizin kendi ameliniz, şahsî
işlerinizdir. Kimse kendi amelini ihmal edip de başkası
na güvenmesin!
Bu hitaptan sonra toplanmış olan kabile reisleri, Kureyş
ileri gelenleri, birer birer dağıldılar. Resûlüllah’m dü
şündüklerini kolayca tebliğ ettiğini öğrenen Ebû Leheb ise
iyice kızmış, kızgınlığını da eline aldığı taşlan Resûlüllah’dan
yana atarak:
– Bizi bunun için mi topladın ey helâk olasıca! diye
alenen ifade etmişti.
Helâk olasıca’mn arapça ifadesini de (Tebbet) diye
söylemişti. Kansı Ümmü Cemil ise boynuna aldığı iple
kırdan bayırdan dikenler yüklenip Resûlüllah’ın yolu üzerine
dökmeye başlamış, o da kadınlar arasında peygamber
düşmanlığı yapma gayretine girmişti.
İşte bu hâdiselerden sonra Kur’ân-ı Kerîm’in sonlarında
yerini alan (5) âyetlik (Tebbet) sûresini gönderen Rabbimiz,
aslında kimin helâk olacağını beyan buyuruyor, şımarık
Ebû Leheb’in güvendiği servetinin de kendisini feci âkıbetten koruyamayacağına şöyle işaret ediyordu:
– Ebû Leheb’in kendisi helâk oldu. İşlediği amelleri de
helâk oldu. Malı, kazandığı serveti onu kurtaramayacaktır.
Yakın bir gelecekte Ebû Leheb Cehennemin alevleri
arasına girecektir. Odun hammalı hanımı da öyle. O, boynunda
(diken taşımak için) ip bulunduran kadın..
Sûrenin verdiği bu haber mu’cize olarak tezahür etti.
Bedir harbine iştirâk etmeyen Ebû Leheb, zaferin Müslü-
manlarda olduğunu işitince duyduğu teessürden iflah olmadı.
Vücudunda çıbanlar çıkmaya, bu yüzden kimse yanına
yaklaşmamaya başladı. Bunca serveti, malı, mülkü,
şan ve şöhreti Ebû Leheb’i kurtaramıyordu. Derken haberden
yedi gün sonra Ebû Leheb’in adese denilen (hasba)
hastalığından öldüğü, odasında cesedinin beklediği,
oğullarının hastalık bulaşır korkusuyla yanma varamadı
ğı duyuldu. Üç gün, üç gece odada bekleyen cesedin mahalleyi
kaplayan kokusu herkesi rahatsız ettiğinden oğullarına
çıkışan Kureyş halkı:
– Yazıklar olsun size. Babanız evinde kokuyor da siz
yanma bile uğramıyorsunuz diye ayıpladılar.
Bunun üzerine tutulan üç zenci, cesedi alıp Mekke’nin
yukan tarafındaki bir yere gömdüler. Üzerine de
ateş yakıp hastalığın bulaşmamasını temine çalıştılar.
İşte Resûlüllah’m arkasından adım adım takip edip
tebliğini te’sirsiz kılmaya çalışan Ebû Leheb’in âkıbeti
böyle oldu. Ne malı, ne mülkü, ne de şan ve şöhreti onu
kurtaramadı. Nihayet ameliyle başbaşa kaldı. Âyetin haberi
aynıyla tezahür etti. Böylece Peygamber’in tebliği ettiği
İslâm’a karşı koyacak kimselerin âkıbetinin sevimli olmayacağı
da ifade ediliyordu.
Nitekim o günden bu yana asırlar geçti. İnsanların kimi
Resûlüllah’ın tebliğine başım üstüne diyerek tâbi olurken,
kimi de Ebû Leheb’in yolunu seçip lâyık olduğunu tercih
etmektedir. Böyledir imtihan dünyasının tezâhürü…
İsteyen Ebû Bekir’i takip eder, istemeyen de Ebû Leheb’i..
İrâde-i cüz’iyye vardır insanda…