wiki

Hudeybiye Anlaşması Nasıl İmzalandı ?

HİCRETİN altıncı senesinde Resûl-i Ekrem Efendimiz
gördüğü bir rüyada, Kâ’be’yi tavâf ederken, ashabını da
tavaftan sonra tıraş olurken görmüştü. Resûlüllah’ın rü­
yası aynen vâki olacağından, ashabını toplayan Efendimiz
onlara gördüğü rüyayı ve Kâ’beyi tavâf edeceklerini müjdeledi.
Bunun üzerine (1400) kadar ashabıyla Kâbe’yi tavâf
edip umre ibadetini yapmak üzere yola çıkan Resûlüllah,
civardan bâzı kabileleri de bu sefere dâvet etmişse de
onlar:
– Muhammed ashabını koyunlar gibi boğazlatmak
üzere silâhlı insanların yanına götürüyor. Mekkeliler Bedir
harbinin intikamını almak için sabırsız bekliyorlar.
Onların yanına silâhsız gidilir mi? diye itirazda bulunup
iştirak etmediler.
Resûlüllah Hazretleri sadece Beytullah’ı ziyareti kasdettiğinden
ashabın yanında yolcu silâhı olan kılıçtan
başka şey götürmemelerine işarette bulundu. Altı senedir
terkettikleri Mekke’deki evlerini, barklarını, konu komşularını
görecek, bir sıla-i rahim de yapmış olacaklardı.
Peygamberimiz hafta boyu yol aldı. Kumlu çöllerin sı­
cağını yaşayarak Mekke’ye yaklaştı. Yolda bâzı aşiretleri
İslâm’a davet etmiş, kimi kabûl etmiş, kimi de bu işin sonunu
beklemeyi tercih etmişlerdi.Resûl-i Ekrem Hazretleri yaklaştığı Mekke’ye gizlice
gözcü göndermiş, müşriklerin durumlarını tedkik ettirmişti.
Gelen gözcü Büsr, durumu şöyle anlattı:
– Ya Resûlâllah, Mekkeliler sizin Beytullah’ı ziyaretinize
mani olmak için kararlılar. Hattâ bu hususta ahabiş’lilerle
yeni anlaşmalar yaptılar. Bir kısmını önümüzdeki
dağların üzerine gözcü olarak diktiler. Onlar şu anda
bizim hareketimizi gözlüyor, geriye haber veriyorlar. Halid
bin Velid kumandasında iki yüz kişilik bir vurucu kuvveti
de yola çıkardılar, geriden bizi takip edecekler!
Resûlüllah Aleyhisselâm müşriklerin bu telâşına
üzüldü. Takip ettikleri yolu değiştirip sağ tarafa doğru
meylederek devam ettiler. İslâm kafilesinin nerede olduğunu
bilemeyen Halid bin Velid, ansızın bir toz duman
bulutunun kendisine doğru geldiğini görünce şaşırdı. İki
yüz kişilik kuvvetine karşı büyük bir ordunun geldiğini
vehmederek dönüp Kureyş’e durumu haber verdi. Gariptir
ki, Peygamberimiz, Halid bin Velid’in süvarileri ile karşılaşmak
istemiyor, onlara acıdığını hissettiriyordu.
Resûlüllah Aleyhisselâm bu sırada kara bir dağın eteğinde
konaklayıp ashabına bilgi veren bir hutbe irad etti.
Konuşmasında Mekkelilerin Ahabiş kabilesine ziyafetler
çekip onları yanlarına alarak savaşmaya hazırlandıklarım
bildirdi, bu durumda fikirlerini öğrenmek istediğini ifade
etti. İstişarede bütün ashab fikirlerini söyledi. Bâzılan,
doğruca Kâbe’ye yürüyelim. Karşımıza çıkan olursa onlarla
çarpışırız diyor, bâzılan da Kâbe’ye değil bizi takip için
çıkmış olan süvarilere doğru yürüyelim, önce onların cesaretini
yok edelim., şeklinde fikir beyan ediyorlardı.
Görüşün ağırlığını “Kâbe’yi tavâf için yolumuza devam
ederiz, karşı gelen olursa savaşırız” fikri teşkil ettiğinden,
Efendimiz de buna iştirak etti. Böylece Mekke’ye
doğru yola devam ettiler.
Halid bin Velid iki yüz kişilik süvarisiyle yine Resûlüllah
karargâhına yaklaşmış, onu geriden tecessüse başlamıştı.
Nitekim öğle namazı için duraklayıp hep birlikteAllah’a kulluk vazifesini ifaya durmalarını hayretle seyretmiş,
ancak namaz bittikten sonra bir süvarinin ikazı şöyle
olmuştu:
– Hep birlikte başlarını yere koyup secdeye vardılar.
Tam baskın yapılacak zamandı. Tuh olsun, nasıl da bir
fırsat kaçırdık!
Halid’in de dikkatini çeken bu fırsatın kaçışından çok
üzüldüler.
Bu defa ikindi namazını beklemeyi düşündüler. Bekledikleri
fırsat, ikindi namazında da zuhur edecekti. Halid
süvarilerine gelecek namazda başlarını secdeye koydukları
anda nasıl baskın yapacaklarına dâir bilgi vermeye baş­
ladı. Nitekim çölün ortasındaki dağın eteğinde az sonra
ikindi ezanı okunuyordu. Bekledikleri fırsat gelmişti. Kum
tepelerin arkasında yayından fırlayacak ok misali tetikte
bekliyorlardı. Kâbe’ye doğru saf tutmuş Müslümanlar hep
birlikte namaza başladılar. Ancak bu defa değişik bir durum
dikkati çekti. Resûlüllah’m arkasındaki cemaatın yarısı
secdeye indiği halde, arkadaki yarısı inmiyor, dimdik
ayakta bekliyordu. Âdeta kendilerini kolluyorlardı. Bunlaı
ayakta beklerken üzerlerine ansızın hücum mümkün değildi.
Dikkatle seyrettiler. Öndekiler secdeden kalkmış
ikinci rek’atta da ayakta bekleyenler secdeye inmiş, önde
kiler ayakta kalmışlardı. Yani beklenen fırsat vaki olma
mıştı. Bundan hayrete düşen Halid:
– Vallahi Muhammed aklımızdan geçeni bildi, ashabı
na ona göre namaz kıldırdı, diye söylendi.
Hakikat-ı hal ise buna yakındı. Cebrâil Aleyhisselân
gelmiş, ashabına (salât-ı havf) kıldırmasını tavsiye etmiş
ti: Yani düşman tehlikesinin kuvvetli olduğu anlardak
namazdı bu…
Buradan da ilerleyen ashab kafilesi daha sonra Hu
deybiye’ye yaklaştığı sırada Resûlüllah’ın devesi Kasva
Kâbe’ye müteveccih yolda fazla ilerlemeyip çöktü. Onı
kaldırmak için ısrar ettiyseler de kalkmayan Kasva’nııhalini gören Resûlüllah:
– Kasva’nın böyle bir huyu yoktur. Vaktiyle fili Mekke’ye
sokmayan Allah, bu sefer de Kasva’yı sokmak istememektedir,
buyurdu.
Kasva’yı zorladılar. Kalkınca Kâbe yönünü bırakıp biraz
yana doğru Hudeybiye’ye yöneldi. Samed çukuru yanında
durdu. Burası Mekke Haremi sayılıyordu. Bir çizginin
içi harem, dışı da harem dışıydı. Peygamberimiz burada
konakladı. Mekke’ye (17) kilometre olan Hudeybiye’nin
suyu bol yerini de Halid bin Velid süvarileriyle tutmuş,
onlar da bekleşiyorlardı.
Sahabîler Samed kuyusunun suyunun bir anda içilip
bittiğini görünce Resûlüllah’a haber verdiler. Okdanlığından
bir ok çıkaran Nebiyy-i Ekrem Efendimiz:
– Bunu kuyuya atın, suyunu çekin, buyurdu. Oku
kuyunun dibine indirir indirmez tatlı ve soğuk bir suyun
fışkırmaya başladığını sevinçle gördüler, hayretle seyrettiler.
Hudeybiye’de birkaç defa böyle mu’cizeler vâki oldu.
Birinde suları bütünüyle bitmiş olan ashab Resûlüllah’ın
parmaklarından çeşmeler gibi suların akması mu’cizesine
şahid oldular. Bir diğerinde de, ellerini kaldırıp yağmur
dileyen Efendimizin duasının hemen kabûl olup kızgın çö­
le serin yağmurların yağdığını, çukurlara bol suların dolduğunu
gördüler.
Hazret-i Resûlüllah bin beş yüz kişiyi bulan umre kafilesiyle
burada (20) gün kadar beklemek zorunda kaldı.
Bu müddet zarfında elçiler gidip geldiler. Çeşitli teklif ve
istekler karşılıklı olarak ileri sürüldü. Hepsinde de müş­
riklerin Mekke’ye girilmesine razı olmadıkları, Kâbe’yi ziyarete
müsaade etmeyecekleri şartı vardı. Resûlüllah
Hazretleri ise, ya Beytullah’ı ziyaret ederiz, ya bize mani
olmak isteyenlerle çarpışırız şeklinde haberler gönderiyordu.
Ashab kendini Beytullah’ı ziyarete hazırlamış, altı yedi
senelik hasreti gidereceklerini düşünmüşlerdi. Bu se3eDie i\aoe yı muuaKa tavaı eaeceKierıne, ıvıeKKeyı göreceklerine
iyice adapte olmuşlar, aksi ihtimali hiç hatırlam
a getirmiyorlardı. Resûlüllah ise aksi ihtimalleri dâima
natırında tutuyor, belki de müşrikleri Kâbe’yi ziyaret edecekleri
yolunda sıkıştırıp, bir anlaşmaya zorluyordu. Za:en
o güne kadar Medine’yi tanımamış, Müslüman varillim
kabûl etmemişlerdi. Resûlüllah Aleyhisselâm son bir
deneme daha yapmak istedi. Hazret-i Ömer’i onlara elçi
alarak gönderecekti. Ancak, onu Mekke’de koruyacak
cimse yoktu. Hazret-i Osman’ın ise akrabaları çoktu.
Müşriklerin bir cinayetlerine karşı koruyabilirlerdi. Bu seaeble
Hazret-i Osman Mekke’ye Resûlüllah’m elçisi olarak
gidip müşriklere niyetlerini bir daha anlattı. Müslümanların
ellerinde yolcu silâhından başka silâh bulunmadığını,
sadece Kâbe’yi ziyaret için geldiklerini, bunun için de kurbanlık
develer getirdiklerini uzun uzadıya izah etti. Ama
birtürlü razı olmadılar. Üstelik Hazret-i Osman’ı salıvermekten
de vazgeçer gibi bir tavıra girdiler.
Beri tarafta elçi olarak giden Hazret-i Osman’ın şehid
edildiği haberi yayılmış, Müslümanlarda bir galeyan baş­
lamıştı. Resûlüllah Hazretleri bir ağacın altına çekildi.
Bütün Müslümanlar tek tek gelerek bîatlannı tazeleyip
Resûlüllah’ın ve dâvasının koruyucusu olarak sözlerini
tekrarladılar. Bu biatin mânası derindi. Hayatımızı verir,
Resûlüllah’ın emirlerine itaattan geri durmayız, şeklinde
bir mânaya geliyordu. Nitekim Rabbimiz daha sonra indirdiği
âyetinde bu bîata katılanlardan razı olduğunu bildirmiştir.
Aslında müşrikler Hazret-i Osman için kötü niyetler
düşünmekten geri kalmadılar. Lâkin akrabalarının çokluğu,
onları korkuttu. Öldürme niyetleri sadece hayallerinde
kaldı. Taviz vermeye mecbur oldular.
– Ya Osman, sen istersen Kâbe’yi ziyaret et, umreni
yap. Geridekileri boş ver, dediler. Ancak Hazret-i Osman’dan
aldıkları cevap mânidardı:
– Vallahi Resûlüllah olmadan Kâbe’vi tavâf etmem.Biz birlikte geldik, birlikte tavaf ederiz!
Bunun üzerine müşrikler Hazret-i Osman’ı serbest
bırakmak zorunda kaldılar. Sağ salim Hudeybiye’ye dö­
nen Hazret-i Osman’ı gören Resûlüllah ve ashabı çok sevindiler,
şehadet haberinin verdiği teessür yerini sevince
terkederek mü’minler arasında kuvve-i mâneviyenin yükselmesine
sebeb oldu.
Bu arada taraflardan yine elçiler gelip gitmeye devam
ediyor, ancak Resûlüllah Beytullah’ı ziyaret edip, umre
yapmakta ısrar ediyor, onlar da ziyaret ettirmemekte direniyorlardı.
Hattâ bu sırada müşrikler seksen-yüz kişilik
müfrezeler gönderip Resûlüllah ve ashabına baskınlar
yaptırmak istiyor, ancak Resûlüllah’ın ashabını iyi hazırlayarak
aldığı tedbirler sayesinde baskın için gelenler yakalanıyor,
cezalandırılmadan bir kısmı serbest bırakılıyordu.
Gerek bu yakalanıp da serbest bırakılanlar, gerekse
Resûlüllah’ı ve ashabını geriden takib edenler, Müslü-
manlarda nasıl bir sadakat ve bağlılığın olduğunu gözleriyle
müşahede ettiler. Resûlüllah’m emirlerine kesinkes
uymaya kararlı oluşlarını gördüler. Bunlar kendi aralarında
şu karara vardılar:
– Böylesine birlik ve tesanüd içinde olan insanlarla
savaşmak akıllı iş olmaz. En iyisi bunlarla bir sulh anlaş­
ması yapmalı, ancak bu anlaşmada bu sene Kâ’be’yi ziyaret
etmeme şartı mutlaka bulunmalıdır.
Mekke müşrikleri bu düşünce ile içlerinden seçtikleri
cin fikirlileri Süheyl bin Amr’ı, yanında iki kişiyle Resûlüllah’a
anlaşma yapmak üzere gönderdiler. Böylece o güne
kadar asla tanımadıkları Resûlüllah’ı ve ashabını ilk defa
bir anlaşma yapmak üzere adam göndermek suretiyle tanımış
oluyorlardı.
Süheyl’in gelişini memnuniyetle karşılayan Efendimiz
sulh anlaşmasının metnini tesbite başladı.
Peygamberimizin önüne diz çökmüş vaziyette oturan Süheyl yanma adamlarından Huveytıb ile Mikrezi de almış,
yazı metni üzerinde konuşmaya başlarken yakalanıp
da salıverilmeyen müşriklerin serbest bırakılmalarını teklif
ediyor, Resûlüllah da karşılık olarak Mekke’de esir kalan
bâzı Müslümanların serbest bırakılmasını taleb ediyordu.
Bu sırada Süheyl’in sesini yükseltişini hoş karşılamayan
Abbâd ile Seleme, ona ihtarda bulundular:
– Kimin huzurunda konuştuğunu iyi bil Süheyl! Sesini
kıs, Resûlüllah’ın huzurunda bulunma edebini muhafaza
et!
Konuşmanın başlangıcında takas kabûl edildi. Müş­
riklere haber salındı. Az sonra on kişilik esir Müslüman
kafilesini serbest bıraktılar. Resûlüllah Hazretleri de bunlara
mukabil esir tuttuğu müşrikleri serbest bıraktı. Böylece
bir merhale kat edilmiş oldu. Hazret-i Resûlüllah
müşriklerle çarpışmayı istemiyordu. Çünkü Mekke’de henüz
Müslüman olmuşlar vardı. Olmaya müsait halet-i ruhiyede
olanlar da vardı. Bir çarpışma ise bu Müslümanların
da bilinmeden öldürülmelerine sebeb olur, müsait halet-i
ruhiyede olanların da uzaklaşmalarını netice verebilirdi.
Daha sonra anlaşılacak bir çok faydalarından dolayı
Peygamberimiz sulh anlaşmasını imzalamaya içinden hazırdı.
Süheyl’in şartlan zahiren ağır bile olsa bunu istiyordu.
Nitekim cidden ağır şartlar da ileri sürüldü.
Süheyl’in teklifi üzerine anlaşma metnini kaleme alacak
olan Hazret-i Ali ortaya geldi. Peygamberimiz, Hazret –
i Ali’ye:
– Ya Ali, yaz, Bismillâhirrahmânirrahîm, dedi.
Süheyl hemen Hazret-i Ali’nin elini tuttu.
– Biz bunu bilmiyoruz. Bununla başlama.
Söz uzadı. Müşrik temsilcileri:
– Vallahi biz Rahmân’m ne demek olduğunu bilmiyoruz.
Şimdiye kadar hiç bir anlaşmamıza böyle başlamadıkTebessüm eden Resûlüllah Hazretleri nasıl yazılması­
nı istediklerini sorunca Süheyl cevap verdi:
– Eskiden senin de yazdığın, hâlen bizim de yazmakta
olduğumuz “Bismikellahümme” diye başlamayı uygun
görürüz.
Bunun mânası da (Allahım, senin isminle) demekti.
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz hemen muvafakat etti. Ancak
ashabın buna canı sıkıldı, pek razı olmadı iseler de seslerini
de çıkarmadılar.
Anlaşmanın başlangıcını bu cümle ile tesbit ettikten
sonra devamına geçildi. Resûlüllah Efendimiz, Hazret-i
Ali’ye hitaben:
– Yaz ya Ali, bu anlaşma Allah’ın Resûlü Muhammed
ile Süheyl bin Amr’ın anlaşıp imzaladıkları anlaşmadır.
Burada Süheyl yine itiraz etti:
– Biz senin Allah’ın Resûlü olduğunu tasdik etmiyoruz.
Etseydik bu anlaşmaya ne lüzum olacaktı? Beytullah’ı
ziyaretine niçin mani olacaktık?
Bunun üzerine de söylenmeler, huzursuzluklar oldu.
Peygamberimiz yine sordu:
– Nasıl yazılmasını istiyorsunuz?
– Abdullah’ın oğlu Muhammed’le.. densin.
Resûlüllah Efendimiz bu da doğrudur, ben Abdullah’ın
oğlu Muhammed’im Allah’ın Resûlüyüm, siz beni
ister tasdik edin, isterse tekzip… diyerek Allah’ın Resûlü
kelimelerini silip Abdullah’ın oğlu isimlerini yazmasını
Ali’den istedi. Ancak buna bir türlü eli varmayan Hazreti
Ali silmeye rıza göstermedi. Diğer ashab da bu itirazdan
fevkalâde müteessir oldular. Konuşmalar alıp yürüdü.
– Biz hayatımızı uğruna fedaya hazır olduğumuz Allah’ın
Resûlü’nün bu kudsî sıfatını silmeye nasıl razı olabiliriz?
Vallahi müşriklerle aramızda kılıçtan başka bir şey
yoktur. Bu işi ancak kılıç halleder, dediler.
Hazret-i Ali ise ellerinin titrediğini hissediyor, yazdığıResûl kelimesini silmeye kuvvet bulamıyordu. Resûlüllah
Aleyhisselâm burada bir mu’cizeli söz söyledi:
– Ya Ali, bir gün gelecek, benzeri bir anlaşmayla sen
de karşı karşıya kalacaksın, buyurdu.
Nitekim, Hazret-i Ali halife olduğu zaman Sıffiyn harbinde
Şam taraftarlarıyla anlaşma yaparken mü’minlerin
halifesi ismini Şam taraftarları sildirip, biz senin halife olduğunu
kabûl etmiyoruz, etsek seninle savaşmayız, dediler.
Böylece Resûlüllah’m verdiği haberi aynıyla çıkmış oldu.
Bundan sonra Resûlüllah Aleyhisselâm:
– Ya Ali, sen bana o kelimeleri göster, ben kendi elimle
sileyim, buyurdu. Ali de gösterdi. Efendimiz “siz kabûl
etseniz de, etmeseniz de ben Allah’ın Resûlüyüm” diyerek
Resûl kelimesini sildi, yerine Abdullah’ın oğlu Muhammed
yazdırdı.
Bundan sonraki maddelerin mühim kısmı şöyle özetlenebilir:
1- Muhammed ve ashabıyla Mekke halkı arasında
tam on yıl savaş yapılmayacak, taraflar sulh içinde yaşayacaklar.
2- Hudeybiye’ye kadar gelmiş olan Müslümanlar bu
sene Kâbe’yi ziyaret etmeyecek, gelecek sene bu ziyareti
gerçekleştirecekler, üç günden fazla da Mekke’yi işgal etmeyeceklerdir.
3- Müslümanlardan bir kişi müşriklere iltihak ederse
teslim etmeyecekler. Ancak müşriklerden bir kişi Müslü-
manlara iltihak ederse hemen müşriklere iâde edeceklerdir!
Bu, oldukça ağır bir maddeydi. Bunun üzerine ashab
arasında çok ciddi tartışmalar oldu. Bunu kabûl etmemek
için direnenler çoğunluk arzetti. Lâkin Resûlüllah
müşrik tarafın ısrarını anlayınca kabûl etmeyi istedi. Bunun
üzerine madde aynen yazıldı.On bir, on iki maddeyi bulan anlaşmanın yazımı bitince
şahidlere sıra geldi. Müslümanlardan Ebû Bekri’sSıddîk,
Ömerü’l-Fâruk, Osman bin Affan, Ali bin Ebî Tâ-
lib, Abdurrahman bin Avf.. gibi dokuz kişi yazıldı. Müşriklerden
de Mikrez, Huveytıb şahid olarak metin tamamlandı.
İşte tam bu sırada gözlerden hüzün yaşlan akıtan bir
hâdise zuhur etti. Kaderin acı tecellisi, Müslümanlara bir
sadakat imtihanı verdirecekti. Ötedeki kumlu tepelerin
ardından eli kolu bağlı, üstü başı parçalanmış vaziyette
düşe kalka biri geldi. Müslümanlann kucağına atıldı.
Ashab kendilerine iltihak eden bu kimseyi tanır gibi
olurken Süheyl’in feıyadı duyuldu:
– Abdullah’ın oğlu, anlaşmamız gereğince senden ilk
isteyeceğim işte bu oğlum Ebû Cendel olacaktır. O, dinini
değiştirmiş, size iltihak etmiştir. Hemen iâde etmeni istiyorum.
Süheyl bununla iktifa etmedi, elindeki budaklı sopayla
oğlu Ebû Cendel’in üzerine yürüyüp dövmeye kalktı.
Peygamberimiz:
– Biz anlaşmayı yazdık, ancak henüz imzalar atılmadı,
buyurdu ise de, Süheyl dinlemedi. “Ebû Cendel iâde
edilmedikçe anlaşmayı yok sayacağım, bundan şüpheniz
olmasın”, dedi. Peygamberimiz İslâm’a giren Ebû Cendel’i
kendisine bağışlaması için ısrarda bulundu ise de Sü­
heyl’in kabul etmediğini görünce son çare olarak:
– Öyle ise onu benim için himayene al, kötülüklere
mâruz bırakma, dedi. Bu ricayı kabûl eden müşrik temsilcilerinden
Mikrez ile Huveytıb, Ebû Cendel’e işkence etmeyeceklerine
söz vererek onu alıp bir çadıra hapsederek,
kimsenin dokunmamasını temin etmiş oldular.
Ebu Cendel’in teslimi çok zor oldu. Müslümanlar göz
yaşı döktüler. Resûlüllah da hüzünlendi. Ancak yapılan
anlaşmaya sadık kalmak İslâm’ın şianndandı. Anlaşmayla
meydana gelecek büyük İslâmî gelişmeyi unutmamakgerekiyordu.
Ebû Cendel’in teslimini bir türlü hazmedemeyen Hazret-i
Ömer, çadırda yanına vanp, bir takım nasihatler verdikten
sonra kılıcını ona yaklaştırıp gizlice, “öldür şu
müşrik babanı da kurtul” sözüne Ebû Cendel, “sen niye
öldürmüyorsun” diye karşılık verdi. Hz. Ömer’in “Resûlüllah
beni burada kıtalden men etti” sözüne karşı da: “Resûlüllah’a
itaatta ben senden neden geri olayım” şeklinde
cevap verdi.
Süheyl, Ebû Cendel’i alıp giderken Resûlüllah:
– Sabret ey Ebâ Cendel, göreceksin bu işin sonu senin
de bizim de hakkımızda hayırlı olacaktır buyurdu. Ancak
bir takım ashab, hususiyle Hazret-i Ömer bu anlaş­
mayı bir türlü hazmedemediler. Hazret-i Ömer sonra tevbe,
istiğfar edeceği bir takım sualler sorup sitemlere varan
sözler sarfetti: “Sen Allah’ın Resûlü değil misin? Neden
böyle ağır bir anlaşmayı imzaladık? Sen Mekke’ye girecek,
Kâbe’yi tavâf edeceğiz, demedin mi? Neden Mekke’ye girmeyip
anlaşmayla çekiliyoruz?” gibi sözlerine Resûlüllah:
– Evet, ben Mekke’ye gireceğiz, dedim, ama bu sene
gireceğiz diye bir tarih söylemedim. Ben Allah’ın Resûlü
olduğum içindir ki anlaşmaya sadık kalıyor, gereğini aleyhimizde
gibi görünse de icra ediyorum, şeklinde cevaplar
verdi. Müslümanlar neticeyi üzüntülü olarak beklemeye
başladılar. Resûlüllah Aleyhisselâm onlara Kâ’be’yi ziyaret
edip umreyi yapmış gibi kurbanlarını kesip saçlarını
tıraş ederek ihramdan çıkmalannı emrettiği halde kimsede
umre yapmış gibi hareket etme arzusu canlanmadı. Nitekim
kendisi bunları bizzat yaptıktan sonradır ki, birer
ikişer aynı hareketleri yaptılar, isteksiz de olsa uydular.
Peygamberimiz Hudeybiye’de yirmi gün kadar kaldıktan
sonra dönme emri verdi. Ashab büyük bir imtihan veriyordu.
Görünüşü son derece aleyhte bir anlaşmayla dö­
nüyorlardı. Resûlüllah ise böyle aleyhte bir anlaşmayı imzalamazdı.
Ama imzalamıştı. Bunun izahı nasıl olacaktı?
Bunu hazmedemeyenlerin başında Hazret-i Ömer, hazmedip hikmetini bekleyenlerin başında ise, Hazret-i Ebû
Bekir gelmekteydi. O, Allah’ın Resûlünün yaptığında mutlaka
bir hikmet ve fayda vardır, sabretmeliyiz, diyordu.
Nitekim Hudeybiye’den kalkıp yola düşmüşlerdi. Hazret-i
Ömer yol boyunca anlaşma metnindeki Müslümanlardan
biri müşriklere giderse iâde edilmeyecek, ama
müşriklerden biri Müslümanlara giderse geri teslim edilecek
maddesini düşünüyor, huzursuz oluyordu.
Bunun yanında anlaşmayı yapanın Allah’ın Resûlü
olduğu, yanlış iş yapmayacağı inancı da hemen akla geliyordu.
Böyle bir zihnî karışıklık içinde gidiyorlardı. Çok
sürmedi, Fetih sûresi nazil oldu. Bu sırada Resûlüllah,
Hazret-i Ömer’i çağırttı. Korkudan yüreği çarpan Ömer,
kendi hakkında bir âyet nazil olduğunu düşünerek rengi
atmış vaziyette Resûlüllah’ın huzuruna geldiğinde Peygamberimizdeki
sevinci görünce rahatlar gibi oldu. Efendimiz
şöyle buyurdu:
– Ey Ömer, bu gece bana öyle bir sûre geldi ki, üzerine
güneş doğan herşeyden sevgilidir bu sûre, diyerek Fetih
sûresinin başından okudu. Buna göre yapılan anlaş­
manın bir fetih getireceği, Resûlüllah’ın isabetli bir iş yaptığı,
ağaç altında bîatlannı tazeleyenlerden Allah’ın razı
olduğu bildiriliyor, ayrıca sûrede Resûlüllah’ın gördüğü
rüyanın da çıkacağına işaret ediliyordu. Yani Müslümanlar
günün birinde Mescid-i Haram’a girecek, Kâbe’yi tavâf
edecek, hattâ Mekke’yi fethedeceklerdi.
Bu sûrenin nazil oluşundan sonra ashab sevinç gözyaşları
dökerken Hazret-i Ömer gibi neticeyi baştan mahzurlu
zannedenlerde de tevbe, istiğfarlar başladı. Pişmanlıklar
alıp yürüdü. Hattâ Hazret-i Ömer, Resûlüllah’a karşı
sualler sorup, anlaşmanın aleyhte oluşunu tekrar tekrar
nazara verişinden dolayı uzun müddet mahcubiyet
duydu, teessür hali yaşadı. Bunu hayatının sonuna kadar
unutmadı.
Bir ayı geçen bir yolculuktan sonra Medine’ye dönen
Efendimizin aldığı neticenin zafer hazırladığı daha ilkgünlerde belli oluverdi.
Giderken, Muhammed ashabını müşriklerin kılıcına
teslim etmek için götürüyor, diyerek iştirak etmeyen kabileler
bu defa pişmanlık duymuşlardı. Yapılan anlaşmadan
cesaret alarak gelip bağlılıklarını tazelediler.
Mekke ile on senelik bir sulh anlaşmasından sonra
Resûlüllah diğer kabilelere dönebilirdi. Zira Mekke’de
kendisini bir devletin temsilcisi olarak kabûl ettirmiş, on
sene gibi bir zaman içinde savaşmama anlaşmasını da temin
etmiştir. Nitekim bundan sonra Hayber ve diğer gazalara
sıra gelmiş, neticesi de hep zafer olmuştur. Mekke’den
ümitleri kesilen diğer mütereddit kabileler de düş­
manlıktan vaz geçip, imanda saadet bulmuşlardır. Nitekim
bu anlaşmayı müteakip Mekke’de bir kısım hanımlar
imanlarını ilân için gizlice Medine’ye hicret edip, Resûlüllah’a
ilticada bulundular. Onları takiben gelen müşrikler
ise bu kadınları istedi iseler de anlaşmada hanımların iâ-
desi için madde bulunmadığından geri vermeyi reddeden
Efendimizin bu hareketi gelen âyet-i kerîmeyle te’yid olunup
Müslüman hanımları müşriklere teslim etmemek gerektiği
bildirildi. Âyetin devamında artık mü’mine hanımlar
müşrik erkeklere helâl olmadığı gibi, müşrik kadınlar
da mü’min erkeklere helâl olmadığı bildirilince hemen harekete
geçen Hazret-i Ömer Mekke’de bulunan iki tane
müşrike hanımını boşayıp mes’uliyetini terketti. İlk terki
böylece Hazret-i Ömer yapmış oldu. Bundan sonra Müslümanlar
Müslüman olan hanımlar aldılar, şirkte olan
putperest kadınları almaktan vaz geçtiler. Ancak, şirkte
olmayıp da bir semavî dine inanmış olan Ehl-i Kitap kadınların
nikâhı ise ihtiyarî kaldı. İsteyen boşadı, istemeven
de nikâhını devam ettirdi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir